Nebevî Ahlâkın Sahâbedeki Tezâhürleri

 

İslâm dîninin en kıymetli asrı, hiç şüphesiz, cihânın nübüvvet nûruyla aydınlandığı “Asr-ı Saâdet”tir ki, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun güzîde ashâbı, o kudsî zamânın en kıymetli zînetleri olmuşlardır. Onlar, insan neslinin ulaşabileceği en son seviyeye nâil olmuşlardır.

 

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizi îmân nûru ile görerek îlâ-yı kelimetullâh uğrunda canlarını ve mallarını cömertçe sarf etme bahtiyarlığına eren ashâb-ı kirâm, âdetâ ümmet-i Muhammed’e “örnek bir nesil” olmak üzere lutfedilmiş, ilâhî bir armağandır. Bu bakımdan, îmân şerefine sâhip her gönül, yüce dînimizin bugünlere intikâlinde mühim hizmetleri bulunan “Ashâb-ı Güzîn” Efendilerimize hürmet, muhabbet ve minnettarlık duygularıyla dolu olmalıdır. Onlardan birinin ismi anıldığında, “radıyallâhu anh” yâni “Allâh ondan râzı olsun!” diyerek duâ etmek, dînî ve vicdânî bir vazîfemizdir. Çünkü onlar, Muhammedî hidâyet kâfilesinin büyüklü-küçüklü yıldız şahsiyetleridir.

 

Onlar, hem yaşadıkları zamanı hem de kendilerinden sonraki çağları şekillendirdiler. Onlarla, geceler gündüze döndü, kışlar bahar oldu. Onlar, beşeriyete derin bir tefekkür ve tahassüs dünyâsı kazandırdılar. Onlar, insanı özüyle tanıştırdılar, kâinâtın yaratılış hikmetini öğrettiler. İnsan vücûdunun bir damla sudan, kuşların basit bir yumurtadan, ağaçların yok denecek kadar minicik bir çekirdekten meydana gelişi, mikrodan makroya kadar cisimlerdeki sır ve hikmetler gibi sonsuz ilâhî kudret akışları karşısında beşeriyete duygu ve tefekkür derinliğini tâlim ettiler. Mü’min gönüller, yine onlar vesîlesiyle şükür, sabır ve hamd gibi ulvî duyguların hassâsiyetine büründü.

 

Mâlum olduğu üzere Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nübüvvetinden önce Arabistan kıtası bir fâcia sahrâsı idi. Kavimlerin aralarındaki düşmanlıklar, kan dâvâları, kız çocuklarını analarının yüreklerinden sökerek diri diri toprağa gömmeler, zina, içki, tefecilik, putlara tapma, akıl ve hayâle gelmez türlü hurâfeler, velhâsıl cümle kötülükler bir salgın hâlinde idi. Tevrat ve İncil’in içi boşaltılarak nefsânî arzulara göre doldurulmuş ve yalnız adları kalmıştı. Cenâb-ı Hak, böylesine bir zulüm ve kasvet girdabında kıvranan topluma hidâyet nûrunu lutfetti. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nübüvvet nûru ile cihân bu derin gaflet uykusundan uyandı. Zîrâ O, cihâna hidâyet ve âlemlere rahmetti.

 

Âlemlerin Efendisi Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-, zulüm ve anarşi içinde boğulmakta olan insanlığı, îmânın en kıymetli meyvesi olan merhamet ve şefkat ile kucakladı. O, rahmet ve muhabbet dolu davranışlar manzûmesiyle de insanlığa numûne olmak yolunda ebedî bir zirve teşkîl etti. Kısa zamanda öyle parlak ve nezih bir ümmet yetiştirdi ki, onlar, kıyâmete kadar menkıbeleri beşeriyete fazîlet tabloları sergileyip gönüllere huzur kaynağı oldu.

 

Zîrâ onlar, bütün his ve davranışlarının, Allâh rızâsına muvâfık olmasının gayreti içinde yaşadılar. Bütün enerjilerini îlâ-yı kelimetullâh uğrunda cömertçe sarfettiler. Onların nazarında hayatın en zevkli ve mânâlı anları, insanoğluna tevhîd mesajını tebliğ ettikleri vakitlerdi. Îdâm edilmek üzere iken, kendisine son arzusunu gerçekleştirmek için üç dakikalık fırsat tanınan sahâbî, kendisine bu fırsatı veren papaza teşekkür etti. Ona: “–Bu üç dakîkayı bana bağışladığın için sana ne kadar minnettârım! Zîrâ bu ikrâm ettiğin üç dakikada belki sana tevhîd hakîkatini tebliğ edebilme şansım olur.” dedi.

 

O Varlık Nûru’nun muhabbet ve merhamet toprağında yeşeren ashâb-ı kirâm, târiflere sığmayan bir aşk iklîminde yaşadılar. Onların ibâdetlerindeki rûhâniyet, muâmelâtlarındaki zarâfet, ahlâklarındaki nezâket, gönüllerindeki letâfet, duygularındaki derinlik ve incelikler, hep O Varlık Nûru’ndan akseden rûhânî parıltılardır. Onların, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi’ni örnek alarak ulaştıkları ahlâkî seviyeyi aksettiren sayısız hâdiseler mevcuttur. Ashâbın Hazret-i Peygamber’e duydukları engin aşk ve muhabbet ile sâhip oldukları mânevî seviyeyi, duygu derinliğini ve davranış mükemmelliklerini kelimelerin mahdut imkânlarıyla îzâh mümkün değildir. Ancak onların davranış mükemmelliklerini yansıtan sayısız misâllerden birkaçını takdîm ediyoruz:

 

Ashâbın, mü’min kardeşini kendi nefsine tercih edişini gösteren şu kıssa ne güzel bir İslâm ahlâkı sergilemektedir:

 

Birgün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Benî Nadîr’den alınan ganîmetleri Muhâcirler’e taksim etmiş, Ensâr’dan da ihtiyâcı olan üç kişiden başkasına vermemişti. Daha sonra Ensâr’a hitap ederek:

 

“–Dilerseniz daha önce Muhâcirler’e verdikleriniz onlarda kalır, siz de bu ganîmetten pay alırsınız. Dilerseniz verdiklerinizi geri talep eder, bu ganimetin tamamını onlara bırakırsınız.” buyurdu.

