Ebedi istirahatgâhe

nasil tevdi olunur?

ALİ YURTGEZEN  

 

Bu dünyadaki herhangi bir toprak parçası, kâinatın tamamı gibi ebedî değil, “ fânî”dir . Yani mutlaka yok olacak, varlığı son bulacaktır. Dolayısıyla mezar da olsa dünyaya ait bir yere ebedî sıfatını vermek, dünyanın fânîliği hakikatiyle çelişir.

 

İmânından şüphe etmediğimiz, epeyce meşhur, mütedeyyin bir köşe yazarımız, kendi ifadesiyle “ebedî istirahatgâhına tevdî ettikleri” müteveffa bir dostunun cenaze merasiminden hareketle kaleme aldığı yazısında, dünyanın fâniliğinden de dem vurmuş. Üstelik yazılanlardan, ölen kişinin dini bütün biri olduğu anlaşılıyor. Anlaşılması mümkün olmayan, cenâzenin “ebedî istirahatgâhına tevdî' edilmesi”. Bu ifadeye, sağlığında hayırlı hizmetler görmüş, ilim irfan sahibi bir hoca efendinin vefat ilânında da rastlamış; vebalini gazetelerdeki “klişeleşmiş hazır metinler”e yükleyip rahatlamaya çalışmıştım.

 

Birisinin vefatı halinde, bu hakikat çerçevesinde yaşananları ölçülü bir dille izah ve ifadeye itina göstermek, nezâket yahut incelik kadar, cenâze yakınlarının incinmemesi için bir borçtur da. Bu sebeple olmalı, sair zamanlarda sarfettiğimiz bazı sözleri, hadisenin sıcaklığını koruduğu bir atmosferde kullanmayız. “Öldü” yerine “vefat etti, Hakk'a yürüdü”; “ceset” yerine “ cenâze ”, “gömüldü” yerine “toprağa verildi, defnedildi” deriz meselâ. Muhtemelen “mezara konuldu” mânâsına “ebedî istirahatgâhına tevdî' edildi” sözü de bir saygı ve incelik taşıdığı zehâbıyla, iyi niyetle kullanılıyor. Fakat neresinden bakarsak bakalım, küfre davetiye çıkaran, akla ziyan bir söz bu.

 

Kabir ‘ebedî istirahatgâh' mıdır?

 

Bir müslümanın defnedildiği kabir iki bakımdan ebedî istirahatgâh olamaz. Birincisi bu dünyadaki herhangi bir toprak parçası, kâinatın tamamı gibi ebedî değil, “ fânî”dir . Yani mutlaka yok olacak, varlığı son bulacaktır. Dolayısıyla mezar da olsa dünyaya ait bir yere ebedî sıfatını vermek, dünyanın fânîliği hakikatiyle çelişir.

 

İkincisi “âmentü”ye dahil olan “ yevm'il âhir” ile “ ba'sü ba'de'l -mevt”in sehven tekzîbidir ki, maazallah insanı küfre götürür. Yüzlerce âyet ve Hadis'le sabit “ âhiret hakikati”ni şöyle bir hatırlayalım: Kabir, kıyamete kadar kalınacak muvakkat bir mekândır. Dünyanın bağlı bulunduğu kozmik sistemin değiştirilmesi ile kıyâmet kopacak, Allah'ın diledikleri müstesna, bütün canlılar ölecek ve mahiyetini bilemediğimiz yeni bir âlem teşekkül ettirilecektir. “Uykudan uyandırmak, yeniden diriltmek” mânâsına “ ba's”ın vukuu bundan sonradır ve ulemânın kâhir ekseriyeti yeniden dirilişin cismânî olacağı fikrindedir. Mezarlarından çıkarılan bütün mükellefler hesap meydanına sevkedilerek haşrolunacaktır . Hesap neticesinde insanların cennet veya cehenneme gönderilmesinden sonradır ki ebedî olan âhiret hayatı da başlamış bulunacaktır.

