2. Dindar Kadınla Evlenmeye Teşvik
Kısır Kadınlarla Evlenme Yasağı
4. "Zina Eden Erkek, Zina Eden
Kadından Başkasıyla Evlenemez" Âyet-i Kerimesi Hakkında
5. Hürriyetine Kavuşturduktan Sonra
Câriyesiyle Evlenen Kimse
6. "Soy Akrabalığından Dolayı
Haram Olanlar, Emzirmeden Dolayı Da Haram Olur"
8. Büyük Adamın Süt Emmesinin Hükmü
9. Yetişkin Kimsenin Süt Emmesiyle
Meydana Gelen Mahremiyyet
10. Beş Defadan Aşağı Emmek
(Evlenmeyi) Haram Kılar Mı?
11. Çocuk Sütten Kesilirken (Süt
Anneye) Bahşiş Vermek
12. Bir Nikah Altında Toplanması Caiz
Olmayan Kadınlar
14. Değiş-Tokuş (Takas-Trampa)
Yoluyla Mehirsiz Evlenme
15-16 Efendisinin İzni Olmadan
Kölenin Evlenmesi
16-17. (Din) Kardeşinin Dünürlük
Yaptığı Kıza Dünürlükte Bulunmanın Keraheti
17-18. Erkek Evlenmek İstediği Kadına
Bakabilir
18-19. Nîkah Akdinde Velînin Lüzumu
19-20. Velisi Bulunduğu Kadının
Evlenmesine Mani Olmak
20-21. Velayet Hakları Eşit İki
Veli'nin, Aynı Kadını (İki Ayrı Kocayla) Evlendirmeleri 54
22-23. Evlendirilmek İstenen Kadının
İznini Almak
23-24. Kız Babasının, Bulûğa Ermiş
Kızının Görüşünü Almadan (Onu) Evlendirmesi
24-25. Dul Kadını Evlendirirken
İznini Almak
26-27. Kızı Doğmadan Önce Evlendirmek
28-29. Mehrin (En) Az (Mikdâr)ı
29-30 Yapılacak Bir İşi Mehir Sayarak
Kadını Nikahlamak
30-31 Mehri Kararlaştırmadan Evlenen
Sonra Da Ölen Kimsenin Durumu
31-32. Nikâh Esnasında Yapılacak
Konuşma
32-33. Buluğa Ermemiş Olan Kızları
Velilerinin Evlendirmesi
33-34. Yeni Evlenen Bir Kimsenin
Bakire Hanımının Yanında Kalabileceği Müddet
34-35. Karısına Hiç Birşey Vermeden
Onunla Gerdeğe Giren Kimsenin Durumu
35-36. Yeni Evlenen Kimse Nasıl
Tebrik Edilir?
36-37. Evlendiği Kadın Hamile Çıkan
Adamın Durumu
38-39. Bir Kimsenin Ev Temin Etme
Şartıyla Evlenmesi Câizmidir?
39-40. Kocanın, Karısı Üzerindeki
Hakları
40-41. Kadının Kocası Üzerindeki
Hakları
41-42. Erkeğin Karısını Dövmesi (Caiz
Midir?)
42-43. Kadınlara Bakmaktan Kaçınmanın
Hükmü
43-44. Harpte Esir Edilen Kadınlarla
Cinsî Münâsebette Bulunmak
44-45. Nîkah(ın Detaylarıyla İlgili
Hadisler
45-46. Hayızlı Kadınla Cinsi
Münasebette Bulunmak Veya Onun Tenine Dokunmak
46-47. Hanımına Hayızlı İken
Yaklaşanın Ödeyeceği Keffâret
47-48. Meniyi Dışarı Akıtmak (Azl)
48-49. Kişinin Hanımı İle Olan
İlişkilerini Başkasına Aktarmasının Keraheti
Nikâh konusu muamelât
karakteri taşıdığı halde kendisinde ibâdet mânâsının da bulunması dolayısıyla
hac bahsinden sonra ve ibâdet bölümleri içerisinde ele alınmıştır.
Gerçekten hayırlı bir
nesil yetiştirmek maksadıyla evlenmek, ibâdet niyetiyle uzlete çekilmekten daha
hayırlıdır. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz "Şunu iyi biliniz ki, ben
sizin Allah'dan en çok korkanınız ve sakınanınızım. Bununla beraber ben
(bazan) oruç tutarım (bazan) tutmam, (gecenin bir kısmında) namaz kılarım (bir
kısmında da) uyurum, kadınlarla da evlenirim. (İşte benim sünnetim budur) Her
kim benim bu yolumdan (gitmez de ondan) yüz çevirirse benden değildir."[1]
buyurmuştur. Çünkü 2046 numaralı hadis-i şerifte de ifâde edildiği gibi nikâh,
insanı nesillerin helakine, cemiyetlerin felaketine sebeb olan zinadan korur ve
ümmet-i Muharhmed'in çoğalıp kuvvetlenmesini sağlar. Enes (r.a.)'den rivayet
olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Doğurgan ve kocasını
seven kadınlarla evleniniz. Çünkü ben kıyamet gününde sizlerin çokluğuyla
diğer ümmetlere karşı iftihar edeceğim.”[2]
Nikâh kelimesi,
lügatte, birleştirmek, katmak, evlenmek akdi ve cinsî münasebet gibi çeşitli
manalara gelir. Ancak nikah kelimesinin evlenme akdi ve cinsi münasebet
kelimelerinden hangisinde mecazi hangisinde hakiki manada kullanıldığı ulemâ
arasında ihtilaflıdır. Ekseriyete göre Arap dilinde "nikâh" denilince
hakikî manada cinsî münasebet anlaşılır. Fakat cinsî münâsebete sebep olduğu
için mecazen "evlilik akdi" anlamına da gelir.
Ebu'l-Kâsım
ez-Zeccâcî'ye göre ise, nikâh hakikî manâsıyla hem evlilik akdi, hem de cinsi münâsebet
anlamına gelen bir lâfz-ı müşterektir. Hafız İbn Hacer'e göre
"en-nikâhu" veya "en-nükhu" kelimesi daha ziyade cinsî
münâsebet anlamına gelir, cinsî münâsebete sebep olduğu için evlilik bağına da
mecazen bu isim verilir. Dinî bir terim olarak da nikâh, cinsi münâsebet ve
evlilik akdi mânâlarına gelir. Bu konuda dört görüş ileri sürülmüştür:
1. Nikâh
kelimesi evlilik akdi ve cinsi münâsebet manalarına gelir ki, müşterek bir
lâfızdır.
2. Evlilik
akdi anlamında hakikat, cinsi münâsebet anlamında ise, mecaz olur. İmam
Şafiî'nin bu görüşte olduğu söylenir.
3. Cinsî
münasebet anlamında hakikat "evlilik akdi", anlamında mecazdır.
Hanefî uleması bu görüştedirler.
4. Zamm yani
katmak, ilâve etmek anlamında hakikattir. Kelime bu mânâların herbirisinde kullanılmıştır.
Fıkıh ulemâsının
dilinde nikah "kadından kasda bağlı olarak istifâde mülkiyetini ifâde eden
bir akiddir."
Nikahın meşruluğu
Kitab, Sünnet ve icmâ ile sabittir,:
1. Kur'an-ı
Kerim'de evlenmek emredilmiştir.[3] Allah
teâla evlenen çiftlerin fakir olmaları halinde zenginleşeceklerini va'deder.
Hz. Peygamber "Kişi evlenmekle dininin yarısını tamamlamış olur, diğer
yansı için de Allah'dan korksun"[4]
buyurmuştur. Evlenmek ve çocuk sahibi olmak Hz. Peygamber'in sünnetidir.[5]
Nikâhın üç büyük
özelliği vardır: Erkekle kadının birbirlerinde sükûnet bulmaları, çiftler
arasında sevginin yaratılması ve birbirlerine karşı şefkat duygusunun
gelişmesi,[6]
erkekler ile kadınlar birbirlerinin dengeleyicisi ve tamamlaycısıdırlar. Bunun
için Kur'ân'da; "kadınlar sizin için siz de kadınlar için birer
elbisesiniz"[7] buyurulmuştur. Buna göre
erkeksiz kadın, kadınsız erkek eksiktir.
Cinsî tatminin meşru
yolu evlenmektir. Kur'ân'da kadınların erkekler için birer evlat yetiştiren
tarla olduğu belirtilir.[8]
Dolayısıyla evliliğin gayesi, cinsî tatminle birlikte çocuk yetiştirmektir.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Doğuran siyah kadın doğurmayan
güzel kadından daha iyidir."[9]
"Evlenin ve çoğalırı çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizinle iftihar
edeceğim."[10] Hz. Peygamber eş seçerken
şu hususların göz önünde tutulmasını istemiştir:
"Kadın dört
özelliği sebebi ile nikâh edilir: Malı, asaleti, güzelliği ve dindarlığı. Sen
bunlardan dindar olanını araştır bul. Mesûd olursun"[11]
Nikâhın ilân edilmesi
gerekir. Bunun için yakınlara ve dostlara ziyafet verilmesi, düğün yapılması
teşvik edilmiş böyle bir davete icabet etmemek hoş karşılanmamıştır.[12]
Eşler birbirlerinden
sorumludurlar: "Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden
sorumlusunuz. Erkek ailesinin çobanıdır. Kadın kocasının evi ve çocuklarının
çobanıdır ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz."[13]
Onların birbirlerine karşı yerine getirmeleri gereken hakları vardır. Bununla
birlikte erkekler kadınlardan bir derece üstündürler.[14] Erkek
bunun için ailesinin reisidir.
Karı ve koca
birbirlerine karşı iyi niyetli olmalı ve birbirlerine iyi davranmalıdırlar.
Zira Hz. Peygamber "iyileriniz ailesine karşı iyi olandır"[15]
buyurmuştur.
İslâm tek evliliği
teşvik etmiş bununla birlikte dörde kadar kadın almaya da izin vermiştir.
İslâm, aile içerisinde
kan-koca arasındaki münâsebetleri düzenlediği gibi ana-baba ile çocuklar
arasındaki münâsebetleri de düzenleyen hükümler getirmiştir. Şimdi konu ile
ilgili ayrıntılı bilgileri hadis-i şeriflerin ışığında görelim...[16]
2046.
...Alkame'den; demiştir ki: Minâ'da Abdullah b. Mesûd'la birlikte yürüyordum.
Karşısına Osman (b. Affân) çıkıverdi ve Abdullah ile iki ikiye konuşmak
istedi. Abdullah (kendisine) Osman'ın bir ihtiyacı olmadığını anlayınca, bana
(hitaben):
Ey Alkame sen de gel,
dedi. Ben de hemen (yanlarına) vardım. Osman O'na;
Ey Ebâ Abdurrahman,
seni bakire bir hanımla evlendirsek ya! Olur ki nefsinden kaybettiğin bazı
şeyler sana döner. Bunun üzerine. (Ebû Abdurrahman):
Sen böyle dedinse de
ben Resûlullah (s.a.)'i;
"Sizden kimin
evlenmeye gücü yetiyorsa hemen evlensin, çünkü evlilik gözü (harama) daha çok
kapattırıcı, namusu daha çok koruyucudur. Sizden kimin gücü yetmiyorsa o da
oruca devam etsin. Çünkü oruç onun için hayalarını kesmek (gibi)dir."
buyururken işittim, dedi.[17]
Hadis-i şerifin
ifâdesine göre Alkame (r.a.) Mina'da Abdullah b. Mesûd'la gezinirken
karşılarında Osman b. Affân (r.a.) gelmiş Hz. Osman, Hz. İbn Mesûd'un bakımsız ve
perişan halini görünce bekârlığından bu duruma düştüğüne hükmetmiş olsa
gerektir ki, ona evlenmesini teklif etmek maksadıyla kendisiyle başbaşa
konuşmak istediğini söylemiş. Hz. Ibn Mesûd da O'mm bu teklifini kabul etmiş.
Hz. İbn Mesûd, Hz. Osman'la biraz konuştuktan sonra O'nun kendisiyle özel
olarak daha fazla konuşma ihtiyacı duymadığını anlayınca biraz ileride
beklemekte olan Hz. Alkame'yi de yanlarına çağırmış. Hz. Alkame yanlarına
vardığı sırada Hz. Osman konuşmasına devam ederek Hz. İbn Mesûd'a bakire bir
kızla evlenmesinin çok uygun olacağını söylemiş. Sözlerini bitirince Hz. İbn
Mesûd da ona Resûl-i Ekrem'in bu konudaki sözlerini aktarmıştır.
Buhârî'nin rivayetine
göre Hz. Osman, Hz. îbn Mesûd'a evlenmesini teklif ettiği sırada yanlarında Alkame
(r.a.) bulunmamıştır. Hz. Alkame, yanlarına gelince sadece Hz. İbn Mesûd
Resul-i Ekrem'in hadisini nakletmiştir. Aslında bu iki rivayetin arasında
herhangi bir çelişki yoktur. Çünkü Hz. Osman (r.a.) Hz. İbn Mesûd'a yaptığı
evlenme teklifini Alkame yanlarına geldikten sonra tekrarlamış olabilir.
Hz. İbn Mesûd'un Hz.
Osman'a verdiği cevap şu iki mânâya gelebilir:
1. "Sen
doğru söylüyorsun zaten Resûl-i Ekrem de bizleri evlenmeye teşvik
etmişti," manasına gelebilir.
2. "Sen
böyle diyorsun ama evlenme teklifi gençlere yapılmalıdır. Nitekim Resûl-i
Ekrem gençleri evlenmeye teşvik ederdi. Fakat benim evlenmeye ihtiyacım
yoktur," anlamına gelir.
Metinde geçen kelimesini dört şekilde okumak mümkündür:
1.
"el-Bâetü" şeklinde okunabilir en meşhur ve fasîh okunuş şekli budur.
2. Hemzesiz.
olarak "el-bâtü" şeklinde okunabilir.
3. Hemzeli
fakat tâ'sız olarak “el-bâu" şeklinde okunabilir.
4.
"el-bâhetü" şeklinde okunabilir. Aslında konak yeri anlamına gelen
"el-mübâetü" kökünden türetilmiş olan bu kelime cinsî münâsebet
anlamına gelmektedir. Daha sonra evlenen bir erkek ailesine bir konak te'min
edeceğinden dolayı bukelime nikâh mânâsında kullanılmıştır.
Hadis-i şerîfteki
"bâe" kelimesiyle ne kastedildiği, ulemâ arasında tartışmalıdır.
Bazılarına göre bundan murad nikâh masrafları, bazılarına göre de cinsel arzu
ve kudrettir. Genellikle ulemâ ikinci görüşü daha isabetli bulmuşlardır.
Bununla beraber netice itibariyle iki görüş arasında köklü bir ayrılık yoktur.
Neticeleri aynıdır. Cümlenin mânâsını aynı hadise istinaden[18] şu
şekilde ifâde etmek mümkündür: "Ey gençler sizden kim evlenme masraflarına
ve cimaya gücü yetiyorsa hemen evlensin, mali imkân olmadığı için evlenemeyen
de oruç tutsun. Bu suretle âdeta hayalar çıkarılmış gibi şehveti kırılmış
olur."[19]
1. Bir
kimsenin evlenmesinde fayda gördüğü bir arkadaşım evlenmeye teşvik etmesi
müstehabtır.
2. Kişinin
evlenme için bakire bir hanımı tercih etmesi müstehabtır. Çünkü bakire ile
evlenmek nikâhın gayesine daha uygundur,
3. Cinsel
kudrete sahip olduğu halde evlenme masraflarını teminden âciz olan kimsenin
evlenmeyi bırakıp oruca devam etmesi gerekir.
4. Nefsi
kendisini evlenmeye zorlayan ve evlenme masraflarına da gücü yeten kimsenin
hemen evlenmesi müstehabtır. Ulemânın büyük çoğunluğu bu görüştedirler. Ancak
zâhiriyye ulemâsı Kitab ve Sünnette gelen bu konuyla ilgili emirlerin zahirine
bakarak bu durumda olan bir kimsenin evlenmesinin farz olduğunu söylemişlerse
de; "Resûlullah (s.a.) nikahlanmayı farzlar arasında saymamıştır. Ayrıca
Resûl-i Ekrem nikâhı "benim sünnetimdir" diye nitelemiştir. Bunlar
nikâhın farz olmayıp sünnet olduğunu ifâde eder. Sahâbe-i Kiramdan bazılarının
bekâr yaşamaları da bunu gösterir" denilerek Zâhiriyye ulemâsının
görüşleri reddedilmiştir.
Ulemanın büyük
çoğunluğuna göre evlenmenin şer'î hükmü içinde bulunulan şartlara göre değişir.
Şöyle ki:
a. Şehevî
arzularının galebesi sebebiyle, evlenmediği takdirde zinaya düşeceğine
kesinlikle inanan bir kimsenin evlenmesi farzdır.
b.
Evlenmediği takdirde zinaya düşeceğinden korkan kendini harama bakmaktan veya
istimna yani elle tatmin yoluna başvurmaktan kendini alıkoyamayan kimsenin
evlenmesi ise, vâcibtir.
c. Zinadan,
farz veya sünnetleri terk etme gibi tehlikelerden emin olduğu hâlde aynı
zamanda evlenme masraflarını temin edebilen ve cinsel kudrete sahip olan bir
kimsenin evlenmesi ise sünnet-i müekkededir.
d. Aşın bir
cinsel arzuya sahip olmadığı için zinaya düşme tehlikesi bulunmayan, nikâh
sünnetini işlemek gibi bir niyeti de olmayan fakat sadece cinsel arzusunu
tatmin etmek isteyen bir kimsenin evlenmesi ise mübahtır. Bu maksatla yaptığı
evlilikten dolayı sevaba da erişir. Çünkü şehevi arzusunu meşru yoldan tatmin
etmiş olur.
e. Evlendiği
takdirde aile hukukuna riâyet edemeyeceğini kesinlikle bilen bir kimsenin
evlenmesi haramdır.
f. Aile
hukukuna riâyet edemeyeceğinden korkan bir kimsenin evlenmesi ise mekruhtur.
İbn Kudâme'nin
beyânına göre nikâh yönünden insanları üç sınıfa ayırmak mümkündür:
a. Ulemânın
hepsi de evlenmediği takdirde harama düşeceğinden korkan kimsenin,
evlenmesinin farz olduğunu söylemişlerdir.
b. Kendisi
şehvetli olduğu halde zinaya düşme tehlikesinden emin olan kimsenin evlenmesi
de müstehabtır. Çünkü evlenmek kendisini nafile ibâdete vermek için uzlete çekilmekten
daha faziletlidir. Hanefî ulemâsı da bu görüştedir. Sahâbe-i Kiramın da bu
görüşte oldukları anlaşılmaktadır. Şöyle ki sahabenin ileri gelenlerinden
Abdullah b. Mesûd (r.a.) "Ölümüme on gün kaldığını bilmiş olsam ve
kendimde de evlenme gücü olsa, fitneye düşme tehlikesinden kurtulmak için
evlenirdim" buyurmuştur. Hz. İbn Abbâs'da Said b. Cübeyr'e hitaben:
"Evlen, çünkü bu
ümmetin en hayırlıları karısı en çok olanlarıdır" buyurmuştur. Ahmet b.
Hanbel (r.a.)'de: "Bekarlık İslâmiyetten değildir. Kim insanları
evlenmemeye çağırıyorsa gayr-i İslâmî bir yola çağırıyor demektir. Evlenen
kimsenin işi tanılanmış olur" demiştir.
İmam Şafiî ise, bu
konuda şunları söylüyor: "İnsanın nafile ibâdet maksadıyla uzlete
çekilmesi evlenmesinden daha faziletlidir. Çünkü Allah Teâlâ Kur'an-ı
Kerim'inde Yahya aleyhisselâmı: "Efendi ve nefsine hâkim”[20]
sözleriyle öğmüştür. Bilindiği gibi "Nefsine hâkim'* diye mealini
verdiğimiz "basûran" kelimesi, "cinsel gücü yerinde olduğu halde
kadınlara yaklaşmayan kimse" demektir. Eğer nikahlamak kendisini tamamen
ibâdete vermekten daha faziletli olsaydı, Allah teâlâ ve tekaddes hazretleri
nikâhı terk ettiği için Yahya aleyhisselâmı Kur'an-ı Keriminde öğmezdi. Ayrıca
yine Kur'an-ı Keriminde "Kadınlardan, oğullardan, kan-tarlarca yığılmış
altın ve gümüşten (otlağa) salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen
zevklere aşırı düşkünlük insanlara süslü (câzib) gösterildi...”[21]
mealindeki âyet-i kerimesinde nikâhı sadece dış yönüyle câzib gelen dünyalıklar
arasında zikretmesi de bunu gösterir. Çünkü nikâh alışveriş gibi akidden
ibaret bir muameledir. Nafile ibâdetten daha faziletlidir, demek mümkün
değildir.[22]
Nikâhın tamamen
kendini ibâdete vermekten daha faziletli olduğunu savunan cumhur-ı ulemânın
delili ise, "Her kim benim yolumdan yüz çevirirse, benden değildir"[23]
anlamındaki hadis-i şeriftir. Hz. Enes de bu konuda şunları söylüyor:
Hz. Peygamber bizi her
zaman nikâha teşvik eder, ibâdet için uzlete çekilmekten menederdi ve;
"kocasını seven ve doğurgan kadınlarla evleniniz. Çünkü ben kıyamet
gününde diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim."[24]
buyururdu. Bu sözler nikâhı farz derecesine yaklaştıran teşviklerdir.[25]
c. İbn
Kudâme'nin taksimine göre üçüncü grubu cinsel arzu ve kudreti bulunmayan
kimseler teşkil eder. Her ne kadar evlenmeye teşvik eden hadislerin genel
manaları kapsamına girecekleri düşünülerek bu kimselerin de evlenmelerinin
müstehab olduğu söylenilirse de bu kimseler için ibâdetle meşgul olmanın
evlenmekden daha faziletli olduğu muhakkaktır. Çünkü böyle bir kimsenin
evlenmesinin hikîjhdan beklenen neticeyi vermeyeceği ve ailesi yönünden
kendisine bazı zararlar getireceği, binaenaleyh nikâhı teşvik eden haberlerin
bu gibi şehvetsiz kimseler için olmayıp şehvetli kimselerle ilgili olduğu söylenebilir.[26]
5. Hattâbî
bu hadisi delil getirerek şehveti gidermek için ilâç kullanmanın caiz olduğunu
söylemiştir. Ancak bu ilacın şehveti tamamen ortadan kaldıracak şekilde
olmayıp sadece onu yatıştıracak derecede olmasına dikkat edilmelidir. Çünkü
ileride evlenmek imkânı bulduğu zaman pişman olur.
Şafiî ulemâsının
beyânına göre şehveti kırmak için kâfur kullanmak caiz değildir.[27]
Malikîlerden bazıları
bu h hadisi delil getirerek İstimna'nın (elle tatminin) haram olduğunu
söylemişlerdir. Hanbelî ve Hanefî ulemâsından bazıları da zinaya düşme
tehlikesine düşüp de şehvetini kırmaktan âciz kalan bir kimsenin şehvetini
kırmak için başka bir çaresi kalmadığı zaman istimna yapmasının caiz olduğunu
söylemişlerdir. Bu görüşte olan Hanefî ulemâsı "iki fesat tearuz ettikte,
ehaffı irtikâb olunur"[28] yani
"iki fesadın çatışması halinde, bunların daha hafif olanları tercih
edilir" kaidesine dayanmaktadırlar. İstimnanın her hâl-ü kârda haram
olduğu görüşünde olan Şâfiîler, Malikîler ve Zeydîler ise, "ve onlar
ırzlarını korurlar, ancak elleri yahut ellerinin sahip olduğu (cariyeler) hâriç
(bunlarla) ilişkilerinden dolayı da onlar kınanmazlar. Bunun ötesine gitmek
isteyen olursa, işte onlar haddi aşanlardır."[29]
mealindeki âyet-i kerimeyi delil getirirler.[30]
Binaenaleyh harama düşmek tehlikesinin belirdiği yerde, istimnanın helâl olduğu
görüşü zayıf bir görüştür.[31]
6. Oruç
şehveti kırar.
7. Gözü
haramdan koruyacak, iffet ve namusun muhafazasına yarayacak yollara başvurmak
teşvik edilmiştir.[32]
2047. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem;
"Kadınlar (ile
şu) dört (özellik) için evlenilir: Malı için, hasebi (Şerefi) için, güzelliği
için, dindarlığı için. Elleri toprak olası, sen dindar olanı seç!"[33]
Hadis-i şerif evlenilecek kadında çoğunlukla zenginlik, soyluluk,
güzellik ve dindarlık vasıflarının arandığını ve bunlar içerisinde ailenin
huzur ve sükûn içerisinde devamını sağlayacak olan vasfın dindarlık olduğunu
haber vermektedir. Çünkü malın devamlılığı düşünülemez. Malı için evlenilen
kadının bir anda fakirleşmesi mümkündür. Sadece malı için evlenilen bir
kadının fakir düşmesi halinde de o evlilik hayatının ayakta kalmasını
sağlayacak en büyük sütün çökmüş olur.
Evlenilecek kadında
çoğunlukla aranan ikinci özellik Haseb'dir.
Haseb, Asalet, soy-sop
ahbab ve yakınlarının şerefi demektir. Bu kelime esas itibariyle
"hisab" kökünden alınmıştır. Çünkü câhiliyye çağında araplar
övünürlerken bab al arının men kîbeler ini haslet ve özelliklerini sayıp
dökerlerdi.
Her ne kadar
evlenilecek eşin asil ve şerefli bir aileden olması memnuniyet verici bir duru
mise de ailenin huzur ve sükûn içinde devamım sağlamak için yeterli bir vasıf
değildir. Bazılarına göre metinde geçen "haseb" kelimesinden maksat,
kadının hâl ve hareketlerindeki nezâket ve olgunluktur.
Eşlerde çoğunluk
tarafından üçüncü özellik ise, vücud ve yüz güzelliğidir. Gerçekten güzellik
herşeyde aranan vasıflardan biridir. Kibire ve nazlanmaya sebebiyet vermemek
şartıyla özellikle hayat arkadaşlığında daha çok önem kazanır. Devam süresince
eşler arasındaki sevgi ve ülfetin devam etmesine vesile olur. Fakat bu da
geçici olduğu için eşler arasındaki ülfeti sağlamadaki rolü de geçicidir. Bütün
bu vasıflarda eşlerin hayatta karşılaşacakları her türlü belâ ve sıkıntıları
metanet ve sabırla karşılamalarında en büyük dayanakları fedakarlık ve
vefakarlık, kaynakları dindarlık olacaktır. Hayat şartlarının hazırladığı
huzursuzluk fırtına ve kasırgaları karşısında sözü geçen vasıflardan hiçbiri
dindarlık vasfı kadar sağlam ve kuvvetli bir dayana kolamaz. Müslüman ailede
aranan en belirgin özellik "dindarlıktır.
cümlesi, aslında
"ellerin topraklansın" anlamına gelen bir beddua ise de araplar onu
inkâr, teaccub, ta'zim ve bir şeye teşvik manalarında kullanırlar. Burada
"haydi göreyim seni, dindar olanı seç" anlamında bir teşvik olarak
kullanılmıştır.
Şafiî ulemâsından
Nevevî'nin beyânına göre Hz. Peygamber bu hadis-i şerifinde halkın
evlenecekleri kadında aradıkları vasıfları haber vermiştir. Maksadı "siz
de böyle yapın" demek değildir. Çoğunluğun en başta rağbet etmesi gereken
dindarlık vasfını en sona bıraktığını, en az rağbeti ona gösterdiğini haber
vererek onları bu tutumlarını bırakmaya ve dindar olanla evlenmeye teşvik
etmektir.[34]
1. Her işte
dindar kimselerle beraber olmak dinen teşvik edilmiştir. Çünkü gerçekten dindar
olan kimselerle arkadaşlık eden bir kimse onların ahlâkından ve olgun
hareketlerinden istifâde eder ve onlardan kendisine kesinlikle bir kötülük gelmez.
2.
Evlenilecek kadında güzellik, zenginlik ve asalet gibi vasıflardan önce
dindarlık aramak müstehabtır. Sözü geçen ilk üç vasıftan birini dindarlık
vasfına tercih etmek verilmiştir. Bu ölçüye uymayan kimse dinini tehlikeye
atmış olur, Hind ulemâsından Şemsülhak Azimabâdî'nin beyânına göre, Sadece
dindarlık vasfını taşıyan bir kadınla, dindarlık vasfıyla birlikte diğer üç
vasıftan birini veya daha fazlasını taşıyan bir kadın arasında tercih yapma
durumunda kalan bir kimsenin dindarlık vasfıyla birlikte diğerlerinden bir
veya birkaçını taşıyan kadını tercih etmesi müstehabtır. Fakat sadece
dindarlık vasfına sahip olan bir kadınla, dindar olmadığı halde diğer üç
vasıftan birine veya daha fazlasına sahip olan bir kadın arasında tercih yapma
durumunda kalan kimsenin ise, sadece dindarlık vasfım taşıyan kadını tercih
etmesi müstehabtır. Bu ölçünün aksine hareket etmek sünnete aykırıdır.[35] Bu
gerçeği te'yid eden hadislerden bazılarının meali şöyledir:
a. "Kim
bir kadınla sadece şerefinden dolayı evlenmişse Allah o kimseyi zelil eder.
Kim bir kadınla sadece malından dolayı evlenmişse, Allah onu fakir kılar, kim
bir kadınla soyundan dolayı evlenirse Allah onu al-çaltır. Kim de haramdan
gözünü korumak, ırz ve namusunu muhafaza etmek, akrabalarla olan hukukî
ilişkilerini devam ettirmek için evlenirse, Allah bu elliliği ikisi için de
hayırlı ve uğurlu kılar."[36]
b.
"Kadınları sırf güzellikleri için nikahlamayınız. Çünkü onların güzelliği
(böbürlenmeleri ve kibirlenmeleri yüzünden) jonları tehlikeye atabilir. Onları
sadece malları için de nikahlamayınız. Çünkü mallarının onları azdırması
mümkündür. Fakat onları dindarlıkları için nikahlayınız. Şüphesiz burnunun bir
kısmı kesik, kulağı delik ve teni siyah dindar bir câriye (dindar olmayan hür
bir kadından) daha hayırlıdır."[37]
Bu hadisin senedinde
bulunan Abdurrahman b. Ziyâd el-İfrıkî zayıf bir râvîdir. Fakat İbn H:bbân bu
hadisi Sahihinde başka bir senedle rivayet etmiştir.
c.
"Şüphesiz dünya ancak geçici bir yararlanma (yer)idir. Saliha kadından
daha faziletli hiç bir dünya meta'ı yoktur."[38]
d. "Mü'min
Âllah'dan korkmak (meziyetin)den sonra saliha bir hanımdan daha hayırlı ve
yararlı birşey elde etmiş olamaz. (Çünkü) kendisi ona (neyi) emrederse, emrine
itaat eder, ona bakarsa o kendisini ferahlandırır. Karısı üzerine yemin
ederse, karısı (ona uymakla) onun yeminini yerine getirir. Yanında olmadığı
zaman karısı, kendi namusunu ve onun mahnr korumak hususunda dürüst ve samimi
davranır."[39]
f. Sa'd b.
Ebî Vakkâs'dan (rivayet olunduğuna göre) Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmuştur: "Üç şey mutluluk, üç şey de bedbahtlık alâmetidir.
Mutluluk alâmeti olanlar:
1. Kendisini
gördüğün zaman sana huzur veren, yanında olmadığın zaman da kendi ırzını ve
senin malını koruyacağından emin olduğun dindar kadın,
2. Seni
arkadaşlarına (ve arzu ettiğin yerlere) çabukça iletecek bir binek,
3. Geniş ve
yardımcısı (hizmetçisi) çok olan bir ev. Bedbahtlık alâmeti olanlar:
1.
Karşılaştığın zaman seni rahatsız eden ve sana dil uzatan, kendisinden
uzaklaştığın zaman da namusunu ve senin malını koruyup korumayacağından emin
olmadığın bir kadın,
2. Yavaş
yürüyen (tekleyen) bir binek,
3. Dar ve
hizmetçisi az olan ev."[40]
Binaenaleyh erkek
dindar kadını seçmekle, eş seçiminde en isabetli olanı yapmış olur. Kadın da bu
ölçülere riâyet etmelidir. Kadının velisi durumunda olan kimseler de onu
huysuz, din yönünden zayıf olan kimseye vermemelidir. Çünkü evlilik bağı kolay
kolay kopmayan bir bağdır. Kurulu bir ocağı yıkmak sanıldığı kadar kolay
değildir. Kızını huysuz, ahlâksız, dinî emirleri yerine getirmeyen bir kocaya
veren bir baba, kız hakkında kötülük hattâ cinayet işlemiş sayılır ve Allah'ın
gazabını hak eder. Adamın birisi Hasan el-Basrî hazretlerine gelerek: Bir çok
kimseler benim kızıma dünürlük yapıyorlar. Bunlardan hangisine vereyim? diye sorar.
O da: "Allah'tan korkan birine ver. Çünkü eğer senin kızını severse ona
iyilik eder, eğer ona kızacak olursa zulmetmez" diye cevap verir.[41]
2048. ...Câbir
b. Abdillah (r.a.)'dan, dedi ki: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana;
"Evlendin
mi?" diye sordu.
Evet, cevabını verdim.
"Kız mı aldın
yoksa dul mu?"
Dul aldım, diye cevap
verdim.
"Bir bakireyle
evlenseydin ya! Sen onunla oynaşırdın o da seninle oynaşırdı" buyurdu.[42]
kelimesi, ''oynaşmak”
mânâsına gelen fiilinden gelmektedir. Nitekim Müslim'in şu rivayeti de
bu gerçeği te'yid etmektedir. Câbir dedi ki: Babam Abdullah vefat ederken dokuz
kız (yahud yedi kız) bıraktı. Ben de dul bir kadınla evlendim. Resûlullah bana
"Ya Cabir evlendin mi?" diye sordu. "Evet" cevabını verdim.
"Bakire mi (aldın), yoksa dul mu?" dedi. "Hayır dul aldım ya
Resûlullah," dedim. "Bakire alsaydın ya! Sen onunla, o seninle
oynaşırdınız."Yahut birbirinizi güldürürdünüz buyurdu, Resûlullah
(s.a.)'e dedim ki:
Gerçekten (babam)
Abdullah vefat etti ve dokuz (yahud yedi) kız bıraktı. Ben de onlara kendileri
gibi bir kız getirmeyi yahut bir kızla gelmeyi doğru bulmadım. Onlara bakacak
bir kadın getirmek istedim. Resûlullah (s.a.) da:
"Öyleyse Allah
sana mübarek eylesin" buyurdu. Yahut bana hayır duada bulundu.[43]
Hafız İbn Hacer'in
beyânına göre, Buhârî'de geçen "O genç hanımla birlikte oynaşsaydın
ya!" cümlesi bazı nüshalarda "Bakire ile evlenip ((ağzını dilini
emerken);tükrüğünü emseydin ya!" şeklinde geçmektedir. Bazıları bu mânâyı
da ihtimal dahilinde görmüşlerdir.[44]
Fakat Kadı İyaz, Müslim'in Sahih'inde bu kelimenin yalnız "liab:
oynaşma" şeklinde rivayet edildiğini söyledikten sonra "dil
alimlerinin cumhuru bu hadisin şerhinde müla'abeyi mâruf olan oyun mânâsına
hamletmişlerdir. "Bir birinizi güldürürdünüz" buyurulmuş olması da bu
mânâyı te'yid eder" demiştir.[45]
1. Kişinin
kansı ve Çocuklarıyla gülüşüp oynaşması mubahtır.
2. Yaşça
büyük olan kimselerin etrafında bulunan arkadaşlarının işlerinin düzenli gidip
gitmediğini onlardan öğrenerek ve zaman zaman onları kontrol ederek kendileri
için hayırlı ve faydalı olan yolu göstermesi müste-habtır.
3. Bu hadis,
kardeşlerinin çıkarını kendi çıkarına tercih eden Câbir (r.a.)'in fazileti
hakkında açık bir delildir.
4. Hayır ve
iyilik işleyen kimselere dûa etmek müstehabtır.
5. Kadının
kendi rızasıyla kocasına ve onun çocuklarına hizmette bulunması caizdir. Kadının
gönülsüz olarak kocasına veya çocuklarına hizmet etmesi asla caiz değildir.[46]
6. Eş olarak
bakire hanımları seçmek faziletlidir.
7. Evin
idaresi evde yaşlı ve dul bir kadının bulunmasını gerektiriyorsa o zaman genç
bir hanım yerine yaşlı ve dul bir kadınla evlenmek de faziletli bir iştir.[47]
2049. ...İbn
Abbas(r.a.)'dan;demiştir ki: Adamın biri Peygamber (s.a.)'e gelip;
Benim eşim (kendisine
uzanan) zinâkar (adamlar)ın elini geri çevirmiyor?- dedi. (Hz. Peygamber de):
"Onu boşa!"
buyurdu.
Adam bu sefer;
Nefsimin onun peşinden
gitmesinden korkuyorum, dedi. (Resûl-i Ekrem Efendimiz de);
"Öyleyse ondan
bir süre daha faydalan" buyurdu.[49]
Bu hadis
aslında bundan sonraki
bab'a ait olmalıdır.Ne var ki tercümeye esas aldığımız
nüshada böyle bir takdim yapılmış bulunmaktadır.. Karısının huyundan Resûl-i
Ekrem'e şikâyette bulunan kimse Haşimoğullarmm hürriyetine kavuşturduğu kölelerden
biri olan Hişâm'dır. Hafız İbn Hacer'in açıklamasına göre, bizim "zinâkârm
eli" dîye tercüme ettiğimiz kelimesinin mânâsı üzerinde ulemâ ihtilâf
etmiştir. Sözlük mânâsı "dokunanın eli" anlrmına gelen bu kelimenin
bazı ulemâya göre buradaki mânâsı zinakâr, günahkâr insanların eli anlamındadır
ki sözü geçen şahıs bu kelime ile Resûl-i Ekrem'e eşinin zinakâr insanların
emrine amade olduğunu, onların eşine karşı yaptıkları bu yollu teklifleri
yerine getirdiğini şikâyet etmek istemiştir. İmam Nesâî ile Hattâbî, Gazâlî ve
Sevrî bu görüştedirler.
İmam Ahmed ile
Îbnu'l-Cevzî'ye göre ise, bu kelimenin buradaki anlamı yardım talebi için
uzanan eldir. Bu mânâya göre söz konusu şahıs Resûl-i Ekrem'e ailesinin malını
sorumsuzca harcadığını ve yardım talebi için uzatılan hiçbir eli çevirmediğini
şikayet etmek istemiştir. Bu görüşte olan ilim adamlarına göre bu kelimeye
başka türlü bir mânâ vermek doğru değildir. Fakat Kadı Iyaz ile Ebû't-Tîyb
cömertliğin mendub olduğ,u dolayısıyla Resûl-i Ekrem’in cömertliğinden dolayı
bir kadını boşamayı kocasına emretmeyeceği gerekçesiyle bu görüşü reddetmiştir.
İmam Gazâ-lî'nin verdiği birinci manayı tercih etmiştir.
İmam Ahmed'e ve
taraftarlarına göre sözüyle zina kast edilmesi mümkün değildir. Çünkü Resûl-i
Ekrem'in bir kimseye fahişe bir kadını nikâhının altında tutmaya devam etmesini
emretmesi düşünülemez. İmam Ahmed (r.a.)'in bu görüşü: -Eğer sözü geçen adam
karısının hiçbir dilencinin isteğini reddetmediğini şikâyet etmes isteseydi,
Biri yerine tabirini kullanırdı. Çünkü dilenci kelimesi "iâmis"
kelimesiyle değil, "mültemisi" kelimesiyle ifâde edilir.