 

Bunun üzerine Ensâr -radıyallâhu anhüm ecmaîn- büyük bir diğergâmlıkla, mü’min kardeşlerini kendilerine tercih ederek şu güzel cevâbı verdiler:

 

“–Yâ Rasûlallâh! Muhâcir kardeşlerimize hem mallarımızdan ve evlerimizden hisse veririz, hem de ganîmetin tamamını onlara bırakırız.”

 

Bunun üzerine, samîmî bir fedâkârlıkla yapılan infakların kulu kurtuluşa erdireceğini müjdeleyen şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

 

“Muhâcirlerden önce (Medîne’yi) yurt edinen ve îmâna sarılan Ensâr, kendilerine hicret edenleri severler. Onlara verilen şeylerden ötürü gönüllerinde bir sıkıntı ve rahatsızlık duymazlar. İhtiyaç içinde kıvransalar dahî, mü’min kardeşlerini kendi nefslerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, gerçekten felâha erenler işte onlardır.” (el-Haşr, 9) (Râzî, XXIX, 250; Kurtubî, XVIII, 25)

 

Câbir -radıyallâhu anh- da, Ensâr’ın Muhâcir kardeşlerine olan îsâr ve diğergâmlığını şöyle anlatır:

 

“Ensâr, hurmalarını devşirdiklerinde bunları ikiye ayırır, bir tarafa çok, diğer tarafa da az hurma koyarlardı. Daha sonra, az olan tarafa hurma dallarını koyar(ak o tarafı çok gösterir), Muhâcirler’e «–Hangisini tercih ederseniz alın.» derlerdi. Onlar da (çok görünen yığın Ensâr kardeşlerimizin olsun diye az görünen yığını alırlar) ve böylece hurmanın çoğu Muhâcirler’e gelirdi. Ensar da bu yolla az olan kısmı kendilerine bırakmış olurlardı...” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 40)

 

Çünkü Ensâr, içinde yaşadıkları toplumun maddî ve mânevî sıkıntı ve problemlerinden kendilerini mes’ûl hisseden zirveleşmiş bir rûh ve hassas bir vicdâna sâhiptiler. Muhâcirler de mâruz bulundukları fakr u zarûrete rağmen mümkün olduğunca müstağnî bir hayat yaşayıp kimseye yük olmamaya bilakis yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Zîrâ onlar dünyâ nîmetlerini nefslerine tahsis etmek yerine infak yolunda seferber ederek îmânın vecd, lezzet ve halâvetini tercih ediyorlardı

 

 

Ashâb-ı kirâm, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine emânet ettiği dünyevî makam ve mevkîleri de hiçbir zaman gurur ve kibir gibi nefsânî bir üstünlük vehmine âlet etmemiş, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in her hâlükârdaki mütevâzî yaşayışını kendilerine hayat düstûru edinmişlerdir.

 

Nitekim Selman -radıyallâhu anh- Medâin vâlisi iken, Şam’dan Teymoğulları kabilesine mensup bir zât gelmişti. Yanında bir yük de incir getirmişti. Selman’ın sırtında bir elbise, bir de aba vardı. Şamlı, Selman’ı tanımıyordu. Onu bu hâlde görünce de:

 

“_Gel şunu taşı!” dedi.

 

Selman -radıyallâhu anh- gitti, yükü sırtlandı. Halk kendisini görünce tanıdı. Adama:

 

“_Yükünü taşıyan bu adam vâlidir!” dediler. Şamlı:

 

“_Özür dilerim, seni tanıyamadım.” dedi.

 

Selman -radıyallâhu anh-:

 

“_Zararı yok, yükü evine götürene kadar sırtımdan indirmeyeceğim.” dedi. (İbn-i Sa’d, Tabakât, IV, 88)

 

Selman -radıyallâhu anh-’ın bu hâli, hangi makam ve mevkîde bulunulursa bulunulsun, her hâlükârda tevâzû ehli olmayı hatırlatan:

 

“O Rahmân’ın kulları ki, yeryüzünde tevâzu ile dolaşırlar.” (el-Furkân, 63) âyet-i kerîmesinin fiilî bir misâliydi.

 

 

Ashâb-ı kirâmın toplumdaki yetimleri koruyup sâhiplenme husûsundaki hassâsiyetini ifâde eden şu vâkıa da, İslâm’daki ictimâî yardımlaşma rûhunun ve tek bir yürek hâline gelişin ne güzel bir misâlini sergilemektedir:

 

Berâ bin Âzib -radıyallâhu anhümâ- Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mekke fethinden bir yıl önce yaptığı kazâ umresindeki bir vak’ayı şöyle anlatıyor:

 

Allâh’ın Elçisi umresini tamamlayıp Mekke’den çıktı. İşte o sırada, Uhud’da şehîd edilmiş olan Hazret-i Hamza’nın kızı Umâme, “Amcacığım! Amcacığım!” diye bağırarak arkalarından gelmeye başladı.

 

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- küçük kızı kucaklayıp, devenin üzerinde bulunan eşi Fâtıma’ya:

 

“–Amcanın kızını al!” diye uzattı.

 

Medine’ye varınca, bu çocuğun kimde kalacağı husûsunda Hazret-i Ali, ağabeyi Cafer ve Zeyd bin Harise arasında anlaşmazlık çıktı.

 

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

 

“–O benim amcamın kızıdır. Onun terbiyesini ve bakımını üstlenmek herkesten çok benim hakkımdır.” dedi.

 

Câfer-i Tayyar -radıyallâhu anh-:

 

“–O benim de amcamın kızıdır; üstelik zevcem onun teyzesidir.” dedi.