 

Demek ki “kabir” ebedî istirahatgâh değil, Peygamberimiz'in ifadesiyle “ âhiret duraklarının ilki”dir. Üstelik kabirdeki muvakkat hayatın herkes için sıkıntılardan hâlî olduğunu iddia etmek, dolayısıyla burasını bir istirahatgâh gibi görmek de mümkün değildir.

 

Hâsıl-ı kelâm, cenâzesini ebedî istirahatgâhına tevdî' eden Müslüman “ ve'l - ba'sü ba'de'l -mevt” cüz'üyle beraber âmentüsünü de telef eder.

 

Medfen hem ‘kabir' hem ‘mezar'dır amma..

 

Esasen ne dediklerinin farkında olanlar, “ölenlerimizi defnettiğimiz yer” mânâsına “kabir” lafzının bu inanç-mânâ irtibatını, bu dikkati barındırdığını bilirler. Bugün birbirinin yerine gelişigüzel kullandığımız kabir ve mezar aynı şey değildir. “Ziyaret yeri” mânâsına gelen “mezar”, daha ziyade dünyanın fanîliğini ve ölümü hatırda tutmak için tavsiye edilen “kabristan ziyaretleri”nden mecazdır. Yaşayanlara, bu dünyadakilere taalluk eder. Başka bir deyişle cenazelerimizi gömdüğümüz yer, defnedilen ölülerimiz için değil, biz hayattakiler için “mezar”dır. Aynı yer mevtâya nisbetle “kabir” şeklinde tesmiye olunur. Zira “ kabr”in asıl mânâsı “berzah”tır ve “ölümle mahşerdeki diriliş arasında insanların eğleşeceği dar çukur”u ifade eder.

 

Demek ki biz farkında olmasak da “kabir” kelimesinde “geçicilik” mânâsı var ve kabre “ebedî” sıfatı vermek bu sebeple aynı zamanda bir mantık hatasının işareti.

 

‘Mevdûât'ı nasıl bilirsiniz?

 

Peki âhirete inanmayan, bu dünyanın sürgit var olacağını kabullenen toplulukların, ölülerini ebedî istirahatgâhlarına tevdî' etmelerinde, böyleleri için herhangi bir akîdenin zedelenmesi mevzubahis olmadığına göre, mahzur var mıdır? El-cevap; vardır. Çünkü “ tevdî ' etmek” bir şeyi bir yere emaneten koymak, geçici bir müddet birisine bırakmak mânâsınadır. Meselâ tevdî ' ile aynı kökten müştak vedî'a , “emânet” demektir. Eskiden ruh veya can yerine vedî'atullah sözü de kullanılırmış. Hatırlayanımız var mı bilmiyorum. Şimdi bu kelimeyi tevdîat gibi, mevdûat gibi müştaklarıyla tanıyor, bunları da bankacılık terimi olarak dağarcığımızda muhafaza ediyoruz. Türk Dil Kurumu'nun sözlüğünde bile “ mevdûat”a “Belli bir süre sonunda veya istenildiğinde çekilmek üzere bankalara faizle yatırılan para” şeklinde ibret- âmiz bir karşılık verilmi ş. Fikrimizdeki değişmenin zikrimizdeki tezahürü bu.

 

Sadede gelelim: Bir şeyi tevdî ' ediyorsak, geçici bir zaman için emanet bıraktığımızı da zımnen ifade ediyoruz. Artık bunun ebedî olması, bir yerde sonsuza kadar sürekli kalması aklın temel prensiplerine aykırı. Haydi zamaneye uyup bankacılık jargonuyla örnekleyelim: Bir cenazeyi “ebedî istirahatgâhına tevdî ettik” demek “Paramızı falanca bankaya emaneten ebediyyen yatırdık.” demek gibi bir şey.

 

Aman dikkat! Bu dünyada sahip olduğumuz yegâne “servet”i yok yere batırmayalım!

 

Kaynak: Semerkand dergisi, 04/2005

.