"Lâmis" kelimesi ise, zinâkar anlamına gelir, ayrıca cömertlik iyi
bir huydur. Hiçbir kadın cömertliğinden dolayı cezalandırılamaz. Çünkü bu kadın
ya kendi malından harcayarak cömertlikte bulunmuştur ya da kocasının malından
harcamıştır. Bunun her ikisi de meşrudur. Bu tâbirle zina veya zinaya götüren
hareketler kastedilmişse, o zaman ona düşen, karısını boşamak değildir. Çünkü
boşamayı gerektiren zina suçu henüz isbatlanmış değildir. Şimdilik ona düşen o
kadını yalnız başına bırakmamak ve bu türlü iğren davranışlarına imkân
vermemektir. Bununla beraber Resûl-i Ekrem ona ihtiyacen o kadını boşamasını
tavsiye etmişse de adamın karısından ayrılmaya tahammülü olmadığını,
binaenaleyh boşaması halinde daha da tehlikeli durumların ortaya çıkacağını
anlayarak nikâhı altında tutmasına izin vermiştir.[50]
1. Namus ve
iffetine şüphe getiren bir kadını boşamak meşru olduğu gibi, kocasının aşırı
sevgisi kendisini onunla beraber olmaya zorluyorsa, ona ihtiyacı kalmaymcaya
kadar nikâhı altında tutması da meşrudur. Fakat bu, halen iffetsiz ve zinâkâr
bir kadınla evlenmenin caiz olduğu anlamına gelmez.
2. Zina
ettiğinden şüphe edilen mü'min kadınlar için kıyılmış olan nikâhların feshi
gerekmez.[51]
2050.
...Ma'kıl b. Yesar (r.a.)'dan; demiştir ki: Bir adam Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem'e gelerek;
Ben güzel ve soylu bir
kadın buldum, yalnız çocuk doğurmuyor, onunla evlenebilir miyim? diye sordu.
Resûl-i Ekrem de:
"Hayır",
diye cevap verdi. Sonra kendisine (o adam), ikinci defa geldi onu (bundan yine)
menetti. Sonra üçüncü defa geldi. Bunun üzerine;
"(Kocalarını) çok
seven çok doğuran, kadm(lar)la evleniniz. Çünkü ben (kıyamet gününde) sizlerin
çokluğuyla diğer ümmetler(in peygamberlerime karşı iftihar edeceğim."
buyurdu.[52]
Kendisiyle evlenilmek
istenen kadının kısır bir kadın olup olmadığı annesine ya da teyzesine ve
kardeşi gibi yakın akrabalarına bakarak anlaşılabileceği gibi, o kadın daha
evvel evlenmiş de çocuk dünyaya getirmemişse bu konuda o kadın hakkında bir
fikir verebilir. Ayrıca bulûğ çağına girdikten sonra memelerinin tomurcuklanmaması
veya hayız görmemesi de o kadının kısırlığına delâlet eder. Anlaşılan Resûl-i
Ekrem'in huzuruna gelen kimse evlenmek istediği kadında bu alâmetlerden birini
görmüş de onun için bu kadının kısır olduğunu söylemiştir.
Sözü geçen adamın
Resûl-i Ekrem'den olumsuz bir cevap aldığı halde yine aynı konuda Resûl-i
Ekrem'in görüşünü almak üzere ikinci ve üçüncü defa gelmesi evlenmeyi
düşündüğü kadınla nikâhlanmaya karşı duyduğu istek ve arzunun derecesini
göstermek ve bu hususta Resûl-i Ekrem'den olumlu bir cevap almak için olsa
gerektir. Bakire bir kadının çok çocuk dünyaya getiren, kocasını çok seven ve
ona bağlı cinsten bir kadın olup olmadığı da yine annesine, kız kardeşine ve
hâlâ-teyze gibi yakın akrabasına bakarak anlaşılır. Çünkü genellikle yakın
akrabalar arasında benzer özellikler bulunur. Görülüyor ki konumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem Efendimiz, nikahtan beklenen neticenin hâsıl
olması için evlenilecek kadınlarda bulunması gereken iki özellikten
bahsediyor. Bunlardan birisi çok çocuk dünyaya getirme özelliği, diğeri de
kocasını sevme ve O'na bağlılık özelliği. Bunlardan birisi olmasa nikahtan
beklenen Muhammed ümmetini sayıca artırmak gayesi gerçekleşemez.
Hind ulemâsından
muhakkik ve müdekkik ed-Dihlevî bu konudaki görüşlerini açıklarken şunları
söylüyor: '"Aile içerisindeki huzur ve sükûnun gerçekleşmesi eşlerin
birbirlerini içten sevmeleriyme mümkündür. Ailenin dinî ve dünyevî menfaatleri
ise, o ailenin yeterli sayıda çocuğa kavuşmasıyla gerçekleşir. Kadının kocasını
sevmesi onun kadınlık mizacı ve hislerinin sıhhatine ve kuvvetine delâlet
ettiği gibi o kadının yabancı erkeklerde gözü olmadığına da delalet eder ve
kadınlık zevkiyle yapacağı bütün süslenmelerini kocasına tahsis etmesini
sağlar.
Kabileler arasında
yaşayan gelenekler ve göreneklerle o kabile içerisinde yetişen kızların
terbiye, duygu, düşünce ve aile anlayışlarının teşekkülünde fevkalâde müessir
olduğundan evlenecek kimselerin eşlerini geleneklerinde, kocaya sadakat ve
sevgiyi bayraklaştıran aile ve kabilelerden seçmesi müstehabtır. Resûl-i Ekrem
Efendimizin, "(Şu) deveye binen (arap) kadmlar(ın)ın en hayırlısı dindar
ve olgun Kureyş kadınlarıdır. Onlar (yetim) çocuklara karşı fevkalâde şefkatli
ve kocasının malını en güzel şekilde gözeticidirler."[53]
buyurmaları gelenek ve göreneklerin, kadınların yetişmesi üzerindeki
tesirlerini ve onun tezahürlerini en güzel şekilde vurgulayan kendi çevresiyle
ilgili bir örneği dile getirmektedir.[54]
Kadınların çok çocuk
dünyaya getirmeleri ailenin saadetine vesile olduğu gibi kendi ümmetinin
maddeten kalkınmasına da en büyük bir vesiledir. Bu konuda günümüz ilim
adamlarından bazıları şunları söylüyor: "75 yıllık hayatımın sonunda şu
kalkınma felsefesine ulaşmış bulunuyorum: Kalkınma bir ağaca benzer kalkınma
ağacının kökleri, gövdesi dallan, yapraklan ve yemişleri vardır. Kalkınma
ağacının kökleri dil, din ve sanattır. Gövdesi nüfûs ve nüfus kesafetidir.
Dallan ise, kalkınmayı tamamlayan iktisadî faaliyetlerdir. Nüfus kesafeti
olmayan bir memlekette kalkınma ağacının gövdesi gelişemez. Kalkınma için
dallardan önce kökleri ve gövdeyi kuvvetlendirmek gerekir. Nüfusun ikdisâdî
gelişme için arzettiği önemi vaktiyle A. Smith, Colin Clark, Frederik Listy
Myrdal gibi müellifler de uzun uzadıya izah etmişler..."[55]
Dünyada kalkınma
hızları en yüksek olan 36 ülkeden 25'inin yani % 70'inin nüfus artış hızlan
ortadır: (% 1-2 arası). Ancak hızlı kalkınan ülkelerden dördünde yani % II'inde
nüfus artışı yavaş olup % l'den azdır. Şu halde ülkelerin kalkınma hızı ile
nüfus artış hızı arasında müsbet yakınlık korelasyonu vardır.[56]
1. Kısır
kadınlarla evlenmek mekruhtur.
2. Evlenecek
kimselerin eşlerim, kadınları çok çocuk doğurmakla, kocalarına sevgi ve
sadakatlarıyla ün salmış aileler arasından geçmeleri müstehabtır.
Hanbelî ulemasından
İbn Kudâme, bu konudaki görüşlerini açıklarken şunları söylüyor: İnsanın hayat
arkadaşını seçerken zeki kadınlar arasından seçip, ahmak kadınları eş olarak
seçmekten son derece kaçınması müstehabtır. Çünkü böyle bir kadınla bir ömür
boyu yaşamak insana hayatı zindan "eder. Genellikle kadınlardaki ahmaklık
çocuklarında da görülür. Bunun için "Ahmak kadınlarla evlenmekten
kaçınınız. Çünkü onların doğuracağı çocuk ahmak olacağı için kayb edilmiş
sayılır. O kadınlarla hayat geçirmekse belâdan başka birşey değildir. Sözü
meşhur olmuştur."[57] Bu
bakımdan:
a. Hayat
arkadaşı olacak kadının soyu-sopu, cinsi, cibilliyeti belli asıl ailelerden
seçilmesi müstehabtır. Çünkü doğacak çocukların, annelerinin soyuna çekmesi
kuvvetle muhtemeldir. Bu bakımdan cibilliyeti ve seciyyesi belli ailelerden
seçilen hayat arkadaşlarından doğacak çocukların da karakter itibariyle
annesinin ve onun yakınlarının karakterinde olmaları mümkündür. Nitekim
Resûl-i Zîşan Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Kadınların en hayırlısıyla
evlenmeye bakın, denginiz olan kadınlarla evleniniz ve onlara dünür
olunuz."[58]
b. Akraba
evliliklerinden kaçınmak, hayat arkadaşını akrabaların dışından seçmek
müstehabtır. Çünkü akrabalık dışı yapılan evlilikten doğan çocuklar daha üstün
kabiliyetli olurlar.[59]
Nitekim Ömer b.
el-Hattâb (r.a.)'da şöyle buyurmuştur: "Ey Saib oğulları, zayıf nesiller
dünyaya getirmeye başladınız. Artık bundan sonra yabancılardan evleniniz."
Resûl-i Ekrem'in de;
"Yabancılarla
evleniniz (yakın akrabadan evlenip de) çocuklarınızı cilızlaştırmayınız"
buyurduğu rivayet olunmuştur.[60]
2051. ...Amr
b. Şuayb dedesinden (yani Abdullah b. Amr b. el-Âs'dan) şöyle dediğini rivayet
etmiştir: Mersed b. Ebi Mersedi'l-Ganevî, Mekke'deki (müslüman) esirleri
(Medine'ye) taşırdı. Mekke'de Anâk diye anılan bir fahişe vardı .(Anâk) onun
dostu idi. (Mersed) dedi ki: Ben (birgün) Peygamber sallallahu aleyhi ve
selleme gelip;
Yâ Resûlallah Anâk ile
evlenebilir miyim? Bana (cevap vermedi) sustu. Hemen arkasından; "Zina eden
erkek, zina eden veya müşrik kadından başkasıyla evlenemez."[61]
(âyet-i kerimesi) nazil oldu. Bunun üzerine beni çağırıp bana bu âyeti okudu
ve; "Onunla evlenme" buyurdu.[62]
Hadis-i şerifte
anlatılan hadiseyle ilgili olarak nazil olan tercümesini sunduğumuz
âyet-i kerimeyi tefsir
âlimleri şöyle açıklamışlardır: "Zinakâr bir erkek evlenecek
olursa, alacağı kadın ya zinâkar ya da Allah'a ortak koşan bir kadındır. Çünkü
iman ve iffet sahibi temiz kadınlar böylesi erkeklerden nefret ederler, ona
tenezzül etmezler ve etmemelidirler. Bu gibi erkekler olsa olsa ya kendisi
gibi zinâkâr veya Allah'a ortak koşan bir kadına rağbet eder ki, öylesi
kadınların da namus ve iffeti zaten şüphelidir ve işte zina şirke şirk de
zinaya böyle yakındır.
Ayrıca zinâkar olan
bir erkek, iffetsiz kadınlarla ilgilenir. Onlardan tiksinmez. Aksine şehvetini
tahrik edip kafasına uyduklarından dolayı kendini onlara kaptırır ve bu
duygular onun evlenme hususundaki fikrini ve muhakemesini bozar da nihayet
nikâha rağbet etmez ve şayet evlenecek olsa alacağı da öyle birisi olur.
Binaenaleyh iffetli bir müslümanın fahişe bir kadınla iffetli bir kadının da
zinakâr bir erkekle evlenmesi haramdır. Her ne kadar bazıları "Bu âyetten
nasıl maksat, nikâhın hükmünü beyân değil, zinanın iğrençliğini beyândır.
Burada nikâh cinsî münâsebet manasınadır. Binaenaleyh âyet-i kerimede
yasaklanmak istenen zinadır" demişlerse de, Kur'ân'da nikâh hep akid
manasına geldiğinden bu âyet-i kerimedeki nikah kelimesinin zina veya cinsî
münâsebet mânâsına geldiğim söylemek doğru değildir. Dolayısıyla bu görüşte
isabet yoktur.[63]
Söz konusu âyet-i
kerime; "öyleyse ondan bir süre daha faydalan" manasmdaki 2049
numaralı hadis-i şerife aykırı değildir. Çünkü âyet-i kerime evlenmek isteyen
kimselerle, hadis-i şerîf ise, eskiden evlenip de boşanmak isteyen kimselerle
ilgilidir. Nikâhı birdenbire bozmak evlenmeye karar vermek kadar kolay
değildir.[64]
1. İffetli
erkeklerin fahişe kadınlarla evlenmesi haramdır.
2. İffetli
hanımların da zinâkar erkeklerle evlenmesi haramdır. Çünkü hadis-i şerifte
geçen "Onunla evlenme" cümlesiyle âyet-i kerimede geçen "bu (tür
evlenme) müminlere haram kılınmıştır "[65]
cümlesi bu gerçeği isbat etmektedir. Hasan el-Basrî (r.a.) ile Katâde ve İmam
Ahmed bu görüştedirler. Adı geçen ulemâya göre zinadan tevbe etmeleri halinde
böylesi kimselerle namuslu bir müminin ve iffetli bir kadının evlenmesinde bir
sakınca, yoktur. Çünkü tevbe ile haram kılınışın sebebi ortadan kalkmış olur.
Hanefî ulemâsı yi a
İmam Mâlik, İmam Şafiî ve ulemânın büyük çoğunluğuna göre ise, iffetli bir
erkeğin zina etmiş bir kadınla evlenmesi caiz olduğu gibi iffetli bir kadının
da zina etmiş bir erkekle evlenmesi caizdir. Çünkü:
a.
"Bunlardan ötesini iffetli yaşamak zina etmemek şartıyla mallarımızla
istemeniz (mehirlerini verip almanız ) size helâl kılındı"[66]
âyet-i kerimesi buna delâlet eder. Elverir ki nikâhtan önce zinadan tevbe
etmiş ve iddet beklemesi gerekiyorsa iddetini bitirmiş olsun.
b. "Bu
(tür evlenmek) mü'minlere haram kılınmıştır"[67]
âyet-i kerimesi "İçinizden bekârları kölelerinizden ve cariyelerinizden
iyi olanları evlendirin"[68]
âyet-i kerimesiyle neshedilmiştir.
Nitekim Ebû Ca'fer
en-Nehhâs da Nûr Süresindeki 32. âyetin üçüncü âyeti neshettiğini ifâde
ettikten sonra ekseri ulemanın bu görüşte olduğunu ve zina eden bir kimsenin
suçunun cezasını çektikten sonra evlenmesini caiz gördüklerini söylemiştir.
en-Nehhas'ın açıklamasına göre İbn Ömer, Salim, Câbir b. Zeyd, Atâ ve Mâlik b.
Enes de bu görüştedirler.[69] İmam
Şafiî de söz konusu âyetin neshedildiği görüşündedir.
Hanbelî ulemâsından
İbn Kayyım ise, bu mevzuda ileri sürülen nesh fikrinin kesinlikle doğru
olmadığını söylemektedir.[70]
c. Ebû Bekr
bir gün mescidde otururken yanına bir adam gelmiş ve evine misafir olan bir adamın,
kızıyla zina ettiğinden şikâyetçi olmuş. Bunun üzerine Ebu Bekr onlara önce
had vurulmasını sonra da evlendirilmelerini emretmiştir.[71]
d. Bu mesele
Hz. İbn Abbas'a sorulduğunda; "Bu işin evveli sifah (zina) sonu ise
nikâhdır. Çünkü bu bir adamın bahçesinden hırsızlık yapıp da biraz sonra
çıkagelen bahçe sahibinden o bahçenin meyvelerinden satın alan- kimsenin haline
benzer. Bu damadın önce yaptığı iş hırsızlıktır ve haramdır. Daha sonra bostan
sahibinden meyve satın alması ise, helâldir" diye cevap vermiştir.[72]
2052. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.);
"Kendisine dayak
vurulmuş zinâkâr bir erkek ancak kendi gibisiyle evlenebilir" buyurmuştur.
Ebû Ma'mer; bu hadisi
Habib el-Muallim bana Amr b. Şuayb'dan naklen rivayet etti, demiştir.[73]
Zinâkar olduğu için
dayağı hakeden erkekler, genellikle kendi gibi zinakâr kadınlarla evlenmeğe
tâlib oldukları gibi zinakâr kadınlar da kendileri gibi zinakâr olan erkeklerle
evlenmek isterler.
Hadiste geçen
"dayak vurulmuş" kaydı zinakâr erkeklerin hadisin hükmüne girmesi
için aynı zamanda dayak da vurulmuş olması gerektiğim ifâde etmek için
getirilmiş bir kayd-ı ihtirazı değildir. Sadece hadisin hükmü içerisine giren
zinakâr erkeklerin çoğu zaman dayak vurulmuş ya da dayağı hak etmiş kimseler
olduğunu ifade için getirilmiş bir kayd-ı ekserî'dir. . Senedden de
anlaşılacağı üzere bu hadisi musannif Ebû Davud'a birisi Müsedded, diğeri de
Ebû Amr olmak üzere iki kişi rivayet etmiştir. Bu iki râvinin rivayetlerinde şu
üç yerde farklılık vardır:
1. Müsedded,
bu hadisi sözüyle yani m ıran'an olarak rivâyet ettiği halde, Ebû Amr sözüyle
rivayet etmiştir. Bilindiği gibi "haddesenî" lâfzı "an"
lâfzına nisbetle daha kuvvetlidir.
2. Müsedded,
Habîb'in sıfatı olan "el-Muallim" kelimesini nakletmediği halde, Ebû
Amr bu lâfzı zikretmiştir.
3.
Müsedded'in rivayetinde bu hadis Amr b. Şuayb'dan "haddesenî: bana
söyledi" lafzıyla nakledildiği halde Ebu Amr'in rivayetinde "mu'an'an
olarak" (An lafzıyla) nakledilmiştir.
Bu hadisle ilgili
fıkhî hükümler bir önceki hadis-i şerifte açıklanmıştır.[74]
2053. ...Ebû
Musa (r.a.)'dan; dedi ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Cariyesini
hürriyete kavuşturup da onunla evlenen kimseye iki (kat) ecir vardır.”[75]
Bu hadis-i
şerif Buhârî'nin rivayetinde;
"Bir kimsenin bir cariyesi bulunur da onu öğretir ve kendisine hoş
muamele yapar, sonra hürriyetine kavuşturarak evlenirse, o kimseye iki (kat)
ecir vardır" mânâsına gelen, lâfızlarla rivayet edilmiştir.
İlim adamlarının
açıklamasına göre bu iki ecirden birisi o cariyeyi yetiştirip hürriyetine
kavuşturduğundan, diğeri de onunla evlendiğinden dolayı verilecektir.
Müslim'in rivayetinde
ise, bu hadis daha geniş olarak şu mânâya gelen lâfızlarla rivayet edilmiştir:
"Üç kişi vardır
ki bunlara ecirleri iki kat verilir:
1. Ehl-i
kitaptan olup Peygamberine iman eden bir kimse. Son Peygamber (s.a.)'a erişir
O'na da iman eder, ona da uyar ve tasdik ederse işte bu kimseye iki ecir
vardır.
2.
Başkasının mülkü olan bir köle hem Allah Teâlâ'nın hakkını, hem de efendisinin
hakkını öderse ona da iki ecir vardır.
3. Cariyesi
olan bir kimse o cariyeyi besler, gıdasına iyi bakar, sonra onu iyi terbiye
eder ve terbiyesini iyi becerir de sonra hürriyetine kavuşturarak kendisi ile
evlenirse, ona da iki (kat), ecir vardır.”[76]
Ulemâdan bazılarının
açıklamasına göre ecrin iki kat verilmesinden maksat "namaz, oruç gibi
yaptığı bütün amellerden kazanmış olduğu sevab ikiye katlanarak verilecek"
demektir.
Kirmânî'nin beyânına
göre hadis-i şeriflerde belirtilen bazı kişilere sevablarının iki kat olarak
verilmesinin sebebi bu kişilerin birbirine zıt olan iki hayırlı işi bir arada
yapmaya muvaffak olmalarıdır.
Meseleye bu açıdan
bakıldığından Allah hakkıyla birlikte onun kulları olan anne-baba hakkını
ödeyebilen kimselere de sevaplarının ikişer kat verileceği, dolayısıyla
sevabları katlanarak verilecek olan kimselerin sadece hadis-i şerifte
zikredilenlerden ibaret olmayıp hadis-i şeriflerin bu kimselerden sadece
bazılarım haber verdiği kolayca anlaşılır.
Hadis, kölelerin ve
özellikle kadın köle olan cariyelerin, İslâm toplumunda iyi mevkilere gelmek
için hazırlanmalarını ve böylece îslâm Toplumunun keyfiyet haritasının her
geçen gün daha mükemmele doğru götürülmesi için çalışmayı teşvik etmektedir.[77]
2054.
...Enes b. Mâlik'den rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.) Safiyye'yi
hürriyetine kavuşturmuş (onunla evlenmiş ve) onu hürriyetine kavuşturmayı da
mehri (yerine) saymıştır.[78]
Safiyye bint Huyeyy
bint Ahtab, Hz. Peygamber'in zevcelerindendir. Eskiden Hayber kalesi
kumandanlarından Kinâne b. Ebî'l-Hukayk ile evliydi. Hayber'in müslümanlar
tarafından fethinde ashâbdan Dihye b. Halefin hissesine düşmüştü. Kavminin
eşrafından olduğu için Dihye onu Resûlullah'a hediyye etmiş ve Resûl-i Ekrem
de azat ederek nikâhı altına almıştır.
Safiyye (r.anhâ) daha
Önceleri rüyasında "kucağına bir ay düştüğünü" görmüş idi. Meğer
Resûlullah ile evleneceğine işaret imiş. Rüyasını etrafındakilere anlatınca
kocası Kinâne'den 'Sen arap kralına varmak istiyorsun" diye sert bir tokat
yemişti. Kendisinden 10 hadis rivayet edilmiştir.[79]
Ümmü Sinan
el-Eslemî'ye'nin rivayetine göre Safiyye (r.anhâ) kadınların en güzeliydi ve o
sıralarda 17 yaşında bulunuyordu:
Rivayete göre bir gün
Resûlullah (s.a.) yanına vardığı zaman onu ağlar vaziyette buldu. Kendisine
bunun sebebini sorunca Hz. Âişe ile Hafsa'nın O'na dil uzattıklarını ve
kendilerinin ondan daha hayırlı olduklarını iddia ettiklerini ve "Biz
Resûlullah'ın amcası kızları ve zevceleriyiz" dediklerini öğrendi. Bunun
üzerine O'na; "Sen de; siz benden nasıl daha hayırlı olursunuz? Babam
Harun, amcam Musa, eşim Muhammed aleyhimü's-salâtü ve's-selâmdır; cevabım
verseydin ya!" buyurdu.
Safiyye (r.anhâ) çok
yumuşak tabiatlı, dirayetli ve faziletli bir hanım idi. Cariyesi bir gün Hz.
Ömer'e geldi ve Hz. Safiyye'nin Yahudi telakkilerine bağlı kalarak cumartesi
gününe saygı ve sevgi beslediğinden ve ya-hudileri sık sık ziyarette
bulunduğundan şikâyette bulunmuştu.
Hz. Ömer kendisine
bunun sebebini sorunca şu cevâbı aldı: "Cumartesi gününe (sevgi
beslediğime) gelince, Allah bana cumartesi gününün yerine cuma gününü verdiği
günden beri asla cumartesi gününe karşı özel bir sevgi beslemedim. Yahudileri
ziyaretime gelince, gerçekten onlar benim akrabalarımdır. Onları ziyaret etmek
İslam dininin bana yüklemiş olduğu bir görevdir." Sonra cariyesine,
"Bu iftirayı sana yaptıran nedir?" diye sordu. Câriye:
"Şeytandır" deyince; "Haydi git artık şu andan itibaren
hürsün" diyerek onu bağışladı ve doğru söylediğinden dolayı mükafatlandırdı.
Hz. Muaviye'nin hilâfeti döneminde hicretin 50. yılında vefat etti.[80]
1.
Cariyesini hürriyetine kavuşturarak onunla evIenen bir kimsenin cariyeyi azat
etmeyi onun mehri yerine sayması caizdir. Said b. el-Müseyyeb, İbrahim
en-Nehaî, Tavus, Zührî, Sevri, Ahmed, İshak Hasan el-Basri ve Ebû Yûsuf
(r.anhum) bu görüştedirler. Sözü geçen ulemâya göre böyle hareket eden bir
kimse cariyesini azat etmiş olur, nikâhı ile mihri de sahih olur.
Ebû Hanife ile mâlik,
Şafiî, Muhammed, b. el-Hasen ve Züfer'e göre ise, bu kimsenin cariyesini
hürriyetine kavuşturması mehrinin yerine sayılamaz. Binaenaleyh bu kimsenin
evlenmek istediği o cariyeye ayrıca bir de mehir vermesi gerekir.
Hanefî ulemasından
el-Kâsânî bu konuyla ilgili olarak şunları söylüyor: "bir kimse
câriyesiyle evlenmek şartıyla onu hürriyetine kavuşturmak ister, cariyesi de
bunu kabul ederse, eğer onu hürriyetine kavuşturmanın dışında bir mehirden
bahsetmeden nikâhları kıyılacak olursa, o kimsenin evlendiği cariyesine mehr-i
misil ödemesi gerekir. Ebû Hanife ile Muhammed'in görüşleri budur. İmam Ebû
Yûsuf'a göre ise, O kimsenin cariyesini hürriyetine kavuşturması mehir yerine
geçer. Ayrıca bir mehir vermesi gerekmez. Çünkü bir kimsenin mal karşılığında
cariyesini veya kölesini azat etmesi caiz olduğuna göre, bir köleyi ya da
cariyeyi hürriyetine kavuşturmak ona mal vermek hükmündendir. Öyleyse
evlenilmek istenen cariyeyi azat etmek, ona mehir vermek gibidir.
"İmam Ebû Hanife
ile İmam Muhammed'e göre ise, bir kimsenin kölesini hürriyetine kavuşturması
demek, onun üzerindeki hakkını iptal etmesi demektir. Mülkiyetin ibtal edilmesi
anlamına gelen câriye azat etmenin mehir sayılması mümkün değildir. Onu
hürriyetine kavuşturma karşılığında mal almanın caiz olması, hürriyetin de mal
olmasını gerektirmez."[81]
Hürriyete
kavuşturmanın mehr sayılamayacağı görüşünde olan ilim adamları aksi görüşte
olanlara karşı kendi görüşlerini savunurlarken şu delillere dayanmaktadırlar.
1. Metinde
geçen "onu hürriyetine kavuşturmayı da in eh r i (yerine) saydı"
cümlesi, Hz. Enes'in sözüdür. Bu hüküm açıkça Resûl-i Ekrem'e istinad
etmediğine göre, Hz. Enes'e ait bir görüş olmaktan öte gidemez. Çünkü metinde
Resûl-i EKrem'in mehirden bahsettiğine dâir bir ifâde yoktur.
2. Şayet
Resûl-i EKrem'in bu itki (hürriyete kavuşturmayı) mehr yerine saydığı kabul
edilse bile, bunun sadece Resûl-i.Ekrem'le ilgili özel bir durum olması mümkündür.
Çünkü resûl-i Ekrem Hz. Cüveyriye'ye de aynı muameleyi uyguladığı halde İbn
Ömer'in; "Resül-i Ekrem'den sora cariyesini azad ederek evlenecek olan kimselerin ayrıca mehir
vermeleri gerekir" demesi de bunu gösterir Hanefî imamlarından Tahâvî Hz.
İbn Ömer'in bu sözüne temasla şöyle demiştir: "Hz. İbn Ömer'in Resûl-i Ekrem'den
işittiği bir hadise dayanarak bu sözü söylemiş olması düşünülebileceği gibi
hadiseye bizim açımızdan bakarak bu hükme varmış olacağı da
düşünülebilir."[82]
Ayrıca Resûl-i Ekrem'in Hz. Safiyye'yi azad ettikten sonra ona dünürlük yapıp
evlendiği ve cariyesi Rüzeyne'yi de ona mehir olarak verdiğine dair rivayet
edilen bir hadis[83] de bu görüşleri desteklemektedir.
Netice olarak şunu
söylemek mümkündür: Resûl-i Ekrem önce Hz. Safiyye'yi azat etmiş, sonra onu
re'yinde hür bırakmıştır. Hz. Safiyye de Resûl-i Ekrem'e zevce olmayı tercih
edince, Resûl-i Ekrem de sadece kendisine mahsus olmak üzere mehirsiz olarak
onu zevceliğe kabul etmiştir. Nitekim şu âyet-i kerime ve bu meseleyi açıklığa
kavuşturmaktadır: "Bir de kendisini (mehirsiz olarak) Peygambere hibe eden
ve Peygamberin de kendisini almak istediği inanmış kadını diğer müminlere
değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık)."[84]
2055.
...Peygamber (s.a.)'ın zevcesi Âişe (r.anhâ)'dan rivayet olunduğuna göre
Peygamber (s.a.);
"Nesebden dolayı
haram olan (herşey) sütten dolayı da haram olur" buyurmuştur.[85]
Metinde geçen
"(sa'üyı ) doğum" kelimesi burada "soy, neseb" mânâsına gelmektedir.İbn Mâce'nin
rivayetinde "vilâdet" kelimesi yerine "neseb"
kelimesinin bulunması, bunu açıkça ifâde etmektedir.
Neseb (kan bağı)
sebebiyle nikâhlanması haram olan kimseleri Allah teâlâ ve tekaddes hazretleri
Kur'an-ı Kerim'inde şöyle açıklamıştır:"Size (şunlarla evlenmeniz) haram
kılındı: Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, hâlâlarınız, teyzeleriniz,
kardeş kızları, kız kardeş kızları, süt analarınız, su t bacıların iz,
karılarınızın anaları, birleştiğiniz kanlarınızdan olup (genellikle)
evlerinizde bulunan üvey kızlarınız -ki onlarla henüz birleşme-nıişseniz,
almaktan Ötürü- üzerinize bir günâh yoktur. Kendi sulbünüzden gelen öz
oğullarınızın kanlan ve iki kız kardeşi bîr arada almanız (da size haramdır);
ancak geçmişte olanlar hâriç. "Şüphesiz Allah çok bağışlayan çok merhamet
edendir."[86]
Kısaca özetlersek kan
bağı yoluyla haram olanlar yedi sınıftır:
1. Analar: Kişi
annesiyle ve ne kadar geri gidilirse gidilsin, anne cihetinden olan
nineleriyle evlenemez.
2. Kızlar: İnsan
kızıyla evlenemediği gibi daha aşağılarda kalan kız torunlarıyla da evlenemez.
3. Kızkardeşi: İnsan
kız kardeşiyle evlenemez. İnsan gerek hem anne hem de baba cihetinden, gerekse
sadece anne ya da sadece baba cihetinden olsun kız kardeşiyle evlenemez.
4. Hâlâlar: İnsanın
hâlâsı ile evlenmesi haramdır. Dedenin kız kardeşi de hâlâ gibidir. Ne kadar
yukarı derecelerde olursa olsun.
5. Teyzeler:
İnsanın teyzesi ile evlenmesi haram olduğu gibi ne kadar yukarıda olursa olsun,
anne tarafından olan ninelerinin kız kardeşiyle evlenmesi de haramdır.
6. Erkek'kardeşin kızları (yeğenleri): İnsanın anne, ya da baba cihetinden veya hem anne hem
de baba cihetinden olan erkek kardeşinin kızıyla evlenmesi haram olduğu gibi,
ne kadar aşağı derecede bulunurlarsa bulunsunlar erkek kardeşinin kız
torunlarıyla da evlenemez.
7. Kız kardeşin kızları (yeğenler): İnsanın anne ya da baba cihetinden veya hem anne hem
de baba cihetinden olan kız kardeşinin kızıyla evlenmesi haram olduğu gibi, ne
kadar aşağı derecede bulunurlarsa bulunsunlar, kız kardeşinin torunuyla
evlenmesi de haramdır.
Yukarıda saymış
olduğumuz kan bağı sebebiyle akraba olan kimselerle evlenmek nasıl haramsa, bu
kimseler süt yoluyla akraba oldukları zaman da aynı şekilde kendileriyle
evlenmek haram olur. Binaenaleyh bir kadının sütünü emen çocuk, nikâhının
haramlığı bakımından kadının ve süt sahibi olan kocasının öz çocuğu
hükmündedir. Artık bu çocuk erkek ise, kendisine süt anası, süt kız kardeşi,
süt hâlâsı, süt teyzesi, süt kardeşlerinin kızları ve yukarıda yedi maddede
zikredilen kadınların süt cihetinden benzerlerinin hepsi haram olduğu gibi, kız
ise, süt annesi ya da süt babası cihetinden akraba olan kadınlarla evlenmesi de
haramdır.[87]
1. Soy
bakımından nikâhı haram olan kimseler
sut bakımından da haramdır. Sut emziren kadının emzirdiği çocuğa nikahlanma
sının haram olduğuna ve o çocuğun, kadının öz çocuğu hükmünde olduğuna dair
icmâ' vardır. Binaenaleyh artık o çocuğun süt annesine bakması onunla tenhada
baş başa kalması ve uzun yolculuğa çıkması caizdir. Fakat aralarında
birbirlerinin malına varis olmak, nafakalarını te'min etmekle yükümlü olmak
gibi annelik hukuku cereyan etmediği gibi, birisi diğerini, süt anne, süt
oğlunu köle olarak eline geçirince onu hürriyetine kavuşturmakla mükellef
olmaz. Süt annenin süt oğlu lehine .yaptığı, şahitlik reddolunamaz ve süt
oğul, süt annenin diyetini vermekle yükümlü tutulamaz. Süt oğlunu öldürünce
kısastan muaf tutulamaz.
2. Süt anne
ile süt oğul arasında meydana gelen süt akrabalığı süt oğul ile süt annenin
kocası arasında da meydana gelir. Artık o kadın süt oğluna nasıl haramsa, o
kadının annesi, kız kardeşi, teyzesi, kızı, kızının kızı, süt babanın başka
kadından olan kızı, kızının kızı, annesi, annesinin annesi... de o çocuğa
öylece haramdır.
Ancak süt oğulun
sütten dolayı kazanmış olduğu bu akrabalık, kan-bağı ile akraba olduğu kimseler
için geçerli değil, sadece kendisi için geçerlidir. Meselâ söz konusu çocuğun
süt kız kardeşi, öz kardeşinin de süt kız kardeşi değildir. Aynı şekilde öz
babasının süt kızı da değildir.[88]
3. Süt emen
kız çocuğun durumu da erkek çocuk gibidir. Yani bir kadının sütünü emen bir
kız, o kadının sütünün sahibi olan kocasının öz kızı hükmündedir. Kadının kocası
onun babasıdır. Kocanın kardeşleri de onun amacaları, kocanın oğulları ise,
onun kardeşleri, kocanın çocuklarının erkek çocukları da onun yeğenleridir.
Süt annenin soy bakımından akrabaları da onun süt bakımından akrabalarıdır.
4. Bir
kadının zinadan kazandığı sütü emzirdiği bir çocukla o sütün sahibi olan
zinakâr adam arasında akrabalık meydana gelmez.[89]
2056.
...Ümmü Seleme (r.anhâ)'dan rivayet olunduğuna göre Ümmü Habibe;
Ya Resûlullah, sende
kız kardeşime karşı bir evlenme arzu(su) var mı dedi. (Resûl-i Ekrem de:)
"Ne
yapacakmışım?" diye sordu (Ümmü Habîbe de:)
Onunla evlenirsin,
diye cevap verdi. (Hz. Peygamber de:)
"Kız kardeşinle
mi?" deyince o:
Evet, diye karşılık
verdi. (Resûlullah:)
"Sen bunu
(gerçekten) arzu ediyor musun?" dedi. (ÜmmüHabîbe:)
Ben seninle (evli
olan) tek kişi değilim ve bana hayırda ortak olmasını en çok arzu ettiğim kimse
kız kardeşimdir, diye karşılık verdi. (Hz. Peygamber:)
"(Bu olamaz),
Çünkü o bana helâl değildir!" (Ümmü Habîbe:)
Allah'a yemin olsun ki
bana anlatıldığına göre, sen Ebû Seleme'nin kızı Dürre'ye yahut Zerre'ye (bu
kızın isminin Zerre mi, Düremi olduğunda râvi) Züheyr şüphe etti- dünürlük
yapıyormuşsun? dedi. (Hz. Peygamber:)
"Ümmü Seleme'nin
kızına mı?" diye sordu (Ümmü Habîbe:)
Evet, diye cevap
verdi. (Resûl-i Ekrem de):
"Şunu iyi bil ki
, (o kız) benim terbiyem altında üvey kızım olmasaydı bile, (yine de) bana
helâl olmazdı. Çünkü o benim süt biraderimin kızıdır. Süveybe beni O'nun
babasıyla beraber emzird.Binaenaleyh kızlarınızı ve kız kardeşlerinizi bana
teklif etmeyiniz" buyurdu.[90]
Hz. Ümmü Habîbe
validemiz, ResûU Ekrem'e kız kardeşi ile evlenmesini teklif edince Resûl-i
Ekrem bu teklifi reddetmiştir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlâ "iki
kız kardeşi bir arada almanız size haram kılındı"[91] buyurarak
bir kimsenin iki kız kardeşle birden evlenmesinin haram olduğunu bildirmiştir.
Bununla beraber Hz. Ümüm Habibe'nin Hz. Peygamber'e böyle bir teklifte
bulunması ona dörtten fazla kadınla evlenme izni gibi özel olarak iki kız
kardeşle birlikte evlenme izninin de verilmiş olabileceğini zannetmesinden
ileri gelmiş olabilir.
Hz. Ümmü Habîbe'nin
Hz. Peygamber'in evleneceğini duyduğu kızın isminde râvi Züheyr tereddüt etmiş,
Dürre bint Ebî Seleme mi, yoksa Zerre bint Ebî Seleme mi olduğunu iyice
kestirememiştir.
Metinde geçen
"hicr" kelimesi, elbisenin ön tarafı mânâsına gelir. Burada ev,
terbiye ve himaye anlamında kullanılmıştır. "Hacr" şeklinde okumak da
caizdir.
Aslında üvey kızın
üvey babasına haram olması için onun terbiye ve himâyesi altında bulunması şart
değildir. Fakat âyet-i kerimede; "Birleştiğiniz karılarınızdan olup
evlerinizde bulunan üvey kızlarınız."[92]
buyurulduğu için Resul-i Ekrem de âyet-i kerimeye riâyet ederek; "terbiyem
altında bulunan üvey kızım olmasaydı" demek suretiyle "üvey kızım"
sözünü "fî hicrî: evimde" kelimesiyle kayıtlamıştır. Esasen usulde
bilindiği üzere bu çeşit kaydlara kayd-ı ihtirazı değil, kayd-ı ekserî denir,
ki hükmü kayıtlayıcı olmaktan uzaktır. Hükme konu olan meselenin genellikle
içinde bulunduğu hali belirtmek için kullanılır.[93]
Bir başka ifadeyle
üvey kızın üvey babasına haram olması için onun himayesinde bulunması şart
değildir. Fakat üvey kızlar genellikle üvey babalarının yanında bulundukları
için bu kayıt getirilmiştir.