 

Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh- da:

 

“–Onun babasıyla beni Rasûl-i Ekrem kardeş yaptı. O benim kardeşimin kızıdır.” dedi.

 

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

 

“–Teyze anne sayılır.” diyerek çocuğu Câfer-i Tayyâr’ın zevcesine verdi. Sonra çocuğu himayesine almak isteyenlerin ayrı ayrı gönlünü aldı:

 

Hazret-i Ali’ye:

 

“–Sen bana muhabbetle bağlısın, ben de sana.” buyurdu.

 

Câfer-i Tayyâr’a:

 

“–Senin hem görünüşün, hem de huyun bana benzer.” dedi.

 

Zeyd bin Hârise’ye de:

 

“–Sen bizim kardeşimiz, dostumuzsun.” buyurdu. (Buhârî, Sulh 6, Megâzî 44; Ebû Dâvud, Talâk, 35)

 

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

 

“Kendi yetimini veya başkasına âit bir yetimi himâye eden kimseyle ben, cennette şöyle yan yana bulunacağız.” Hadîsin râvisi Mâlik İbni Enes, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yaptığı gibi, işaret parmağıyla orta parmağını gösterdi. (Müslim, Zühd, 42)

 

 

Ashâb-ı kirâmın fazîlet dolu bu gibi hâlleri, hiç şüphesiz ki onların Allâh ve Rasûlü’ne büyük bir muhabbetle teslîmiyet içinde bulunmalarının ve bu sâyede de dünyâ ve âhirete âit kâr ve zararı lâyıkıyla takdir edebilmelerinin bir netîcesiydi. Zîrâ Allâh -celle celâlühû-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnetine tâbî olarak O’nu örnek tutmayı, rızâsını ve muhabbetini kazanmaya vesîle kılmıştır. Bundan dolayıdır ki, İslâm dîninde en esaslı iki mercî; “Allâh’ın kitâbı ve Rasûlullâh’ın sünneti”dir.

 

Bir insan, Kur’ân-ı Kerîm’e ve Sünnet-i Seniyye’ye tâbî olmadan, Rasûlullâh’ın örnek hayatıyla istikâmetlenmeden kâmil bir mü’min olamaz, ebedî kurtuluşa kavuşamaz. Ashâbın Kur’ân ve Sünnet muhtevâsında yaşama hassâsiyetini ifâde eden şu misâl de bizlere ne güzîde bir saâdet yolu sergilemektedir:

 

Kadı Şurayh Hazretleri, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a mektup yazarak nasıl hükmedeceği hakkında sordu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, ona bu husustaki takvâ metodunu şöyle ifâde buyurdu:

 

“Halka, Allâh’ın kitâbında olanlarla hükmet. Eğer onda bulamazsan Allâh Rasûlü’nün sünnetiyle hükmet. Allâh’ın kitâbı ve Rasûlü’nün sünnetinde de bulamazsan sâlihlerin verdiği hükümlerle hükmet. Sâlihlerin verdiği hükümler arasında da yoksa, istersen devam et, hükmünü ver, istersen geri dur. Geri durup hüküm vermemenin senin için daha hayırlı olduğu kanaatindeyim, vesselâm.” (Nesâî, Kudât, 11/3)

 

 

Ashâb-ı kirâm, her hususta olduğu gibi Kur’ân’a bağlılık ve onun muhtevâsını gönül âlemlerinde hazmederek canlı bir Kur’ân hayatı yaşama husûsunda da Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in izinde yürümekteydiler.

 

Kinâne el-Adevî anlatıyor:

 

Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- ordu komutanlarına:

 

“Kur’ân’ı ezberlemiş zevâtı tespit edip bana bildirin, onlara maaş bağlayıp etrafa göndereyim, insanlara Kur’ân’ı öğretsinler.” diye yazmıştı.

 

Ebû Mûsâ el-Eş’arî, Hazret-i Ömer’e idâresi altında 300 Kur’ân hâfızı bulunduğunu haber verdi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın o kurrâlara O devirlerde kurrâ tâbiri Kur’ân’ın lafzına ve mânâsına vâkıf olan âlimler mânâsında kullanılırdı. hitâben yazdığı mektupta yer alan nasihatlerin bir kısmı şöyledir:

 

“Biliniz ki Kur’ân, sizler için bir sevap ve şeref hazînesidir. O’na uyunuz. O’nu kendinize uydurmayınız. Kim Kur’ân’ı kendisine uydurursa Kur’ân o kimseyi tepe üstü düşürür, tâ cehenneme atıverir. Her kim de Kur’ân’a tâbî olursa, Kur’ân onu Firdevs cennetlerine ulaştırır. Gücünüz yeterse Kur’ân’ın sizlere şefâatçi olmasını, hasmınız olmamasını temine çalışınız. Zîrâ Kur’ân’ın şefâat ettiği kimse cennete, dâvâcı olduğu şahıs da cehenneme gider.” (İbn-i Zenceveyh, el-Kenz, 1/217)

 

Nitekim bir rivâyette de şöyle buyrulur:

 

“Ashâb-ı kirâm, Kur’ân-ı Kerim’i çokça okur; onu okumadıkları ve sayfalarına bakmadıkları bir günün geçmesini istemezlerdi. Günlerine Kur’ân’la başlarlar, göz rahatsızlığı olanlara da Mushaf-ı Şerîf’e bakmayı tavsiye ederlerdi.” (Kettânî, II, 197)

 

Yermuk Harbi’nde kendisi de susuz olduğu hâlde diğer mü’min kardeşlerini nefsine tercih ederek suyu önce onlara götürün deyip, ardından bir yudum suya hasret kalarak şehâdet şerbetini içen İkrime -radıyallâhu anh-, mushafı alır, yüzüne gözüne sürer ve «Rabbimin kelâmı! Rabbimin kitâbı!» diyerek ağlardı. (Hâkim, Müstedrek, III, 272)

 

İşte nebevî ahlâka bürünen ashâb-ı kirâm, Kur’ân’ı böylesine bir muhabbetle baş tâcı ettikleri için Hak katında müstesnâ bir şerefe nâil oldular. Kıyâmete kadar gelecek mü’minlerin gönül iklîmlerinde taht kurdular. Hak dostlarından Hasan-ı Basrî -kuddise sirruh-’un şu îkâzı ne kadar ibretlidir:

 

“Sahâbî ve ondan sonrakiler Kur’ân’ı Allâh’ın bir emri ve fermânı bilir, öyle davranırlardı. Gece-gündüz onun üzerinde titizlik gösterir, onu gözetir, göz önünde bulundurur ve ona göre amel ederlerdi. Şimdi siz Kur’ân’ın harflerine ve harekelerine dikkat ediyorsunuz ama içindeki ilâhî tâlimatlara hiç dikkat etmiyorsunuz. Hattâ onu anlamıyorsunuz bile.” (Kandehlevî, Fezâil)

 

İşte bizler de, ashâbın Kur’ân husûsundaki hassâsiyetini örnek alarak kendimizle bir iç hesaplaşmaya girmek mecbûriyetindeyiz. Zîrâ bütün bu nümûne-i imtisal davranış manzûmeleri, kitapların satırlarında kalsın diye değil, ümmetin gönül iklîminde hayat bulsun diye günümüze kadar intikâl etmiştir.

 

 

Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ı, O’na îmân etmiş olarak görme şerefine nâil olan ve bu sûretle rûh ve irâdelerini ahlâkî bakımdan mükemmelliğe ulaştıran sahâbe-i kirâmın kâbına varılmaz davranış güzelliklerinden birkaç misâl zikrettik. Onlar, bu ahlâkî fazîlet zirvelerinde iken O Yüce Peygamber:

 

“Ümmetim bir yağmura benzer, önü mü sonu mu hayırlıdır bilinmez.” (Tirmizî, Edeb, 81) buyurmuştur. Bu hadîs-i şerîf, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’i görmek bahtiyarlığından mahrum bulunan bizler gibi mü’minler için büyük bir tesellî ve ümid kapısıdır.

 

Çünkü insanların ekseriyetle nefsâniyete râm olup pek çok menfî tesirin anaforunda sürüklendiği ve toplumun aslında kendisi için huzur kaynağı ve hamle gücü olan dîn ile arasına mesâfe koyduğu günümüzde, îmân ve ahlâkta, sahâbî rûh ve heyecânıyla yaşamaya çalışan mü’minlerin gösterecekleri feyizli gayretler Hak katında fevkalâde bir değeri hâizdir.

 

Hislerin nefsânîleştiği bu zamanda, samîmî bir gönülle gerçekleştirilebilen İslâmî gayretler, insanların hakka ve hayra teşne olduğu zamanlardaki pek çok hizmetten daha üstün ve fazîletlidir. Zîrâ bir hayrın ecri, onun îfâsında katlanılan meşakkatler nisbetinde büyüktür. Bu bakımdan, yaşadığımız âhir zamanın bütün menfîliklerine rağmen elde edebileceğimiz az bir muvaffakiyetin bile çok büyük bir mükâfâtla karşılanacağı ihtimâlini aslâ gözden uzak tutmamamız îcâb eder.

 

Yaşadığımız hayat, imtihân-ı ilâhî olarak zaman zaman kahır ve zaman zaman lutuf tecellîlerinin tezâhürü hâlindedir. Asıl mârifet, nefsânî arzulardan vazgeçip iç âlemini tezkiye ve tasfiye etmek sûretiyle irâdeyi rızâ-yı ilâhîye istikâmetlendirmek ve bunun netîcesinde de bütün kahır ve lutuf tecellîlerinden kazançlı çıkabilmektir.

 

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

 

“Mü’minin durumu gerçekten gıpta edilmeye ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır vesîlesidir. Böylesi bir haslet sâdece mü’minde vardır: Mü’min, sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)

 

O hâlde zamanımızı binbir îtiraz, bahâne ve şikâyetle geçirmek yerine, kalb ve irâdemizi hakka ve hayra yönlendirmek sûretiyle önce kendimizi ihyâ ve îmâr edip içinde bulunduğumuz zaman ve zemîni buna göre değerlendirmenin gayreti içinde olmalıyız.

 

Günümüz şartlarında, hidâyet yolunu arayanlara, zayıflara, yetimlere ve güçsüzlere merhamet dolu bir gönülle yardım elini uzatmak, ilâhî rızâya medâr olacak en mühim hizmetlerdendir.

 

Ne mutlu, günümüzde Peygamber Efendimizin ve onun güzîde ashâbının muhabbet ve aşkından bir hisse alarak kalblerine îmânın vecdini, sadırlarına Kur’ân’ın rûhâniyetini, rûhlarına hizmetin neşesini, vicdanlarına güzel ahlâkın berraklığını yerleştirip ebedî saâdetin bitip tükenmez mânevî hazzı içinde ömür süren mü’minlere…

 

Cenâb-ı Hak, yukarıda kıssalarını naklettiğimiz mübârek sahâbîlerin hayatına âit bu menkıbelerden alacağımız ilhâmla kalblerimizi kendi rızâsıyla telif buyursun! Âmîn.

 

Bu vesîleyle, ilâhî rahmete intikâlinin 5. sene-i devriyesinde bulunduğumuz, Kitab ve Sünnet ışığında bir ömür sürerek gönüllerimize sahâbî hayatından neşveler taşıyan merhum pederimiz Mûsâ Efendi’nin rûhuna bir Fâtiha-i şerîfe, üç İhlâs-ı şerîf hediye edilmesini istirhâm ederiz.

 

İmânın kemâli ve zirve noktası, güzel ahlâktır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bütün hâl ve davranışları, bir bakıma ahlâk nizâmından ibârettir.