Resûl-i Ekrem'in
ifâdesinden anlaşıldığına göre Ümmü Seleme'nin kız kardeşi Dürre (yahud Zerre)
kendisine iki cihetten haramdır:
a. Üvey kızı
olduğu için,
b. Süt
kardeşinin kızı olduğu için.
Çünkü Ebû Leheb'in
azatlı kölesi Süveybe hem bu kızın babası Ebû Seleme'yi, hem de Resûl-i Ekrem'i
emzirmiştîr. Rivayet edildiğine göre hz. Süveybe Ebü Leheb'in cariyesi idi.
Resûl-i Ekrem dünyaya geldiği gün doğum haberini Ebû Leheb'e eriştirdiği için
Ebû Leheb bu müjdenin mükafatı olarak onu hürriyetine kavuşturdu. Hz.
Hâlime'ye verilmeclen önce de onu bir süre emzirtti. Buhârî'nin rivayeti de
böyledir.[94] Bazı siyer kitaplarına
göre ise, Ebû Leheb, onu Resûl-i Ekrem'i emzirttikten uzun müddet sonra ve
hicretten önce hürriyetine kavuşturmuştur. Hz. Süveybe'nin İslâmiyeti kabul
edip etmediği ihtilaflıdır. Ebu Nuaym'ın açıklamasına göre, onun müslüman
olduğuna dair bir rivayet mevcut değildir. İbn Sa'd'm Tabakât'ında ifâde
edildiğine göre hicretten önce Resûl-i Ekrem ve Hatice validemiz onu ziyaret
edip izzet-ü ikramda bulunurlardı. Hatta Hz. Hatice bir defasında onu
hürriyetine kavuşturmak maksadıyla Ebû Leheb'e gidip Süveybe'yi kendisine
satması için rica etmişti. Fakat Ebû Leheb onu satmadı, ancak Resûl-i Ekrem
Medine'ye hicret ettikten sonra hürriyetine kavuşturdu. Hz. Peygamber Medine'de
iken de ona elbise ve diğer ihtiyaçlarım gönderirdi. Hicretin yedinci
senesinde Hayber dönüşünde vefat haberini aldı.
Süheylî'nin Hz.
Abbâs'dan rivayetine göre Ebu Leheb öldükten bir sene sonra kardeşi Abbas onu
rüyasında çok kötü bir halde görmüş ve ona halini sormuş. Ebû Leheb de şöyle
cevap vermiş: Ben sizden ayrıldıktan sonra hiç rahat yüzü görmedim. Ancak
pazartesi günleri bana yapılan azab hafifletilmektedir. İbn Abbas'ın ifâdesine
göre bu hafi iletilmenin sebebi, pazartesi günü Resûl-i Ekrem'in dünyaya gelişini
Hz. Süveybe'nin Ebû Leheb'e müjdelemesi üzerine onun da fevkalâde sevinip Hz.
Süveybe'yi hürriyetine kavuşturmasıdır.[95]
1. Bir
kimsenin karısı hayatta ve nikâhı altında iken baldızı ile evlenmesi haramdır.
Fakat adam karısını bâin talâk ile boşayacak olursa, o zaman baldızıyla.
evlenebilir. Ric'i talâk ile boşamış ise, iddeti bitinceye kadar evlenemez.
Çünkü ric'î talak ile boşanmış olan bir kadına kocasının iddet içerisinde
dönmesi mümkün olduğundan aralarında evlilik bağı devam etmektedir. İddet
bittikten sonra nikâhı yenilemezlerse, o zaman kadın boş düşeceğinden adam
baldızıyla -evlenebilir. Bu konuda adamın karısı ile baldızının ana-baba veya
sadece baba veya sadece ana cihetinden kardeş olmaları arasında bir fark
olmadığı gibi, süt cihetinden kardeş olmalarıyla neseb cihetinden kardeş
olmaları arasında da bir fark yoktur. Zevcenin teyzesiyle halası da baldız
hükmündedir.
2. Kişinin
üvey kızıyla evlenmesi haramdır. Çünkü Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'inde,
"Birleştiğiniz kanlarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız
size haram kılınmıştır, eğer onlarla birleşmemişseniz (kızlarını almaktan
ötürü) üzerinize bir günah yoktur"[96]
buyurmuştur.
Bu âyet-i kerimede
geçen "birleştiğiniz kanlarınızdan olan" cümlesi üzerinde ulemâ
ihtilâfa düşmüştür.
Hanefî ulemâsıyla İmam
Mâlik ve Ahmed'e göre buradaki birleşmekten maksat, cinsî münasebettir ya da
kadınla tenhada baş başa kalmak gibi cinsî münâsebeti hazırlayan sebeplerdir.
el-Evzâî'nin
açıklamasına göre bir kimse bir kadınla baş başa kalır da onu soyar, eliyle ona
dokunursa veya başbaşa kalıp kapıyı kapar ya da perdeleri indirirse, cinsel
temas olmasa bile artık o kadının kızı o kimseye helâl olmaz. Ebedî olarak
nikâhı haram olur. Kadın öldükten sonra da bu haramlık devam eder, fakat adam
kadınla birleşmemiş olduğu gibi aralarında birleşmeyi hazırlayıcı sebepler de
bulunmamışsa o zaman o kadının kızıyla evlenmesinde bir sakınca yoktur.
3. Davûd-ı
Zahirî ise, bu hadîsin zahirine sarılarak bir kimse evinde ve terbiyesinde
bulunmayan üvey kızının annesi öldükten veya boşadıktan sonra o kızla
evlenebilir demiştir. Ancak onun bu sözü, bütün İslâm ulemâsının verdiği
"insanın üvey kızıyla evlenmesi haramdır, bu konuda o kızın üvey babasının
evinde ve terbiyesi altında olup olmaması arasında fark yoktur" şeklindeki
ortak hükme aykırıdır.
4. Süt
kardeşin kızı ile evlenmek haramdır.[97]
Nevevî'nin beyânına
göre sütün" erkeğe izafe edilmesinin sebebi, süt emziren kadının kocası olması
ve yahutta milk ya da şüphe ile onunla cinsî münâsebette bulunmasıdır. Yani
sütün erkeğe izafe edilmesi mecâz-dir. Süte sebeb olduğu için ona nisbet
edilmiştir.[98]
2057.
...Âişe (r.anhâ)'dan; demiştir ki: Eflah b. Ebi'l-kuays yanıma gelmişti, ben
de kendimi ondan gizledim. Bunun üzerine;
Ben senin amcan
olduğum halde, benden gizleniyor musun? dedi. Ben de:
Nereden (amcam
oluyormuşsun)? dedim. O da:
Kardeşimin karısı seni
emzirdi, diye cevap verdi. (Hz. Âişe) dedi ki: .
Beni emziren kadındı,
erkek değil. Tam bu sırada Resülullah (s.a.) yanıma geldi. (Hadiseyi) ona
anlatınca:
"O senin
amcandır, varsın senin yanına girsin" buyurdu.[99]
Her ne kadar bu
hadisle Müslim'in Süfyân'dan rivayet ettiği hadiste[100] Hz.
Âişe'nin süt amcasının ismi Eflah b. Ebi'l-Kuays olarak
geçiyorsa da Müslim'in rivayet ettiği diğer bir hadiste[101]
Ebu'l-Kuays olarak Buhârî ve Müslim'in bazı rivayetlerinde ise[102] Ehû
Ebi'l-Kuays olarak geçmektedir. Müslim'in Ata'dan rivayet ettiği diğer bir
hadiste de[103] sözü geçen kimsenin
Ebu'1-Ca'd olduğu kaydedilmektedir. Tekmiletu'l-Menhel yazarı Emin Mahmûd,
bütün bu rivayetlere işaret ettikten sonra "bu rivayetler içerisinde en
doğru rivayet bu ismin "Eflah, Ehû Ebi'lTKuays" olduğunu açıklayan
rivayettir. Çünkü hadis kitaplarında ve diğer kitaplarda Hz. Âişe'nin süt
amcasının meşhur olan ismi Eflah, Ehû Ebi'l-Kuays olarak, künyesi de Ebu'1-Ca'd
olarak geçer" demiştir. Hz. Âişe yanına gelen Eflah'ı görüp de ondan gizlenince
Eflah'ın "ben senin amcan olduğum halde benden gizleniyor musun?"
sorusuna karşılık "sen benim nereden amcam oluyor muşsun?" diye cevap
vermesi, hayretinin ifadesidir. Çünkü Hz. Âişe, Eflah'ın soy bakımından amcası
olmadığını biliyordu ve bir erkeğin de süt yoluyla akraba olacağını bilmiyordu.
Hz. Âişe, Eflah'dan aldığı cevabın doğruluk derecesini daha emin bir kaynaktan
öğrenmek için meseleyi Resûl-i Ekrem'e açmış, Resûl-i Ekrem de o anda gelen
vahye ya da daha önceki bilgisine dayanarak Eflah'ın haklı olduğunu
söylemiştir.[104]
Süt emziren kadınla
sütü emen çocuk arasında sut akrabalığı meydana geldiği gibi sut emziren
kadının kocasıyla süt emen çocuk arasında da meydana gelir.
Zahirî ulemâsının dışında
bütün ulemâ süt emen çocukla sütü emziren kadının kocası arasında süt
akrabalığının meydana geleceğini, dolayısıyla o kimsenin süt oğlu olacağını ve
o kişinin çocuklarının da söz konusu çocuğun kardeşi; adamının kardeşlerinin
de amcası ve hâlâsı olacağını, o çocuğun evlatlarının da o adamın torunları
olacağını söylemişlerdir. Zahirî ulemâsına göre ise, bu çocukla bu,çocuğu
emziren kadının kocası arasında süt akrabalığı meydana gelmez. İbn Uleyye de bu
görüştedir. .Hz. İbn Ömer ile Hz. Âişe'nin de bu görüşte olduğu rivayet
olunmuştur. Delilleri ise, "Sizi emziren analarınız, süt bacılarınız size
haram kılındı..."[105]
âyet-i kerimesidir. Bu görüşte olan Zahirî ulemâsına göre "ayet-i kerimede
soy akrabalığı açıklanırken bir insana kızının ve hâlâsının haram olduğu
belirtildiği halde yine aynı âyet-i kerimede süt akrabalığı açıklanırken süt
kızdan ve süt haladan bahsedilmemesi süt emen çocukla, süt emziren kadının
kocası arasında süt akrabalığının meydana gelmediğini[106] gösterir."
Aksi görüşte olan cumhûr-î
ulemânın deliliyse Hz. Âişe'nin süt amcasından bahseden ve konumuzu teşkil
eden hadisle "neseb sebebi ile haram olan kimseler emzirmeden dolayı da
haram olurlar" manâsına gelen 2055 numaralı hadis-i şeriftir. Bu görüşte
olan cumhûr-i ulemâya göre, Zahirî ulemâsının kendi görüşlerini delil olarak
gösterdikleri âyet-i kerime onların zannettiği gibi bir erkeğe süt kızı ile
süt halasının helâl olduğuna delâlet etmez. Çünkü bir hükmün içerisine giren
şeylerden bir kısmının zikredilmesi, delil bulunmadıkça, zikredilmeyen
kısımlarının bu hükmün dışında kaldığına delâlet etmez. Bu meselede süt kızı
ile süt halasının helâl olduğuna dair bir delil bulunmadığı gibi, tam tersine
haram olduğuna delâlet eden pek çok hadis vardır.
İbn Kudâme'nin
beyânına göre İmam Ahmed şöyle demiştir: "Bir erkeğin iki karısı olsa da
onlardan biri bir erkek çocuğu, öbürü de bir kız çocuğu emzirse, bu iki çocuğun
biri biriyle evlenmesi haram olur."[107]
Nitekim, "iki cariyesi bulunan bir erkek hakkında cariyelerden biri bir
kız çocuğu öbürü de bir erkek çocuğu emzirmiştir. Bu oğlanın bu kızla evlenmesi
caiz midir? diye İbn Abbas (r.a.)'a soruldu da. "Hayır", "likâh
(aşı) birdir" diye cevap verdi.[108]
2058.
...Âişe (r.anhâ)'dan rivayet olunduğuna göre bir gün Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem (Hz. Âişe'nin) yanma gelmiş, onun yanında bir adam varmış. Bu
(durum Resül-i Ekrem'in) hoşuna gitmediği için yüzü değişmiş, (Bu hadisin
buraya kadar olan kısmını Hafs ile Muammed b. Kesîr Ebu Davud'a aynı mânâya
gelen değişik sözlerle rivayet etmişlerken hadisin bundan sonraki kısmını naklederken
hem söz hem de mânâ bakımından) ittifakla şöyle rivayet ettiler. Bunun üzerine
(Hz. Âişe;)
Ya Resûlallah, bu
(zât)'benim süt kardeşimdir, dedi. (Hz. Peygamber de);
"Süt
kardeşlerinize iyi dikkât ediniz. Çünkü süt hükmü ancak açlıktan dolayı sabit
olur" buyurmuştur.[109]
İbn Hacer'in beyânına
göre, Resûl-i Ekrem geldiği zaman Hz.
Âişe'nin yanında bulunan kimsenin Ebu'l-Kuays'ın oğlu olma ihtimali kuvvetlidir.
Bazıları o kimsenin Hz. Âişe'nin süt kardeşi Abdullah b. Yezid olduğunu
söylemişlerse de bu doğru değildir. Çünkü Abdullah'ın sahâbî olmayıp tabiî
olduğunda ittifak vardır. Abdullah'ın annesi Hz. Âişe'yi emzirmiş Abdullah'ı
da Hz. Peygamber'in vefatından sonra dünyaya getirmiştir.[110]
Metinde geçen açlıktan
maksat, gıdası süt olan, sütle doyabilen çocuğun açlığıdır. Çünkü süt
çağındaki bir çocuğun midesi çok küçük ve zayıf olduğundan sütle doyabilir.
Etleri ve kemikleri de bu sütle beslenir ve gelişir. Neticede bu çocuğun vücudu
süt anneden alınmış gıda ile beslenip büyür. Öz çocuklarda da bu durum söz
konusudur. Bu bakımdan süt çocuk da nikâh bakımından süt annenin öz
çocuklarından birisi gibi olur.
Hattâbî'nin beyânına
göre metinde geçen "süt hükmü" kelimesinde maksat, evlenmeyi haram
kılan 'süt, çocuğun küçükken emdiği kendisine kuvvet veren ve açlığını gideren
süttür. Bir başka deyişle sütün yemek yerine geçtiği çağda emilen süttür. Fakat
ekmek ve et gibi yiyecek maddeleriyle doyabilen, sütle doyamayacak çağa gelen
kimseleri emdiği sütten dolayı süt akrabalığı meydana gelmez. 2060 numaralı
hadisin şerhinde bu konuya tekrar değineceğiz; inşallah.[111]
1. Süt
akrabalığı meydana getiren ve dolayısıyla bu akrabalar arasında evlenmeyi haram
kılan süt, süt çağında ve doyuncaya kadar emilen süttür. Nitekim şu hadis-i
şerif de bu gerçeği te'yid etmektedir: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve
sellem) şöyle buyurdu: "Süt emmenin ancak (sütün) memede iken (çocuk
emdiği sırada) harsa klan yaranı ve (çocuk) memeden kesilmeden önce olanı
(evlenmeyi) haram kılar."[112]
İmam Tirmizî, bu hadis hakkında şu hükmü veriyor: "Bu hadis
hasen-sahih'dir. Peygamber (s.a.)'in ashabından ve sonrakilerden ilim
adamlarının çoğunun ameli bu hadis üzeredir. Süt emme ancak iki yaşın altında
olursa o zaman mahrem küar, iki tam seneden sonra olanı hiçbir kimseyi mahrem
kılamaz."[113]
Cumhûr-i fukahâ, süt
emme süresi tam iki yıldır derler. Delilleri ise; "Anneler çocuklarım iki
tam yıl emzirirler..."[114]
âyetidir. İmam Ebû Ha-nife'ye göre ise, süt kardeşliği doğuran bu emme süresi
iki buçuk yıldır. Delili ise, "Onun bu taşınması ve sütten kesilmesi otuz
aydır.”[115] âyet-i kerimesidir.
2. Bir
kadının sütüyle beslenmek süt akrabalığı meydana getirir. Bu hususta emmekle,
içmek, yemek, ilâç olarak boğaza veya buruna akıtmak ya da içerisine ekmek
doğrayıp ekmekle beraber yemek veya pişirerek yemek arasında bir fark yoktur.
Çünkü bunların hepsi de çocuğun açlığım giderebilir. Cumhur-ı ulemâ bu
görüştedirler.
Hanefî ulemâsına göre
ise, süt akrabalığının meydana gelebilmesi için sütün mutlaka ağız veya burun
yoluyla alınması ve sütün karın boşluğuna ulaşması şarttır. Binaenaleyh şırınga
ile vücuda zerk edilen, kulak ya da gözden alınan veya yara üstüne sürülen
sütle süt akrabalığı meydana gelmez. Çünkü bu yollarla alman süt çocuğun
vücudunu beslemez, ona bir gıda veremez. Eğer çocuk meme ucunu ağzına alır da
ondan emdiği sütün karın boşluğuna ulaşıp ulaşmadığı kesinlikle anlaşılamazsa,
süt akrabalığının meydana geldiğine hüküm verilemez. Çünkü hüküm ancak kesin
bilgiye dayanılarak verilir. Şüphe üzere hüküm verilemez.
el-Leys b. Sa'd ile
Zâhiriyye ulemâsına göre ise, süt akrabalığının gerçekleşmesi için çocuğun
memeyi ağzına alarak emmesi şarttır.
Süt akrabalığının gerçekleşmesi
için emilmesi gereken sütün miktarı ile ilgili görüşleri ileride tetkik
edeceğiz.[116]
2059. ...îbn
Mesûd (r.a.)'dan; demiştir ki: Kemikleri kuvvetlendiren ve kas(lar)ı oluşturan
(süt emmenin) dışında (süt akrabalığı meydana getirecek) hiçbir süt emme
yoktur. (Abdullah b. Mesûd hakkında) Ebû Mûsâ (el-Hiiâlî); Bu büyük âlim
aramızda iken bize soru sormayınız, dedi.[117]
Bu haber süt
akrabalığı meydana getiren ve nikâha engel teşkil eden sütün çocuğun
süt çağında emdiği süt olduğuna,
süt çağının dışında emilen sütün böyle bir süt akrabalığı meydana
getirmediğine delâlet etmektedir. Süt çağındaki bir çocuğun midesi küçük ve
zayıf olduğundan onun emeceği süt doyup beslenmesine; kemik ve kaslarının
teşekkülüne yeterli olacağından o çocuk emdiği süt sebebiyle kendisini emziren
kadının bir parçası haline gelir ve ister istemez sütünü emziren kadınla o
çocuk arasında bir akrabalık meydana gelir. Nikâhının haramlığı bakımından o
çocuk, sütünü emziren kadının çocukları hükmüne girer.[118]
Süt akrabalığı çocuğun
iki yaşına kadar (süt çağı içerisinde) emdiği sütle meydana gelir. Sut çağı
geçtikten sonra emilen sütlerle süt akrabalığı meydana gelmez.
Bu hadis-i şerifi,
Hanefî ulemâsından Kâsânî daha uzun bir şekilde rivayet etmiştir. Kâsânî'nin
rivayeti şöyledir: "Çölde yaşayan bir adamın karısı bir çocuk dünyaya
getirmişti. Fakat kısa bir süre sonra çocuk öldü. Kadının memeleri emilmediği
için sütle dolmaya ve kabarmaya başladı, bu yüzden kadının memeleri şiddetli
bir şekilde sancılanıyordu. Bunun üzerine kadını bu durumdan kurtarmak' için
kocası onun memelerindeki sütleri emip dışarıya atmayı denedi. Fakat bir ara
erkek emdiği sütün bir kısmının boğazına gittiğini hissetti. Bundan son derece
telaşlanarak Hz. Ebû Mûsâ el-Eş'ârî'ye varıp durumu ona anlattı. Hz. Ebû Musa
da, "Artık karın senin süt annen olduğu için sana haram olmuştur"
diye fetva verdi. Daha sonra adam Hz. Abdullah b. Mes'ûd'a gelerek durumunu
anlattı, İbn Mesûd o adama "bu meseleyi daha önce başka birine sordun
mu?" dedi. Adam da Ebu Musa el-Eşârî'ye sorduğunu söyleyince, Hz. İbn
Mesud doğruca Hz. Ebû Musa'nın yanına varıp ona "Sen evlenmeyi haram kılan
sütün ancak kasları teşekkül ettiren sütler olduğunu bilmiyor musun?"
dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Musa el-Eş'ârî de Hz. İbn Mes-ûd'u kast ederek;
"Aramızda bu büyük âlim varken bir daha benden fetva istemeyiniz"
dedi.[119]
İmam Mâlik de bu
konuyla ilgili olarak şu hadisi rivayet etmiştir: Bir adam Ebû Mûsâ
el-Eşârî'ye:
Ben hanımımın memesini
emdim, karnıma süt gitti (bunun hükmü nedir)? diye sordu. Ebû Musa:
Buna göre o kadın sana
haram olmuştur, deyince Abdullah b. Mesûd:
Adama nasıl fetva
verdiğine dikkat et, dedi. Ebû Musa:
Bu hususta sen ne
dersin? deyince İbn Mesûd':
Emme ancak iki sene
içerisinde olur, dedi. Bunun üzerine Ebû Mûsâ:
Bu büyük âlim aramızda
iken bana birşey sormayınız, dedi."[120]
Süt emme çağının
süresi hakkındaki görüşler, gelecek 2060 numaralı hadisin şerhinde
açıklanacaktır.[121]
2060.
...(Bir önceki hadisin) manası Abdullah b. Mes'ud vasıtasıyla Peygamber (sallallahu
aleyhi ve sellem)'den naklen rivayet olunmuştur. (Ancak Veki’ bu hadisi);
"kemiği büyüten (süt)” diye rivayet etmiştir.[122]
Bu hadisle bir önceki hadisin sözleri arasında farklılık varsa da mânâ bakımından
aralarında bir fark yoktur.Bu iki hadis arasında köklü olarak iki fark vardır:
1. Bu hadis
merfû'dur bir önceki hadis ise, îbn Mes'ûd'a dayanan mevkuf bir hadistir.
2. Bu
hadiste Ebû Musa'nın babası ile İbn Mesûd arasında başka bir râvî yoktur. Bir önceki
hadiste ise, Ebû Musa'nın babası ile İbn Mes'-ûd arasında İbn Mes'ûd'un oğlu
bulunmaktadır.[123]
1. Süt
akrabalığı meydana getiren süt, çocuğun sut çağında emdiği suttur. Çünkü bu çağda
çocuk sadece sütle doyar, onun besini sadece süttür. Haleften ve seleften
cumhûr-ı ulemâ bu görüştedirler. Fakat sütün süt akrabalığı meydana
getirebildiği "süt çağı"nın süresi ulemâ arasında ihtilaflıdır.
Süfyan es-Sevrî,
el-Evzâî, Şafiî, Ebû Yûsuf, Muhammed, İshâk ve Ebû Sevr'e göre süt
akrabalığının meydana geldiği "süt çağı" iki senedir. Binaenaleyh
çocuğun iki yaşını bitirdikten sonra bir kadını emmesiyle süt akrabalığı
meydana gelmez. Hz. Ömer b. el-Hattâb, İbn Mes'ûd, Ebû Hureyre, Said b. el-Müseyyeb,
Ebû Hanife ve İmam Muhammed'in de bu görüşte oldukları rivayet olunmuştur.
İmam Mâlik'den gelen
bir rivayete göre, çocuğun iki yaşını bitirdikten sonra iki üç ay içerisinde
emdiği sütle de süt akrabalığı meydana gelir. Çünkü bu sıralarda çocuk süte çok
muhtaç olduğundan sütten birden bire değil de tedrici olarak ayrılır. Bu
bakımdan bu sıralardaki emmenin de hükmü aynıdır.
Süt emme çağının iki
sene olduğu görüşünde olanların dayandıkları delilleri şu şekilde sıralamak
mümkündür:
1.
"Anneler çocuklarını -emzirmeyi tamamlamak isteyen kimse için-tam iki yıl
emzirirler'"[124] Bu
âyet-i kerimede süt emme çağının iki senede sona erdiği kesin bir dille ifade
edilmiştir.
2.
"(İnsanın) ana karnında taşınması ile sütten kesilmesi otuz aydır."[125]
hamileliğin en azı olan altı ayı âyet-i kerimede belirtilen otuz aydan
çıkartılacak olursa, süt emme müddeti olarak geriye 24 ay (iki sene) kalır.
3.
Süfyân'dan mevkuf olarak rivayet edilen "iki seneden sonra süt emme(nin
hükmü) yoktur" mealindeki hadis-i şerif.[126]
4. İbrahim
b. Ukbe der ki: Said b. el-Müseyyeb'den emmenin hükmünü sorduğumda Said,
"iki sene zarfında meydana gelen emme bir damla da olsa nikâhı haram
kılar. Amma iki seneden sonraki emme çocuğun yediği yemek hükmündedir, (Nikâhı
haram kılmaz." dedi. Sonra Urve b. ez-Zübeyr'e sordum. O da aynen Said b.
el-Müseyyeb'in söylediğini 'tekrarladı."[127]
İmam Ebû Hanife'nin
meşhur olan kavline göre ise, "emzirme müddeti" çocuk doğduğu andan
itibaren geçen otuz aydır. Eğer çocuk ayın başında doğmuş ise bu miiddet aya
göre hesaplanır. Eğer ayın başında değil de ortasında doğmuşsa, her ayın otuz
çektiği kabul edilerek bu süre hesaplanır. Hz; İmâm'ın bu görüşünün delili ise,
"çocuğun ana karnında taşınması ile sütten kesilmesi otuz aydır,"[128]
âyetidir. Ona göre bu ayet-i kerimede hem süt emme müddetinin, hem de hamilelik
müddetinin otuz ay olduğunu ifade etmektedir. Her ne kadar Hz. Âişe'nin rivayet
ettiği "gebelik müddeti kesinlikle iki seneden fazla süremez"
anlamındaki Hadis-i şerîf gebeliğin iki seneden fazla olamayacağını ifade
ederse de süt emme müddetinin 30 ay olduğu hükmü bakidir."
Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre bu ayet-i kerime süt emme ve gebelik müddetlerinden her
ikisinin de otuzar ay sürdüğünde değil, gebelik ve süt emme müddetinin
toplamının otuz ay sürdüğünü ifâde etmektedir. Çünkü "anneler çocuklarını
tam iki yıl emzirirler"[129]
âyet-i kerimesi süt emme müddetinin iki sene sürdüğü ve geriye kalan altı ayın
da en az gebelik müddeti olduğunu kesinlikle ifade etmektedir.
Hanefî ulemâsından
Bâbertî de cumhurun görüşünün doğruluğunu is-bat için şöyle diyor: "Hz.
Osman devrinde bir adam evlenmişti. Karısı altı ay sonra bir çocuk dünyaya
getirdi, bunun üzerine kadın Hz. Osman'ın huzura getirildi. Hz. Osman kadının
recm edilip edilemeyeceğini konuşmak üzere şûra üyelerini topladığı zaman,
kadının recmedilmesi gerektiğini savunanlara karşı Hz. İbn Abbas şöyle
konuştu:
Ben Allah'ın Kitabıyla
size karşı çıkarsam bu davada haklı çıkarım. O'na;
Bunu nasıl
yapabilirsin? dediler. O da:
Allah Teâlâ Kur'an-ı
Keriminde önce "Çocuğun ana karnında taşınması ile sütten kesilmesi otuz
ay sürer" buyuruyor. Sonra da "Anneler çocuklarını tam iki yıl
emzirîrler" diye ferman ediyor diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Osman o
kadını bırakıverdi.[130]
Bu ihtilâf nikâhı
haram kılan emme müddeti ile ilgilidir. Kocasından ayrılan emzikli bir kadına
ödenecek olan emzirme parasının iki sene süreceğinde ise ittifak vardır.
Aslında bir çocuğu iki
sene emzirmek icâbeder. Ancak anne ve baba iki sene dolmadığı halde çocuğu
sütten ayırmanın ona bir zarar vermeyeceğinde görüş birliğine varabilirlerse o
zaman onu sütten ayırmalarında herhangi bir sakınca yoktur. Süt emme çağında
çocuğu annesi emzirebile-ceği gibi, onu bir süt anneye vermek de caizdir. Eğer
babanın, çocuğu ücretli süt anneye vermeye imkânı yoksa o zaman çocuğu emzirme
görevi anneye düşer. Bu iki sene içerisinde annenin çocuğu emzirmesine karşılık
baba onun nafakasını ve giyeceğini cemiyette hoş karşılanan şekliyle temin
emekle mükellef olur. Şayet imkânı olur da çocuğu süt anneye verecek olursa, o
zaman da süt anneye ücret öder. Çünkü Allah Teâlâ Kur'ân-ı Keriminde şöyle
buyurmuştur: "Anneler çocuklarını -emzirmeyi tamamlamak isteyen kimse
için- tam iki yıl emzirirler. Onların uygun biçimde yiyeceğini ve giyeceğini
sağlamak, çocuğun babasına aittir. Herkes ancak gücü ölçüsünde bir şeye
mükellef tutulur. Anne de çocuğu yüzünden, çocuğun ait bulunduğu babada çocuğu
yüzünden zarara sokulmasın. Mirasçının da aynı şeyi yapması gerekir. Eğer
(ana-baba) anlaşıp danışarak (çocuğu memeden) kesmek isterlerse, kendilerine
günah yoktur. Çocuklarınızı (süt annesi tutup) emzirmek isterseniz, vereceğiniz
güzelce verdikten sonra yine üzerinize bir günâh yoktur. (Emzirtirsiniz)
AMah'dan korkun ve bilin ki Allah yaptığınız herşeyi görmektedir"[131]
2061. ...Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem'in hanımı Âişe (r.anhâ) ve Ümmü Seleme (r.anhâ)'dan
rivayet olunmuştur: Resû-lullah sallallahu aleyhi ve sellemin Zeyd'î evlatlık
edindiği gibi, Ebû Huzeyfe b. Utbe b. Rabia b. Abdişems de Ensar'dan bir
kadının azatlı kölesi olan Sâlim'i evlâtlık edinmiş ve kardeşinin kızı Hind
bint el-Velîd b. Utbe b. Rabia ile evlendirmişti. Cahiliyye çağında bir kimse
bir adamı evlatlık edindi mi halk o evlatlığı o adama nis-bet ederek
isimlendirirlerdi. Evlatlık da o adamın mirasına vâris olurdu. Nihayet noksan
sıfatlardan münezzeh olan yüce Allah bunun hakkında; "Onları babalarına
nisbet ederek çağırın"[132]
âyet-i kerimesini, "onlar sizin din kardeşlerinizdir ve
dostlarınızdır" buyruğuna kadar indirince (bu evlâtlıklar babalarına
verildi, babası bilinmeyenler) de dost ve din kardeşi oldu.
Bu sırada Ebû
Huzeyfe'nin hanımı Sehle bint Süheyl b. Amr el-Kureyşî gelerek;
Ey Allah'ın Resulü,
biz Sâlim'e (kendi neslimizden gelen) bir çocuk gözüyle bakıyorduk, kocamla
benim yanımda bir evde kalıyor ve (dolayısıyla) beni başı, yakası, boynu yüzü
ve kolları açık bir kıyafetle görüyordu. Şimdi ise Aziz ve Celil olan Allah
evlâtlıklar hakkında senin de bildiklerini indirdi. Salim hakkındaki görüşünüz
nedir? diye sordu. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de ona;
"Onu emzir"
buyurdu. Sehle, enu beş kez emzirdi ve Salim O'nun sütoğlu oldu. Bu olay
nedeniyle Âişe (r.anhâ) kendisinin görmek istediği ve yanına girmelerini arzu
ettiği kimseleri kız kardeşlerinin veya erkek kardeşlerinin kızlarının
emzirmelerini isterdi. Eğer (emzirilmesini istediği kimse) yetişkin ise, beş
defa emzirmelerini isterdi. (O kimse Hz. Âişe'nin bu isteğine uyduktan) sonra
artık Hz. Âişe'nin yanına (rahatça) girerdi.[133]
Ümmü Seleme.ile Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin diğer hanımları,
beşikte iken süt emmedikçe halktan bir kimsenin bu şekilde süt emmek suretiyle
yanlarına gelmesine izin vermezlerdi. Ve Hz. Âişe'ye de;
Vallahi bilmiyoruz, belki
bu diğer halk için değil de sadece Sâlim'le ilgili olarak Peygamber (s.a.)
tarafından verilmiş özel izindir, derlerdi.[134]
Ebû Huzeyfe'nin ismi
Mühşim, yahud Heşim veya Kays'dır. İslama ilk girenlerdendir. 43.kişiden sonra
müslüman olmuştur. Önce Habeşistan'a oradan da Medine'ye hicret etmiş Kabe'ye
ve Kudüs'e doğru namaz kılmıştır. Başta Bedr ve Uhud olmak üzere bütün
savaşlara katılma şerefine erenlerdendir. Hicretin 56. yılında Yemâ-me
savaşında şehid olmuştur.
Salim'i hürriyetine
kavuşturan kadın ise Ebû Huzeyfe (r.a.)'ın karışıdır. İsmini Leylâ veya Selmâ
olduğu söylenir. Kendisi Hz. Salim'i hürriyetine kavuşturunca Ebû Huzeyfe
(r.a.)'de onu evlâtlık edinmiştir.
Resûl-i Ekrem'in
evlatlık edindiği Zeyd b. Hârise'ye gelince, daha 8 yaşında iken satılık
esirler arasında halka arz edilmek üzere Ukaz çarşısına getirilmişti. Onu
Hâkim b. Hizam b. Huveylid hâlâsı Hz. Hatice için 400 dirhem karşılığında satın
almıştı. Resûl-i Ekrem Efendimiz Hz. Hatice ile evlenince Hz. Hatice onu Hz.
Peygambere hediye etti. Hz. zeyd'i kaybettikleri günden itibaren gece gündüz
demeden, durup dinlenmeden bütün ülkeyi gezerek Hz. Zeyd'i arayan babası ve
amcasının yolları bir gün Mekke'ye uğramıştı. Mekke'ye geldikleri zaman Hz.
Peygamber'i aradılar ve onu Mescidde bulup yanına girdiler ve;
Ey Abdullah'ın oğlu,
ey kavminin efendisi olan bir zatın oğlu, siz Allah'ın mukaddes kıldığı bir
bölgenin sakinlerisiniz ve Allah evi Ka'be'nin komşularısınız. Siz köleleri
hürriyetine kavuşturan ve esirleri doyuran kimselersiniz. Biz sana senin
yanında köle olarak bulunan bîr oğlumuzu görmek için geldik. Onun hürriyetine
kavuşması için bize iyilikte bulunmanı, gereken kolaylığı göstermeni rica
ediyoruz, dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz;
"Ben onu
çağırırım ve kendisini serbest bırakırım. Eğer sizi isterse sizin olur, sizinle
birlikte gider; fakat benim yanımda kalmayı isterse vallahi ben beni tercih
eden kimseye başka birini tercih edecek değilim" diye cevap verdi. Onlar
da;
Doğrusu çok insaflı ve
çok lütufkâr davranıyorsun, dediler. Hz. Peygamber derhal Hz. Zeyd'i çağırdı
ve aralarında şu konuşma geçti:
"Bunları tanıyor
musun?"
Evet,
Bunlar kimdir?
Şu babamdır, şu da
amcam.
"Sen beni
biliyorsun ve uzun bir süre benimle beraber oldun. Binaenaleyh şimdi serbestsin
ya beni tercih eder benim yanımda kalırsın, yahut da bunları tercih edersin,
bunlarla beraber gidersin."
Ben sana hiç bir
kimseyi tercih edemem. Sen benim babam ve amcam yerindesin. Bu konuşmayı
dinleyen Hz. Zeyd'in babası ile amcası,
Vay yazık sana sen
köleliği hürriyete, baban, amcan ve diğer ev halkına tercih ediyorsun, öyle
mi? dediler. Hz. Zeyd de;
Ben bu adamda öyle
birşeyler gördüm ki hiçbir zaman hiçbir kimseyi O'na tercih edemem, diye
karşılık verdi. Bu eşsiz tabloyu gören Resûl-i Ekrem Efendimiz derhal Hz.
Zeyd'i Hacer'-i Esved'in önüne götürüp:
"Ey burada hazır
bulunanlar, siz şâhid olunuz ki, bundan sonra Zeyd benim oğlumdur. Bu sebeble o
benim malıma varistir. Ben de onun malının vârisiyim" diyerek halka bir
konuşma yaptı. Orada hazır bulunan Hz. Zeyd'in babasıyla amcası bu durumu
görünce çok sevindiler, gönül hoşluğu ve sevinçle memleketlerine döndüler.[135]
Metinde söz konusu
edilen Hz. Sehle'nin Hz. Sâlim'i emzirme hadisesi Hz. Sehle'nin sütünü bir
kaba sağarak Hz. Sâlim'e içirmesiyle olmuştur. Yoksa yetişkin bir insanın
yabancı bir kadının memesini ağzına alarak emmesi haramdır. İmam Nevevî bu
görüşün en güzel ve isabetli görüş olduğunu söyledikten sonra Müslim'in rivayet
ettiği bir hadise[136]
dayanarak özel olarak Hz. Sâlim'e bu izinin verilmiş olması ihtimaline de yer
veriyor.
Her ne kadar burada
Hz. Peygamber'in Hz. Sehle'ye Hz. Sâlim'i emzirmesi mutlak olarak
zikredilmişse de İmâm-i Malik'in Muvatta'ında "beş defa emzir"
şeklinde rivayet olunmuştur. Ayrıca süt akrabalığının meydana gelmesi için
emmenin en az on defa olacağına dair" bazı hadis-i şerifler[137]
varsa da İbn Abbas'a göre bu kayıtlar neshedilmiştir. BinaenaIeyh süt
akrabalığının meydana gelmesi için bir defa emmek yeterlidir.[138] Her
ne kadar metinde Hz. Sâlim'in evlendiği kadının ismi "Hind" olarak
geçmekte ise de İmam Mâlik'in rivayetinde bu kadının isminin Fâtıma olduğu
kaydedilmektedir ve doğrusu da budur.
Yine metinde Hz.
Âişe'nin yanına girmek isteyen erkeklere Hz. Sâlim'e uygulanan usûlü
uyguladığı, Resûl-i Ekrem'in diğer hanımlarının ise bu görüşe katılmadığı ifade
ediliyorsa da Taberî'nin "Tehzîbü'1-âsâr" isimli eserinde sağlam
senedle rivayet ettiği bir hadiste ise, Hz. Hafsa validemizin de Hz. Âişe'nin
görüşünde olduğu ifade edilmektedir.[139]
Bu hadise İmam
Mâlik'in Muvatta'ında şu mânâya gelen lâfızlarla rivayet edilmiştir: "Hz.