 

Âlemlerin Rabbi, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i zâhiren ve bâtınen en güzel bir fıtratta yaratıp terbiye etmiştir. Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

 

“Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi ne güzel kıldı.” (Süyûtî,

 

Câmiu’s-Sağîr, I, 12) hadîs-i şerîfiyle bu hakîkate ve aynı zamanda nübüvvetin en ulvî gâyesine işâret buyurmaktadır. Bu bakımdan beşeriyete takdîm olunan en yüce ahlâk, Allâh’ın hükmüne dayanan ve rızâsına muvâfık olan güzel huylardan ibârettir ki, nebevî hayat ile bütün insanlığa tebliğ olunmuştur.

 

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek şahsiyet ve kalbî hayatından tâkatimiz kadar nasîb alarak O’nun ahlâkıyla ahlâklanabilmek, dünya ve âhiretteki şereflerin en yücesidir. Bunun için de, öncelikle O’nu lâyıkıyla tanımak îcâb eder.

 

Târihte hayatının tamamı en küçük teferruatına kadar tespit edilebilen tek insan, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz dışındaki 124 bin küsur peygamberin, insanlığı hakka ve hayra yönlendirme husûsunda birer emsâl teşkil eden davranış mükemmelliklerinden ancak az miktarda hâtıra günümüze kadar intikâl edebilmiştir. Hâlbuki âhir zaman Nebîsi -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in en basitinden en girift ve mükemmeline kadar bütün söz ve fiilleri, hattâ ifâdeye aksettiği kadarıyla ruh dünyâsı, an-be-an tâkib edilmiş ve târihe bir şeref levhası hâlinde nakşedilmiştir.

 

Rasûlullâh Efendimiz’in ibâdet, muâşeret ve muâmelâtını gelecek nesillere intikâl ettirme vazîfesi de vefâkâr ve fedâkâr sahâbîlere nasîb olmuştur. Zîrâ insan, muhabbet duyduğu kişinin kaderinden pay alır. Ashâb-ı kirâmın bu husustaki fedâkârlığını ve müstesnâ mevkiini ifâde sadedinde, Efendimiz’den en çok hadîs rivâyet eden Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın hâli pek ibretli bir misâldir:

 

Hicretin yedinci yılında müslüman olan Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, Mescid-i Nebevî’nin sofasında yatıp kalkan ve kendilerine “Ashâb-ı Suffe” denilen fakir müslümanlardan biriydi. Gece gündüz Peygamber Efendimiz’in yanında bulunur, O’ndan duyduklarını ezberlemeye çalışırdı. Peygamber Efendimiz’in hayatının son üç senesinde bizzat kendisinden ve diğer büyük sahâbîlerden duyduğu, mükerrerleriyle birlikte 5374 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Böylece ashâb-ı kirâm içinde en çok hadîs rivâyet eden sahâbî o olmuştur. Rivâyetlerinin 609 tanesi hem Buhârî’nin, hem de Müslim’in Sahîh’lerinde yer almaktadır.

 

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, kendisinin çok fazla hadîs rivâyet ettiğini söyleyenlere şu cevâbı vermiştir:

 

“–Muhâcir kardeşlerimiz ticâretle ve Ensâr kardeşlerimiz de ziraat ve hurmalıklarıyla meşgul olurken, ben yarı aç yarı tok, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanından ayrılmaz, onların bulunmadıkları zamanlarda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında bulunur ve onların ezberleyemediklerini hıfzederdim.”

 

İşte bu minvâl üzere Allâh Rasûlü’nün mübârek söz, fiil ve hâllerini sonraki nesillere taşıma şerefini deruhte eden sahâbîlerin önde gelenlerinden olan Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, hicretin 59. yılında Medine’de 78 yaşında vefât etmiştir. Bu mübârek sahâbîden, 800’den fazla sahâbî ve tâbiî hadis rivâyet etmiştir.

 

Ashâb-ı kirâmın buna benzer sayısız fazîlet ve fedâkarlıkları bereketiyledir ki, Allâh Rasûlü’nün bütün hâl ve davranışları, asırlar öncesinden kıyâmete kadar gelecek son insana kadar sağlam bir şekilde intikâl etme mazhariyetine ermiştir. Ashâb ve onların izinden yürüyen sâlih mü’minler, yeri geliyor bir râvîden hadîs alabilmek için o zamanın zorlu şartlarında bir aylık mesâfeyi kat ediyorlardı. Onlar, nebevî terbiye ile öyle bir kemâl ve fazîlet âbidesi hâline geldiler ki, hayvanını yanına çekmek için boş yem torbasını gösterip kandıran kişinin ahlâkını mûteber addetmiyorlardı. Yâni huy ve ahlâkında, bir hayvanı bile olsa kandırma ve aldatma duygusu bulunan kişiyi, Allâh Rasûlü’nün hadîs-i şerîfleri muktezâsınca yaşamadığı için, hadîs nakline liyâkatli görmüyorlardı.

 

Onlar, yoğun bir tahassüs, tecessüs ve tefekkür iklîminde yaşadılar. Düşüncelerinin merkezine “tevhîd”i yerleştirdiklerinden, tevhîdin lezzetine kavuşabilmek için her türlü fedâkârlığa îmân heyecânıyla katlandılar.

 

Medîne’de kurulan, takrîbi dört yüz âileden müteşekkil, küçük İslâmî site devletinin on senede hudutları Irak’a ve Filistin’e dayanmıştı. Hazret-i Peygamber  -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefatı esnâsında Bizans ve Perslerle harp yaşanıyordu. Medîne’ye ganîmet malları akıyordu. Lâkin ashâbın on sene evvelki o hâli, yâni dünyâdan müstağnî, mütevâzî yaşantısı, evlerinin hendesesi ve infak heyecânı değişmemişti. Onlar, îmân lezzetini zedelemesi endişesiyle dünya nîmetlerini nefisleri hesâbına kullanmamanın titizliği içinde idiler. Bu yüzden yaşantılarını Allâh rızâsını tahsil etme gâyesine göre şekillendirdiler.

 

İşte İslâm’ın; hak ve hakîkatten mahrum topluluklara, sabâhın fecrinin berrak aydınlığı gibi sür’atle yayılmasının başlıca sebeplerinden biri de, ashâbın gittikleri her mekânda ve bulundukları her zamanda güzel bir İslâm kimliği sergilemeleriydi. Zîrâ Allâh Rasûlü’nün has talebeleri olan ashâb-ı kirâm, Allâh’ın kullarına Hakk’ın nazarı ile bakan, gönülleri merhamet, şefkat, hizmet, doğruluk, istiğnâ ve diğergâmlık gibi risâlet nûrlarıyla dolu, takvâ ehli, sâlih mü’minlerdi.

 

***

 

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bizlere hayatın her safhasında her bakımdan müstesnâ bir güzellik sergilemiştir. Her insan, Hazret-i Peygamber    -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnet-i seniyyesinde kendisine örnek alabileceği davranışların en mükemmelini bulabilir. Yâni Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hayatı; bütün renk, âhenk ve çeşnisiyle birlikte en müstesnâ güllerden derlenmiş bir bukete benzer ki, arayanlar, kendileri için güllerin en mûtenâ ve güzellerini o bukette bulabilirler.

 

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sîreti; saf ve berrak bir ayna gibidir. Her insan onda sûretini ve rûhunu, içini ve dışını, sözünü ve amelini, ahlâkını ve âdâbını seyredip kendi durumunu mîzân edebilir. Bu aynada gördüklerine göre ahlâkını ıslâh edip eğriliklerini düzeltmek, her mü’minin vazîfesidir.

 

Allâh Teâlâ’nın, kullarına ilâhî bir fermân ve hidâyet rehberi olarak gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm de ümmete, kavli ve mânâsı itibâriyle indirildiği Allâh Rasûlü’nün kalb âleminden sergilenmiştir. Bu bakımdan Kur’ân’ın esrârı da kalbin Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetine bürünmesi nisbetinde fâş olur. Nasıl ki, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’deki beyanlarını idrâk husûsunda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zirve ise, Peygamber Efendimiz’in mübârek sözlerini, hâl ve davranışlarını idrâk ve ihâtada birinci derecede ilmî kudret ve anlayış sâhibi olanlar da “ashâb-ı kirâm” hazarâtıdır. Zîrâ ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nübüvvet aynasına yansıyan ilâhî güzellikleri ve hikmetleri bizzat müşâhede edip muktezâsınca yaşayabilme bahtiyarlığına ermiş, Hakk’ın nasipli kullarıdır.

 

Nitekim hadîs-i şerîfte:

 

“Ashâbım yıldızlar gibidir. Onların hangisine iktidâ ederseniz doğru yolu bulursunuz.” (İbnu Abdi’l-Berr, Câmiu’l-İlm, 2, 91) buyrulmaktadır. Allâh Rasûlü’nün bu şehâdetiyle de sâbittir ki sahâbe-i kirâm, kıyâmete kadar gelecek bütün bir beşeriyete müstesnâ bir numûne olmuştur. Onları böylesine müstesnâ bir mertebeye yükselten nebevî terbiyenin muhtevâsına girebilmek, her mü’minin gönül ufku olmalıdır.

 

Hakîkaten ashâb-ı kirâmın, mâzilerindeki câhiliye devri itibâriyle çorak topraklara benzeyen gönül âlemleri, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbet meclislerindeki mânevî iklimin rahmet ve bereket sağanaklarıyla yoğruldu. Bu sâyede, vaktiyle üzeri toprakla örtülmüş bulunan nice fazîlet ve mânâ tohumları neşv ü nemâ imkânı buldu. Sadırdan sadıra in’ikâs eden muhabbet ve rûhâniyet alışverişiyle, o yıldız şahsiyetler kemâlâtta zirveleşti. Câhiliyye devrinde kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar katı kalbli, merhametsiz, vicdansız, hak ve hukuk tanımaz insanı eridi, kayboldu. Aynı silüet içinde, fakat bu defa gözü-gönlü yaş dolu, diğergâm, ince, rakîk, hassas ve fazîletin zirvesinde bir insan hüviyeti teşekkül etti. Onlar, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesiyle dünyânın en mümtaz insanları hâline geldiler. Onlar, Kur’ân, insan ve kâinâtı okumayı başarabildikleri nisbette iç âlemleri, azamet-i ilâhiyye ve kudret akışları karşısında incelip rikkat kazandı. Bu yüzden, gönülleri dâimâ hamd, şükür ve zikir hâlindeydi. Nitekim Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyeti ve mânevî terbiyesi netîcesinde ulaştıkları seviyeyi:

 

“–Biz, boğazımızdan geçen lokmaların tesbîhlerini duyar hâle gelmiştik!” (Buhârî, Menâkıb, 25) sözleriyle ifâde etmekteydi.

 

Ashâb-ı kirâm, Allâh ve Rasûlü’ne duydukları muhabbeti kalblerinde her an tâze tuttukları için ibâdetleri huşû ile doldu, fazîlet menkıbeleri, kıyâmete kadar müslümanların dillerinden düşürmeyecekleri, gönül âlemlerini nurlandıracak olan ahlâk-ı hamîde misâlleri oldu.

 

Bu vesîleyle ashâb-ı kirâmın nebevî menbâdan feyizlenerek nâil oldukları yüksek ahlâk tezâhürlerine âit, her biri bir hayat düstûru kıymetinde olan sonsuz misâller deryâsından bir nebze takdîm ediyoruz:

 

Tebük Seferi öncesinde, sahâbînin fakirlerinden yedi kişi, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mürâcaat ederek orduya katılabilmek için kendilerine binek taleb ettiler:

 

“Bindirecek deve olmadığı...” cevâbını alınca da ağlaya ağlaya geri döndüler. Allâh yolunda dökülen bu samîmî gözyaşlarının Hak katındaki kıymeti bereketiyledir ki, Allâh Teâlâ, Rasûlüne şu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu:

 

“«–Size bir binek bulamıyorum.» dedin ve bu uğurda kendileri, harcayacak bir şey bulamadılar da kederlerinden gözyaşı döke döke döndüler.” (et-Tevbe, 92)

 

Bunun üzerine ashâbdan Hazret-i Osman, İbn-i Ömer ve Abbâs -radıyallâhu anhüm- o yedi fakir sahâbîye yiyecek ve binecek vererek onları beraberlerinde sefere götürdüler.