Âişe de yanına girmesini arzu ettiği kimseyi bu hükmü uygulardı. Kız kardeşi
Ümmü Gülsüm ve erkek kardeşlerinin kızlarına yanına almasını arzu ettiği
erkekleri emzirmelerini emrederdi. Ama Peygamber Efendimizin diğer hanımları
böyle bir emme ile hiçbir kimseye yanlarına kabul etmezlerdi ve, "hayır,
Allah'a yemin ederiz ki, Resûlullah'ın Sehle'ye emri, sadece Sâlim'in emmesine
mahsus bir ruhsattır. Hayır, Allah'a yemin ederiz ki bu emme ile hiçbir kimse
yanımıza giremez," derlerdi."[140]
Yetişkin bir kimsenin
emmesiyle de süt akrabalığı meydana gelir, Hz. Aışe ile Urve b. ez-Zubeyr, Ata
b. Ebi Rebah Leys b. Sa'd ve İbn Hazm bu görüştedirler. Nitekim "sizi
emziren analarınız"[141]
âyet-i kerimesinde emzirme kelimesinin mutlak olarak zikredilmesi de bu görüşü
desteklemektedir. Haleften ve seleften büyük çoğunluğu teşkil eden ulemâya göre
ise, süt akrabalığı ancak süt çağındaki emme ile gerçekleşir. Delilleri ise,
bir önceki babta geçen 2058-2060 numaralı hadislerdir.
Bu görüşte olan ulemâ,
yetişkin bir kimsenin emmesiyle de süt akrabalığının gerçekleşeceğini söyleyen
ulemânın görüşünü reddederek şunları söylemişlerdir. Yetişkin bir kimse olan Sâlim'in
süt emme çağı geçtikten sonra, emmesiyle süt akrabalığının meydana gelmesi, Hz.
Peygamber'in bazı zevcelerinin de ifade ettikleri gibi Hz. Salime mahsus özel
bir durumdur.
Aksi görüşte olanlar
da bu iddiaya şu cevabı vermişlerdir: Bu hükmün Hz. Sâlim'e ait özel bir hüküm
olduğunu söyleyebilmek için bir delile dayanmak gerekir. Hz. Peygamber'in Hz.
Âişe dışındaki hanımlarının bu hükmün Hz. Sâlim'e ait özel bir hüküm olduğunu
söylemeleri bir delil olamaz. Çünkü onların bu görüşleri Resûl'i Ekrem'den
ulaşan merfu hadislere aykırıdır. Merfu hadise ters düşen şahsî görüşler
sahabeye bile ait olsa, delil olamaz.
Esasen bu meselede
özel bir durum olsaydı, Resûl-i Ekrem'in bunu açıklaması gerekirdi.
Açıklamadığına göre özel bir durumu yoktur demektir.
Hafız İbn Teymiyye'ye
göre ise, bir ihtiyaç duyulmadığı müddetçe süt akrabalığının meydana gelmesi
için sütün süt emme çağında emilmiş olması şartı aranır. Fakat Hz. Sâlim’in
durumu gibi süt akrabalığının bulunmasını gerektiren özel hallerde bu şart
aranmaz. Şevkânî de bu görüşü tercih etmiş ve bu görüşün konumuzu teşkil eden
hadis-i şerifle bir önceki babta geçen hadislerin arasını uzlaştırdığını
söylemiştir.
Ebu't-Tayyib de
yukarıda geçen muarız iki görüşün temsilcilerinin karşı tarafın görüşünü
çürütmek için muarızlarının dayandıkları hadislerin mensuh veya zayıf olduğunu
isbata yeltendiklerini, fakat aslında bu hadisler arasında bir çelişki olmayıp
sadece umum ve husus farkı olduğunu ifâde ederek İbn Teymiyye'nin görüşüne
katılmıştır.[142]
2062.
...Âişe (r.anhâ) demiştir ki: Allah'ın Kur'ân'da indirdiği (âyetler) içerisinde
"on (defa) emme (nikahı) haram kılar" (âyeti de) vardı. Sonra (bu
âyetteki on defa emme kaydı), "kesinlikle bilinen beş (defa süt) emmek
(nikahı) haram kılar" (âyeti) ile neshedildi. Bu beş emme (ile ilgili âyet
de neshedildiği halde) Kur'ân'da bulunan (âyetler)den olmak üzere (kendilerine
nesih haberi ulaşmayan kimseler tarafından) okunurken Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem vefat etti.[143]
Şafiî ulemâsından
Nevevî'nin açıklamasına göre bu ha- dişin mânâsı şudur: Nikâhı haram kılan
sütün beş defa emilen süt olduğunu ifâde eden âyet Resûlullah'ın hayatının son
zamanlarında neshedildiği için bu âyetten haberi
olmayan kimseler onu
Resûl-i Ekrem'in vefatından sonra da okumaya devam ettiler. Daha sonra
neshe-dildiğini ifade eden'haber kendilerine ulaşınca, bundan vazgeçtiler ve
sahâ-bîler bu âyetin okunmasının neshedildiği hususunda icmâ' ettiler. Biz de
tercümemizde parantez içindeki kelimelerle bu mânâya işaret ettik. Nesh Üç
Kısımdır.
1. Hem
hükmü, hem de okunması neshedilen âyetler: "Kesinlikle bilinen on defa süt
emmek nikâhlanmayı haram kılar"
âyeti gibi,
2. Okunması
neshedilen fakat hükmü neshedilmeyen âyetler. "Kesinlikle bilinen beş defa
süt emmek (nikâhlanmayı) haram kılar",
âyeti ile
"ihtiyar bir erkekle ihtiyar bir kadının zina ettikleri zaman onlarj
recmediniz" âyet-i kerimesi gibi.
3. Hükmü
nesholunup fakat okunması nesholunmayan âyetler Kur'an-ı Kerimdeki mensüh
âyetler genellikle bu nevidendir. "Ve sizden ölüp de karılarını geride
bırakanlar, karılan için bir yıla kadar evlerinden çıkmamak üzere bir nafaka
vasiyet etmelidirler."[144]
âyet-i kerimesi gibi İslâmi-yetin ilk yıllarında ölürken arkalarında eşleri
kalacak olan kimselerin onlara bir sene hiç dışarı çıkmadan besleyecek kadar
bir mal, giyecek ve mesken vasiyyet etmeleri bu âyet gereğince üzerlerine farz
idi. Ve kocasından boşanan kadınların iddeti de. bir sene idi. Sonra bu âyet-i
kerime "içinizden ölenlerin geriye bıraktıkları eşleri dört ay
ongün(bekleyip) kendilerini gözetlerler. Sürelerini bitirince artık kendileri
için uygun olanı yapmalarında size bir günah yoktur. Allah yaptıklarını haber
alır"[145] âyeti kerimesiyle
neshedilerek kocası ölen kadının iddet süresi bir yıldan dört aya indirildi.[146]
Nikâhı haram kılan
süt, beş
kerre emildiği kesinlikle bilinen suttur. Bundan az olan veya beş defa
emildiği kesinlikle belli olmayan süt, nikâhı haram kılmaz. Hz. İbn Mesud'la Hz.
Âişe, Urve b. Zübeyr Abdullah b. Zübeyr, Atâ, Tâvûs, Saîd b. Cübeyr, el-Leys b.
Sa'd, Şafiî, Ahmed, İshak, Zâhiriyye ulemâsından îbn Hazm ve ulemâdan bir
cemaat bu görüştedirler. Hz. Ali'nin de bu görüşte olduğu rivayet olunmuştur.
Delilleri ise, konumuzu teşkîl eden bu hadis-i şerif ile 2061 numaralı
hadistir.
Sözü geçen ilim
adamlarına göre nikâhı haram kılan emmenin gerçekleşebilmesi için bu emmenin,
örfün tayin edeceği ayrı ayrı zamanlarda mey-4ana gelmesi lâzımdır.
Binaenaleyh, memeyi emen de kendi isteği ve arzusuyla bırakırsa bu bir emme
sayılır. Süt emme ile ilgili emirler mutlak olduğundan bir emmenin süresini
tayin işi örfe bırakılmıştır. Çocuğun nefes almak ya da dinlenmek için emmeye
az bir ara verip de çok kısa bir süre sonra tekrar emmeye dönmesi ise, bu
emmenin sayısını artırmaz. Bu bir kimsenin yemek yerken bir sebebten dolayı
kısa bir süre yemeğine ara vermesine benzer ki bu ara verme yüzünden o adamın o
anda iki defa kahvaltı yaptığı veya yemek yediği anlamına gelmez. Tersine o
adamın bir kere yemek yediği kabul edilir. Şafîfî ulemâsı bu görüştedirler.
Eğer çocuğun emmesine
onu emziren kimse ara verecek olursa bu durumda Şafiî ulemasından iki görüş
rivayet edilmiştir:
1. Çocuğu
emziren kimsenin fiiline bu konuda itibar yoktur. İtibar çocuğun fiilindedir.
Binaenaleyh çocuk kendi isteğiyle memeyi bırakıncaya kadar devam eden emme, bir
emme sayılır.
b. Bu konuda
annenin fiiline de itibar edilir.
Çocuğun emerken
memenin birini bırakıp diğerine geçmesi konusunda da Şafiî ulemasından iki görüş
rivayet edilmiştir:
1. Bu emiş
bir emme sayılır,
2. İki emme
sayılır.[147]
Ebû Sevr, Ebû Ubeyd,
Dâvûd ve İbnu'I-Münzir'e göre ise, süt akrabalığı meydana getiren emmenin en
aşağısı üç defa emmedir. Zeyd b. Sabit de bu görüştedir. Ahmed b. Hanbel'in de
bu görüşte olduğuna dair bir irvâyet vardır. Delilleri ise 2063 numaralı
hadis-i şerif ile, "Ümmü el-Fadl dedi ki: Peygamber (s.a.) benim evimde
iken bir bedevi yanına girdi ve şöyle dedi.
Ya Resûlullah benim
bir karım vardı. Üzerine bir daha evlendim. Derken önceki karım yeni zevcemi
bir veya iki defa emzirmiş olduğuuunu söyledi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.),
"Bir veya iki
defa emzirmek hürmeti isbat etmez." buyurdu.[148]
meâlindeki hadistir. Bu görüşü benimseyen ilim adamlarına göre; delillerini
teşki leden Müslim hadisi ile Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki hadisinin
sözleri (mantûku), bir veya iki kerre emmekle nikâhı haram kılan süt akrabalığı
meydana gelmeyeceğini ifâde ederken mefhumu (manası) da nikâhı haram kılan
emmenin en az ikiden fazla olacağına delâlet eder. Çünkü adet ve tekrara
itibare edilen yerde muteber olan üç sayısıdır.
Nikâhı haram kılan süt
akrabalığının meydana gelmesi için emmenin en az beş kerre olması gerektiği
görüşünde olan ilim adamları, bu ikinci görüşü 2061 numaralı Hz. Âişe hadisine
aykırı olduğu, çünkü sözü geçen hadisin sözleri (mantuku) ile nikâhı haram
kılan emmenin en az beş defa olması gerektiğini ifade ederken, mânâsı cihetiyle
de beş defadan az olan emmenin nikâhı haram kılmadığına delâlet ettiği
gerekçesiyle reddetmişlerdir. Her ne kadar bu görüş "bir defa ve iki defa
emmek (nikâhı) haram kılmaz" anlamındaki 2063 numaralı hadis-i şerifin
manasına aykırı düşmekte ise de Müslim'in rivayet ettiği "koskoca adam
olduğu halde ben onu nasıl emziririm"[149]
anlamındaki hadisin ruhuna uygundur. Çünkü Hz. Sehle'nin Hz. Sâlim'i beş defa
emzirdiği kesinlikle bilinmektedir.[150]
Eğer beş defadan daha az emmekle süt akrabalığı gerçekleşmiş olsaydı, Resûl-i
Ekrem Hz. Salim gibi yetişkin bir adamın Hz. Sehle'den beş defa süt emmesine
izin vermezdi. Bu emmeyi süt akrabalığının meydana gelmesi için yeterli olan en
az sayıya indirirdi. Süt akrabalığı beş defadan daha az emmekle gerçekleşmediği
için Hz. Sehle den Hz. Sâlim'i beş defadan daha az sayıda emzirmesini
istememiştir. Ayrıca Hz. Âişe'nin yeğenlerinden yanına girmesini arzu ettiği
yetişkin erkekleri beş defa emzirmelerini istediğini ifade eden 2061 numaralı
hadis-i şerîf de böyledir. Bu bakımdan süt akrabalığının beş defa emmekle
gerçekleşeceğini ifade eden görüş üç defa emmekle gerçekleşeceği görüşüne
nisbetle daha ağır basmaktadır.
Hanefî ulemâsıyla İmam
Mâlik ve cumhûr-ı ulamaya göre ise, bir defa emmekle süt akrabalığı
gerçekleşmiş olur. Bu konuda emmenin süresine itibar edilmez. Emmenin uzun
veya kısa sürmesi arasında bir fark yoktur.
Bu görüş aynı zamanda
Hz. îbn Abbâs'la, Hz . Ibn Mesûd, tbn Ömer, Sevrî, Said b. el-Müseyyeb, Hasan
el-Basrî, Zührî, ve Katâde'den de rivayet olunmuştur. Delilleri ise;
"Sizi emziren süt anneleriniz ve süt kız kardeşleriniz size hara
mkılındı."[151]
ayeti ile "Süt bakımından akraba olanlar, nesep bakımından akraba olanlar
gibi haramdır."[152]
"Bir kadınla evlenmiştim, derken yanımıza siyah bir kadın gelerek
"Ben her ikinizi de emzirmiştim" dedi. Bunun üzerine derhal Peygamber
(s.a.)'e gelerek durumu haber verdim. Resûlullah (yaptığımı doğru bulmadığı
için) benden yüzünü çevirdi. Bunun üzerine:
O kadın yalan
söylüyor, dedim. Resûlallah (s.a.)'de
"Ne biliyorsun,
kadın sözünü söyledi" buyurdu.[153]
anlamındaki hadislerdir. Bu görüşte olanlara göre süt akrabalığı çok emmekle
gerçekleştiği gibi az emmekle de gerçekleştiğinden yukarıdaki ayet-i kerimede
ve bu hadis-i şeriflerde emmenin sayısı ve süresi üzerinde açıklama
getirilmemiştir.
Bu konuda Hafız İbn
Hacer de şunları söylemiştir: Nikâhlanmayı haram kılan süt akrabalığının
meydana gelebilmesi İçin gerekli görülen süt emme sayısıyla ilgili rivayetler
arasında farklılıklar bulunması, süt akrabalığının bir defa emmekle
gerçekleşebileceği görüşünde olan cumhûr-ı ulemânın görüşünü
kuvvetlendirmektedir. Süt akrabalığının gerçekleşmesi için en az on defa, yedi
defa ve beş defa süt emmek gerektiğine dair Hz. Âişe'den rivayetler vardır.[154]
Bu bakımdan cumhurun
yaptığı gibi kısa süreli bile olsa bir defa emmekle süt akrabalığının
gerçekleşeceğine hükmetmek gerekir.
Diğer taraftan Hz.
Âişe'nin (konumuzu teşkil eden) hadisi delil olma niteliğinden uzaktır. Çünkü
Hz. Âişe hadisindeki, "kesinlikle bilinen beş defa süt emmek
(nikâhlanmayı) haram kılar" cümlesi râvi tarafından âyet olarak rivayet
olunmuştur. Oysa bu cümlenin Kur'ân'dan olduğu belli değildir. Bir sözün âyet
olduğunu kabu ledebilmek çin onun âyet olduğunun tevâtüren rivayet edilmesi
gerekir. Hz. Âişe hadisi ise, âhâd yoluyla rivayet olunmuştur. Bu bakımdan söz
konusu cümlenin âyet olduğu söylenemez. Hadis olduğunu söyleyen de olmadığına
göre bu haberin hadis olduğunu kabul etmek de mümkün değildir.
Bu konuda İbn
Abdilberr şunları söylüyor: "İmam Şafiî de Hz. Âişe'nin bu hadisine (2062
no'Iu hadise) sarılarak süt akrabalığının beş defa emilen ve karın boşluğuna
erişen sütle gerçekleşeceğine hükmetmişse de kendisine şöyle cevap verilmiştir:
Hz. Âişe'nin bu haberinde Kur'ân'dan olduğu rivayet edilen cümlenin, gerçekten
Kur'ân'dan olduğu isbat edilememiştir. Hz. Âişe ise, Kur'ân'dan olduğunu
söylemiştir."
"Ayrıca bu konuda
Hz. Âişe'nin bu hadisle amel ettiği de kesin değildir. Binaenaleyh bu cümle ne
hadistir ne de Kur'ândır."
Tekmiletu'l-Menhel
yazarına göre: "din yönünden ihtiyatlı olan durum şudur: Evlenmek
istediği kadınla arasında nikâha mâni bir süt akrabalığı bulunduğuna dâir bir
söylenti duyan kimse, o kadından vazgeçmelidir. Ama adam bir kadınla evlenip
zifafa girdikten sonra böyle bir söylenti duyarsa, iddia edilen emmenin beş
defa olduğuna dair kesin bir delil elde etmedikçe söylenenlere kulak asmayıp evliliğini
sürdürmelidir."[155]
2063. ...Âişe
(r.anhâ)'dan; demiştir ki: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem (şöyle)
buyurdu:
''Bir defa ve iki defa
süt emmek (evlenmeyi) haram kılmaz."[156]
Massa kelimesi
sözlükte; bir şeyi bir defa emmek ve yavaşça sorunarak içmek demektir. Burada
kast edilen emzikli bir kadının sütünü bir defa sorunup içmektir. Radâ'
kelimesi ise sadece süt emmek ve içmek için kullanılır. Bir defa süt emmek
veya içmek demektir.
Massatan, Massa'nın
tesniyesidir "iki massa" anlamına gelir. kelimesi ise, Rada'mn
tesniyesidir iki radâ' demektir.[157]
1. Bir kere
emmekle nikâhı haram kılan süt akrabalığının
gerçekleşmiş olması söz konusu
değildir. Hadis, lafızlarıyla buna delâlet eder.
2. Nikâhı haram
kılan süt akrabalığının gerçekleşmesi için en az üç kere emmek gerek. Hadis
manâsıyla buna delâlet eder. Zeyd b. Sabit ile Ebû Sevr, İbnu'l-Münzir, Dâvûd
Zahirî bu görüştedirler. Bu görüş İmam Ahmed'den de rivayet olunmuştur. Bu
mevzu ile ilgili görüşlerin münâkaşası ve delilleri bir önceki hadisin
açıklamasında geçmiştir.[158]
2064.
...Haccâc b. Haccâc'ın babasından; demiştir ki;
Ya Resûlallah süt
emmenin mezemmetini benden ne giderebilir? dedim.
"Gurre; (yani) köle veya câriye." buyurdu.[159]
en-Nufeylî, Haccâb b.
Haccâc için "el-Eslemî" nisbesini zikretti. Bu metin de
en-Nufeyli'ye aittir.[160]
Mezemmet'ın lügat
mânâsı yergi demektir. Burada "süt emmenin mezemeti" tâbirinden süt
annenin hakkını ödememiş olma yergisi kast edilmiştir. Ödenmediği takdirde
ayıplanmayı gerektiren Hak, hukuk, borç, mânâsına gelen bu kelime bazılarına
göre "mezimme" şeklinde de okunabilir. Burada emzirdiği sütten dolayı
süt annenin çocuk üzerindeki hakkı kasdedilmiştir. İmam Tirmizî bu kelime
üzerinde şu açıklamayı yapmıştır. "Süt emmenin mezimmetini benden ne
giderir?" sözü ile kasdedilen, süt emmenin hak ve zimmetidir. Resûlullah
(s.a.) de kendisine yöneltilen bu soruya "süt emziren kadına bir köle veya
bir câriye bağışlarsan onun hakkını o zaman ödemiş olursun" diye cevap
vermiştir.
Ebu't-Tufeyl dedi ki:
Peygamber (s.a.)'in meclisinde oturmakta idim.Bir kadın geldi; Resül-i Ekrem hemen
abasını yere yaydı, kadın o abanın üzerine oturdu. Kadın gidince "işte bu
kadın, Resûlullah (s.a.)'i emzirmişti," dendi.[161] Bu
hanım Hâlime-isa'diyye idi.
Ebû Davud'un iki
hocasından biri olan en-Nufeyli rivayetinde Hac-cac b. Haccac için el-Eslemî
nisbesini kullanmıştır. Ancak diğer hocası İbnu'1-Alâ böyle bir kayıt
zikretmemiştir. Hadisin lafızları en-Nufeylî'nin rivayetine aittir.[162]
Çocuk sütten
ayrılırken velisinin süt anneye bir köle veya bir cariye bağışlaması
müstehabtır.Eğer buna gücü yetmiyorsa, o zaman gücünün-yettiği kadar bir bahşiş
vermelidir. Emzirme ücreti ise, bunların dışındadır.
Süt anneye bir köle
veya câriye bağışlamanın hikmeti, çocuğu emzirdiği süre içerisinde ona bir
câriye gibi hizmet ettiğini çok anlamlı bir biçimde ifade ederek süt annenin
gönlünü almaktır.[163]
2065. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Kadın halasının
üstüne, hala da erkek kardeşinin kızı üstüne; kadın teyzesinin üstüne, teyze de
kız kardeşinin kızı üstüne nikâh edilemez. Büyük küçük üstüne, küçük de büyük
üstüne nikâh edilemez."[164]
Akrabalar arasında
küskünlüğe ve sıla-i
rahmin kesilmesine sebeb olacağı endişesiyle
Hz. Peygamber hadiste zikredilen kadınların bir erkekle evlenerek birbirlerinin
kuması haline gelmelerini yasaklamıştır.[165]
Binaenaleyh:
1. Bir
kadının, babasının kız kardeşiyle (halasıyla) birlikte bir nikâh altında
birleşmesi caiz olmadığı gibi ne kadar yukarıda olursa olsun dedelerinden
birinin kız kardeşiyle de bir nikâh altında bulunması caiz değildir.
2. Halanın
oğlan kardeşinin kızıyla bir nikâh altında birleştirilmesi haram olduğu gibi,
aynı zamanda oğlan kardeşinin neslinden gelecek olan kızlardan biriyle bir
nikâh altında birleştirilmesi de haramdır.
3. Teyzenin
de kız kardeşinin kızıyla bir nikâh altında birleştirilmesi haram olduğu gibi,
kız kardeşinin neslinden gelecek olan kızlardan biriyle bir nikâh altında
birleştirilmesi de haramdır.
"Büyük küçük
üstüne, küçük de büyük üstüne nikâh edilemez." cümlesindeki
"büyük"ten maksat, hala ve teyzedir. Genellikle yaşça yeğenlerinden
daha büyük olduklarından veya teyzelik ve halalık makamında bulunmalarından
dolayı kendilerinden "büyük" diye bahsedilmiştir. Çünkü hala, baba
hükmünde, anne de teyze hükmündedir.[166]
"Küçük”
kelimesiyle de halaların ve teyzelerin kız yeğenleri kasd edilmiştir. Bu
yeğenler halalarına ve teyzelerine nisbetle genellikle yaşça daha küçük
olduklarından kendilerinden "küçük" diye bahsedilmiştir. Yaşça küçük
olmadıkları düşünülse bile, teyzelerine ve halalarına nisbetle hükmen onların
evlâdı durumundadırlar.[167]
1. Biri
erkek farz edildiğinde aralarındaki kan bağı veya sut kardeşliği (akrabalığı)
sebebiyle evlenmeleri ebedî olarak haram olan iki kadının bir nikah altında
birleştirilmeleri haramdır. Bunlardan biri talâk-ı bâin ile boşanmış da
iddetini bekler bile olsa, diğeri iddet bitmedikçe o kadının ayrılmak üzere
olduğu kocasıyla evlenemez. Şayet böyle iki kadının nikâhları bir erkeğe
kıyılacak olsa, bunlardan ilk kıyılan nikâh geçerli, diğeri geçersiz sayılır.
Buna göre bir kadının kız kardeşiyle, halasıyla, teyzesiyle, yahut kardeşinin
kızıyla bir nikâh altında birleştirilmesi haramdır.
2. Biri diğerinin
annesi ile evlenen erkeklerin bu evlilikten doğan kızlarını bir nikâh altında
birleştirmek de haramdır. Çünkü bu kızlar birbirinin halasıdırlar. Aynı
şekilde birbirlerinin kızını alan iki erkeğin bu evlenmeden doğan kızlarını
bir nikâh altında birleştirmek de haramdır. Çünkü bu evlenmeden doğan kızlardan
herbiri diğerinin teyzesidir.
3. Bu
saydığımız kadınların ikisini bir nikah altında toplamanın haram olduğunda
sahabe, teabiûn ve mezheb imamları icma etmişlerdir. Delilleri ise "iki
kız kardeşi bir arada almanız size haram kılındı"[168]
âyet-i kerimesiyle konumuzu teşkil eden Ebû Hureyre hadisidir. Her ne kadar
"bunların ötesindeki kadınlar size helâl kılındı."[169]
âyet-i kerimesiyle Nisa Süresi'nin 23. âyet-i kerimesinde sayılan ve 2055 numaralı
hadisin şerhinde açıkladığımız yedi sınıfın dışında kalan kadınlarla
evlenmenin helal olduğu ifâde edilmişse de, konumuzu teşkil eden Ebû Hureyre
hadisi, âyetin ifâdesindeki genelliği tahsis ederek (özelleştirerek) sınırlarım
daraltmıştır. Binaenaleyh "ve bunların dışındaki kadınlar size helâl
kılındı”[170] âyet-i kerimesinin
zahirine göre bir kadınla teyzesi veya bir kadınla onun halası bir adamın
nikâhı altında beraberce bulundurulabilirler. Şiîler ve Haricîlerden bir
cemaat ve fıkıhçılardan Osman el-Bettî bu âyetin zahirine göre hüküm vererek,
büyük bir hataya düşmüşlerdir. Bunlara göre Nisa Süresi'nin yirmiüçüncü âyet-i
kerimesinde evlenilmesi yasaklanan yedi sınıfın dışında kalan kadınlarla
evlenmenin caiz olduğunu ifâde eden Nisa Süresi'nin 24. âyetinin hadislerle
tahsis edildiğini iddia etmek doğru değildir. Çünkü âhâd yolla sabit olan
hadisler Kur'ân âyetlerini tahsis ve neshede-mez. Fakat bu görüş diğer İslâm
ulemâsı tarafından "usul ulemasının büyük çoğunluğuna göre; Kur'ân
âyetlerinin ahad yolla sabit olan hadislerle tahsisin caiz olduğu, çünkü
Resûl-i Ekrem'in Kur'ân âyetlerini halka açıklamak üzere gönderildiği,
gerekçesiyle reddedilmiştir. Aralarında akrabalık bulunan iki kadını bir nikah
altında toplamanın haram olduğuna dair icmâ' bulun'duğunu kabul edenlerden biri
de İmam Kurtubî'dir. Kurtubî bu konudaki görüşlerini şöyle ifade ediyor:
Haricîler iki kız kardeşin ve bir kadınla halasının veya teyzesinin bir nikah
altında birleştirilebileceği görüşünü benimsemişlerdir. Fakat onların bu konuda
icmaa aykırı bir fikir ileri sürmüş olmalarının hiç bir önemi yoktur. Çünkü
onlar din dairesinden çıkmışlardır.[171]
Hafız îbn Hacer de
onların bu konuda sadece Kur'ân âyetleriyle amel edip hadis-i şeriflere önem
vermemelerinin, hadislerin râvîlerine itimatları olmayışından kaynaklandığım ve
hatalarının son derece açık olduğunu, esasen iki kız kardeşi bir nikâh altında
toplamanın yasakhğının Kur'ân'la sabit olduğunu söylemiştir.
İbn Münzir ise;
"ben bir kadınla halasının veya teyzesinin bir nikah altında toplanmasının
haram olduğu meselesinde; hâricilerden bir fırkanın dışında muhalefet eden bir
kimseye rastlamadım. Bu mesele sünnetle isbat edildikten ve ilim adamları da bu
konuda görüş birliğine vardıktan sonra her hangi bir kimsenin aykırı bir görüş
ortaya atmasının önemi yoktur" diyor.
İmam Tirmizî de bu
konuda şunları söylemiştir: "İlim adamlarının hepsinin ameli bu hadis
üzeredir ve aralarında ihtilâf olduğunu bilmiyoruz. Şöyle ki bir erkeğin bir
kadınla o kadının halasını veya teyzesini bir araya cem'etmesi caiz
değildir."[172]
Bu konuda İbn Kudâme
de şunları söylüyor: "Bize ulaştığına göre Haricîlerden iki adam Ömer b.
Abdilaziz (r.a.)'in yanına gelerek evli iken zina edeni recmetmeye ve bir kadın
ile onun halasım veya teyzesini birlikte bir adamın nikâhı altında
bulundurulmasının haram sayılmasına karşı çıkmışlar ve "bu iki hüküm
Allah'ın Kitabında yoktur" demişler. Bunun üzerine Halife Ömer b.
Abdilaziz (r.a.) onlara Allah size kaç vakit namazı farz kılmış? diye sormuş.
Onlar:
Her gün ve gecede beş
namaz diye cevap vermişler. Bunun üzerine Ömer (r.a.) namazların rekat sayısını
sormuş, onlar da bunu doğru cevaplandırmışlar. Ömer (r.a) onlara zekât
miktarını ve nisabını sormuş onlar bunu da doğru cevaplandırınca, Ömer '(r.a.)
onlara:
Peki verdiğiniz
cevaplan Kur'an'da bulabilir misiniz? diye sormuş. Onlar da:
Hayır, bunu Kur'ân'da
bulamayız, demişler. Bunun üzerine Ömer (r.a.) onlara:
O halde bu cevaplara
ve bilgilere nereden ve hangi kaynaktan vardınız? diye sormuştur. Adamlar:
Resûlullah (s.a.) bunu
yapmış ve ondan sonrada müslümanlar bunu yapmışlar diye cevap vermişler. Ömer
(r.a.);
Şu karşı çıktığınız
hükümler de böyledir, demiştir.
Bu kortuya Hanefi
ulemâsından bazılarından yapacağımız nakillerle son yermek istiyoruz.
İbnu'I-Hümam, bu
konuyla ilgili açıklama yaparken sözü üvey kıza getirdikten sonra, üvey kızla
babalığının boşanmış karısını bir nikâh altında toplamanın caiz olduğunu ve bu
meselede dört mezhebin imamlarının ittifak ettiğini söylemiştir.
Yine Hanefi
ulemasından Bedruddin Aynî de bir nikâh'altında toplanması yasak olan
kadınlarla ilgili hükmün aralarında süt yoluyla ve kan bağıyla akrabalık
alâkası bulunan kadınlar için geçerli olduğunu, evlenme sebebiyle meydana gelen
akrabalığın bu konuda bir önemi olmadığım söylemiş, "biri erkek kabul
edilince, diğeriyle evlenmesi çâiz olmayan iki kadını bir nikâh altında
toplamanın caiz olamayacağı" kaidesinin evlenmeden doğan akrabalıklar
için geçerli olamayacağını belirttikten sonra Ebu Hanife ile Şafiî.ve Evzaî'nin
bu görüşte olduğunu kaydetmiştir.[173]
2066.
...Kabisa b. Züeyb, Ebu Hureyre (r.a.)'yi şöyle derken işitmiştir:
Resûlullah (s.a.) bir
kadınla teyzesini ve bir kadınla halasını (bir nikâh altında) birleştirmeyi
yasakladı.[174]
Bir kadını teyzesi ya da
halası ile birlikte bir nikâh altında toplamak haram olduğu gibi bir kimsenin
bir kadınla onun teyzesini veya halasını câriye olarak kullanması da haramdır.
Çünkü bir kadınla teyzesini veya halasım bir nikah altında toplamak onların
kıskançlık yüzünden aralarının açılmasına ve dolayısıyla Allah'ın emrettiği
sıla-i calimin kesilmesine sebeb olur.[175]
Çünkü teyze anne, hala da baba hükmündedir.[176]
Müslim'in rivayetinde
"biz, kadının babasının teyzesi ile babasının halasının da kendi teyzesi
ve halası hükmünde olduğunu zannediyoruz,"[177]
ziyâdesi vardır. Buhâri'nin rivayetinde ise, şu ziyâde vardır: "Biz
kadının babasının teyzesinin de kendi teyzesi hükmünde olduğunu
zannediyoruz."[178]
2067. ...İbn
Abbas (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem, hala (ile onun erkek kardeşinin kızını), teyze (ile onun kız kardeşinin
kızım) ve iki teyze ile iki halayı (bir nikâh altında) birleştirmeyi çirkin
bulmuştur.[179]
Bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde açıkladığımız gibi kadinin teyzesi ve halası ile bir nikâh
altında bulunmasında aralarına kıskançlık girmesi ve sıla-i rahmin kesilmesi
ihtimali vardır. Bu da son derece sakıncalı bir durumdur. Çünkü teyze anne
hükmünde hala da baba hükmündedir.[180]
İki hala ile ve iki
teyze ile evlenmenin ne demek olduğunu 2065 numaralı hadiste açıkladık. Bu
hadisi îmam Ahmed ile İbn Hibban da rivayet etmişlerdir. Ancak bu hadisin
senedinde bulunan Hattâb hakkında Ebu Zur'a, "Münkerül-hadis = rivayet
ettiği hadise güvenilmez" tâbirini kullanmıştır. Hattabî de "o
ölmeden önce şuurunu kaybetmişti, söylediği sözleri biribirine karıştırır hale
gelmişti", demiştir. Hadisin diğer râvisi Husayf da zayıf bir râvidir.[181]
2068.
...Urve b. ez-Zübeyr'in haber verdiğine göre, kendisi Peygamber (s.a.)'in
hanımı Âişe'ye Allah Teâlâ'nın "eğer yetimler hakkında adalet
gösteremeyeceğinizden korkarsanız, size helal olan (diğer) kadınlardan ikişer,
üçer, dörder alın”[182]
âyet-i kerimesini sormuş. Hz. Âişe de:
Ey kız kardeşimin
oğlu, bu kadından maksat, velisinin terbiyesinde bulunan yetim kızdır.
Velisine malında ortak olur, onun da yetim kızın malı ve güzelliği hoşuna gider
ve mehrinde adalet gözetmeksizin ve ona başkasının verdiği kadar mehir
vermeksizin onunla evlenmeyi düşünür. İşte bu sebeble velilerin onları nikâh etmeleri
yasak edildi.Ancak onlar hakkında adalet gösterip mehirlerinde âdet olanın en
yüksek derecesine ulaşanlar müstesnadır. Bir de (velilere) bu yetim kızların
dışındaki kendilerine helâl olan kadınlarla evlenmeleri emr edildi, diye cevap
verdi.
Urve dedi ki: Âişe
şunları söyledi:
Bilahare halk bu
âyetten sonra kadınlar hakkında Resûlullah (s.a.)'dan fetva istediler. Bunun
üzerine azîz ve celîl olan Allah, 'kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar.
De ki: Onlara dair fetvayı size Allah veriyor. Kendileri için yazılmış olan
miras'ı vermediğiniz ve nikahlamalarını (beğenip) istemediğiniz yetim kızlar
hakkında da Kitabda okunup duran (bir âyet) vardır..."[183]
âyet-i kerimesini indirdi.
Âişe demiştir ki:
Allah Teâlâ'nın
"size Kitapda okunup duran" diye bahsettiği ilk âyettir ki, her türlü
noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah bu âyette: "Eğer yetimler hakkında
adalet gösterememekten korkarsanız, size helâl olan başka kadınlardan
alın" buyurmuştur.
Hz. Âişe şöyle demiş:
Azîz ve celîl olan
Allah'ın diğer âyet-i kerimede "onları nikâh etmek istemezsiniz"[184]
buyurması(na gelince), bu (sizden) birinizin terbiyesi altında bulunan yetim
kızın malı ve güzelliği az olduğu zaman ona rağbet göstermemesidir. Böylece
veliler bunlara rağbet göstermedikleri için malına ve güzelliğine rağbet
ettikleri yetim kadınları nikâh etmekten nehyolundular. Ancak adalet
gösterirlerse müstesna.[185]
(Bu hadisin
râvilerinden) Yûnus (b. Yezid) dedi ki: Rabîa (tu'r-Re'y); "Eğer yetimler
hakkında adalet gösteremeyeceğinizden kor-karsanız..."[186]
ayet-i kerimesi hakkında (şöyle) açıklama yapardı: "Eğer onlar hakkında
adalet gösteremeyeceğinizden korkarsanız onları (nikâhlamayı) terk ediniz. Ben
sizin için (onların dışında) dört tanesini helâl kıldım."[187]
Metinde geçen "eğer
yetimler hakkında adalet gösteremeyeceğinizden
korkarsanız, size helal
olan, diğer ka dullardan ikişer, üçer, dörder,
alın..." âyet-i kerimesindeki "eğer yetimler hakkında adalet
gösteremeyeceğinizden korkarsanız" şartı, âyet-i kerimede bulunan
"ikişer, üçer, dörder, evlenin" hükmünü kayıtlayıcı ve bağlayıcı
değildir. Binaenaleyh birden fazla kadınla evlenme hükmü yetimler hakkında
adalet gösteremeyeceğinden korkan kimseler için geçerli olduğu gibi, yetimler
hakkında adalet sağlayacağından emin olan, bu konuda hiç bir endişesi olmayan
kimseler hakkında da geçerlidir.
Bunda icma vardır.
Âyet yetimler hakkında adalet sağlayacağından korkusu olan kimseler hakkında
nazil olduğu için sözü geçen kayıtla mukayyed olarak gelmiştir. Bilindiği gibi
âyetin inişindeki sebebin özel olması hükmünün genel oluşuna engel değildir.[188]
Hz. Âişe'nin; "ey
kız kardeşimin oğlu" derken "kız kardeşim" diye Hz. Esmâ'yı kast
ediyor. Yine metinde geçen, "Bu, sizden birinizin, terbiyesi altında
bulunan yetim kızın malı ve güzelliği az olduğu zaman ona rağbet
göstermemesidir." cümlesindeki "terbiyesi altında bulunan" sözü
de bu cümlenin hükümünü kayıtlayıcı veya bağlayıcı değildir. Yetim kızlar
genellikle velilerinin terbiyesi, ya da denetimi altında bulundukları için Hz.
Âişe bu kaydı kullanmıştır.
cümlesi ise,
yukarısında geçen cümlesi üzerine matuftur,. "Ona vermez"
manasınadır.
Kısaca bu hadis-i
şerîfte yetim kızlar:
a. Zengin ve
güzel olan yetim kızlar,
b. Malı ve
güzelliği olmayan yetim kızlar, olmak üzere iki kısma ayrılıyor. Velilere de
malı ve güzelliği olmayan yetim kızlarla evlenmeye yanaşmadıkları
hatırlatılarak, mihr-i misilleri hakkıyla verilmedikçe zengin ve güzel olan
yetim kızlarla da evlenemeyecekleri bildirilmektedir.
Bu hadisin
râvilerinden Yunus b. Yezîd'e göre: "Eğer yetimler hakkında adalet
gösteremeyeceğinizden korkuyorsanız, size helâl olan diğer kadınlardan ikişer,
üçer, dörder evlenin"[189]
âyet-i kerimesi, velisi bulunduğu kızın yetişinceye kadar bütün menfaatlerini
gözeten ve bu hususta nice zahmetlere katlanan ve sonunda da onlarla
evlenmekten men edilen yetim kız velilerini teselli için gelmiştir. Bu âyet-i
kerime ile Allah onlara; "Sizi bu kızlarla evlenmekten men'etmişse de size
onların yerine dört tanesini helâl kıldım" demek istemiştir.[190]
1. Yetim
olmayan kadınları emsalleri için verien mehr-ı misilden daha az bir menine
nikahlamak caiz ise de yetim kızları mehr-i misilden daha az bir mehirle nikahlamak
caiz değildir.
2. Bir veli
terbiyesi altında bulunan bir kızla evlenmek istediği zaman, nikâhı velinin
dışında birinin kıyması gerekir. (İnşallah bu konuya ileride tekrar döneceğiz.)