 

İşte gönülleri îmân heyecânıyla dolu bu sahâbîler, Allâh Rasûlü ile birlikte canlarını Hakk’a kurbân etme seferine çıkamamak endişesiyle meleklerin bile imrendiği cinsten gözyaşları dökmekteydiler.

 

Onlar, yaşayışlarını Allâh ve Rasûlü’ne göre mîzân etmeyi, Allâh ve Rasûlü’nün memnûniyetini her şeyden azîz bilmeyi hayatlarının gâyesi hâline getirerek bu ulvî dereceye nâil olmuşlardı.

 

***

 

Mekke’nin fethi günü yaşanan şu manzara da, ashâbın yıldızlaştığı bir başka gönül ufkunu sergilemektedir:

 

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, gözleri görmeyen ihtiyar babasını Müslüman olmak üzere elinden tutup Allâh Rasûlü’nün huzûruna götürmüştü.

 

Rasûl-i Ekrem Efendimiz onları görünce:

 

“–Yâ Ebâ Bekir! İhtiyar babanı niye buraya kadar getirip ona zahmet verdin? Biz onun yanına gidebilirdik.” dedi.

 

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise:

 

“–Allâh’ın ona sevap vermesini istediğim için onu huzûrunuza getirdim.” dedi.

 

Hazret-i Ebû Bekr’in babası Ebû Kuhâfe -radıyallâhu anh-, bîat etmek üzere elini Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek eline uzatınca Peygamber âşığı Ebû Bekir -radıyallâhu anh- kendini tutamayıp ağlamaya başladı.

 

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ebû Bekr’e hayretle niçin ağladığını sorunca, Hazret-i Ebû Bekir

 

-radıyallâhu anh- gözyaşları içinde şöyle dedi:

 

“–Yâ Rasûlallâh, sana bîat etmek üzere uzanan şu el, benim babamın eli değil de Sen’in amcan Ebû Tâlib’in eli olsaydı da, bu vesîleyle Allâh Teâlâ benim yerime Sen’i sevindirseydi, kim bilir ne târifsiz bir sevince nâil olurdum. Çünkü Sen, onu çok seviyordun…” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, c. VI, s. 174)

 

İşte O şânı yüce Peygamber’in yüksek ahlâkından lâyıkıyla istifâdenin ve O’nda fânî olmanın, kâbına varılmaz, seyrine doyulmaz bir manzarası... Böylesine ulvî bir hayranlık, ihtiram ve muhabbet çağlayanını acabâ târih kaç kere seyredebilmiştir?

 

Bizler de ümmeti olduğumuz Allâh Rasûlü’ne karşı bu müstesnâ bakış ve duyuşu gönüllerimizde yeşertebilme gayret ve heyecânı içinde olmalıyız. Zîrâ Hakk’a kâmil mânâda teslîmiyet, tevekkül ve itaat, îmân lezzetiyle dolu bir gönül sâhibi olmaya bağlıdır. Ancak bu muhabbetle gönlün seviye kaydetmesi netîcesindedir ki insan, bütün varlığıyla Rabbine yönelir, dünyâ ve dünyâdakilerden kalben müstağnî kalır.

 

Nebevî ahlâkın fârikalarından olan istiğnâ1 hâlini hayâtının mihveri kılan ashâbın nasıl bir ilâhî lutfa mazhar olduklarını gösteren şu misâl de çok ibretlidir:

 

Ebû Saîd -radıyallâhu anh-, mâruz kaldığı açlık yüzünden karnına taş bağlayan sahâbîlerdendi. Vâlidesi ona:

 

“–Kalk, Rasûl-i Ekrem’e git, O’ndan bir şeyler iste. Falan adam Rasûl-i Ekrem’e gitmiş, O da onun imdâdına yetişmiş. Filan da gitmiş, o da nîmete nâil olmuş. Haydi sen de git, belki bir hayırla dönersin.” dedi.

 

Ebû Saîd -radıyallâhu anh- ise vâlidesine cevâben:

 

“–Hele dur bakalım, bir şeyler arayalım, bulamazsak öyle gidelim.” dedi. Fakat bütün aramaları ve gayretleri boşa çıktı. Bunun üzerine çâresiz, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gitmeye karar verdi. Allâh Rasûlü’nün huzûruna girdiğinde onu hutbe îrâd ederken buldu ve hutbeyi dinlemeye koyuldu. Allâh Rasûlü hutbesinde şunları söylüyordu:

 

“İstiğnâ gösteren ve iffetini muhâfaza eden insanları, Cenâb-ı Hak âlemden müstağnî kılar.”

 

Hazret-i Ebû Saîd -radıyallâhu anh-, bu sözü işittikten sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bir şey istemeye cesâret edemedi ve eli boş bir vaziyette evine döndü. Kendisi bundan sonraki hâlini şu şekilde anlatıyor:

 

“Rasûl-i Ekrem’den bir şey isteyemeden evime döndüğüm hâlde Cenâb-ı Hak bize rızkımızı gönderdi, işimiz o kadar yoluna girdi ki, Ensâr içinde bizden daha zengin bir kimse yoktu.” (İbn-i Hanbel, III, 449)

 

İşte istiğnânın daha bu dünyâdaki bereketinin müşahhas bir misâli… İlâhî vuslata nâil olabilmek ise, gönlü servet ve şöhret gibi dünyevî endişelerden temizleyebilmek ve bütün bunlardan müstağnî kalabilmekle mümkündür.