3. Yetim
kızı bulûğ çağına girmeden nikahlamak caizdir. Bulûğ çağına eren bir kimseye
yetim demlemeyeceğine göre konumuzu teşkil eden hadis-i şerîfte
nikahlanmasından bahsedilen yetim kızların henüz bulûğ çağına ermemiş
oldukları, anlaşılır.[191]
2069. ...Ali
b. el-Huseyn'in haber verdiğine göre kendileri Yezid b. Muâviye'nin yanından
yani el-Huseyn b. Ali (r.a.)'nin şehîd edildiği yerden Medine'ye geldikleri
vakit O'na Misver b. Mahreme tesadüf etmiş ve:
Bana emredecek bir
hacetin var mı? demiş (Ali) dedi ki; ben de O'na:
Hayır, diye cevap
verdim. O ise:
Bana
Resulullah(s.a.)'ın kılıcını verir misin? Çünkü ben bu kavmin onu almak için
sana galebe çalacaklarından korkarım. Eğer onu bana verirsen (onu almak isteyen
kimse) beni çiğnemedikçe ona erişemez. Ali b. Ebî Tâlib (r.a.) Fatıma
(r.anhâ)'mn üstüne (evlenmek maksadıyla) Ebü Cehl'in kızına dünürlük yapmıştı.
Bunun üzerine Resûlullah (s.a.)'ı bu konuda işte şu minberi üzerinde halka
hitab ederken işittim. Bense o gün buluğa ermiş (denecek bir kıvamda) idim. (O
günkü konuşmasında Resûl-i Ekrem);
"Gerçekten Falıma
bendendir ve ben onu (kıskançlık yüzünden) dini hususunda fitneye düşmesinden
korkuyorum" buyurdu, dedi, Misver (sözlerine devam ederek) dedi ki: Sonra
(Resûl-i Ekrem) Abduşşems oğullarından bir damadından bahsederek onun damatlığını
övdü ve çok güzel sena edip;
"Benimle konuştu,
bana doğruyu söyledi, bana va'd ettiği sözünü yerine getirdi. Ben ne helâli
haram kılarım, ne de haramı helâl. Fakat Alla'a yemin olsun ki Resûlullah
(s.a.)'uı kızıyla Allah'ın düşmanının kızı ebediyyen bir yerde bir araya
gelemez." buyurdu.[192]
Hz.Ali'nin dünürlük
yaptığı kadın Ebû Cehl'in kızı Cüveyriye'dir. İsminin Cemîle olduğunu
söyleyenler de vardır. Bu kadm aslında iyi bir müslüman olmuştu. Fakat Resül-i
Ekrem kızı Fatıma'nm annesini ve kız kardeşlerini kaybettikten sonra hayatta
yalnız kaldığını bildiği için kadınların yaradılışında bulunan kıskançlık duygusunun
da ilâvesiyle üzüntüsünün son haddine varacağını ve etrafında derdini
dökebileceği bir kimsesi de olmadığı için bunalıma sürükleneceği ve dolayısıyla
dinî yönden büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalacağını düşünerek kızı Fâtıma
hakkında endişeleniyordu. Nihayet bu endişesini bir hutbesinde dile getirdi.
Hz. Misver de bu hutbeyi dinleyenlerden biridir. Hz. Ali Ebû Cehl'in kızına
dünürlük yaparken; "Size helâl plan kadınlardan ikişer, üçer, dörder
alın."[193] âyet-i kerimesinin genel
hükmüne sarılmıştı. Fakat Resûl-i Ekrem'in bunu hoş karşılamadığını anlayınca
hemen vazgeçti.
Hz. Misver'in, Hz. Ali
b. Hüseyn'den Hz. Peygamber'in kılıcını isterken Hz. Peygamberin Hz. Fatımayı
müdafaa ederek sözü geçen evlenme teşebbüsünün gerçekleşmesine engel oluşunu
hatırlatmaktan maksadı, Hz. Peygamber'in kızı Fâtima'ya beslediği şefkat gibi
kendisinin de Hz. Ali b. Huseyn'e şefkat beslediğini ifâde etmek, kılıcı ondan
sadece kendisini muhafaza etmek maksadıyla istediğine onu inandırmaktır.
İbn Hacer, Hz. Misver'in
Sıffîn Savaşında Hz. Muâviye safında bulunduğunu nazar-ı itibara alarak onun
Hz. Ali b. Huseyn'e söylediği bu sözleri elindeki kılıcı almak maksadıyla hile
için söylemiş olabilceğinin ihtimali üzerinde durmaktadır. Aslında Misver'in
Hz. Ali'nin Ebû Cehl'in kızına dünürlüğünü hatırlatmasının bir nevi Hz. Ali'ye
hakaret mânâsı da taşıdığını kaydeden İbn Hacer, Hz. Fâtıma'nın öz evlâdı Hz.
Hüseyn'in şehid edilişine ilgisiz kalan Misver'in Hz. Fâtıma'nın torunu Hz. Ali
b. Hüseyn'in elindeki kılıcı korumak için canını feda edeceğinden bahsetmesini
pek mübalağalı bulmakta, bununla beraber Hz. Misver'in Hz. Hüseyn'den çok
uzaklarda Hicaz bölgesinde bulunuşunun bu ilgisizliğe sebeb olabileceği
ihtimaline de yer vermektedir.
Hadiste sözü edilen
Ebu-l'Âs (r.a.) Peygamber (s.a.)'in Zeyneb (r.anhâ) isimli kızı ile evli idi.
Ebu'l-Âs, Zeyneb ile evlenirken onun üzerine ikinci bir kadınla evlenmeyeceğine
söz vermişti. Hz. Peygamber irad buyurduğu hutbede onun bu sadakatim ifade
edip övmüştü. Hadisi açıklayan âlimler şöyle derler: Ali (r.a.)'de Fâtıma
(r.anhâ) ile evlenirken muhtemelen böyle bir şart koşmuştur. Eğer böyle bir
şartı varsa bu şartı unuttuğu için Ebû Cehl'in kızını istemiştir, diye
yorumlarlar. Şayet böyle bir şartı yok ise, Fâtıma (r.anhâ) üzerine evlenmeye
teşebbüs etmesi, kendisinden beklenmediği için ima yollu kınanmıştır.
Peygamber (s.a.) çok ender olarak kişiyi işlediği kusurdan ötürü yüzüne karşı
ayıplardı. Hz. Ali (r.a.)'ı sırf Fâtıma (r.anhâ)'nın rızasını ve gönlünü almak
için alenen ayıplamıştır. Bu olay Mekke Fethinden sonra vuku bulmuştur.
Ebu'l-Âs (r.a.)
Peygamber (s.a.)'e Peygamberlik görevi verilmeden önce onun yaşça en büyük kızı
Zeyneb (r.anhâ)'nın üzerine ikinci bir kadınla evlenmeyeceğine söz vermiş ve
bu sözüne sadakat göstermiştir. Bu zat henüz mü'slüman olmadan önce vuku bulan
Bedir Savaşında esir edilmişti. Zeyneb (r.anhâ) evlenirken anası Hatice
(r.anhâ) tarafından kendisine hediye edilmiş olan gerdanhğıın Mekke'den
Medine-i Münevvere'ye esir edilen kocası Ebu'1-Âs'a göndererek gerdanlığın)
fidye olarak verip esaretten kurtarılmasıruistemişti. Resûl-i Ekrem (s.a.)
gerdanlığı görünce sahabîlere:
Dilerseniz, Zeyneb'in
esirini Zeyneb için salıverin ve gerdanlığını da Zeynbe'e geri gönderin,
buyurmuş. Sahâbîler de, "hay hay" deyip, Ebu'l-Âs'ı serbest
bırakmışlar ve Zeyneb'in gerdanlığım da iade etmişler. Peygamber (s.a.)
Zeyneb'i Medine'ye göndermeyi Ebu'l-Âs'tan isteyip serbest bırakılması için
şart koşmuş idi. Ebu'l-As verdiği sözü yerine getirmiş ve Mekke'ye varır varmaz
Zeyneb'i Medine-i Münevvere'ye göndermişti. Ebu'l-Âs ikinci kez esir edilmiş,
yine Zeyneb'in, ircası üzerine tekrar serbest bırakıldıktan sonra İslâmiyeti
kabul etmiş ve bunun üzerine Peygambe r(s.a.) Zeyneb'i onun nikâhına iade
buyurmuştu. Bundan sonra Ebu'l-Âs ile Zeyneb'in Ümâme isimli kız çocukları
olmuştur.
Peygamber (s.a.) Ali
(r.a.)'nîn Ebû Cehil'in kızı ile evlenme teşebbüsü konusunda yaptığı konuşma
esnasında Ebu'I-Âs'ın meselesini, Ali için örnek olmak üzere açıklamıştır.
Çünkü Ebu'l-Âs müslüman olmadan önce de müslüman olduktan sonra da Zeyneb'e
daima iyilik etmiş, onu hiç üzmemiştir. Şafiî ulemâsından İmam Nevevî metinde
geçen "ben ne helâli haram, kılarım ne de haramı helâl..." cümlesi
ile ilgili olarak şunları söylemiştir: "Hz. Peygamber "ben ne helâli
haram kılarım, ne de haramı helâl..." buyurmakla Ebû Cehl'in kızının Hz.
Ali'ye aslında helâl olduğunu bildirmiştir. Fakat kendi kızıyla onun bir nikâh
altında toplanmalırmı iki sebepten dolayı yasak etmiştir. Bunlardan biri, bu
nikâhın Hz. Fâtıma'ya eziyet vermesidir. Bu takdirde Hz. Peygamber'in kendisi
de eziyet duyacak ve buna sebeb olan Hz. Ali helak olacaktır. Hz. Peygamber bu
düşünceyle ve Hz. Ali ile Hz. Fâtıma'ya karşı beslediği şefkatten dolayı bu
evlenme teşebbüsüne engel olmuştur. İkinci sebeb ise, kıskançlık dolayısıyla
Hz. Fâtıma'nın fitneye düşeceğinden korkmasıdır. Ulemâdan bazıları
"Peygamber (s.a.)'in maksadı Ebû Cehl'in kızı ile Hz. Fâtıma'nın bir nikâh
altında toplanmalarını yasaklamak değildir. Sadece Allah'ın lütfü ile bunların
bir araya gelemeyeceklerini bildirmiştir" demişlerdir. Allah Teâlâ
Peygamberinin kızı ile Allah düşmanı bir kimsenin kızının birleşmesini Allah
Teâlâ'nın daha önce haram kılmış olması ve Resûl-i Ekrem'in de; "Allah'a
yemi nolsun ki, Resülullah'ın kızıyla Allah'ın düşmanının kızı ebediyyen bir
yerde birleşemez." sözüyle Allah'ın bir yasağım haber vermek istemiş
olması da mümkündür. Bu takdirde Resûlallah'ın kızının adüvvüllah'ın kızıyla
bir nikah altında birleştirilmesi konusu haram olan nikâhlar içerisine girer.[194]
1.
Sahabe-i kiram Hz.Peygamber’in sünnetini tesbit hususunda son derece
dikkatli ve hırslı idi.
2. Hz.
Fâtıma'nın Resûl-i Ekrem yanında büyük bir değeri vardı. Hz. Peygamber onu
memnun etmek için çok gayret gösterirdi.
3. Hz.
Fâtıma (r.ânha) razı olsaydı Hz. Ali, Ebü Cehl'in kızıyla veya başka bir
kadınla evlenmekten çekinmezdi.
4. Rahatsız
edilmesi Hz. Peygamber'ın rahatsızlığına sebeb olan bir kimseyi üzmek haramdır.
Çünkü bu Peygamber Efendimizi üzmek demektir. Hz. Peygamberi üzmenin haram
olduğunda ise, ittifak vardır.
5. Hz.
Fâtıma'yı üzmek Hz. Peygamber'i üzmek demektir.
6.
Seddü'z-zeria (harama giden yolları kapamak) delili sünnet ile sabittir.
7. Babaların
bazı halleri çocukları için utanç vesilesi olabilir.[195]
2070. ...Şu
(önceki) hadis İbn Ebî Müleyke ile Urve'den de rivayet olundu. îbn Ebî
Müleyke'nin bu rivayetinde önceki hadisten fazla olarak bir de şu cümle vardır:
(Misver) dedi ki: "Bunun üzerine Ali (bir daha) bu nikâhdan
bahsetmedi."[196]
Bir önceki hadis-i
şerifi iki ayrı senetle Ma'mer b, Râ-şid de rivayet etmiştir. Bu senetlerden
birisi İbn Şihab ez-Zührî ve Urve b. ez-Zübeyr vasıtasıyla diğeri de Eyyûb b.
Ebî Temime es-Sahtiyânî ve Abdullah b. Ubeydillah b. Ebî Müleyke vasıtasıyla
el-Misver b. Mahreme'ye erişmektedir.
Ma'mer b. Râşid'in bu
rivayeti bir önceki hadisin aynısıdır. Sadece Ma'mer'in rivayetinde bir önceki
hadisten fazla olarak; "Hz. Ali (bir daha) bu nikâhdan hiç
bahsetmedi" cümlesi vardır. Bu cümle Buhârî'nin Sahîh'inde; "bunun
üzerine hz. Ali dünürlüğü bıraktı"[197]
anlamına gelen kelimelerle rivayet edilmiştir. Bu hadis-i şerifin Ebû Eyyûb
es-Sahtiyânî vasıtasıyla gelen rivayetini İbn Ebî Müleyke vasıtasıyla ve şu
anlama gelen lâfızlarla Tirmizî de rivayet etmiştir. Abdullah b. Ez-Zübeyr'den
rivayet edilmiştir Ali (r.a.) Ebû Cehl'in kızından bahsetmişti. Bu Peygamber
(s.a.)'e ulaşınca;
"Fâtıma benim bir
parçamdır. Onu üzen beni de üzer ve onu yoran beni de yorar" buyurdu.[198]
İmam Tirmizî rivayet ettiği bu hadisle ilgili olarak şunları söylüyor: "Bu
hadis hasen-sahihtir. Bu hadisi Eyyûb burada olduğu gibi "İbn Ebî
Müleyke'den İbnu'z-Zübeyr'den" diye rivayet ediyor. Bir çok râvi de;
"İbn Ebî Müleyke'den, el-Misver b. Mahreme'den" diye rivayet ediyor.[199]
Hafız İbn Hacer,
Leys'in kendisine, uyularak şeyhlerinden hadis alınan bir râvi olduğunu göz
önünde bulundururak ve senedinde Misver'in de bulunduğunu gözönüne alarak Leys
hadisini sened itibariyle bu hadisin diğer yollardan gelen rivayetlerine tercih
etmiştir.[200] Bu hadisle ilgili açıklama
bir önceki hadisde geçmiştir.[201]
2071.
...el-Misver b. Mahreme Resulullah (ş.a.)'i minber üzerinde (şöyle) buyururken
işittiğini söylemiştir:
"Hişam b. Mugîre
oğulları kızlarını Ali b. Ebî Tâlib'e nikahlamak için benden izin istediler.
Ben izin vermiyorum. Tekrar ediyorum; İzin vermiyorum. Tekrar ediyorum; izin
vermiyorum. Ancak Ebû Tâlib'in oğlu (Ali) benim kızımı boşayıp onların kızıyla
evlenmek isterse o başka. Çünkü kızım benden bir parçadır. Onu rahatsız eden
şey beni rahatsız eder ve onu üzen şey benî de üzer."[202]
İhbar (yani;
"haddesent Abdullah b. Ebî Müleyke) ta'biri Ahmed b. Tunus'un rivayetinde
yer almaktadır[203].
Resûl-i Ekrem'in halka
hitaben konuşmayı yapmasının sebebi, bazı kaynaklarda bizzat Hişâm oğullarının
kendisine gelerek Hz. Ali'nin Ebû Cehl'in kızıyla evlenmesi için izin istemelerine
bir başka rivayette ise, bizzat Hz. Ali'nin Ebû Cehl'in kızını istemesine ve
Hz. Ali'nin bu teşebbüsünü duyan Hz. Fâtıma'nın Hz. Peygambere gidip şikâyette
bulunmasına bağlanmaktadır.
Hâkim'in İsmail b. Ebî
Hâlid vasıtasıyla Hanzala'dan rivayet ettiği bir habere göre Hz. Ali bizzat
kendisi giderek Ebu Cehl'in kızına dünürlük yapmış, kızın orada bulunan
akrabaları Hz. Ali'yi bu fikrinden caydırmak istemişler ve sonra gelip bu
mevzuyu Resul-i Ekrem ile müzakere etmişler. İşte bunun üzerine Hz. Peygamber
halka hitaben bu konuşmayı yapmıştır. Yine Hâkim'in Süveyd b. Gafaie'den sağlam
senedle rivayet ettiği bir hadiste de Hz. Ali'nin, kızın amcası el-Hâris b.
Hişâm'a vararak yeğenine dünürlük yaptığı hemen arkasından da istişare etmek
üzere Resûl-i Ekrem'e geldiği ve aralarında şu konuşmanın geçtiği
kaydedilmektedir. Resûl-i Ekrem:
"Sen bana bu
kızın hasebini ve nesebini mi sormak istiyorsun?" Hz. Ali:
Hayır, fakat sen bana
izin verirsen evleneceğim, Resûl-i Ekrem:
"Hayır, izin
vermem, Fâtima benden bir parçadır. Onun bundan son derece üzüleceğini
zannediyorum." Hz. Ali:
Senin hoş görmediğin
bir şeye asla yanaşmam.
Bu konuşmadan sonra
Hz. Ali o kızla evlenme sözünü bir daha ağzına almadı."
Resûl-i Ekrem'in
"ben izin vermiyorum" sözünü üç kere tekrar etmekle bu fikrinde
kararlı olduğunu, ileride bu fikrinden asla dönmeyeceğini vurgulamak
istemiştir.
Hadisin senedinden de
anlaşılacağı üzere bu hadisin musannif Ebû Davud'a birisi Ahmed b. Yûnus diğeri
de Kuteybe b. Saîd olmak üzere iki ayrı râvi nakl etmiştir. Bunlardan Ahmed b.
Yunus bu hadisi "ihbar ifade eden:
bana haber verdi" sözüyle yani metinde görüldüğü şekilde rivayet
etmiştir. Diğer râvi ise "An İbn Ebî Müleyke: İbn Ebu Müleyke'den"
tabiriyle rivayet etmiştir. Bilindiği gibi ihbar ifade eden tâbirlerle rivayet
edilen hadisler, "an" sözüyle rivayet edilen mu'an'an hadislere
nisbetle daha sağlamdır.[204]
Bu hadis-i şerif Hz.
Fâtıma'nın Hz. Peygamber'in yanındaki manevi değerine ve tazıletıne delalet
etmektedir. Hz. Fâtıma'nın manevî derecesinin yüksekliğine delâlet eden daha
pek çok hadis-i şerifler vardır. Bunlardan iki tanesinin mealini sunmakta
yarar görüyoruz:
1. Hz. Âişe
(r.anhâ)'dan: Peygamber (s.a.)'in zevceleri yanındaydı-lar. Onlardan hiç biri
yanından henüz ayrılmamışken Fâtıma geldi. Yürüyüşü Resûlullah'ın yürüyüşünden
hiç ayırt edilemiyordu. Onu görünce kendisiyle hoş beşde bulundu ve:
“Merhaba kızıma” dedi.
Sonra onu sağına yahut soluna oturttu. Sonra kendisine bir şeyler fısıldadı.
Bunun üzerine Fâtıma şiddetle ağladı. Onun feryadını görünce ikinci defa
kendisine bir şeyler fısıldadı. (Bu sefer) Fâtıma güldü. Ben kendisine:
Resulullah (s.a.)
kadınlarının arasından sır söylemek için seni seçti. Sonra sen ağlıyorsun ha?
dedim. Resûlallah (s.a.) (yanımızdan) kalktığı vakit Fâtıma'ya:
Resulullah sana ne
söyledi? diye sordum,
Ben Resulullah
(s.a.)'ın sırrını.ifşa edemem, dedi. Resulullah (s.a.) vefat edince
(Fâtıma'ya):
Senin üzerinde olan
hakkım nâmına sana yemin veriyorum. Bana Resûlallah (s.a.)'ın sana ne dediğini
söyle! dedim. Fâtıma:
Şimdi (olur), evet,
birinci defa bana fısıldadığında Cibril'in her sene kendisine bir veya iki defa
Kur'an-ı Kerim'i arz ettiğini, bu sene iki defa arz ettiğini haber verdi ve:
"Ben ecelimimin
yaklaştığını sanıyorum. Allah’tan kork, sabret. Zira ben senin için en iyi
selefim" buyurdu. Ben de gördüğün şekilde ağladım. Benim feryadımı görünce
bana tekrar fısıldayarak:
"Ya Fâtıma,
mü'minlerin kadınlarının hanımefendisi olmak istemez misin?" yahud
"bu ümmetin kadınlarının hanımefendisi olmak istemez misin?" buyurdu.
Ben de gördüğün şekilde güldüm, dedi.[205]
2. Yine
müminlerin annesi Hz. Âişe'den: Şekil, hâl ve yol bakımından gerek kalkışında
ve gerek oturuşunda Resûlallah (s.a.)'ın kızı Fâtıma'dan Resûlallah (s.a.)'e
daha çok benzeyen bir kimse görmedim. Fâtıma Peygamber (s.a.)'in yanına
girdiği vakit, Resûl-i Ekrem kalkar, onu öper ve kendi yerinde oturturdu.
Peygamber (s.a.)'de onun yanma girdiği vakit, Fâtıma oturduğu yerden kalkar,
Resul-i Ekrem'i öper ve onu kendi yerinde oturturdu. Peygamber (s.a.)
hastalanınca Fâtıma (yanına) girdi ve Resul-i Ekrem'e eğilerek onu öptü ve
sonra başını kaldırıp ağladı. Sonra (tekrar) Resûl-i Ekrem'e eğildi ve sonra
başını kaldırıp gülümsedi. Bunun üzerine ben kendi kendime; "bunu
kadınlarımızın en akıllılarından zannederdim, meğer o sıradan kadınlardan
imiş" dedim. Peygamber (s.a.) vefat edince Fâtıma'ya dedim ki:
"Söyler misin, Peygamber (s.a.)'e eğilip sonra başını kaldırdığın zaman
ağlamış ve daha sonra (tekrar) eğilip başını kaldırdığın zaman gülmüştün. Bunu
yapmaya seni sevkeden sebeb ne idi?" Fâtıma şu mukabelede bulundu: ''Ben
bir boşboğaz kadının kulağıyım. Resul-i Ekrem bana bu sancısından öleceğini
bildirdi ve bunun üzerine ağladım. Sonra bana ev halkından kendisine en çabuk
kavuşacak olanın ben olduğumu bildirdi. İşte güldüğüm zaman da sebeb
buydu."[206]
Kelime olarak mut'a; faydalanmak
demektir. Fıkıhta ise, "belirli bir süre için kıyılan nikâh'tır. Bu nikâh
ta'yin edilen sürenin dolmasıyla boşanmaya lüzum kalmadan kendiliğinden sona
erer.
Mut'a nikahına
benzeyen bir de "muvakkat nikâh" vardır. Bu nikah da aynen mut'a
nikâhı gibi bâtıldır. Aralarındaki fark hemen hemen lafzî-dir. Aralarındaki
farkları şu şekilde sıralayabiliriz.
1. Mut'a
nikâhı "temette'tü biki şehren: senden faydalanmak üzere bir aylığına
seninle evleniyorum" gibi mut'a kökünden gelen kelimelerle kıyılır. Muvakkat
nikah ise, "nekahtü: nikahladım" "zevvectii zevceliğe kabul
ettim" gibi lâfızlarla kıyılır.
2. Mut'a
nikâhında şahide ve belirli bir sürenin tayinine lüzum yoktur. Fakat muvakkat
nikâhda bunlar şarttır.
Netice itibarıyla her
ikisi de bâtıl olduğu için Hanefî ulemâsından Kemalüddin b. Hümam ikisini bir
saymıştır.
Kadının bir ay sonra
boş düşmesi şartıyla kıyılan nikâh muvakkat nikâh sayılmaz. Çünkü bu durumda
bir ay veya daha fazla bir süre sonra kadının boş olması şartı bâtıl olur,
nikah baki kalır. Hz. Ammar diyor ki: "ben İbn Abbas'a mut'a nikahı zina
mıdır, yoksa gerçekten nikâh mıdır? diye sordum da bana "zina da değildir,
nikâh da değildir" diye cevap verdi. "Ya nedir?" dedim.
"Mut'a Allah Teâlâ'nın "O halde onlardan ne kadar yararlandmızsa, ona
karşılık kesilen ücretlerim, bir hak olarak verin"[207]
âyetinde tanıtıldığı gibidir diye cevap verdi. "Bu kadının boşandıktan
sonra iddet beklemesi gerekir mi?" diye sordum. "Evet bir hayız
süresi" dedi. "Biri birlerine vâris olurlar mı?" dedim.
"Hayır" diye cevap verdi.[208]
İbn Atiyye'nin
açıklamasına göre Mut'a, bir kimsenin iki şâhid huzurunda kadının velisinin
izni ile belirli bir süre için ve veraset hakkı olmamak üzere aralarında
kararlaştırdıkları bir mehir karşılığında bir kadınla evlenmesidir. Tayin edilen
süre bitince kadın gider adam onu yanında tutamaz. Sadece ondan iddetini
beklemesini isteyebilir. Çünkü bu nikâhdan doğacak çocuk kendisinindir. Artık
iddet sonunda kadının hâmile olmadığı ortaya çıkarca, kadın istediği kimseyle
evlenebilir.
Nehhâs'a göre, erkeğin
mut'a nikâhı sonunda kendisinden 'ıoş düşen kadından iddet beklemesini istemeye
hakkı yoktur. Çünkü mut „. nikâhından doğacak çocukta erkeğin hakkı yoktur.[209]
2072.
...Zührî'den; demiştir ki: Biz (birgün) Ömer b. Abdilazîz'in yanında (bulunuyor)
idik, derken kadınların mut'a nikâhını konuşmaya başladık. Rabî' b. Sebre
denilen bir adam:
Ben babamın; gerçekten
Resulullah!(s.a.) Veda Haccında onu yasakladı, dediğine şâhid oldum, dedi.[210]
İslâmiyetin ilk
devirlerinde zaruret icabı geçici olarak mübah kılınan mut'a nikahı hicretin
onuncu yılında Veda Haccmda yasaklanmıştır.
Bu hadis-i şerîf
Müslim'in Sahih'inde ve İmam Ahmed'in Müsned'in de şu mânâya gelen lâfızlarla
rivayet olunmuştur: "Rabia b. Sebre'nin babası Mekke'nin Fethinde Resûlullah,(s.a.)'Ia
birlikte gaza etmiş ve (şunları) söylemiştir:
Orada onbeş gece
kaldık. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.) bize kadınlarla mut'a yapmaya izin
verdi. Derken ben kavmimden bir zat ile birlikte dışarı çıktım, güzellik
bakımından ben ondan üstün idim. Arkadaşım çirkine yakm bir adamdı. İkimizin
de kaftanı vardı, fakat benim kaftanım eski, amca oğlumun kaftanı ise yepyeni
idi. Mekke'nin alt tarafında, yahut üst tarafına vardığımızda bize uzun boylu
dişi deve gibi (endamlı) bir kadın rastladı. (Kendisine):
Bizden birimizle mut'a
yapmaya razı olur musun? dedik. Kadın:
Ne verirsiniz? dedi.
Biz de kaftanlarımızı yaydık. Kadın her ikimize de bakmaya başladı. Arkadaşım
kadının yanıbaşına baktığım görünce:
Bunun kaftanı eskidir,
benim kaftanım ise yepyenidir, dedi. Kadın ise iki veya üç defa:
Onun kaftanının zararı
yok, dedi sonra kadınla ben mut'a yaptım ve Resülallah (s.a.) mut'ayı haram
edinceye kadar yanından çıkmadım.[211]
Müslim'in diğer bir
rivayetinde de şu ifâde vardır: Fetih yılında Mekke'ye girdiğimiz vakit
Resûlullahi mut'a yapmamızı emir buyurdu. Artık ondan bizi nehyedinceye kadar
mut'adan çıkmadım.[212]
Buhârî'nin Sahıh'inde
ise Resûlallah'ın mut'ayı ve ehlî eşek eti yemeyi Hayber günü yasakladığı kayd
edilmektedir.[213]
Müslim ile İmam
Ahmed'in rivayet ettikleri bir başka hadis-i şerifte de Resülallah (s.a.)
.mut'a nikâhına Evtas yılında sadece üç günlüğüne izin verdiği ve üç gün sonra
da yasakladığı ifâde ediliyor.[214]
Bu rivayetler arasında
bir çelişki bulunduğunu zannetme doğru değildir. Çünkü mut'a nikahı önce
hicretin yedinci yılında Hayber'de mubah kılınmış, bir süre sonra
yasaklanmıştır. Nihayet hicretin sekizinci yılında Mekke'nin fethi sırasında
tekrar mubah kılınmış, bir süre sonra da yasaklanmıştır. Resûl-i Ekrem
Efendimiz bu yasağın kesinleştiğini te'kîd etmek maksadıyla Veda Haccında bu
yasağı yeniden ilân etmiştir. Böylece İslâmiyette bu iş son şeklini almış ve bu
yasak kesinlik kazanarak yerine oturmuştur.
Müslim ile İmam Ahmed'in
rivayetinde geçen Evtas Gününden maksat da Mekke'nin Fethedildiği gündür.
Üç şeyin ikişer defa
neshedildiği söylenir. Bunlar mut'a nikâhı, ehlî eşek eti yemek, namaz kılarken
Beyt-i Makdise yönelmek. Ulemâdan bazılarına göre mut'a nikâhı zaten geçici
olarak helâl kılındığı için onu yürürlükten kaldıracak bir neshediciye ihtiyâç
yoktur. Çünkü bir hükmün yürürlükten kaldırıldığından bahsedilmesine ihtiyaç
duyulması için o hükmün daha önce devamlı olarak yerleşmiş olması gerekir.[215]
Mut'a nikâhı haramdır.
Sahabe, tabîun ve daha sonrakilerden ulemanın büyük çoğunluğu bu görüştedir.
İsİâmın ilk yıllarında bu nikâh sadece yolcular için mubah kılınmıştı, daha
sonra neshedildi.
Mut'a nikâhınının
mubah oluş sebebini Hz. Abdullah b. Mesûd (şöyle) anlatıyor: Resûlallah (s.a.)
ile birlikte gaza ediyorduk. Kadınlarımız yoktu. Bu sebeble "hayalarımızı
çıkarsak mı acaba?" dedik. Fakat Resü-lullah(s.a.) bizi bundan nehyetti.
Sonra bize elbise muk'abilinde muayyen bir zamana kadar bir kadınla evlenmemiz
için ruhsat verdi.[216]
Hz. İbn-Mesud'un
açıklamasından anlaşılıyor ki, mut'a nikâhı İslâm'ın ilk yıllarında seferde
bulunan ve bu yüzden de ailelerinden uzak kalan kimseler için mubah
kılınmıştır. Ancak bu iznin seferde olanlar İçin geçerli olduğu kadar seferde
olmayanlar için de geçerli olup olmadığı meselesi açıklığa kavuşmamıştı.
Bundan dolayı bu iznin herkes için geçerli genel bir izin olduğu kanaatinin
doğmasını önlemek bakımından Hz. Peygamber bu nikâhı yasakladı. Sonra ihtiyaç
duyuldukça seferde bulunanlar için yine mubah kıldı ve sonra tekrar yasakladı.
Nihayet Mekke'nin fethinden sonra bir daha hiç helâl olmamak üzere ebediyyen
yasakladı. Böylece mut'a nikâhı son hükmünü alarak yürürlükten kaldırıldı. Bu
gün bazı Şia fırkalarının dışında mut'a nikâhının helâl olduğunu iddia eden bir
fıkıh âlimi yoktur. Yalnız İbn Cüreyc'in de mut'a nikâhının helâl olduğunu
savunduğuna dair bir rivayet vardır.[217]
Zahirî ulemasından İbn
Hazm bu konudaki görüşlerini şöyle ifâde ediyor: "Muayyen bir müddet için
kıyılmış olan mut'a nikahı haramdır. Bu nikah İslâm'ın ilk devirlerinde helâl
kılınmıştı, fakat sonradan yürürlükten kaldırıldı. Allah Teâlâ Peygamberinin
diliyle onu kıyamete kadar yasakladı.
Resûl-i Ekrem'in
vefatından sonra selef ulemâsından bir cemaat mut'a nikâhının helalliğini
savunuyorlardı. Ashâb-ı kiramdan Esma bint Ebî Bekr, Câbir b. Abdillah, İbn
Mesud, İbn Abbas, Mua'viye b. Ebî Süfyân ve Ebû Said el-Hudrî; tabiûndan ise,
Tâvûs, Atâ, Saîd b. Cübeyr ve diğer Mekke fukahâsı bu görüşü savunan kimseler
arasındaydı."[218]
İbn Hazm'ın Ashâb-ı
kiramdan ve tabiûndan pekçok ilim adamını mut'a nikahının helal olduğuna
inandıklarına dair ileri sürdüğü bu görüş şu şekilde reddedilmiştir:
"Mut'a nikahının mubah olup olmadığı konusundaki ihtilâf ancak Hz.
Ömer'in hilafetinin son yıllarına kadar devam etmiştir. Hz. Ömer halifeliğinin
son yıllarında bu nikâhın Resûl-i Ekrem tarafından yasak edildiğini kesin bir
dille ifâde etmiş, ondan sonra da İbn Abbâs'm dışında o devirde yaşayan ulemâ
mut'a nikâhının haram olduğunda ittifak etmişlerdir. İbn Abbas*in bu görüşünden
döndüğüne dâir de Sünen-i Tirmizî'de şöyle bir rivayet vardır: "İbn Abbas
dedi ki:
Mut'a İslâmiyetin
başlangıcında vardı ve bir erkek, yabancısı olduğu bir beldeye varınca orada
bir kadınla evlenir, kadın onun eşyasını korur ve elbisesini onarırdı.
Neticede, "...ancak ailelerine ve mülk-i yemin olan cariyelerin..."[219]
âyet-i kerimesi nazil olunca kaldırıldı. İbn Abbâs, "artık o iki fercden
(karısı ile cariyesinin ferclerinden) başka her fere haramdır" dedi.[220] Ancak
bu hadis zayıftır. Çünkü senedinde Musa b. Ubeyde vardır.
İmam Tirmizî de bu
konudaki görüşlerini şöyle ifâde ediyor: Peygamber (s.a.)'in ashabından ve
sonrakilerden ilim adamlarının ameli bu hadis üzredir. İbn Abbâs'dan bir ruhsat
rivayet edilmişse de Resûlullah (s.a.)'dan naklen mut'anın hükmü kendisine
bildirilince kavlinden dönmüştür. İlim adamlarımızın çoğu mut'anın haram
olduğu üzerinde mutabıktır. Sevrî, İbnu'l-Mübârek, Şafiî, Ahmed ve İshak'm
kavli budur.[221]
Her ne kadar İbn Abbas'ın
mut'a nikâhının mubah olduğu görüşünden döndüğüne dâir Tirmizî'nin rivayet
ettiği hadis zayıf ise de, Hattabî'-nin Said b. Cübeyr'den naklen rivayet
ettiği;
Ben îbn Abbâs'a senin
fetvan aldı yürüdü ve onunla ilgili olarak şâirler şiir söylemeye başladı,
dedim de İbn Abbas;
Vallahi ben böyle bir
fetva vermedim. Mut'a leş gibidir sadece zaruret hâlinde kalanlar için
helâldir dedi, anlamındaki hadis de onu takviye etmektedir. Nitekim Hattâbî'nin
naklettiği bu hadis Beyhakî tarafından da rivayet edilmiştir. Beyhakî'nin
rivayetinin sonundalcümle bulunmaktadır: "O ancak leş, kan ve domuz eti
gibidir."
Her ne kadar bazı
kimseler "mut'a nikahının Peygamber tarafından haram kılındığına dair
rivayetler zannîdir, kat'î bir hüküm zannî delillerle neshedilemez"
diyorlarsa da bu söz bir iddiadan öte gidemez, çünkü iddia edildiği gibi
mut'anın Kür'an-ı Kerim'Ie helâl kılındığı kabul edilse bile onu helâl kılan
âyetin sübûtu kat' olmakla birlikte iki cihetten delâleti zannîdir.
1. Çünkü
âyet-i kerimedeki istimta' kelimesi[222]
mut'a nikâhı anlamına gelebileceği gibi, sahih nikâhla kadından faydalanma
anlamına da gelebilir.
2. Onların
delil diye gösterdikleri âyetin lâfzı umûm (genellik) ifâde etmektedir,
dolayısıyla delâleti zannîdir. Tirmizî'nin rivayet ettiği hadiste İbn Abbas'ın
"mut'a İslâmın başlangıcında vardı... neticede "...ancak eşleri yahut
ellerinin sahibolduğu(cariyeler)hâriç..."[223]
âyet-i kerimesi İnince kaldırıldığı, artık o iki fercden başka her fere
haramdır" demesi ise, mut'anın mubah olmadığını kesinlikle ifâde
etmektedir. Rivayete göre İmam Ali de "Peygamberimiz kadınları mut'a usûlü
nikâhlamayı nehyetti. Bu önceleri kadın bulamayanlar içindi, sonradan kadın ve
erkek arasındaki miras iddet, talak, nikâh hükümleri inince mut'a adeti
neshedildi" buyurmuştur.[224]
2073.
...Rabî b. Sehre'nin babasından rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.)
kadınları muta (nikâhı ile alma)yı yasaklamıştır.[225]
Bu yasaklama yukarıda
geçtiği gibi Veda haccı senesinde olmuştur. Bu hadisle ilgili etraflı açıklama
önceki hadiste geçmiştir.[226]
2074. ...İbn
Ömer (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Resûlullah Şigâr'ı yasaklamıştır.
Müsedded rivayetine
(şu cümleyi de) ekledi:
Ben Nâfi'a "şigâr
nedir?" diye sordum,
"Bir adamın
mehirsiz olarak birinin kızıyla evlenmesi ve (karşılığında da) kendi kızını
onunla evlendirmesidir" diye cevap verdi.[227]
Şigâr sözlükte
kaldırmak ve boşalmak gibi mânâlara gelir. Bir fıkıh terimi olarak da
değiş-tokuş yapmak suretiyle mehirsiz
evlenmek demektir. Bir başka ifâdeyle iki erkeğin, kızlarını veya velisi
olduğu kadınları herbiri diğerinin mehri olmak üzere biribir-lerine vererek
evlenmelerine fıkıhta şigâr denir." Bu suretle kadınlardan her birinin
bıd'ı, (yani kendisinden istifade edilecek olan cinsel organı) diğerine mehir
sayılmış olur.
Bu tür evlenmelerde
mehir hakkı kaldırıldığı için böyle evlenmeye "kaldırma" manasına
gelen "şiğâr" ismi verilmiştir. "Sigar kelimesi boşalmak"
manasına da geldiğinden mehirden boşalmış olan bu nikahlara "şiğâr"
ismi verilmiştir" demek de doğru olur.
Şafiî ulemâsından
Nevevî'nin beyânına göre ilim adamları kız kardeşlerin erkek kardeşin
kızlarının, halaların, amca kızlarının ve cariyelerin şigâr yolu ile
evlendirilmelerinin de aynen öz kızların evlendirilmeleri hükmünde olduğunu
söylemişlerdir"[228]
1. Şiİâr
yoluyla evlenmek haramdır. Ulema bunda ittifak etmiştir. Ancak sığar yoluyla
yapılan evlenmenin sahih olup olmadığı ulema arasında tartışmalıdır. İmam
Şafiî, Ahmed, İshak (r.a.) ve daha pek çok ilim adamlarına göre, şiğâr yoluyla
kıyılan nikah bâtıldır. Delilleri ise, konumuzu teşkil eden bu hadisi şeriftir.
îmam Mâlik'e göre ise,
sigar yoluyla kıyılan nikahın zifaftan önce feshi gerektiği gibi zifafa
girilmiş bile olsa, yine de feshi gerekir.
Yine ondan gelen diğer
bir rivayete göre ise, zifaf dan önce feshi gerekirse de zifafdan sonra
feshedilemez.
2. Hanefi
ulemasıyla imam Sevrî, Mekhûl, Amr b. Dinar, ez-Zührî ve b. Sa'd'a göre ise, bu
nikâh "...size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın..."[229]
âyet-i kerimesinin genel hükmü içerisine girdiği için sa-hihdir. Fakat nikahdan
sonra erkeğin kadına mehr-i misi ödemesi gerekir. Çünkü mehir, nikahın şartı
veya rüknü değildir. Ancak nikahın bir gereği ve neticesidir. Binaenaleyh
mehirle ilgili bir fesad nikaha sirayet edemez. Bu tıpkı şarap ve domuz gibi
haram bir madde mehir kabul edilerek kıyılan nikaha "benzer.
Bu görüşte olan
ulemâya göre "bu hadis-i şerifte şigâr yoluyla yapılan nikâhın
nahyedilmesinin nedeni, mehrin kaldırılması ve kadınların cinsel organlarının
mehir yerine konmasıdır. Hadis-i şeriflerde yasaklanan husus budur."
"Binaenaleyh bu
yolla kıyılan bir nikah, mehir olarak verilmesi uygun olmayan bir maddeyi
mehir sayarak kıyılan bir nikaha benzer. Bu suretle kıyılmış olan bir nikahın
sahih olduğu ve evlenen erkeğin kadına mehr-i misi ödemesi gerektiği gibi,
bunun bir benzeri olan şiğâr nikahı da sahihdir ve bu nikah ile evlenen erkeğin
de kadına mehr-i misi ödemesi gerekir.”
Bu konuda "şiğâr
nikahı bâtıldir"diyen cumhuru ulemânın görüşü daha isabetlidir. Çünkü
hadis-i şerifte şiğâr nikahı yasaklanmaktadır. Yasak ise, genellikle yasaklanan
fiilinin fasit olmasını gerektirir ve bu fiilin fasitlik tarafı daha ağır
basar. Nitekim Hanefi ulemasından Ebu'l-Hasan es-Sindî el-Hanefî de bu konuda
şunları söylüyor: "İslamda şiğâr yoktur"[230]
hadisi şiğâr nikâhının bâtıl olduğunu gösterir. Asılnda Hanefi mezhebinde de bu
nikahın kıyıldığı şeklinde kalması caiz görülmez. Mehr-i misil takdir edilerek
şiğâr nikahı olmaktan çıkarılıp sahih nikah hâline getirilir. Zahir olan budur
ki şiğâr yoluyla kıyılmış olan nikâh bâtıldır. Çünkü böyle bir nikâh hiç
kıyılmamış sayılır. Batılhğı buradan gelir. Bu nedenle bu nikahı kıyılmış özel
bir nikâh çeşidi olarak kabul etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla cumhurun
görşü daha isabetlidir."[231]
2075.
...Abdurrahman b. Hürmüz el-A'rac dedi ki; el-Abbas b. Abdullah b. el-Abbas,
kızını Abdurrahman b. el-Hakîm'e; Abdurrahman da kızını Abbas'a nikahladı.
İkisi de mehir verdiler. Bunun üzerine Muaviye Mervan'a mektup yazıp onları
ayırmasını emretti ve mektubunda "işte bu Resulullah(s.a.)'ın yasakladığı
sigardır" dedi.[232]
Metinde geçen
cümlesindeki fiilinin birinci mef'ûlu mahzuf (zikredilmemiş)tur.Biz bu
meFûlti takdir edip cümleyi "her ikisi de zevcelerine mehr verdiler"
anlamına gelecek şekilde tamamlarsak o zaman Hz. Muaviye'nin burada kasdettiği
şiğâr nikahının bir önceki hadis-i şerifte açıklanan gerçek şiğâr nikahına
uymadığı anlaşılır.
Meseleye bu açıdan bakınca
Hz. Muaviye'ye göre şiğâr nikahı iki kişinin birbirlerine kızlarını veya
velisi oldukları kadınları herbiri diğerinin mehri olmak üzere mehirsiz olarak
nikahlamaları değildir.Ona göre şiğâr, mehİrlerini vermiş büe olsalar, iki
kişinin birbirlerinin kızlarını veya velisi oldukları kadınları değiş-tokuş
yoluyla almalarıdır. Fakat mahzuf olan bu mef'ûl cümle, "Her ikisi de
(velisi olduğu kadını diğerine)- nikahlamayı (-alacağı kadının) mehr)ine)
saydılar" anlamına gelecek şekilde takdir edilirse; o zaman Hz.
Muâviye'nin de şiğâr nikahım bir önceki hadis-i şerifin ifâdesine uygun olarak
"iki erkeğin birbirlerine kızlarım veya velisi oldukları kadınları
herbiri diğerinin mehri olmak üzere nikahlamaları" olarak anladığı ortaya
çıkar. Nitekim "Münteka'l-ahbâr isimli eserde ihtilâf konusu olan cümlesi,
birinci mef'ûlü mezkûr olarak ve şeklinde rivayet edilmiştir.[233]
Burada birinci mef'ûl olarak zikredilen "hû" zamirinin
"nikahlama" kelimesine döndüğü düşünülürse, o zaman bu cümle
"her ikisi de kızlarını diğerine nikahlama işini mehir kabul ettiler"
mânâsına gelir ve bir Önceki hadis-i şerife uygun düşer. Dolayısıyla Hz.
Muâviye'nin şiğâr nikahı anlayışının da bir önceki hadise uygun olduğu
anlaşılır.
Fakat Münteka'l-ahbar
yazarı bu hadisi Sünen-i Ebû Dâvûd'dan ve Ahmed b. Hanbel'in Müsned'in'den
naklettiğini kaydettiği halde, gerek Sünen-i Ebû Davud'un, gerekse Müsned'in
hiçbir nüshasında bu hadisin Münteka'l-ahbar yazarının naklettiği şekilde
kaydedildiğine rastlamak mümkün değildir.
Şevkânî'ye göre ise,
iki çeşit şiğâr nikahı vardır:
1. İki
kişinin birbirlerinin kızlarını bir diğerinin mehri olmak üzere, yani mehirsiz
olarak almalarıdır.
2.
Değiş-tokuş şartıyla fakat mehirlerden hiç bahsetmeyerek iki kişinin
birbirlerinin kızlarıyla evlenmesidir.
Ulemâdan
bazılarına göre, islâmiyette
yasaklanmış olan şiğâr nikahı' birinci kısma giren nikah şeklidir. Bunlara göre
bu nikahı bâtıl ve hükümsüz kılan husus, nikahın mehirsiz olarak kıyılmış
olması değil, kadınların cinsel organlarının mehir sayılmış olmasıdır. Aslında
mehirsiz nikah sahih olduğu için mehirsiz olarak kıyılan bir nikah bâtıl
sayılamaz.[234]
Mehirden hiç
bahsedilmeden iki kişinin değiş-tokuş şartıyla birbirlerinin velisi olduğu
kızlarla evlenmesine gelince sözü geçen ulemâ yanında en sıhhatli olan görüşe
göre bu nikah sahihdir.
İmam Şafiî ise, aksi
görüştedir. Hz. İmamın beyânına göre iki adamın kızlarım veya velisi bulunduğu
kadınları herbirinin cinsel organı diğerinin mehri sayılmak üzere
nikahlamalarına veya iki erkeğin mihri hiç söz konusu etmeksizin değiş-tokuş
şartıyla birbirlerinin velisi oldukları kız veya kadınlarla evlentnelerine
"şiğâr nikahı" denir. Resûl-i Ekrem'in yasakladığı bu nikah
kıyıldığı andan itibaren münfesih ve hükümsüzdür.
Fakat iki kişinin
meşru' bir mehirden bahsetmek sizin birbirlerinin velisi oldukları kadınlarla
evlenmelerine gelince her ne kadar "el-İmlâ" da Şafiî'nin bu nikahın
bâtıl olduğunu savunduğu kaydediliyorsa da Mü-zenî'nin Muhtasar'ında ve
el-Ümm'de Şafiî'nin bu nikahı tecviz ettiği açıkça ifâde ediliyor.[235]
el-Kaffâl'e göre,
şiğâr nikahının bâtıl oluşunun illeti iki kadından birinin nikahının kıyılması
öbürünün nikahının kıyılması şartına ve onun nikâhı zamanına bağlanmasıdır.
Sanki her iki veliden herbiri diğerine "sen kızını bana nikahlamadıkça ben
de sana kızımı nikahlamam" demiş oluyor.
Hattâbî'nin beyânına
göre ise, İbn Ebî Hüreyre bunu bir kadınla onun bir organını istisna ederek
evlenen adamın nikahına benzetmektedir. Böyle bir nikâhın fâsid olduğunda
ittifak vardır. Gerçekten böyle bir nikahla kızım evlendiren kimse, velisi
bulunduğu kızın tenasül organını diğer kadının mehri saydığı için o kızın
tenasül organını istisna ederek evlendirmiş demektir.[236]
Bütün bu durumlar
gösteriyor ki, metinde geçen Abbas b. Abdullah'ın, kızını Abdurrahman b.
el-Hakîm'e; onun kızını almak şartıyla vermesi, Resûl-i Ekrem'in yasaklamış
olduğu şiğâr nikahı değildir. Çünkü bunlar kızlarının tenasül organlarını
mehir saymadıkları gibi ayrıca meşru şekilde mehir de vermişlerdir.
Binaenaleyh şiğâr-nikâhım meydana getiren şartlar bu nikahta bulunmamaktadır.
Bütün mezheplerce haram sayılan şekliyle, şiğâr nikahının gerçekleşebilmesi
için:
1. İki
kadından her birinin tenasül organının diğer kadının mehri sayılması,
2. İki
kadından her birinin nikah akdinin, diğer kadının nikah akdinin gerçekleşmesine
bağlanması,
3. Meşru bir
mehirden bahsedilmemiş olması gerekir.[237]
2076. ...Ali
(r.a.)'dan; demiştir ki; "Peygamber
(s.a.); Hülle nikâhı ile evlenen kocaya ve kendisi için hülle yapılan
kocaya Allah lanet etsin" buyurdu.[238]
Kocasından üç talakla
boşanmış bir kadının tekrar eski kocasına dönebilmesi için yabancı bir erkekle
geçici olarak nikah edilmesine hülle denir. Geçici ve ekseriyetle bir günlük
nikahlanma ile evlenen adama "muhallil'V eski kocaya da "mahallelim
leh:"yani "kendisi için hülle yapılan" denir. Hülle çirkin bir
hareket olduğundan Resûl-i Ekrem (s.a.) hülle yapana da yaptırana da lanet
etmiştir.
Aile yuvasını ve nikah
bağını hafife olan bu hareketin "muhallelün leh" için çirkinliği
meydandadır. Muhaîlil için olan çirkinliği ise, nefsini başkasının arzusu
istikametinde iare etmesidir, Peygamber efendimiz ise, bu kişiyi i'reti tekeye
benzetmiştir.[239]
tbn Mace'nin bu
mevzuda merfû olarak tahric ettiği bir hadisin meali şöyledir: "Dikkat
edin size ödünç alınan tekeyi haber vereyim mi?" onlar da
"evet!" Ya Resûlallah..." dediler buyurdu ki: "O helal
kılmak için evlenen kimsedir. Allah buna ve o kocaya lanet etsin."[240]
Metinde geçen
"el-Muhallfl" kelimesi Sünen-i Ebû Davud'un bazı nüshalarıyla Tirmizî'nin
Sünen'inde "el-Mühallel" şeklinde geçmekte ise de, mânâ itibariyle
aralarında bir fark yoktur.[241]
1. Kadının
eski kocasıyla evlenmesini sağlamak
amacıyla yapılan hülle nikahı batıldır.Bu nikahı yapmak da haramdır. İmam Mâlik
ile imam Şafiî ve imam Ahmed (r.a.) bu görüştedirler. Delilleri ise, konumuzu
teşkil eden hadis-i şeriftir.
Hanefî imamlarından
Ebu Yusuf'a göre ise, eğer ikinci koca bu nikahı "ben seni birinci kocana
helal kılmak için zevceliğe kabul ettim" gibi tahlili şart kılan bir
ifâdeyle gerçekleştirmişse, fasit olur. Çünkü nikah tahlil şartı ile olunca,
muvakkat nikaha benzeyeceğinden,-onun hükmünü alır. Bu durumda kadının eski
kocasına dönmesi caiz değildir.
Nitekim şu hadis-i
şerifler de Hz. İmamın bu görüşünü desteklemektedir. Adamın birisi Hz. İbn
Ömer'e gelerek, karısını boşayan dayısını çok üzgün gördüğü için, dayısının
haberi yokken boşadığı kadını biriyle evlendirip sonra ondan ayırarak yine
dayısıyla evlendirmek istediğini söyleyince, İbn Ömer nikâhın pazarlıksız
olarak içten gelen bir birleşmeden ibaret olduğunu söylemiş ve;
"Resûlullahın sağlığında biz bunu zina sayardık" buyurmuş"[242]
2.
"Peygamber (s.a.) muhallil'e de muhallelün-leh'e de lanet etti"[243]
hadis-i şerifi hakkında Tirmizi şunları söylüyor: "Bu hadis, hasendir. Peygamber
(s.a.)'in ashabından aralarında Ömer b. el-Hattab, Osman b. Af-fân,. Abdullah
b. Amr ve daha başkaları da bulunan ilim adamlarının ameli bu hadis üzeredir.
Tabiînden Süfyan
es-Sevri, İbnu'l-Mübârek, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve îshak gibi fakihîer de bu
görüştedirler.
İmam Ebû Hanife
(r.a.)'a göre "tahlil şartı ile akdedilen nikah mekruhtur, fakat bu
nikahtan sonra kocası boşar da kadın da usulüne uygun olarak iddetini beklerse,
eski kocasına dönebilir. Delili ise konumuzu teşkil eden "Allah mu ha IHI
ve muhallelün lehe lanet etsin" hadis-i şerifidir. Çünkü Resûl-i Ekrem
(s.a.) o kadının vardığı bu ikinci kocayı muhallil diye isimlendirmiştir.
Muhallilin mânâsı helal kılan yani kadının eski kocasına dönmesini mümkün
kılan demektir. Nikah esnasında 'kılman şart nikahı bozmayacağına göre nikah
sahihtir ve kadın eski kocasına dönebilir."
İmam Muhammed'in
görüşü de şöyledir. "Nikahın caiz olması için gerekli şartlar mevcut
olduğundan bu nikah caizdir. Fakat kadın eski kocasına dönemez. Çünkü o üç
talakla boşadığı eski karısını tez yoldan çevirmek istemiştir ki, böyle tahlil
şartı ile akdedilen nikahtan sonra kadının eski kocasına dönmesi caiz
değildir. Bu, vârisin tez yoldan servete konmak için murisini öldürmesine
benzer ki, bu durumda vâris mirastan mahrum edilir.
Şayet tahlil
maksadıyla evlenir fakat bunu nikahta şart koşmazsa bu durumda kadın eski
kocasına ittifakla dönebilir. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere imam Ebu
Hanife ile sahibeyn arasındaki ihtilaf nikahda tahIîlin şart koşulması
durumundadır. Tahlil şartı ile kıyılan nikah, Ebû Yusuf'a göre fasittir. îmam
Muhammed ile İmam Ebu Hanife'ye göre ise, sahihtir. Ancak imam Muhammed
"kadın eski kocasına dönemez derken İmam Ebu Hanife dönmesine cevaz
veriyor.[244]
Hz. İmam Ebu Hanife
aksi görüşte olanlar için şu cevabı vermektedir:
1. Kadının
hülle nikahıyla evlenip de anlaşması gereği ikinci kocasından ayrıldıktan
sonra birinci kocasına dönmesini caiz görmemek "erkek (üçüncü kez) boşarsa
artık bundan sonra kadın başka bir kocaya varmadan kendisine helal olmaz"[245]
âyet-i kerimesine aykırıdır. Çünkü ayet-i kerimede birinci kocasından boşanan
kadının ilk kocasına dönmesinin helal olması, kadının başka bir kocayla
evlenmesi şartına bağlanmıştır. Hülle nikahıyla da bu şart pekâla yerine
gelmiştir.
2. İbn
Ömer'in, "Peygamber (s.a.)'in sağlığında biz bu nikahı zina sayardık"
sözü, hülle nikahının haram olduğuna delâlet ederse de bu nikahtan sonra
kadının ilk kocasına helal olmayacağına delâlet etmez. Ayrıca Hz. İbn Ömer'in
sözü kendi görüşünü yansıtır. Merfu bir hadis değerinde değildir.
İbn Kayyım (r.a.) ise,
Hz. Ali, Ukbe b. Âmir, İbn Mesud ve Ebu Hureyre'den rivayet edilen bu konuyla
ilgili hadisleri zikrettikten sonra bu dört kişi sahabenin en ileri
gelenlerindendir. Bunlar Resul-i Ekrem'in muhallü ve muhallelün lehe lanet
ettiğine bizzat şâhid olmuşlardır. Bu lanet ya Allah'ın bildirmesiyle
yapılmıştır ki, bu durumda bu bir haber-i sadıktır, yahut da Resûl-i Ekrem'in
bir bedduasıdır.
Bu durumda bu hadis-i
şerif, hulle'nin büyük günahlardan olduğuna ve bunu yapan kimsenin de melun
olacağına delâlet eder. Esasen Medine uleması ile hadis ulemasına göre mut'a
nikahı yapılırken bunun muvakkat olduğunu şart olarak ileri sürüp dille ifâde
etmekle, dille söylemeyip kalb-den geçirmek arasında bir fark yoktur. Çünkü
sözü geçen ulemaya göre akidler de kasıt muteberdir, ameller niyyetlere
göredir. Binaenaleyh ayrılmak niyyetiyle evlenen bir kimse bunu diliyle
söylememiş bile olsa, söylemiş gibi olur. Zira sözler bir takım mânâlara
delâlet etmeleri için konulmuş vasıtalardan ibarettir. Mânâları anlaşılınca ona
göre hüküm terettüb eder.[246]
2077. ...Ali
(r.a.) olduğu zannedilen bir sahâbî de (önceki hadis ile aynı manada bir hadisi) Peygamber (s.a.)'den rivayet
etmiştir.[247]
Hadislerin kelime
kelime, Hz. Peygamberin ağzından çıktığı şekilde rivayet edilmesine
"lâfzen rivayet" denir. Mânâ aynı olduğu halde birbirinden değişik,
lâfızlarla rivayetine ise, "manen rivayet" adı verilir.
Gerek sahabe devrinde
ve gerekse sahabeden sonra gelen tabiûn ve tebeuttabiûn devirlerinde de
hadislerin lâfzen rivayet edilmesi gerektiğinde birçok hadisçiler ittifak
etmişlerdir. Delilleri ise; "Benden bir söz işiten, onu güzelce belleyip
işittiği gibi başkasına ileten kimsenin Allah yüzünü ak etsin."[248]
hadis-i şerifidir. Bununla birlikte hadislerin manen rivayet edilmesinin caiz
olduğu görüşünde olanlar da vardır. Tanınmış tabiîlerden Hasan el-Basrî ile İbn
Şîrîn bunlardandır. İbn Sirin'in şu sözü bu görüşünü pek açık bir şekilde dile
getirmektedir: "On kadar sahâbîden hadis işittim hepsi de (kelimelerde)
ihtilâf ederlerdi, fakat mânâ aynı idi."[249]
Hadislerin manen
rivayetini caiz görenler, manayı bozacak şekilde rivayeti önlemek için manen
hadis rivayetinde bazı şartların bulunması gerektiğini söylemişlerdir. Bu
şartlan şu şekilde sıralamak mümkündür:
.
a. Hadis
râvİsinin sarf ve nahiv kaidelerine tam manâsıyla vâkıf olması,
b. Lügat
ilmini ve Arapçanm inceliklerini iyi bilmesi
c. Hadis
lâfızlarının delâlet ettiği mânâları iyi bilmesi,
d. Bir hadisi
değişik lâfızlarla rivayet ettiği zaman o hadisin Hz. Pey-gamber'in kast etmiş
olduğu mânâyı aynen verdiğinden emin olması gerekir.
Açıklamakta olduğumuz
hadis, senedinde el-Haris b. el-A'ver bulunduğu için zayıf olmakla beraber,
sahih ve hasen hadisler tarafından takviye edilmiş olması sebebiyle
zayıflıktan kurtulup hasen derecesine yükselmiştir. Fıkhi hükümleri için
önceki hadise bakılabilir.[250]
2078.
...Câbir (r.a.)'den; demiştir ki: "Resûlullah (s.a.) "Efendisinden
izinsiz olarak evlenen her köle zinakârdır" buyurdu."[251]
Bu hadis-i şerif,
"Efendisinin haberi olmadan evlenen kölenin nikâhı sahih değildir"
diyenlerin delilidir. Çünkü bu şekilde evlenen bir kölenin zina etmiş sayılması
nikâhının bâtıl ve hükümsüz olduğuna delâlet eder.
İmam Evzaî ile İmam
Şafiî, Ahmed ve İshak b. Rahûye'ye göre, kölenin efendisi bu nikahı
öğrendikten sonra buna razı olsa bile, nikah yine geçerli olamaz.
Hanefi ulemasına göre
ise, mükâteb bir kimsenin organlarının bir kısmı azat edilmiş Ümmü Veled dahil
olmak üzere, hiçbir köleyi nikahlaması geçerli değildir. Ancak velisinin sarih
veya ibaresiyle delâlet eden bir lâfızla izin vermesi halinde geçerli olur.
Fakat yine de köle bu nikahı yenilemelidir. Yenilemeden ailesine yaklaşması
mekruh olur.
Kölenin efendisi bu
nikahı öğrendiği zaman razı olmadığını veya izin vermediğini ifâde edecek
olursa nikah bâtıl olur. Kölenin de bu nikahtan dolayı kadına bir mehir vermesi
gerekmez. Fakat zifafa girilmişse o zaman köle kadına mehr-i misi ödemekle
mükellef olur. Hürriyetine kavuşunca onu öder. Bu görüş imam Ahmed'den de
rivayet olunmuştur. İmam Mâlik'e göre ise, bu nikah geçerli ise de lâzım
değildir. Binaenaleyh isterse kölenin efendisi bu nikahı feshedebilir.
Dâvud-i zâhiri'ye göre
ise, nikah sahihtir. Çünkü evlenmek farzdır. Farz-ı aynı işlemeye kimse engel
olamaz. Binaenaleyh bu konuda kölenin efendisinin izni olmadan evlenmesi önemli
değildir. Fakat İbn Mâce'nüı rivayetinde böyle bir nikahla evlenen kölenin zina
etmiş olacağı açıkça ifâde edilmiş olduğundan Davud-i Zâhirî'nin bu görüşünün
isabetsizliği son derece açıktır.[252]
2079. ...İbn
Ömer (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.):
"Köle efendisinin
izni olmadan evlenirse, nikahı batıldır" buyurmuştur.[253]
Ebû Dâvûd dedi ki:
"bu hadis zayıftır, mevkuftur ve İbn Ömer (r.a.)'in sözüdür.[254]
Senedinde Abdullah
b. Ömer el-Ömerî bulunduğundan bu hadis
zayıftır. Aslında bu hadis Resûl-i Ekrem'in değil, Hz. Abdullah' b. Ömer'in
sözüdür. Ahmed b. Hanbel'e göre bu hadis münker'dir. Dârekutnî'ye göre ise, İbn
Ömer (r.a.)'e ait bir sözdür.[255]
2080. ...Ebu
Hureyre (r.a.)'den; demiştir ki: "Resûlallah (s.a.): “Kimse (din)
kardeşinin dünürlüğü üstüne
dünürlükte bulunmasın" buyurdu.[256]
Bu hadis-i şerif bir
müslümanın dünürlük yaptığı kıza o dünürlüğün sonucu alınmadan başka bir
müslümanında dünürlük yapmasının haram olduğunu ifade etmektedir.
İmam Mâlik bu hadisi şöyle
açıklıyor: "Bir adam bir kadına evlenme teklif eder kadında ona meyleder,
belirli bir mehir üzerinde anlaşırlar, karşılıklı rıza gösterirler, kadın bazı
şartlar öne sürer. İşte o zaman bu kadına başka bir adamın evlenme teklif
etmesi caiz olmaz. Resûl-i Ekrem (s.a.) "kendisine evlenme teklif edildiği
halde rıza göstermeyen ve kendisiyle bir anlaşma sağlanamayan kadına evlenme
teklifinde bulunmayın" demek istemiştir.[257]
Hanbeli ulemâsından
İbn Kudâme'ye göre ise, kendisine dünürlük yapılan kadının durumu üç şekilde
olabilir:
1. Kadının,
kendisine dünürlük yapan kimseye veya velisine bu konuda olumlu cevap vermiş
yahut kendisini dünürlük yapan kimseyle evlendirmek üzere velisine tam yetki
vermiş olabilir. Bu durumda başka bir erkeğin aynı kadına dünürlük yapması
haramdır. Çünkü böyle bir hareket ilk dünürlük yapan kimsenin işinin
bozulmasına ve müslümanlar arasında düşmanlığın doğmasına yol açar bu konuda
ilim adamları arasında herhangi bir ihtilâf yoktur. Ancak bazı ilim adamları
bu hadisteki yasağın mekruhluk mânâsına geldiğine hükmederken bazıları da
haramlık manâsına geldiğini söylemişlerdir.
2. Kendisine
dünürlük yapılan kadın bu teklifi reddeder veya istekli görünmezse o zaman
başka bir erkeğin o kadına dünürlükte bulunması caizdir. Çünkü Müslim'in
rivayet ettiği şu hadis bunu açıkça ifâde etmektedir. Fatıma bint Kays;
"(Nikaha) helâl olduğum vakit Resûlullah(s.a.)'e Muaviye b. Ebi Süfyan ile
Ebu Cehm'in beni istediklerim söyledim. Resûlullah (s.a.)
"Ebu Celim
sopasını boynundan bırakmaz. Muaviye'ye gelince o da yoksuldur, hiç malı
yoktur. Sen Üsâme b. Zeyd ile evlen" buyurdu. Ben buna razı olmadım, sonra
tekrar, "Sen 'Üsâme ile evlen" buyurdular."[258]
Görülüyor ki burada
Fatıma bint Kays kendisine dünürlük yapan kimselere olumlu cevap vermediği ve onlara
meyi de etmediği içinResûl-i Ekrem Hz. Üsâme b. Zeyd namına Hz. Fatıma'ya
dünürlükte bulunmuştur.
3. Kadının
kendisine yapılan evlenme teklifine rıza gösterdiğini ve buna karar verdiğini
açıkça ifade etmeyip ima yoluyla ifâde etmesi halidir. Bu durumda hüküm
bakımından aynen birinci durum gibidir. İmam Ahmed din sözünün zahirinden
anlaşılan da budur. Ancak Kadı Iyaz, İmam Ahmed'in, bu durumda olan bir kadına
dünürlük yapılabileceği görüşünde olduğunu ve imam Şafiî'nin yeni mezhebinin
de bu merkezde bulunduğunu ifade ediyor ve "delilleri ise, biraz önce
geçen Fatıma bint Kays hadisidir. Çünkü bu hadiste Hz. Fatıma'nın kendisine ilk
defa dünürlükte bulunan kimselerden birine temayül ettiği anlaşılmaktadır.
Böyleyken Resûl-î Ekrem O'na Hz. - Üsâme -adına dünürlükte bulunmuştur"
diyor.
Gerçekte ise Hz.
Fatıma kendisine dünürlük eden kimselere meyi etmemiş ve onlarla evlenmek
hususunda onun gönlünden bir( arzu geçmemiştir. Çünkü:
1. Fatıma
bint Kays Resûl-i Ekrem'e bu konuda istişare etmek için gelmiştir. Bu ise
Fatıma'nın bu hususta hiçbir karara varamadığını, Resûl-i Ekrem'in tavsiyesine
göre hareket etmek istediğini gösterir.
2. Resulü
Ekrem'in ona, "benden önce bir iş yapma"[259]
"Beni geçip de kendi kendine bir iş yapma!"[260]
demiş olması da onun bu konuda kararlı olmadığını gösterir.
Hanefî ulemasının bu
konudaki görüşü, ed-Dürrü'1-Muhtar isimli eserde şöyle özetleniyor: "Bir
erkek bir kadınla evlenmek ister, başka istekli erkek bulunmaz, kadın da
istekli erkeğe rıza gösterirse, onun o kadını istemesinde bir sakınca
yoktur" kadınların iddetlerine ait bölümün "el-Hidad" faslmdaki
bu ifâdenin haşiyesinde İbn Âbidin şöyle der; "Müellifin -başka istekli
erkek bulunmaz, kadında istekli erkeğe rıza gösterirse- kaydını el-Bahr
müellifi Şâfiîlerden nakletmiş ve şöyle demiştir: "Ben bu kaydı mezhebimizin
âlimlerine ait olarak bir yerde görmedim. Bu kaydın delili hadisidir. Bu hadis
sahihtir. Şâfîîler bu hadisi ilk istekli erkeğin, başka bir erkeğin dünürlük
yapmasına izin vermemesi şartına bağlamışlardır. Bizce de nakl olunan hüküm
budur. Nitekim ez-Zâhire'de bir erkeğin bir kadınla evlenmek için istekli
çıkmasından sonra başka bir erkeğin aynı kadına istekli çıkmasını Peygamber
(s.a.) nehy etmiştir. Nehy'den maksat, kadının ilk istekliye tamâyül etmesidir,
et-Tatarhaniyye' isimli eserin "kerahet" bölümünde böyle
denmiştir."[261]
1. Bir
kimsenin evlenmek teklifinde bulunduğu
bir kadından veya kızdan red cevabı almadıkça başka birinin o hanıma
dünürlükte bulunması haramdır. Haleften ve seleften ulemânın büyük çoğunluğu bu
görüştedirler. İmam Nevevî'nin beyânına göre, kadın veya kız ilk evlenme
teklifinde bulunan kimseye olumlu cevap verdiği halde, başka bir erkek de o
kadına dünürlük yapıp onunla evlenirse, günah işlemiş olur. Fakat bu nikahın feshi
gerekmez. Ulemanın büyük çoğunluğu bu görüştedir.
îmam Mâlik'e göre
henüz zifafa girilmemişse bu nikahın feshi gerekir.
İmam Mâliksin meşhur
olmayan bir görüşüne ve Dâvûd-i Zâhirî'nin mezhebine göre, zifaftan önce de
sonra da bu nikahın feshi gerekir.
2. Metinde
geçen "kardeş" kelimesinden maksat, din kardeşidir. Şu halde hadis-i
şerifte yasaklanmış olan dünürlük bir müslümanın talip olduğu ve redd cevabı
almadığı kadına başka bir müslüman tarafından yapılan dünürlüktür. Binaenaleyh
bir zımmî erkek bir zımmî kadını istedikten sonra müslüman bir erkeğin o
kadına istekli olmasında bir sakınca yoktur. İmam Evzaî ile İbnu'I-Münzir, İbn
Cüveyriyye ve Hattâbî bu görüştedirler. Nitekim "Mü'min, mü minin
kardeşidir." O halde, bir mü'minin kardeşinin satışı üzerine satış yapması
ve o vaz geçmedikçe dünürlüğü üzerine dünür göndermesi helal değildir."[262]
Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre ise, haram olan dünürlüğün, "müslüman kardeşin dünürlüğü
üzerine yapılan dünürlük" diye kayıtlanması, zımmîlerin dünürlüğü üzerine
yapılan dünürlüğün helal olmasını ifâde etmez. Çünkü buradaki "müslüman
kardeş" kaydı, kayd-ı ihtirazı değildir, kayd-i eksendir. Müslüman
ülkelerinde bu yasağın genellikle vuku'a geliş şeklim beyân için gelmiştir.
Yoksa bu kaydın dışındakilerin yasak sınırları dışında kaldığını ifâde için
gelmemiştir. Îbnu'l-Kasım'a göre hadisteki nehy'den, damat namzedinin fasık
olması istisna edilmiştir. Yani bir fâsıkın dünürlük yaptığı bir kadına salih
bir kimsenin dünürlük yapması caizdir.
3. Bir
kadının evlenmek istediği erkeğe diğer bir kadının evlenme teklifinde bulunması
haramdır. Fakat erkeğin ikisiyle de evlenmesi halinde bunda bir sakınca yoktur.[263]
2081. ...İbn
Ömer (r.a.)'den; demiştir ki: "Resûlullah (s.a.): "İzni olmadıkça,
sizden biriniz (müslüman) kardeşinin dünürlüğü üzerine dünürlükte bulunamaz ve
onun satışı üzerine satış yapamaz." buyurdu.[264]
Bir kimsenin satışı
üzerine satışta bulunma şu şekilde olur: Bir kimse bir malı bir başkasına meselâ
üç günlüğüne muhayyer olarak satar. Mal o adamın elinde iken, üçüncü bir şahıs
gelerek aynı malı ona daha ucuz bir fiatla satabileceğini söyler ve o müşteriyi
önceki malı almaktan caydırır. Ulema bu satışa kıyasla bir kimsenin satın
alacağı bir mala müşteri çıkmayı da haram görmüşlerdir. Bu da şöyle olur: Bir
satıcı satmak istediği bir malı meselâ üç günlüğüne muhayyer olarak satar. Bu
mal müşterinin elinde iken üçüncü bir şahıs satıcıya gelerek bu mala daha
dolgun fiat verebileceğini söyleyerek satıcıyı o malı ilk müşteriye satmaktan
caydırır ve onu kendisi alır. Her iki durumda da üçüncü şahsın yaptığı muamele
haramdır. Ancak ilk müşterinin izni olursa, o zaman üçüncü şahsın müşteri veya
satıcı olarak ortaya çıkmasında bir sakınca yoktur. Önceki hadisin şerhinde
açıkladığımız gibi bir kimsenin diğer bir müslümamn dünürlüğü üzerine dünürlük
yapması da böyledir.[265]
1. Bir
kimsenin dünürlüğü üzerine dünürlük ve pazarlığı üzerine de pazarlık yapmak
haramdır.
2. Fakat
birinci talibin izin vermesi hâlinde ikinci talibin pazarlığa girişmesi caiz
olduğu gibi, üçüncü bir talibin de pazarlığa girmesi caizdir. Nitekim "bir
kimse müslüman kardeşinin (dünür olduğu kadını) nikah edinceye kadar yahut da
ondan vazgeçinceye kadar (beklesin) dünürlük yapmasın (eğer) vazgeçerse o zaman
dünürlük yapsın"[266]
buyurulmuştur. Ancak bu meselede dünürlüğün ikinci dünüre haram olması, bu
dünürlüğün birinci şahsa helal olması haline mahsustur. Eğer kadının iddet
beklemesi gibi birinci şahsın dünür olmasını haram kılacak bir hal varsa, o
takdirde kadın iddetini bitirince ikinci şahsın o kadına dünürlük yapmasında
bir sakınca yoktur. Çünkü bu durumda birinci dünür için bir önceki hakkı söz
konusu değildir.[267]
2082. ...Câbir
b. Abdillah (r.a.)'dan; demiştir ki: "Resûlullah (s.a.):
"Biriniz bir
kadına dünürlük yaptığı zaman kendisini o kadınla evlenmeye sevkeden organlara
bakmaya imkân buluyorsa; bunu yapsın " buyurdu"
(Câbir) dedi ki:
"ben bir cariyeyle evlenmek istedim, bunun üzerine (onun haberi olmadan
görebilmek için) onu gizli gizli gözetlemeye başladım. Nihayet beni kendisiyle
evlenmeye sevkeden (organlarını gördüm de onunla evlendim.[268]
Bu hadis erkeğin
evlenmek istediği kız veya dul kadına bakmasının meşruluğunu ve bunu gizlice yapmakta da sakınca
bulunmadığını ifâde etmektedir.[269]
Erkeğin evlenmek
istediği kadına bakması câizdir. Bu konuda kadının buna izm vermesi ile verr
memesi arasında bir fark olmadığı gibi, kadının bundan haberi olmasıyla
olmaması arasında da bir fark yoktur. Çünkü erkeğin evlenmeden önce alacağı
kadına bakması evlilik hayatının daha mutlu ve ahenkli ve devamlı olmasını
sağlar. Nitekim el-Mugîre b. Şu'be bir kadınla evlenmek istemiş de Peygamber
(s.a.) O'na:
"Git o kadına
bak, çünkü bakman aranızda ülfet ve sevginin devam etmesi için daha uygundur”
buyurmuş.[270] Bu mevzuda daha pekçok
hadis-i şerif vardır. Bunlardan bazılarının meali şöyledir:
"Biriniz bir
kadınla evlenmek istediği zaman, evlenmek -gayesiyle ona bakmasında bir günah
yoktur. İsterse kadının bundan hiç haberi olmasın"[271]
"Allah teâlâ bir adamın kalbine bir kadınla evlenme isteğini attığı zaman
artık adamın o kadına bakmasında hiçbir sakınca yoktur."[272]
Kadı lyaz bazı
âlimlerin bunun mekruh olduğu görüşünde olduklarını söylemişse de bu görüş
hatalıdır. Çünkü hadislerin açık ifâdelerine aykırıdır.
Hanbelî ulemasından
İbn Kudâme bu konuda şunları söylüyor: "Biz evlenmek isteyen bir adamın
evleneceği kadına bakmasının caiz olduğu konusunda ulema arasında bir görüş
ayrılığı bulunduğunu bilmiyoruz. Çünkü nikah bir akiddir, akd yapan kimsenin
akde konu olan şeye istediği kadar bakması hakkıdır. Bu konuda kadının buna
izin verip vermemesinin de bir önemi yoktur. Çünkü Resül-i Ekrem efendimiz
bize bunu mutlak surette emretmiştir. Ancak erkeğin o kadınla başbaşa yalnız
kalması caiz değildir, haramdır. İslâm dini evlenilecek olan kadına bakmaktan
öte bir şeye cevaz vermez. Bu bakımdan müstakbel eşlerin başbaşa kalmaları
yasak hükümleri içinde kalır. Aynı zamanda sakıncalı durumların doğmasına da
sebeb olabilir. Bilindiği gibi "bir erkek yabancı bir kadınla başbaşa
kaldığı zaman, onların üçüncü arkadaşları şeytan olur."
Ayrıca erkek o kadına
şehvetle de bakmaz, sadece o kadında aradığı güzelliğin bulunup bulunmadığını araştırmak
niyetiyle bakar. Yüz avret sayılmadığı için erkeğin evlenmek istediği kadının
yüzüne bakmasının caiz olduğunda. bütün ilim adamları ittifak etmişlerdir.
Çünkü yüz kadın güzelliklerinin toplandığı bir yerdir ve nazar mahallidir.
Fakat bir kadının günlük hayatında toplum içerisinde açması caiz olmayan
yerlerine bakmak ise, caiz değildir. İmam Evzaî'ye göre erkek evlenmek
istediği kadının etli yerlerine bakabilir. Davûd-ı Zahirî ise, bütün bedenine
bakabileceğini söylemiş'se de bunun isabetsizliği son derece açıktır.
Bu konuda mezheblerin
görüşünü şu şekilde özetlemek mümkündür:
1. Hanefi
mezhebine göre nikah kıyılmadan önce, erkeğin evleneceği kadına bakması
menduptur. Ancak kadının kendisine verileceğinden emin olması şarttır. İstediği
zaman olumsuz cevap alacağını bilen bir kimsenin o kadına bakması helal
değildir. Bir başka ifâdeyle erkeğin evlenmek istediği kadına bakması, onun o
kadınla evlenme azmini yansıtmasından ve her iki tarafın evlenme arzusunu ve
karşılıklı rızalarım ortaya koymasından başka bir mânâ taşımamalıdır.