 

Diğer taraftan, ihtiyacını arz edenin gönlünü hoş etmek mukâbilinde gelen lutf-ı ilâhîyi de şu kıssa ne güzel ifâde etmektedir:

 

Peygamber Efendimiz’in hanımı Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, oruçlu oldukları birgün bir yoksul gelip kendisinden yiyecek istedi. Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın evinde bir somundan başka bir şey yoktu. Hizmetçisine:

 

“–Ekmeği ona ver!” dedi.

 

Hizmetçi:

 

“–Akşam iftar edeceğiniz başka bir şey yok!” dedi.

 

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:

 

“–Sen ekmeği ona ver.” dedi.

 

Hizmetçi, hâdisenin devâmını şöyle anlatıyor:

 

Hazret-i Âişe’nin emri üzerine ekmeği o fakire verdim. Akşam olunca birisi bize bir parça pişmiş koyun gönderdi. Hazret-i Âişe

 

-radıyallâhu anhâ- beni çağırdı ve:

 

“–Buyur ye, bu senin ekmeğinden daha lezzetlidir!” dedi. (Muvattâ, Sadaka, 5)

 

Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını gözeterek muhtaç bir kula yapılmış olan yardım, yukarıdaki misâlde görüldüğü gibi âdeta Allâh’a borç vermeye benzer ki, Hak Teâlâ, başka bir kulunu memur ederek o iyiliğe misliyle mukâbelede bulunur. Bu, Allâh rızâsı için yapılmış olan ikrâmın dünyevî fâidesidir. Âhirette göreceği mukâbele ise kim bilir ne kadardır?..

 

Yapılan hayır-hasenât gibi kötülükleri de bu perspektiften değerlendirmek lâzımdır. Hakîkaten Allâh’ın bir kuluna yapılmış olan kötülük de Cenâb-ı Hakk’ın başka bir kulu vâsıtasıyla -ekseriyâ belli bir zaman sonra- o haksızlığı irtikâb edene karşı vâkî olur. Yâni iyilikler de kötülükler de dünyâ tarlasına ekilen bir tohum gibidir. Âhiretteki mukâbelesine ilâveten bu dünyâda da bir mahsul verirler.

 

***

 

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

 

“İşte böylece sizi örnek bir ümmet kıldık ki, insanlar nezdinde Hakk’ın şâhitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda (kıyâmet günü) şâhit olsun.” (el-Bakara, 143)

 

Rabbimiz, ümmet-i Muhammed’i insanlar arasında böyle hakşinas, doğru sözlü, âdil, güzel ahlâk sâhibi, ilim ve irfân ile seçkin, şâhitliğe lâyık, merkezî bir câzibeyi hâiz, önder bir cemaat kılmak ve tam mânâsıyla âdil ve hâkim bir ümmet teşkil etmek için, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gölgesinde sırât-ı müstakîme hidâyet buyurmuştur.

 

Bizler de ibâdet, hâl ve yaşayışımızla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ne kadar lâyık bir ümmet olabildiğimiz husûsunda yârın kıyâmette Allâh Rasûlü’nün güzel şâhitliğine nâil olabilmek için bugünlerimizi iyi değerlendirmek mecbûriyetindeyiz. Bu hususta en önemli rehberlerimiz de, nebevî ahlâkın muhteşem akislerine berrak bir ayna olan ashâb-ı kirâm hazarâtı olmalıdır. Çünkü onlar, yeryüzünde Allâh’ın şâhitleri olmanın ve Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kıyâmet günü kendileri hakkında hüsn-i şehâdette bulunmasının heyecânı içindeydiler.

 

Cihânın bir benzerini daha görmediği bu güzîde Peygamber talebeleri, bütün istifhamlarını Allâh Rasûlü’nün gönül âleminden aldıkları feyizlerle bertaraf ettiler. Yine O’nun rûh feyzini kendilerine yegâne sığınak, barınak ve dayanak edinip sonsuzluğun seyyâhı oldular. Onların dünyâ hayâtına âit bir endişeleri yoktu. Onlar, her gittikleri yere Allâh Rasûlü’nün kimliğini taşıma gayreti içindeydiler. Bu yüzden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkı olan Kur’ân’ı öğreniyor, okuyor, hissediyor, gönüllerinde hazmediyor; sözleriyle, davranışlarıyla, hâlleriyle ve ahlâklarıyla tebliğ ediyorlardı.

 

Yine onlar, toplumdaki bütün menfîliklerden kendilerini sorumlu addeden bir rûh yüceliğine ulaşmışlardı. “Zehirle pişmiş aşa, severek tâlip oluyorlardı.” Çin, Semerkand ve İstanbul gibi uzak diyarlara yapılan zorlu, çetin ve çileli seferlerde bile yorulmadılar. Zîrâ sînelerinde risâlet nûrunu taşıdıkları için bu uzun ve meşakkatli seferlerde çektikleri çileler, artık kendileri için bir lezzet hâline gelmişti ve erişmek istedikleri vuslata bir basamaktı.

 

Ashâb-ı kirâm, tebliğ hayatları boyunca nice ham ruhların yanlış söz ve davranışlarına mâruz kaldılar. Fakat Allâh yolunda çektikleri bu sıkıntılardan dolayı hiçbir zaman incinmediler. Zîrâ onlar, hakîkî dostluk ve muhabbetin kaynağına Allâh ve Rasûlü’nde erişmişlerdi. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, onları kıyâmete kadar ümmet-i Muhammed’in dostu olarak gönüllerde yaşatacaktır.

 

Radıyallâhu anhüm ecmaîn!..

 

Rabbimiz, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in, sahâbe-i kirâmın ve onların izinden yürüyen evliyâullâhın muhabbetiyle gönüllerimizi tenvîr eylesin! Bizleri, Muhâcir ve Ensâr’ın o muhteşem hâllerine lâyıkıyla tâbî olan ihsân sâhiplerinden kılıp onlarla birlikte haşreylesin!

 

Âmin!..

 

 

--------------------------------------------------------------------------------

 

Dipnot: 1) İstiğnâ: Gönül zenginliğiyle kendini ihtiyaçtan berî hissetmek.

 

Kaynak: Altinoluk dergisi, 07-08/2004


.