Binaenaleyh evlenme kasdı olmaksızın şehevî arzulan tatmin için bir kadına
bakmanın hararnlığı ortadadır.[273]
2. Mâlikî
mezhebine göre, evlenilmek istenen kadının bileklerine kadar ellerine ve
yüzüne bakmak evlenmek isteyen erkek için menduptur. Ancak bu bakmanın caiz
olabilmesi bir takım şartlara bağlıdır. Bunlardan birincisi erkeğin lezzet ve
şehvet kasdı ile bakmamasıdır. İkincisi kadın ergenlik çağına varmış ise
kendisinin; varmamış ise velisinin evlenme talebinde bulunan erkeğin bu
talebinden razı olduğu erkek tarafından kesin bir şekilde bilinmelidir.
Üçüncüsü erkeğin bakacağından kadının haberdar olması lâzımdır. Aksi halde
bakmak haram olur.[274]
3. Hanbeli
Mezhebine göre: Evlenilecek kadının yüzüne, boynuna ve eline bakmak, istekli
erkek için mubahtır. Ancak isteğin kadın tarafından olumlu karşılanacağından erkeğin emin olması
gerekir ve bakılırken erkek ile kadının başbaşa yalnız kalmamaları şarttır. Bu
konuda kadının kendisine bakılması için izin verip vermemesi önemli değil,
bununla beraber kadının bundan haberi olmaması da önemli değildir.[275]
4. Şafiî
mezhebine göre ise; bir kadınla evlenmek isteyen kimsenin onun yüzüne ve
bileklerine kadar ellerine bakması caizdir. Bu bakış şehvetle de olsa veya ona
âşık olmaya sebebiyet de verse caizdir. Çünkü bu duygular evlenmelerine vesile
olabilir. Bakmaktan gaye de budur. Kadına gelince o da erkeğin avret sayılan
diz kapağı ile göbek arası hariç bedenin başka yerlerine bakmak fırsatı bulursa
bakması caizdir. Çünkü onun da erkeğin vücûdundan beğenip beğenmeyeceği
kısımlar olabilir. Şayet erkek kadına bakma fırsatını bulamazsa veya bundan
sıkılırsa kadını görüp durumunu anlayacak emin bir kimseyi gönderebilir.[276]
Şurasını da unutmamak gerekir ki kadın, kendisine bakılmak üzere kendisinden
izin istenmesinden utanır. Ayrıca bakan kimsenin o kadını beğenmeme ihtimali
de vardır. Kendisine bakılması için izin verdiği veya kendisine bakıldığından
haberdar olduğu takdirde beğenilmeyen bir kadının, kalbi kırılabilir. Onun
içindir ki, ulemadan bazıları "kadına dünür göndermeden önce onu görmek
ve ona bakmak müstehabtır, ta kî beğenilmediğinden haberdar olmasın ve
dolayısıyla gücenmesin." demişlerdir.[277]
Sözlükte
"velî" düşmanın zıddı olan "dost" anlamına gelir. Fıkıh
ilminde bir nikah terimi olarak "bir müslümamn nikahında onun yerini tutan
hür, mükellef ve müslüman kimsedir. Binaenaleyh çocuğun, mecnunun, ma'tuhun,
kölenin ve kâfirin, bir müslümamn nikâhında veli olması caiz değildir. Velayet
ve vilâyet kelimeleri fıkıh ilminde "bir kimsenin sözlerinin başkasının
malı ve nefsi üzerinde geçerli olması" demektir. Nikah konusunda veliden
anlaşılan budur. Velilik hakkım doğuran sebepler dörttür:
Akrabalık,
Evlenecek olan
cariyeye sahip olmak,
Evlenecek olan
cariyeyi hürriyetine kavuşturmuş olmak,
Devlet başkanı veya
onun yetkili kıldığı bir kimse olmak.
A. Nikahta
hür bir kadının velisi, öz babasıdır. İmam Şafiî ile imam Ahmed bu
görüştedirler. îmam Ebû Hanife'nin meşhur olan görüşü de budur.
îmam Malik, Ebu Yusuf,
îshak b. Rahûye ve İbnu'l-Münzir'e göre ise, kadının velisi eğer varsa, onun öz
oğludur. Oğul veliliğe babadan daha çok lâyıktır.
İmam Ebu Hanife'nin de
bu görüşte olduğuna dair bir rivayet vardır. Çünkü miras konusunda oğul babadan
daha önce gelir ve birinci derecede asabe sayılır.
Birinci görüşü temsil
eden imam Şafiî ve taraftarlarının delili şudur: Baba, görüşçe daha mükemmel,
şefkat bakımından daha üstündür. Bu bakımdan velayet konusunda babanın dedeye
takdim edildiği gibi oğula da takdim edilmesi icab eder. Ayrıca nasıl ki
küçüklük, sefihlik, mecnunluk gibi hallerde çocuğa veli olma hakkı öncelikle
babaya veriliyorsa, aynı şekilde nikah ve nikâhın dışındaki meselelerde de
velilik hakkı öncelikle babaya verilmelidir.
B. Baba
yoksa, velilik hakkı oğuldan önce dedenindir. İmam Şafiî, bu görüştedir. İmam
Ahmed'in de bu görüşte olduğuna dair bir rivayet vardır. Diğer bir rivayete
göre ise, imam Ahmed öz babanın bulunmaması halinde velilik hakkının dededen
önce öz oğula geçeceği görüşündedir.
îmam Mâlik'le Ebu
Yusuf, îshak b. Râhuye ve İbnu'l-Münzir de imam Ahmed'in bu ikinci görüşünü
paylaşmaktadırlar. İmam Ahmed'den üçüncü bir görüşe göre ise, öz babanın
bulunması halinde velilik hakkı Öncelikle erkek kardeşe verilir. Çünkü dede
babanın babasıdır. Özkardeş ise, babanın oğludur. Yani birisi gücünü
babalıktan diğeri de oğulluktan almaktadır. Babalık hali ise her zaman oğulluk
haline takdim ve tercih edilir. İmam Mâlik'in de bu görüşte olduğuna dair bir
rivayet vardır. îmam Ahmed'den dede ile kardeşin nikah akdinde velilikte eşit
olduklarına dâir de bir rivayet vardır. "Nikah akdinde baba olmadığı zaman
velilik hakkı öncelikle dedenindir" diyen imam Şafiî'nin ve
taraftarlarının delili şudur: "Çünkü baba dedenin çocuğudur, asabe olmakta
da öncelik hakkı vardır. Bu bakımdan nikah akdinde baba yoksa onun yerine
oğuldan ve kardeşten önce dede geçer. Ayrıca kardeşin dede, oğul ve oğlun oğlu
ile birlikte bulunduğu zaman mirastan düştüğü malumdur. Öyleyse dedenin velilik
hakkı -ne kadar yukarıda olursa olsun- babanın dışındaki bütün asabelerden önce
gelir. Dedeler içerisinde veliliğe öncelik hakkı mirastaki öncelik hakkı
gibidir.
C. Kadının
babası veya babasının babası yoksa, velilik hakkı öncelikle oğluna, oğlu da
yoksa yakınlık derecesine uymak şartıyla oğlun oğluna.... intikal eder. Hanefi
uleması ile imam Mâlik ve imam Ahmed bu görüştedirler.
Şafiî'ye göre kadının
oğlu ve oğlunun oğlu... velilik hakkına sahip değildir. Ancak hakimlik veya
mevlâlık sıfatıyla annesinin evlenmesinde velilik hakkına sahip olabilir.
Babanın bulunmaması halinde çocuğun velilik hakkını elde edeceğini söyleyen
Hanefî ulemâsının ve taraftarlarının delilleri şu hadisi şeriftir: "Ümmü
Seleme'nin iddeti bitince Ebu Bekr (r.a.) haber göndererek onunla evlenmek
istedi. Fakat Ümmü Seleme kabul etmedi. Daha sonra Resûlullah (s.a.) Ömer b.
el-Hattâb'ı göndererek evlenme teklifinde bulundu. Ümmü Seleme, Hz. Ömer'e,
"Resûlullah (s.a.)'e söyle, ben kıskanç bir kadınım. Sonra çocuklarım da
var. Bu hususta kendisine danışacak hiçbir yakınım da yok" dedi. Hz. Ömer
Resûlullah (s.a.)'e gelerek (Ümmü Seleme'nin) cevabını nakletti. Resûlullah
(s.a.):
Git, söyle "ben
çok kıskanç bir kadınım" diyorsun. Bunun için Allah'a dua edeceğim ve
kıskançlığın gidecek. "Benim çocuklarım var" diyorsun. (Merak etme)
Allah onlara yardım eder. "Kendisiyle istişare edecek hiçbir yakınım da
yok" sözüne gelince, yakınlarından, gerek burada bulunsun, gerekse
bulunmasın kimse bu evliliği kötü karşılamaz" buyurdu. (Hz. Ömer
Resulullah'm sözlerini O'na nakledince) Ümmü Seleme, oğluna hitaben;
Ya Ömer, kalk ve beni
Resûlullah (s.a.)'le evlendir" dedi.[278]
D. Kadının
babaları ve oğullan yoksa, Hanefîler ile imam Şafiî ve Mâlik'e göre, kadını
nana-baba bir erkek kardeşi velilik hakkım elde eder. İmam Ahmed'in sahih olan
kavli de budur.
tmam Ahmed'in meşhur
olan görüşüne göre ise, bu konuda; baba bir erkek kardeş, anne-baba bir erkek
kardeş gibidir. Ebu Sevr'in görüşüyle imam Şafiî'nin eski görüşü de böyledir.
Çünkü bunlara göre baba bir erkek kardeş ile anne-baba bir erkek kardeş
asabelikte eşittirler. Bu sebeple evlilik hakkını ihraz etmekte de eşit olması
gerektiğine hükmetmişlerdir. Ancak bu görüş başkaları tarafından
reddedilmiştir.
Kadının anne-baba öz
erkek kardeşi de yoksa o zaman velilik hakkı öz erkek kardeşinin oğulları,
oğulannın oğullarına bunlar da yoksa kadının amcasına o da yoksa onun
oğullarına, oğullarının... oğullarına sırayla intikal eder.
Bunların yakınlığı
aynı derecede olup birisi ana-baba cihetinden diğeri de yalnız baba cihetinden
akraba olsa hem anne hem de baba cihetinden akrabalığı olanlar sadece baba
cihetinden akrabalığı olanlara tercih edilirler.
İmam Ebu Hanife'den
yapılan meşhur rivayete göre asabesi olmayan bir kadının velisi, anası, kız kardeşi,
teyzesi gibi kadın akrabaları veya ana bir erkek kardeşi, dayısı, anasının
amcası gibi erkek akrabalarıdır. Bu konuda Kâsânî şunları söylüyor: "Eğer
kadının asabesi bulunmazsa, erkek veya kadın tüm yakınları kadının velisi
durumunda olurlar. Ancak bunlar evlenecek kimsenin mirasçısı durumunda ise
mirasteki tercih sırasına göre velilik hakkını elde ederler.[279]
2. Câriye sahibi olmak:
Cariyeyi evlendirmede
velilik hakkı onun efendisine verilmiştir. Eğer efendisi hayatta değilse bu hak
kuvvet derecesine göre sırayla onun asabelerine intikal eder. Bu hususta ulema
ittifak etmiştir.
3. Cariyeyi hürriyetine kavuşturmuş olmak:
Hürriyetine
kavuşturulmuş olan bir cariyenin asabe denilen yakınları yoksa, onu
evlendirmede velilik hakkı onu hürriyetine kavuşturan eski efendisine intikal
eder. Eğer eski efendisi hayatta değilse veya veli olma ehliyetini
taşıyamıyorsa o zaman bu hak, eski efendinin asabesine intikal eder. Bu
asabeler arasında da mirastaki sıraya göre Öncelik hakkı tanır.
4. Devlet başkanı veya onun yetkili kıldığı kimse:
Evlenecek olan kadının
akrabalarından hiçbirisi bulunmazsa ya da haksız olarak onu evlendirmekten
kaçınırlarsa, devlet başkanı veya onun vekili kadının velisi olur. Bunda
ittifak vardır. Nitekim şimdi üzerinde duracağımız hadis-i şerif de bunu ifâde
etmektedir.[280]
2083. ...
Aişe (r.a.)'den; demiştir ki, "Resûlullah(s.a.) üç defa; "Velilerinin
izni olmaksızın kendi nikahını kıyan kadının nikahı batıldır. Eğer (evlenen
erkek) onunla cinsi temasta bulunmuşsa, onunla temasta bulunmuş olması
sebebiyle kadına mehir (vermesi) gerekir. Eğer veliler (kadım evlendirme
konusunda) anlaşamazlarsa, artık devlet başkam velisi olmayanın
velisidir" buyurdu.[281]
Resûl-i Ekrem'in,
velisinin izni olmadan evlenen bir kadının
nikânımn, bâtıl ve hükümsüz olduğunu bir defa söylemekle yetinmeyip de
onu üç defa üst üste tekrarlaması bu konuda şüphe ve tereddütlere yer
bırakmamak ve hükmün kafalara ve gönüllere iyice yerleşmesini sağlamak
hikmetine mebnîdir. Bu hadis velinin izni olmadan kendi nikahım kıyan bir
kadının nikahının bâtıl olduğunu söyleyen kimselerin delilidir. Hadis-i şerifin
ifâdesinden anlaşıldığına göre, bu şekilde kıyılan bir nikah hükümsüz olduğu
için hukukî bir değeri yoktur. Binaenaleyh her iki taraf için de nikahtan
doğacak herhangi bir mesuliyet ve mükellefiyet söz konusu değildir. Ancak erkek
nikahtan sonra kadınla cinsi münâsebette bulunmuşsa, kadına mehrini ödemesi
gerekir. İmam Ebû Hanife hazretlerine göre, konumuzu teşkil eden bu hadis,
buluğ çağına girmediği halde velisinin izni olmadan evlenen küçük kızların
nikahıyla ilgilidir. Yoksa buluğ çağına girip de velisinin iznini almadan
evlenen kızların nikahıyla ilgili değildir. Binaenaleyh buluğa ermiş kızların
nikahı sahihtir. Metinde geçen "Eğer veliler anlaşamazlarsa"
cümlesinden maksat, kadına yakınlık derecelerinin eşitliğinden dolayı onu
evlendirmek için velilik hakini kullanma talebinden doğan bir anlaşmazlık
değil, kadının evlenmesine engel teşkil edecek bir anlaşmazlıktır. Nikah
akdinin hangi veliye ait olduğu meselesinde çıkacak olan bir anlaşmazlık
kadının menfaati açısından ele alınarak evlendirme işine ilk teşebbüs eden
velinin veliliği geçerli sayılarak çözüme bağlanır.[282]
1. Bir kadının velisinin izni olmadan kendi nikahım
kıyması câiz değildir.Eğer bu şekilde evlenecek olursa, onun nikahının geçerli
olması, velisinin iznine bağlıdır. Eğer velisi izin verirse bu nikah
geçerlidir, vermezse geçerli değildir. Binaenaleyh bu şekilde evlenen bir
erkeğin, velisi izin vermedikçe o kadına yaklaşmaması icab eder ve veli izin
vermedikçe o erkeğin kadın üzerine vereceği talakı hükümsüz kalacağı gibi
ziharı ve ila'ı da hükümsüz kalır. Bunlardan birisi ölecek olsa diğeri onun
malına varis olamaz. Kadınla erkek arasında denklik (küfuv) bulunmuş olması da
neticeyi değiştirmez, îbn Şirin, el-Kasım b. Muhammed, el-Hasen b. Salih,
Muhammed b. el Hasen bu görüştedirler. Bu hüküm tmam Ebu Yusuf un ilk kavline
de uygundur.[283] Delilleri ise, konumuzu
teşkil eden hadis-i şerifte geçen "o kadının nikahı bâtıldır"
cümlesidir. Nikaha itiraz etme, nikahı bozma veya nikahı akdetme gibi haklar
velilere verilmiştir. Nikahı akdetme hakkı olmayan bir kimsenin nikahı bozma
salahiyetinden bahsetmek mümkün değildir. Bu bakımdan bir insanın hakkı üzerinde
başkaları tarafından yapılan tasarrufun geçerli olması hak sahibinin o
tasarrufu geçerli kılmasına bağlıdır. Meselâ bir cariyenin kendi başına
velisinin izni olmadan kendi nikahını kıyması geçerli değildir. Çünkü onu
evlendirme hakkı efendisine verilmiştir. Dolayısıyla bu hakkı ancak o
kullanabilir. Binaenaleyh bu cariyenin nikahının geçerli sayılması ancak
efendisinin geçerli saymasına bağlıdır.[284]
İmam Ebû Hanife'ye ve
imam Ebû Yusuf'un ikinci kavline göre "ergenlik çağına varmış, akıllı ve
hür bir kadın velisinden izin almadan nikahım kendisi kıyabilir. Eğer kadın
kendisine denk olan biriyle evlenmiş ve bir mehr-i misi tesmiye edilmişse, bu
nikah geçerlidir. Çünkü kadın tasarruf sahibidir, hakkı olan tasarrufta
bulunmuştur.[285]
Bu konuda imam Ebu
Hanife ile imam Ebü Yusuf'un dayandıkları delilleri şu şekilde özetlemek
mümkündür:
2.
"Eyyim (kocasız kadın)
kendi üzerinde velisinden
fazla hak sahibidir" (bk.
2098-2099 no'lu hadisler)
Resul-i Ekrem (s.a.)
bu sözüyle bir taraftan kadının evlenmesinde kadın ile velisinin müşterek söz
sahibi olduklarını ifade ederken "daha fazla hak sahibidir" sözüyle,
kadının söz hakkının velisine nisbetle daha fazla olduğunu vurgulamıştır. Fakat
kadın bu şekilde velisinin izni olmadan dengi olmayan bir erkekle mehr-i misi'den
daha az bir mehirle evlenmişse, velinin hakime müracaat ederek bu nikahı
feshettirme hakkı vardır.
Hanefi ulemasının,
velisinin izni olmadan evlenen bir kadının nikahının hükmü mevzuundaki
görüşlerini burada Özetlemekte fayda görüyoruz. Nikahta velilik iki kısımdır:
a. Mendup ve
m üst eh ab olan velilik. Bu, akıl ve baliğ olan kızların nikahında bulunması
istenen veliliktir. Bu meselede kız ile dul arasında bir fark yoktur.
b. İcbar
veliliği. Bu velilik ise bulûğa ermemiş kız ve dullarla matuhların (çocuklaşan
ihtiyarların) ve kölelerin evlenmesinde aranan veliliktir.
Velisinin izni olmadan
evlenen bir kadının nikahının sıhhati mevzuunda Hanefi ulemasından yedi görüş
nakledilmiştir: Bu meselede imam Ebu Hanife'den iki görüş rivayet edilmiştir:
1. Bülûğa
ermiş bir kızın veya dulun, velisinin izni olmadan kendi nikahını kıyması
câzidir. Fakat velisinin iznini alması müstehabdır. İmam Ebu Hanifenin zahir
olan görüşü budur.
2. el-Hasan'ın,
İmam Ebu Hanife'den rivayetine göre bulûğa ermiş olan bir kız ya da du) velisinden
izin almadan kendi dengi olan birisiyle evlenmişse, bu nikah sahihdir. Dengi
olmayan birisiyle evlenmişse sahih değildir. Fetva için seçilmiş olan da bu
görüştür.
Bu konuda imam Ebu
Yusuf'tan üç görüş rivayet edilmiştir:
1. Velisi
olan bulûğa ermiş bir kadının velisinin iznini almadan evlenmesi mutlak
surette caiz değildir. İmam Ebu Yusuf'un birinci-görüşü budur, daha sonra bu
görüşünden dönmüştür.
2. Velisi
bulunan bulûğ çağına ermiş bir kız yada dul, velisinin izni olmadan evlenecek
olursa, eğer kendi dengi olan birisiyle evlenmişse, bu nikâh sahihdir. Dengi
olmayan birisiyle evlenmişse sahih değildir. Bu görüş imam Ebu Yûsuf'un ikinci
görüşüdür. Daha sonra bu görüşünden de dönmüştür.
3. Velisinin
izni olmadan evlenen baliğa bir kızın veya dulun nikâhı mutlaka sahihtir.
Evlendiği erkeğin kendi dengi olup olmaması önemli değildir.
Bu mevzuda imam
Muhammed'den de iki görüş rivayet edilmiştir:
1. Bu
nikâh'ın geçerli olması, velinin iznine bağlıdır. Veli isterse bu nikahı
geçerli kılar, isterse itiraz ederek feshettirir.
2. Daha
sonra imam Muhammed hazret-i Ebu Hanife'nin birinci görüşüne dönmüştür.[287]
İmam Şafiî, Ahmed,
Evzaî, İshak ve daha başka imamlara göre ise; kadının kendi nikâhını bizzat
kendinin akdetmesi asla caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber "nikâh ancak
veli iledir"[288]
buyurmuştur. İmam Mâ-lik'in meşhur olan görüşü de budur. İmam Mâlik'in,
"eğer kadın rezii birisi ise, onun kendi nikahını kendinin kıymasında bir
sakınca yoktur, fakat şerefli bir kadın ise, onun nikahını velisinin kıyması icabeder"
dediğine dair bir rivayet vardır.
Kadının nikahını
bizzat kendisinin kıymasının caiz olduğunu savunan ilim adamlarına göre
konumuzu teşkil eden hadis zayıftır. Çünkü İbn Cüreyc'den gelen bir rivayete
göre kendisi ez-Zuhrî ile karşılaşınca bu hadisi rivayet edip etmediğini
sormuş, Zühri böyle bir hadisi rivayet etmediğini söylemiştir. Aksi görüşte
olan ulemaya göre ise Zuhrî'nin bu hadisi rivayet etmediğini söylemesi
unutkanlığından ileri gelmiş olabilir. Çünkü bu hadisi bizzat Zührî'den
naklettiğini söyleyen Süleyman b, Musa, Zührî'nin güvenini ve itimadım kazanmış
ve bizzat Zührinin medhu senasına mazhar olmuş bir kimsedir.[289]
2. Eğer
kadının velisi velilik görevini yapmaktan kaçınırsa, velilik görevi hâkime
intikal eder. Bu konuda imam Ebu Hanife ve Ebu Yusuf'a göre "Eğer kadın
dengi olan bir erkekle ve mehr-i misi ile nikahının kıyılmasını velisinden
ister, velisi de bundan kaçınırsa, kadının bizzat kendisinin yapacağı nikah
sahih olur. Bu durumda kadının kıymış olduğu nikâh, velinin kıydığı nikâh
hükmünde olur."
Kadın kendi nikâhını
kendi akdederek mehr-i misi karşılığında kendi dengi olan birisiyle evlendiği
halde, velisi duyunca bu nikahı kabule yanaşmazsa, kadın bu meseleyi hâkime
intikal ettirir. Ebu Yusuf'a göre hâkim de bu nikahın geçerli olduğuna
hükmeder. İmam Muhammed'e göre ise, hâkim kendisine intikal ettirilen bu
meseleyi yeni baştan ele alır ve yeniden nikah kıyar.[290]
2084. ...(Şu
Önceki) hadisin manası Aişe (r.a.) vasıtasıyla Peygamber (s.a.)'den
nakledilmiştir.
Ebu Davud dedi ki:
Cafer, Zühri'den (hadis) işitmemiştir. (Fakat Zührt rivayet edilmesine izin
verdiği hadisleri) ona yaz(ıp göndermiş)di.[291]
Bir hadisin mana
olarak nakledilmesinin ne demek olduğunu ve bunun hükmünü 2077 no'lu hadisin
şerhinde açıklamış bulunmaktayız.
Usulü hadis
kitaplarında açıklandığı üzere konumuzu teşki leden bu hadiste anlatıldığı gibi
bir hadis şeyhinin hadislerinin bir kısmını talebesine göndermesine mükâtebe
(yazışma) metodu denir. Bu yazışma, o talebe--nin bu hadisleri rivayet etmesine
şeyhin izin verdiği anlamına gelir. Talebe bu metotla aldığı hadisleri rivayet
ederken daha çok falanca bana
yazdı..." deyimini kullanır.[292]
2085. ...Ebu Musa'dan rivayet olunduğuna göre
Peygamber (s.a.);
"Velisiz nikâh
olmaz*' buyurmuştur.[293]
Ebû Dâvud dedi ki: O
Yunus, Ebu Bürde'den; İsrail'de Ebu İshak vasıtasıyla Ebu Bürde'den (rivayet
etti).[294]
Musannif Ebû Davud'un
metnin sonuna ilâve ettiği ta’likten anlaşıldığına göre hadisin râvilerinden Yunus b. Ebi İshak bu hadisi
Ebu Bürde'den bizzat kendisi rivayet etmiştir. Kendisiyle Ebû Bürde arasında
Ebu İshak yoktur. Gerçekten imam Tirmizî'nin şu sözününde bu gerçeği teyid
etmekte olduğu açıktır: "Ebu Ubeyde el-Haddad ise, Yunus b. Ebi İshak'tan
(o) Ebu Bürde'den (o) Ebu Musa'dan
(O'da) Peygamber (s.a.)'den rivayet etti." Bu senette Ebu İshak'tan
bahsetmedi. Fakat el-Haddad'ın dışındaki râviler Yunus ile Ebu Bürde arasında
Ebu îshak'ın da bulunduğunu söylediler"[295] Bu
konuda ulemadan bir cemaat de el-Haddad gibi düşünmüş ve bu hadisin senedinde
Yunus ile Ebu Bürde arasında Ebu îshak'ın bulunmadığını söylemişlerdir. Nitekim
Hakim de Müstedrek'inde bu görüşten hareket etmiştir.[296]
Metinde geçen "nikah yoktur" sözü iki manaya gelebilir:
1. Buradaki
olumsuzluk edatı gerçek mânâsında kullanılmış olabilir, bu durumda
cümle "velisiz kıyılan
nikâh kıyılmamış sayılır
ve hükümsüzdür'1 anlamına gelir.
2.
Olumsuzluk, nikâh akdinin aslî unsurları ile ilgili olmayıp vasıfları, sıhhati
ve kemâli ile ilgili olabilir. Fıkıh kitaplarında ayrıntılı olarak açıklandığı
üzere bu iki durum hükümleri ve neticeleri bakımından biribirle-rinden çok
farklıdırlar.[297]
1. Velinin
izni olmadan kıyılan nikâh sahih değildir, imam Şam ile imam Ahmed ve bunların
dışında daha pek çok ilim adamı bu görüştedirler. İmam Mâlik'in meşhur olan
görüşü de budur. Bu mesele Hanefi uleması arasında ihtilaflıdır:
a. İmam Ebu
Hanife'ye göre, hür ve mükellef bir kadının velisinin izni ya da haberi olmadan
evlenmesi caizdir. Fakat kadının velisinin iznini alması müstehabtır. İmam Ebû
Yusuf da bu görüşte olduğu gibi imam Muhammed'in son görüşü de budur. Hanefi
mezhebinde zahir olan görüş de budur.
b. el-Hasen
b. Ziyâd'm imam Ebû Hanife'den naklettiğine göre, "eğer kadın dengi olan
bir kimseyle evlenmişse velisinin izni olmadan kıyılan bu nikâh sahihtir. Aksi
takdirde sahih değildir. Fetva için tercih edilen görüş de budur."[298]
Çünkü her mesele mahkemeye götürülemez nice veliler de vardır ki hâkim önüne
çıkmaktan hoşlanmaz. Her hakim de âdil olamaz.
c. İmam
Muhammed'e göre bu nikah mevkuftur, (velinin iznine bağlıdır). Veli isterse bu
nikahı geçerli, istemezse geçersiz kılar. Fakat eğer kadın dengi ile evlenmişse
o zaman velinin izin vermemiş olmasının önemi yoktur. Bu durumda kadın hâkime
başvurur, hâkim de yeniden nikâh kıyar. Velinin iznini aramaz. Bütün bunlardan
ortaya çıkan netice şudur:
îmam Ebû Hanife'ye ve
iki talebesine göre, velisinin izni olmadan evlenen bir kadın dengi olmayan
biriyle evlenmişse bile nikahı sahihtir. Fakat fetva için tercih edilen görüşe
göre eğer kocasından üç talak ile boşanmış olan bir kadın velisinin izni
olmadan dengi olmayan biriyle evlenir de sonra normal olarak boşanacak olursa,
bu ikinci nikâh sebebiyle kadın eski kocasına helâl olmaz. Eğer bu ikinci
nikahın kıyılmasında velinin izni bulunacak olursa, o zaman bu kadının ikinci
kocasından boşanması halinde ilk kocasıyla tekrar evlenmesi helâl olur.
Binaenaleyh Hanefi mezhebinin meşhur ve muteber görüşüne göre velisinin izni
olmadan dengi olmayan biriyle evlenen bir kadının nikâhı sahih olmakla beraber,
bu nikahın feshedilmesi daha evlâdır.[299]
Hanefi ulemasının bu konudaki delillerini şöylece sıralamak mümkündür:
1.
"Eyyim (kocasız kadın) kendi
üzerinde velisinden fazla hak sahibidir"[300]
hadisi, kadının velisiz olarak evlenebileceğini açıkça ifade etmektedir.
Velisiz nikahın sahih olmadığını ifade eden hadise gelince, onun senedi
muzdariptir. Çünkü mürsel mi, muttasıl mı, munkatı'mı olduğunu kesinlikle
anlamak mümkün değildir. Bu yüzden bu hadisi, Buhari ile Müslim Sahih'lerine
almamışlar. Tirmizî de bu hadisi Sünen'inde naklettikten sonra, "Ebu
Musa'nın hadisi hakkında ihtilâf vardır" demiş ve bu ihtilâfları
etraflıca anlatmıştır.
2.
"...Kocası onu -üçüncü defa- boşarsa bundan sonra kadın ondan başka biri
ile evlenmedikçe ona helal olmaz."[301]
âyet-i kerimesi de buna delalet etmektedir. Çünkü bu âyet-i kerimede nikah ahdi
veliye değil, bizzat kadının kendisine izafe edilmiştir. Ayrıca kadının ilk kocasının
haram-hğınm sona ermesi de bu nikahın kıyılmasına bağlanmıştır. "O
(vardığı adam) da bunu boşarsa, Allah'ın sınırlan içinde duracaklarına
inandıkları takdirde (eski karı-kocanın) tekrar biribirlerine dönmelerinde
günah yoktur."[302]
âyet-i kerimesinde de nikah akdi, veliye değil, bizzat kadına izafe
edilmiştir. Binaenaleyh evlenmek onun hakkıdır. Bu hakkını isterse bizzat
kendisi kullanabilir. Bu konuda Hafız tbn Hacer şunları söylüyor:
"Ulemanın büyük çoğunluğuna göre, kadımn evlenmesinde velisinin bulunması
şarttır. Kadın velisiz olarak evlenemez, İmam Ebu Hanife ise, velisinin izni
olmadan evlenen bir kadının nikahım, dengi ile evlenmiş olmak şartıyla sahih
görmüştür. Hz. İmam bu meselede nikahı bey'e kıyas ettiği gibi kadının velisiz
evlenmeyeceğini ifade eden hadislerin, bulûğ çağına ermeyen çocuklarla ilgili
olduğuna hükmetmiştir. Bir başka tabirle bu konuda gelen hadislerin
ifadesindeki umumîliği kıyasla tahsis etmiştir. Bilindiği gibi usulde,
lâfızların umumî ifâdelerini kıyasla tahsis etmek (özelleştirmek) caizdir.[303]
Ancak şurasını unutmamak lâzımdır ki, Hanefi uleması bu meselede hüküm
verirken sadece kıyasa değil, kıyasla birlikte aynı zamanda âyet ve hadise de
dayanmışlardı.
Ulemanın büyük
çoğunluğu ise, İmam Ebu Hanife'ye itiraz ederek, "Kocasız kadının kendi
üzerinde velisinden fazla hak sahibi" olduğunu ifade eden hadis, kadının
evleneceği erkeği tercih etmesi meselesiyle ilgilidir. Buda kadının istemediği
bir erkekle zorla evlendinlemeyeceği anlamına gelir. Yoksa nikah akdi ile ilgili
değildir" diye cevap vermişlerdir. Cumhuru ulemaya göre zikri geçen
âyet-i kerimelerde nikahın kadına isnad edilmesi ise, kadının onu akdetmesi ile
ilgili değildir, "...içinizden kocasız olanları evlendiriniz..."[304]
gibi âyet-i kerimelerde evlendirme hakkı, doğrudan doğruya velilere
verilmiştir.
Ayrıca evlilik akdi
önemli bir akittir. Kadınlar mal mevzuunda daha sıkı oldukları halde evlilik
hususunda, görünüşe kapılıp duygularıyla hareket edebilirler. Neticede
denkleri olmayan kimselerle evlenip hem kendilerini hem de velilerini telâfisi
güç zararlara uğratabilirler. Bu nedenle kadının nikâhında velinin iznine
şiddetle ihtiyaç vardır.[305]
2086.
...Ümüm Habîbe (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, kendisi İbn Cahş'ın
(nikahlısı olarak onun) yanında bulunduğu sırada (kocası) vefat etti. (İbn
Cahş) Habeş ülkesine hicret edenler arasında bulunuyordu. Necâşî (Ümmü Habîbe
Habeş ülkesinde) kendi yanlarında bulunduğu sırada O'nu Resûlullahi (s.a.)'a
nikahladı.[306]
Bu hadis Nesaî'nin
Sünen'in de şöyledir: Ümmü Habibe (r.anha) Habeşistan'da iken Resulullah (s.a.)
onunla evlendi. Nikahı da Necâşî tarafından kıyıldı. Necâşî mehir olarak dört
bin dirhem verdi. Cehizini kendi temin etti ve Şürahbil b. Hasene ile
Resûlullah (s.a.)'e gönderdi. Resulullah (s.a.) Ümmü Habibe'ye hiç bir şey
göndermedi. Zevcelerine verdiği mehir ise, dörtyüz dirhemdi.[307]
Ümmü Habibe (r.anha)
Resulullah (s.a.)'in zevcelerinden olup Ebu Süfyân'm kızıdır. Esas ismi
Remle'dir. İslanıın ilk yıllarında kocası Ubey-dullah b. Cahş ile birlikte
Habeşistan'a hicret etmişti. Kocası orada hristi-yan olup ölünce kendisinin
nikahı vekâletle Resûlullah'a kıyılmış ve mehri de Resûl-i Ekrem hesabına
Necâşi tarafından ödenmiş ve Medine'ye gönderilmiştir. Hicretin 44. yılında
Medine'de vefat etmiştir. Rahmetullahi aleyha.
Bu hadisin
"nikahta veli" konusuyla ilgili hadisler arasında zikredilmesinin
münâsebeti "velisi olmayanın velisi devlet reisidir" mealindeki 2083
numaralı hadisle olan ilgisinden doğmaktadır.
Hz. Ümmü Habibe
Habeşistan'da bulunduğu sırada babası Ebu Süfyâh henüz müslüman olmamıştı.
Habeşistan’da onu veli olacak bir kimse de yoktu. Bu sebeple o ülkenin devlet
reisi olan Necâşi müslüman bir devlet reisi olarak, veli sıfatıyla onu Resûl-i
Ekrem'e nikahladı.[308]
1. Velisi
olmayan bir kimsenin velisi devlet başkanıdır.
2.
Habeşistan kiralı son derece faziletli şerefli ve cömert bir müslümandı.[309]
2087.
...Ma'kıl b. Yesâr demiştir ki; "Benim bir kız kardeşim vardı. Onun için
bana dünürlüğe geliniyordu. Amcamın oğlu da bana (dünürlüğe) geldi. Ben de onu
kendisine nikahladım. Sonra onu ric'î talakla boşadı ve onu terketti. (Kadının)
iddeti sona erip de (onun adına) bana dünürlük edilmeye başlanınca bana
(amcamın oğlu da) gelerek onu (benden) istedi. Ben de "Hayır vallahi
hiçbir zaman onu (sana) nikahlamayacağım" diye cevap verdim. Bunun üzerine
şu âyet(-i kerime) nazil oldu: "Kadınları boyadığınız zaman bekleme
sürelerini bitirdiler mi, kendi aralarında güzelce anlaştıkları takdirde (eski)
kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın..."[310] Bunun
üzerine yeminimin keffaretini ödeyerek onu onunla evlendirdim.”[311]
Ma'kıl b.
Yesâr'ın kızkardeşinin isminin
Cümeyl, Fatıma ve Leyla olduğuna dair rivayetler vardır. Amcasının oğlunun Ebu'l-Beddâh b. Âsim
el-Ensârı isminde bir sahabî olduğu kaydedilmektedir. Her ne kadar Ma'kıl'ın
kendisi Müzeni iken "Ensârî" bir kimse ile amcazade olması imkânsız
gibi görülmekte ise de, babalarının, anne bir kardeş veya süt kardeş oldukları
düşünülünce bu imkânsızlık ortadan kalkar. Buharinin rivayetinde ise, bu zatın
Ma'kıl'ın amcazadesi olduğunu ifâde eden bir kayıt yoktur. İbaresi "kız
kardeşimi bir ere vermiştim" şeklindedir.
Tirmizî'nin
rivayetinde ise bu hadisin metninde "Bilâhare bu adam kadına, kadın da ona
sevdalandı" ifâdeleri yer alırken, Buhârî'nin rivayetinde "ben de
-sana vaktiyle kız kardeşimi vermiş ve onu sana bir aile firaşı yapmış, her
veçhile sana ikram etmiştim. Fakat sen bunlara karşı kardeşimi boşadm, sonra da
gelip onu istiyorsun. Hayır vallahi o sana hiçbir zaman dönemeyecek- dedim.
Fakat bu adam kusursuz (iyi) bir kişi idi. (Hemşirem de) kocasına varmak
istiyordu", anlamına gelen ibareler yer almaktadır.
Metinde geçen
"iddeti sona erince" sözünden maksat, o kadının birinci veya ikinci
talaktan sonra iddetinin sona ermesidir. Şayet üçüncü talaktan sonra iddeti
sona erecek olursa 2076 numaralı hadisin şerhinde açıkladığımız şekilde ikinci
bir kocayla evlenip boşanmadıkça ilk kocasıyla evlenmesi helal olmaz. Nitekim
bu hâdise üzerine inen tercümesini sunduğumuz âyeti kerime ile ilgili olarak
Hz. İbn Abbas şöyle demiştir: "Bu âyet karısını bir yada iki talak ile
boşayıp, boşanan kadının bekleme süresi dolduktan sonra, tekrar ona dönmeyi
isteyen bir adam hakkında inmiş ve kadının velilerinin buna engel olmaları
yasaklanmıştır"[312]
Ayet-i kerimedeki
"kadınları boyadığınızda" ve "onlara mani olmayın"
cümlelerindeki her iki hitabın da velileri muhatab almış olması mümkündür. Bu
takdirde âyet-i kerime "ey veliler, boşanmalarına sebebiyet verdiğiniz ve
velisi bulunduğunuz kadınlar, içlerinde kocalarına karşı besledikleri nefret
duygusu gittiği için yeniden onlarla evlenmek isterlerse onlara engel
olmayınız" mânâsına gelir.
Metinde geçen
"bunun üzerine yeminimin keffâretini ödeyerek onu onunla
evlendirdim." cümlesi, aslında "bunun üzerine onu onunla evlendirdim
ve yeminimin keffâretini ödedim" şeklindedir. Fakat kelimeler arasında
takdim-te'hir olmuştur.[313]
1. Velisiz
nikah sahih değildir. Nitekim imam Şâfii de bu görüştedir, imam Şafii'ye göre
eğer velinin rızası olmadan kadının evlenme yetkisi olsaydı, âyet-i kerimede
velileri kadınlara baskı yapmaktan menetmenin anlamı kalmazdı.
2. Fakat
aksi görüşte olan hanefi ulemasına göre bu âyetten böyle bir mânâ çıkmaz. Âyet
eskiden beri süregelen geleneğe uyarak kızlarına yahut velisi bulundukları
kadınlara baskı yapan insanları bu baskıdan men'-etmek için nazil olmuştur.
Rüşde eren kadınların kendi arzularıyla evlenmelerini yasaklamak için
inmemiştir.[314]
2088.
...Semüre'den rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur.
"Herhangi bir
kadını iki veli (iki ayrı erkeğe) nikahlayacak olursa, o kadın (bu) iki erkekten
(nikâhı kendisine) ilk fkıyılanındır ve kim de bir malı iki adama satarsa bu
satış onlardan (akdi) ilk (önce gerçekleştiren)indir."[316]
Bir kadına yakınlık
dereceleri eşit olan iki veli o kadını aynı derecede evlendirme hakkına sahiptirler.Bu
durumda olan iki veli birbirlerinden habersiz olarak velisi bulundukları kadını
iki ayrı erkeğe nikahlayacak olurlarsa bu iki nikahtan ilk önce kıyılmış olan
sahih diğeri ise, bâtıldır. Binaenaleyh bunlardan birisinin daha önce kıyılmış
olduğunda her iki taraf anlaşacak olursa veya bu iki veliden biri kendi kıymış
olduğu nikahın diğerinden önce kıyılmış olduğunu deüllendirecek olursa, o zaman
bu nikah ilk önce kıyılmış olduğu için geçerli öbürü de hükümsüz sayılır.
Bir mal üzerinde
yapılan iki satışın hükmü de aynıdır.[317]
1. Velilik
dereceleri eşit olan" iki veli, velisi olduklan bir kadını iki ayrı erkeğe
nikahlayacak olurlarsa, bunlardan ilk önce kıyılan nikah sahih diğeri batıldır.
Eğer her iki nikâhın da aynı anda kıyıldığı anlaşılırsa, her ikisi de batıldır.
Hanefi ulemasıyla imam Sevri, Şafiî ve İshak bu görüştedirler, delilleri ise,
konumuzu teşkil eden hadis-i şeriftir. Çünkü kadın ilk önce nikâhlandığı kişinin
karısı olmuştur. İkinci bir kimsenin onunla evlenmesi sahih olamaz.
Mâliki ulemasına göre
ise, eğer kadın her iki veliye de kendisini evlendirme izni verir, velilerde
bu izin üzerine bir birlerinden habersiz olarak bu kadını iki ayrı erkeğe
nikahlayacak olurlarsa, eğer kendisine ikinci nikah kıyılan kimse bu kadınla
zifafa girmemişse, birincinin nikahı geçerli, îidncisininki bâtıldır. Eğer
kendisine ilk önce nikah kıyılan kimse bu kadınla zifafa girmeden ölmüş ve
ikincinin nikahı birincinin Ölümünden dolayı kadının beklediği iddet süresi
içinde kıyılmamışsa, o zaman ikincinin nikahı geçerlidir. Fakat ikincisinin
nikahı, kadının ilk önce nikâhlandığı kişinin ölümü sebebiyle iddet beklediği
zamana rastlamişsa, ikincisinin nikahı yine bâtıl olur. Delilleri ise, Ömer b.
el-Hattab (r.a.)'ın "Eğer bir kadını iki veli iki ayrı kimseye
nikahlayacak olursa, ikinci erkek zifafa girmedikçe o kadın birinciye
aittir"[318] sözüdür. Yine ikinci
delilleri ise, "ikinci nikahı kıyan kimse zifafa girmekle onu kabzetmiş
gbi olacağı" görüşüdür. Fakat bu delillerden birincisi "Hz. Ömer'in
sözü ashab-ı kiram tarafından reddedildiği gibi, Resûl-i Ekrem'in bu mevzudaki
hadislerine aykırıdır" gerekçesiyle; ikincisi de "kabz etmenin
nikahın sıhhatiyle ilgisi yoktur. Kabz olmadan da nikah sahih olur"
denilerek reddedilmiştir.
Binaenaleyh eğer
ikinci nikahın sahibi kadının evli olduğunu bilmeden kadınla zifafa girecek
olsa bile, yine kadından ayrılır ve ona mehr-i misi öder. Birinci nikahı kıyan
kimsenin nikahı geçerli olur. Fakat ikinci nikahın sahibi birinci nikahın
kıyıldığını bilirse kadınla zifafa giremez. Birinci nikah geçerli olur.
Bilmeden girerse aralan ayrılır. Kadın birinci nikah sahibine verilir. O da
kadın üç hayz müddeti beklemedikçe kadına yaklaşamaz. İmam Ahmed ile Katâde,
İmam Şafiî ve îbnü'I-Münzir bu görüştedirler. Evli olduğunu bilmeden kadınla
zifafa giren ikinci nikahın sahibinden alınan mehir hiç bir zaman kadının ilk
kocasına verilemez. Onu ancak kadm alabilir.[319]
Kâsânî, Hanefi
mezhebinin bu konudaki görüşünü şöyle anlatıyor:
"Aynı derecede
bulunan iki velinin her ikisi de velisi oldukları kızı (karıyı) evlendirmeye
aynı derecede yetkilidirler. Diğerinin buna rıza gösterip göstermemesi önemli
değildir. Yeter ki kadın yeterli olan mehir karşılığında ve dengi olan bir
kimseyle evlendirilmiş olsun. Velilik bölünmeyen bir sebeple sabit olduğu için
bölünemez. Bölünemeyen bu sebeb, akrabalıktır... Binaenaleyh iki veliden her
biri velisi oldukları kadım ayrı bir adama nikahlayacak olurlarsa, eğer her iki
nikah da aynı anda kıyılmış ise, her ikisi de bâtıldır... Ayrı zamanlarda kıyılmışlarsa,
eğer kendisine ilk nikah kıyılan kimsenin hangisi olduğu bilinebilirse, ilk
nikah sahih olur, diğerininki sahih olmaz. Fakat kendisine ilk nikah kıyılan
kimsenin hangisi olduğu bilinemezse, her ikisinin de nikahı bâtıl olur.[320]
2. Bir mal
üzerine yapılan iki satıştan birincisi sahih ikincisi bâtıldır.[321]
2089. ...İbn
Abbas (r.a.) "Ey inananlar, kadınları miras yoluyla zorla almanız size
helâl değildir. Onlara verdiklerinizin bir kısmını (onlardan) alıp götürmek
için onları sıkıştırmayın." Âyet-i kerimesi hakkında (şunları)
söylemiştir:
(Cahiliyye çağında)
bir adam öldüğü zaman akrabaları onun karısı üzerinde kadının velisinden daha
çok hak sahibi olur(lar)dı. Onlardan birisi isterse o kadını (başka birisiyle)
evlendirirdi. İsterlerse (kendilerinden birine veya kendilerinin dışında birine)
nikahlarlardı. İsterlerse onu hiç evlendirmezlerdi. İşte bu âyet bunun üzerine
indi"[323]
Metinde geçen " :
onlardan birisi isterse o kadını (başka birisiyle) evlendirirdi" cümlesi,
Buhârfnin rivayetinde ve
Sünen-i Ebû Davud'un
Mısır nüshasında içlerinden biri
düerse o kadınla evlenirdi" şeklindedir. Doğrusu da bu olması lâzım gelir.
Cahiliyye döneminde
yürürlükte olan bu uygulama Beğavî Tefsirinde şöyle anlatılıyor: "Bu
âyet-i kerime Medine'lilerin hakkında inmiştir. Câhiliyye çağında ve İslâmm ilk
yıllarında onlardan bir adam öldüğü zaman adamın asabesinden biri veya ölünün
başka bir kadından dünyaya gelmiş olan oğlu, gelip ölen kimsenin kapısı üzerine
veya kadının çadırı üzerine paltosunu asarak o kadına sahip olurdu. İsterse onunla
mehirsiz olarak evlenir, isterse başkasıyla evlendirir ve mehrini kendisi
alırdı. İsterse kadının eski kocasından aldığı mirası kendisine bağışlayın
caya kadar onu hiç kimseyle evlendirmezdi. Kadın evlenebilmek için buna razı
olursa, eski kocasından aldığı mirası buna vererek başkasıyla evlenme hakkını
kazanırdı. Yahutta ölünceye kadar bu adamın yanında kalır, öldükten sonra
mirası yine bu adama kalırdı.
Fakat kadın kocası
ölür-ölmez onun oğlu veya akrabalarından biri gelip kadının üstüne elbisesini
atmadan önce kadın kendi velisine sığınmayı başarırsa, o zaman kadın kendi
işlerine kendi sahip çıkma hakkım elde ederdi. Bu uygulama Ebu Kays b. el-Eslet
el-Ensârî ölünceye kadar devam etti. Ebu Kays ölünce arkasında Kebîşe bint Ma'n
el-Ensâriye isimli karısını bırakmıştı. Ebu Kays'in ölümü üzerine, hemen bir
başka kadından dünyaya gelmiş olan oğlu Kays, yahut Hısn, paltosunu üvey
annesinin üzerine atarak ona sahip oldu. Sonra ailesi olarak ona yaklaşmadığı
gibi nafakasını da temin etmedi. Onu tamamen yalnızlığa terk etti. Kays bu
hareketiyle üvey annesinin kocasından miras yoluyla aldığı mallan tamamen
kendisine bağışlamasını ancak ondan sonra kendisine evlenme izni vereceğini
ifade etmek istiyordu. Bunun üzerine kadın Resulullah (s.a.)'e gelerek:
Ey Allah'ın Resulü,
Ebu Kays vefat etti, oğlu da benim nikahıma vâris oldu. Bununla beraber ne bana
yaklaşıyor, ne nafakamı te'min ediyor, ne de evlenmeme yol veriyor" dedi.
Resulullah Efendimiz de cevaben:
"Allah'ın bu
konudaki emri gelinceye kadar sen evinde oturup bekle" buyurdu. Kısa bir
süre sonra da aziz ve celîl olan Allah: "Ey İnananlar, kadınları miras
yoluyla zorla almanız size helal değildir." ayet-i kerimesini indirdi.[324]
Bu açıklamaya göre
vâris olunan şey, kadının kendisidir. Yani âyet, kadını tıpkı eşya gibi miras
metaı olmaktan kurtarmıştır.
Diğer bir tefsire göre
ise, âyetin mânâsı, kadınlar istemediği halde onları evlenmekten alıkoyarak
mallarına vâris olmanız helal değildir, şeklindedir. Binaenaleyh âyet-i kerîme
bu tür davranışları da yasaklamıştır.[325]
Ölen akrabanın
karısına zorla vâris olmak, kadınlara verilen mehrı zorla gen almak, ya da onların
mallarına sahip olmak gayesiyle onları evlere kapatıp evlenmelerine mani olmak haramdır
ve îslam bu insanlık dışı uygulamayı ortadan kaldırmıştır.[326]
2090. ...İbn
Abbas (r.a.) dan; demiştir ki:
"Ey inananlar,
kadınları miras yoluyla zorla almanız size helal değildir. Onlara
verdiklerinizin bir kısmını (onlardan) alıp götürmek için onlan sıkıştırmayın.
Şayet açık bir edebsizlik yaparlarsa başka"[327]
(anlamına gelen) bu (âyet-i kerimenin iniş sebebi şudur: Câhiliyye çağında) bir
adam yakını olan bir kadına (kocası ölünce) vâris olurdu. Ölünceye kadar ya da
(ölen kocasından almış olduğu mehri) kendisine verinceye kadar onu evlenmekten
alıkoyardı. Allah teâla bunu yasak kıldı ve (halkı) bundan nehyetti."[328]
Câhiliyye çağında ve
islâmın ilk yıllarında, ölen bir kimsenin karısına, ölenin yakınları tarafından
nasıl varis olunduğu önceki hadiste açıklanmış bulunmaktadır.[329]
1. Aslında
Allah teâlâ vefat eden kadınların mallarına varis olmayı helal kılmıştır. llah
teala’ın haram kılmış olduğu varislik, kocası ölen kadının nikahına vâris olmaktır.
Bu âyet-i kerime ile kadınlar tıpkı bir eşya gibi miras mevzuu olmaktan
kurtarılmıştır.
2. Şayet
kadın açıkça bir fuhuş yapmış, zina etmiş ise, o zaman kocası vermiş olduğu
mehri geri almak için baskı yapabilir. Gerekirse nafakasını keser ve
zedelemeyecek şekilde onu dövebilir. Kocasına isyan eden bir kadını bu halinden
vazgeçirmek için zor kullanmak caizdir.[330]
2091.
...(Önceki hadisin) mânâsı, Dahhak'tan da rivayet olunmuştur. (Dahhak bu
rivayetinde bir öncekine ilâve olarak şunu da) rivayet etti: "Allah (size)
bu öğüdü verdi."[331]
2092. ...Ebu
Hüreyre (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.); "Açıkça
izni alınmadan dul kadın evlendirilemez, kız da ancak rızası alınarak
evlendirilebilir." buyurmuştur. (Ashâb-ı kiram) "Ey Allah'ın Resulü,
onun rızası nasıldır? diye sormuşlar, (Peygamber (s.a.) de:)
"Susmasıdır" cevabını vermiştir.[332]
kelimesi, sözlükte
bekâreti gitmiş (dul) kadın mânâsına gelir. Sıçramak, düşmek gibi cinsi
münâsebetin dışında bir sebeple bekâreti kaybolan kız da hükmen bakire sayılır.
İmam Ebu Hanife'ye göre, zina ile bekâretini kaybeden kız da bakire hükmünde
ise de imam Ebü Yusuf, imam Muhammed ve Şafiî'ye göre cinsî münâsebet
neticesinde bekâretini kaybeden kızlar dul sayılırlar ve evlenirken dul
muamelesi görürler.
İsti'mar kelimesi, emr
istemek anlamına gelir. Bazıları bunun müşavere mânâsına geldiğini söylerler.
Buradaki emr ve izin isteme nikah hususundadır. Yani dul bir kadın
nikahlanacağı zaman, bizzat nikah meclisinde bulunamayacaksa, ondan vekâlet
alınır. Ve bu vekâleti sözle vermesi meselâ "beni filana nikâh et"
yahut "beni filana nikahlamak için seni tevkil (vekil tayin) ettim"
demesi icab eder. Nikah edilecek kızdan ise, izin istenir. Hadis-i şerifin
beyânına göre kızın susması da sözlü beyân gibi izin sayılır. Meselâ bir baba
kızına "seni filana nikahlamak için beni tevkil ettin mi? diye sorsa da
kız hiç bir şey söylemeyip sükût etse, bu hal izin sayılır.
İmam-i A'zam bu hadisi
delil göstererek velinin, dul kadınla âkil baliğ olmuş bakireyi, nikah
konusunda zodayamayacağına kaail olmuştur. Ona göre âkil baliğ bir kız
velisinin izni olmaksızın birisiyle evlense nikahı sahih ve nafizdir.
Hanefilerden imam-ı Ebu Yusuf ile İmam-i Muhammed'e göre bu nikah velinin
kabulüne bağlıdır.
İmam Şafiî, imam Mâlik
ve'imam Ahmed'e göre kadınların sözleriyle asla nikâh nafiz olamaz. Delilleri
"velisiz nikah olamaz" mealindeki 2085 numaralı hadistir. Ancak mezkur
hadisi Buharı ve Müslim rivayet etmemişlerdir. Binaenaleyh müttefekun-aleyh
olan babımız hadisine karşı delil olamaz. Onun içindir ki Buhârî ile Yahya b.
Ma'in: "velînin şart olması hususunda sahih bir hadis yoktur"
demişlerdir. Gerçi Tirmizî'nin rivayet ettiği Hz. Aişe hadisinde "her
hangi bir kadın velisinin izni olmaksızın evlenirse onu nikahı batıldır"[333]
buyurulmuşsa da Tirmizi bu hadis üzerinde ulemadan bazılarının söz ettiklerini
ve onun zayıf saydıklarını bildirmiştir.[334]
2093. ...Ebu
Hüreyre (r.a.)'den; demiştir ki: "Resûlullah (s.a.) (şöyle) buyurdu;
"Babasız (balığa)
kızın kendisinin nikahı) hakkında izni alınır, eğer susarsa o (sükût) onun
iznidir. Eğer kabul etmezse, üzerine varılmaz."[335] (Bu
hadis) Yezid'in rivayetinde (Muhammed b. Amr'den) ihbarla ("ahberani"
tabiriyle nakledilmiştir).
Ebu Davud dedi ki:
Aynı şekilde Ebu Halid Süleyman b. Hayyan ile Muaz b. Muaz da bu hadisi,
Muhammed b. Amr'den (muan'an olarak) rivayet etmişlerdir.[336]
Yetîm "tek
kalma" anlamındaki "yetem" kökünden gelir. Babası ölmüş kimseye
babasından ayrı, tek kaldığı için yetim dendiği gibi kocası ölmüş kadına da
yetime denir. Bu kelimenin sözlük anlamıdır. Bu anlamda kaç yaşında olursa
olsun babası Ölmüş insana yetim denebilir. Fakat örfen yetim, babası ölmüş
çocuğa verilen addır. Bu itibarla erginlik çağına gelen çocuğa yetim denemez.
Hz. Ali "Bulûğa erdikten sonra yetimlik kalkar*' buyurmuştur. Demek ki
örfen babaları ölmüş erkek ve kızlara yetim dendiği gibi, kocasız kalmış
kadınlara da yetime denebilir. Hattabî'nin beyânına göre bu hadis-i şerifte
"Yetime" kelimesiyle, "bulûğ çağına varmadan Önce babası ölmüş
sonra bulûğ çağına ermiş bakire kız" kastedilmiştir. Nitekim
"Yetimlere mallarını veriniz."[337]
âyet-i kerimesinde de "yetimler" kelimesi bu mânâda kullanılmıştır.
Fahr-i Kâinat efendimiz evlenme çağma gelen kızların da bir yetime gibi şefkat
ve merhamete lâyık ve muhtaç olduklarını ifade etmek ve insanları onlara
şefkatli davranmaya teşvik için bu çağdaki kızlar hakkında "yetîme"
tâbirini kullanmıştır.[338]
1. Bir
velinin, velisi olduğu kızı bulûğa ermedikçe ve onun iznini almadıkça
evlendirmesi caiz değildir.
a. Bu konuda
imam Tirmizî'nin ve bazı Tirmizî sarihlerinin beyânına göre bulûğ çağında
olmayan bir yetimenin evlendirilmesi konusunda ulema ihtilâf etmiştir. Bazı
ilim adamlarına göre yetime (yetim kız) velisi tarafından evlendirilecek
olursa, bulûğa erince bu nikahı geçerli ya da feshetme haklarına sahiptir.
Dilerse, geçerli kılar; dilerse fesheder. îmam Ebu Hanife ve taraftarları, bu
görüştedirler. Delilleri ise, "Şayet öksüz (kadınlarla evlendiğiniz
takdirde on)lar hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, size
helâl olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın"[339]
âyet-i kerimesidir. Sözü geçen ulemâya göre, babanın dışındaki bir velinin de
ister bakire olsun, ister dul olsun buluğ çağına varmamış bir kızı evlendirmesi
caizdir. Çünkü yetimenin gerçek mânâsı "babası olmayan buluğa ermemiş
kiz"dır. Ancak bu evlendirmenin caiz olması için kıza yeterli mehrinin
verilmesi şarttır. Bu nikahın caiz olmadığını iddia eden kimselerin daha
kuvvetli bir delile dayanmaları gerekir. Daha kuvvetli bir delil
bulamayacaklarına göre bu görüş bir iddia olmaktan öte geçemez.
b.
Bazılarına göre de bulûğa ermedikçe yetimeyi nikahlamak caiz olmaz ve nikahda
muhayyerlik de yoktur. Süfyan es-Sevrî ile imam Şafiî ve daha başkaları bu
görüştedirler. Delilleri ise konumuzu teşkil eden hadis-i şeriftir.
c. İmam
Ahmed ile İshak'a göre ise, "yetime dokuz yaşına vardığında velisi tarafından
evlendirilebilir. Eğer kendisi de razı olmuşsa nikahı caizdir. Ergenlik çağına
geldiği zaman ihtiyar (seçme) hakkı yoktur. Delilleri ise, Hz. Âişe'nin
rivayet ettiği "Resulullah(s.a.)'ın dokuz yaşında bir kız iken kendisiyle
zifafa girdiğine dâir hadis ile Hz. Âişe'nin "kız dokuz yaşına vardığı
zaman kadındır,"[340]
sözüdür.
Hattabî'nin beyânına
göre buluğa ermemiş bir kızı, babasının dışında bir kimsenin evlendirebilmesi
konusu ulema arasında ihtilaflıdır, imam Şafiî'ye göre, onu babası ve
dedesinden başka erkek, kardeş amca ve -vasi de dahil- hiç kimse evlendiremez.
İmam Sevrî büluğâ
ermemiş bir kızı vasînin evlendiremeyeceği görüşündedir. Hammad b. Süleyman
ile İmam Mâlik ise, aksi görüştedirler. Hanefi ulemasına göre ise, bulûğ çağına
girmeyen yetim bir kızı vasisinin evlendirebilmesi için onun aynı zamanda kızın
velisi olması şarttır. Bulûğa ermemiş bir kızı velisi evlendirebilir. Bu
velinin aynı zamanda kızın vasisi olması da şart değildir.[341]
2094. ...Şu
(önceki) hadisi, İbn İdris de Muhammed b. Amr'-dan aynı senedle rivayet etti
(Ancak İbn îdris bu rivayetinde) hadise (şunu) ekledi: Resulullah(s.a.)
"Eğer ağlarsa ya da susarsa," (bu onun iznidir) buyurdu. (İbn îdris
bu rivâyetiyle sadece) ağlarsa (kelimesini) ilave etmiş oldu.
Ebu Dâvud dedi ki:
"Ağlarsa" (kelimesi) mahfuz değildir; O, bu hadiste (râvilere ait)
bir vehim'dir. (Bu) vehim, ya İbn İdris'e ya da Muhammed b. Alâ'ya aittir. Ebu
Davud sözüne şöyle devam etti. "Bu hadisi Ebu Amr Zekvân da Hz. Aişe'den
(şu sözlerle) rivayet etti: (Hz. Aişe): "Ya Resûlallah bakire kız
konuşmaktan utanır" dedi. (Hz. Peygamber de:)
"Onun devamlı
sükûtu, kabul etmesidir." buyurdu.[342]
2093 numaralı hadis-i
şerifte "Yetim kızın izni alınır" denildiği halde burada *'bekâr
kızın izni alınır" denilmesi, bu iki
cümle arasında bir farklılık bulunduğunu göstermez. Çünkü sözü geçen hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi "yetim kız" sözü aynı zamanda
bulûğa ermiş kız anlamına da gelmektedir. Nitekim Nesâî'-nin rivayet ettiği bir
hadis-i şerif de şu mealdedir: "Peygamber (s.a.): "Evlenmeleri
hakkında kadınların görüşlerini alınız." buyurdu. Resulullah'a
"bakire utanır, sükût eder (onun izni nasıl alınabilir?) diye soruldu.
Resulullah (s.a.) de:
"Kızın sükut
etmesi, izin vermesidir," buyurdu.[343]
Evlendirilmek
istenen bulûğ çağındaki bir kızın
kendisi için düşünülen nikaha razı olup olmadığı sorulduğu zaman, sükut etmesi
onun rızası demektir. Ancak bu susmada ağlamak gibi Öfke ve nzasızlığa delâlet
eden bir belirtinin bulunmaması gerekir. O zaman bu suskunluğun kabul ve
rızaya delâlet ettiğine hükmedilemez.
Hafız İbn Hacer'in
beyânına göre, kızın evlenmesi ile ilgili fikri sorulduğunda susması ile
birlikte ağlamak gibi rızasızlık, gülmek gibi rıza belirtileri göstermesi
halinde nasıl hüküm verileceği meselesi ulema arasında tartışmaya sebeb
olmuştur.
Mâliki ulemasına göre:
Eğer kız bu teklifi alır almaz sükut ile birlikte oradan uzaklaşıp giderse,
yahut ağlarsa ya da ayağa kalkarsa, yahut hoşnutsuzluğu izlenimini uyandıracak
bir harekette bulunursa bu nikâhı kıymak caiz değildir.
Şafiî ulemasına göre:
Kızın bu teklifi sükut ile karşılaması halinde diğer tavır ve davranışlarını
kızın nzasızhğına yormak doğru olamaz. Ancak sükut ile birlikte sesli ağlaması
gibi kesinlikle hoşnutsuzluğa delâlet eden bazı davranışlar rızasızhğının
ifadesi olarak kabul edilebilir. Bunun dışındaki te'vile müsait davranışların
önemi yoktur.
Bazılarına göre,
buluğa ermemiş bir kızın evlenmesi konusunda iznini almaya lüzum yoktur. Çünkü
izin almanın ne demek olduğunu bilmeyen ve susması ile öfkesi arasında bir fark
bulunmayan bir kimsenin iznini almanın bir mânâsı yoktur.
İbn Abdilberr'in
beyânına göre, imam Mâlik, "Eğer baliğa olan yetim bir kız kendisinin
evlendirilmesi için daha önceden izin vermişse o zaman sükût etmesi, rızası
anlamına gelir. Yoksa (daha evvelden izin vermemişse) sükûtu rıza anlamına
gelmez" demiştir.
Şafiî ulemasına göre
ise, bulûğ çağma girmiş bir kızın evlendirilmesi teklifim sükut ile karşılaması
ancak babası ve dedesi için rıza alameti sayılır. Fakat bu teklifi yapan baba
ve dedenin dışında birisi idiyse, kızın onu sükut ile karşılaması rızası
anlamına gelmez. Çünkü kız bu konuda babasına ve dedesine karşı utanıp
sıkıldığı için cevap vermekten çekinirse de başkalarına karşı baba ve dedeye
nisbetle daha rahat olacağı kesindir.
Bulûğa ermiş kızı izni
olmadan babasının evlendirip evlendiremeyeceği konusunda da ulema arasında
ihtilâf vardır. Hanefi ulemasıyla imam Evzaî, Sevrî.ve Ebu Sevr'e göre bulûğa
ermiş bir kızın evlendirilmesi için izninin alınması şarttır. İzni alınmadan
kendisine kıyılan nikah sahih değildir. Delilleri ise, konumuzu teşkil eden
hadis-i şerif ile birlikte, Resûlallah (s.a.)'ın rızası olmadan evlendirilen
bir kızı (bu evlliği kabul edip etmeme mevzuunda) serbest bıraktığına dair
rivayet edilen hadis-i şeriftir.[344]
Ayrıca, "açıkça izni alınmadan dul kadın ve rızası anlaşılmadan bakire kız
evlendirilemez"[345]
hadis-i şerifi de bunu te'yk etmektedir.
İbn Ebi Leylâ, İmam Mâlik,
Leys, Şafiî, Ahmed ve İshak'a göre ise, buluğa ermiş bir kızı, babası iznini
almadan evlendirebilir. Delilleri ise "dul kendisine başkalarından daha
mâliktir" anlamındaki 2098 ve 2099 numaralı hadis-i şeriflerin mefhûm-i
muhalifleridir.[346]
2095. ...İbn
Ömer (r.a.)'den; demiştir ki: "Resûlullah (s.a.); Kızları hakkında
kadınlara danışınız" buyurdu."[347]
Resûl-i Ekrem
efendimiz kızlarını evlendirmek
isteyen velilere, bu mevzuda kızların annelerinin de fikrini olarak onların fikrinden de istifade
etmelerini tavsiye etmektedir. Çünkü evle ve kızla ilgili özel halleri anneler
babalara nisbetle daha iyi bilirler.[348]
Kız annelerinin de
hatırlarım almak ve
gönüllerini hoş tutmak için kızlarının evlenmesi konusunda fikirlerinin
alınması müstehabtır. Bu davranış kurulacak ailenin daha mutlu ve devamlı
olması bakımından kaçınılmaz bir gerekliliktir. Çünkü kızlar yaratılışları
icabı annelerinin sözlerine daha çok rağbet ederler. Ayrıca anneler kızlarının
kendi nihaklarıyla ilgili düşünce ve duygularını kızın babalarından daha iyi
bildikleri için çoğu zaman nikahla ilgili isabetli bir kararın alınması onların
görüşlerinin alınmasıyla mümkün olabilir.[349]
2096. ...İbn
Abbas (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre, "Genç bir kız Peygamber (s.a.)'e
gelerek kendisim istemediği halde babasının onu birisiyle evlendirdiğini
şikâyet etmiş. Peygamber (s.a.)'de kızı -evliliği kabul edip etmeme mevzuunda-
serbest bırakmıştır"[350]
Bu hadis-i şerif,
buluğa ermiş bir kızı izni alınmadan
evlendirmenin caiz ve sahih olmadığını söyleyen ulema-
nın delilidir. Hadis-i
şerifte istemediği halde babası tarafından zorla evlendirilen kız 2101 no'lu hadiste
gelecek olan Hansa bint Hidam el-Ensariyye'den başkasıdır.[351]
1. Bir baba
bütoğa ermiş olan kızını, iznini almadıkça evlendiremez. Hanefi ulemasıyla imam
Evzaî ve Sevrî de bu görüştedirler. İmam Ahmed'in de bu görüşte olduğuna dair
bir rivayet vardır. Nitekim daha önce tercümesini sunduğumuz 2092 numaralı
hadis-i şerîf ile "Dul kendisine velisinden daha mâliktir"
anlamındaki 2099 numaralı hadis ve ayrıca "dul ile velinin bir alakası
yoktur" anlamındaki 2100 numaralı hadis-i şerif de bu görüşü desteklemektedir.
Binaenaleyh nasıl ki bir baba kızının malında tasarrufta bulunamazsa, kızın
tasarrufu altında bulunan evlenmesiyle ilgili meselelerde de söz sahibi olamaz.
2. İmam
Mâlik ile imam Şafiî ve İshak'a göre ise bir baba bulûğa ermiş olan kızını
zorla evlendirebilir. Delilleri ise, "dul kendisine velisinden daha
mâliktir" anlamındaki 2099 numaralı hadis-i şerifin mefhum-i muhalifidir.
Sözü geçen ulemaya göre bu hadis-i şerifte dul kadının kendisine velisinden
daha mâlik olduğu ifâde .olunduğuna göre, genç kızların bu hükme dahil
olmadığı, bilakis onların üzerinde kendilerinden çok velilerinin hak sahibi
olduğu anlaşılır. Veliden maksat da kıza karşı en çok şefkat sahibi olan baba
ve dededir. Baba ve dede bulûğa ermiş olan bir kızı zorla evlendirme yetkisine
sahip olmakla beraber bu mevzuda kızın iznini almaları da müstehabtır.
Şafiî ulemasından
Beyhakî'nin beyânına göre konumuzu teşkil eden hadis-i şerifte anlatılan
"gönlü olmadığı halde babası tarafından zorla evlenen kızın şikâyeti
üzerine Resûl-i Ekrem'in onu serbest bırakması" hâdisesinde o kız dengi
olmayan birisiyle evlendirildiği için Resül-i Ekrem onu serbest
bırakmıştır". Hafız İbn Hacer de Beyhakî'nin bu görüşüne katılmakta ve
"hâdise muayyen (özel) bir vak'adır, binaenaleyh bu hükmü dengiyle
evlenmiş olan kızlara da teşmîl etmek doğru olamaz" demektedir.[352]
Aksi görüşte olan ulemaya göre ise:
a. Bir
hadisin mantûku (sözlü ifadesi) varken diğer bir hadisten çıkan mefhum (mana)
muteber değildir. Binaenaleyh Şafiî ulemasının ve taraftarlarının "dul,
kendisine velisinden daha mâliktir" hadisinin muhalif mefhumu bizim
delilimizi teşkil eden "açıkça izini alınmadan dul ve rızası anlaşılmadan
bekâr kız evlendirilemez" mealindeki 2092 numaralı hadisin sözlü ifâdesi
yanında geçerli değildir.
b. Resûl-i
Ekrem'in bu kızı serbest bırakmasının sebebini dengi olma-yan bir erkekle
evlendirilmiş olmasına bağlamak, delilsiz kuru bir iddiadan başka bir şey
değildir. Hadisin zahirinden anlaşıldığına göre, Resûl-i Ekrem'in o kızı
serbest bırakmasının yegâne sebebi, velisinin onu gönülsüz olarak evlendirmiş
olmasıdır.
Bu konuda San'anî de
şunları söylemiştir: "Hafız İbn Hacer ve Bey-haki'nin imam Şafiî'nin
sözünü takviye için söylemiş oldukları sözler, sadece mezheb gayretiyle
söylenmiş delilsiz iddiadan başka birşey değildir. Onlara bakılmaz. Hangi kızın
evlendirilmesinde zorlama bulunursa, orada o kızın bu evliliği geçerli sayıp
saymamadaki muhayyerliği mevcuttur."[353]
2097. ...Şu
(önceki) hadisi Peygamber (s.a.)'den İkrime de rivayet etmiştir.
Ebu Dâvud dedi ki:
(Ancak bu hadisi Eyyüb vasıtasıyla İkrime'den nakleden Hammâd b. Zeyd, hadisin
senedinde) îbn Abbas'ı zikretmemiştir. Halkfdan bazı kimseler bu hadis) mürsel
olarak rivayet ettiler (ve bu rivayet) meşhur olmuştur.[354]
Bir önceki hadis merfu
olarak nakledilmişti. Aynı hadisi bir de Hammâd b. Zeyd rivayet etmiştir. Fakat
Ham-mâd'ın Eyyüb vasıtasıyla İkrime'den rivayet ettiği bu hadis îbn Abbas
atlanarak doğrudan doğruya Hz. Peygamber'den rivayet olunmuştur. Bilindiği
gibi bu şekilde senedinden sahabi atlanarak rivayet edilen hadislere
"mürsel" denir. Her ne kadar hadisin senedinden bir râvinin düşmesi
râvinin kimliğinin meçhul .kalmasına ve dolayısıyla o hadisin zayıf sayılmasına
sebeb olursa da, düşen rvinin sahabî olması halinde bu atlamadan dolayı
hadisin sıhhatine bir zarar gelmez. Çünkü ashab-ı kiramın âdil kimseler
olduğunda şüphe yoktur. Resûl-i Ekrem'in "İnsanların en hayırlısı yaşadığım
devirde, yaşayanlardır. Sonra onları takib eden devirde yaşyan (tabiîler),
sonra da onları takibeden (tebeüttâbiin) gelir."[355]
beyânı bu gerçeğin en açık delillerinden biridir. Konumuzu teşkil eden hadisin
önceki rivayeti merfu'dur. Dolayısıyla bir önceki hadis bu hadisin sıhhatini
teyid etmektedir. Hafız İbn Hacer'in beyânına göre, bu hadis Eyyub b.
Süveyd-Sevri - Eyyüb kanalıyla mevsûl olarak rivayet edildiği gibi, Ma'mer b.
Cudân er-Rukiy- Zeyd er- Rukiyy- Zeyd b. Hibbân- Eyyüb senediyle de mvsûl
olarak rivayet edilmiştir. Bir hadis bir defa mürsel, bir defa da mevsûl
(merfu) olarak rivayet edilecek olursa, merfu olduğuna hükmedilir.[356]
2098. ...îbn
Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: "Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle) buyurdu:" "-Dul, kendisine velisinden daha mâliktir. Bekârın da
kendisi hakkında izni alınır. Onun izni susmasıdır."[357]
Bu lafızlar (Abdullah
b. Mesleme) Ka'nebî'nin rivayetine aittir.[358]
Burada "dul kadın" sözünden maksat bekâretini kaybetmiş ve kocası
olmayan kadındır. Hafız îbn Hacer'in tabiriyle ölüm veya talak sebebiyle
kocasından ayrılmış kadındır ki, zıddı bakire kızdır. Bu mânâda dul kadın kendi
evlenmesi konusunda velîsinden daha fazla söz ve yetki sahibidir. Şöyle ki
velisi dul kadını kendi dengi olan birisiyle evlendirmek istediğinde kadın bunu
kabul etmek istemese, velisi kadım evlendirmek için ona baskı yapamaz, buna
hakkı yoktur. Eğer bir dul kadın, kendi dengi olan birisiyle evlenmek isterde
velisi bunu kabul etmezse bu nikaha engel olmaması için veliye baskı yapmak
caizdir. Eğer veli bu fikrinde ısrar edecek olursa, kadı, velilik hakkını
üzerne alarak kadının arzu ettiği nikahı kıyar.[359]
1. Du1 kadın
kendi evlenmesi mevzuunda velisinden daha fazla yetki sahibidir. Hanefi
ulemasıyla halef ve seleften cumhuru ulema bu görüştedirler. Bu mevzuda Tirmizî
şöyle diyor: "İlim adamlarının ameli bu hadis üzeredir. Şöyle ki: îzni
(evlenmeyi kabulü) açıkça alınmadığı sürece dul kadın evlendinlemez. Şayet
babası, sarahaten iznini almadan onu evlendirir ve o da bu evlenmeyi
istemezse, ilim adamlarının tümüne göre bu nikah mefsuh (hükümsüz)dür. İmam
Mâlik ile imam Şafiî, Leys, Ahmed ve İshak'a göre ise dul kadının izni olmadan
babası onu evlendirebilir. Fakat bu görüş şu delillerle reddedilmiştir:
a. Bu babta
bulunan hadis-i şeriflerde geçen "Genç kızın da rızası alınır"
cümlesi buluğ çağına ermiş bir kadının rızası ve izni olmadan
evlendirilemeyeceğine kesinlikle delâlet eder.
b.
"Genç bir kızın Resûlullah'a başvurarak istemediği halde babasının onu
birisiyle evlendirdiğini şikâyet etmesi üzerine Hz. Peygamber'in bu nikâhı
reddettiğini" ifade eden 2101 numaralı hadis-i şerifte dul olsun bakire
olsun bulûğa ermiş bir kadını velisinin zorla evlendirmeyeceğine kesinlikle
delâlet eder.
Şafiî ulemasından imam
Nevevî'nin beyânına göre dul kadının nikahı ile ilgili rızasını sözle ifade
etmesi gerekir. İsterse karşısında bulunan babası olsun. Çünkü hayatına erkek
girdiği için dul kadın bakir kız kadar utangaç değildir. Binaenaleyh bu mevzudaki
rızasını açık bir dille ifâde etmesine hiç bir engel yoktur. Bekâretinin sahih
bir nikah neticesinde zail olmasıyla fasit bir nikah sonunda kaybolması
arasında bir fark olmadığı gibi şüphe ile yapılan cima' ya da zina sonunda
kaybetmesi de bu hükmü değiştirmez. Bekâretin zamanla aşınmak suretiyle parmak
dürtüsüyle, sıçramakla ve cinsi münâsebetin dışındaki benzeri hallerle
kaybedilmiş olması da kadının dul sayılmasına sebeb olur. Fakat bekâretini
cinsî münasebetin dışında bir sebeple kaybeden kızların yine de bekâr
sayılacağını iddia eden ilim adamları da vardır.
Bulûğa ermemiş bir dul
kadının izni alınmadan evlendirilmesi konusunda ulema arasında görüş
ayrılıkları vardır.
İmam Mâlik'e göre onu
babası cebren evlendirebilir.
İmam Ebu Hanife ile
el-Evzaî'ye göre ise, onu velilerin tümü zorla evlendirebilir. Fakat buluğa
ermedikçe kocası onunla beraber yatamaz. Kadın buluğa erince de bu nikahı
geçerli yada geçersiz sayma yetkisine sahiptir. İmam Şafiî ile Ebu Yusuf'a göre
bu kadın buluğa erip de rızası alınıncaya kadar hiç kimse tarafından
evlendirilemez.
2. Herhangi
bir kızı izni olmadıkça evlendirmek caiz değildir. Kız bâliğa ve reşide ise
onun izni sükutudur ona sükutunun rızası ve izni anlamına geldiğini haber
vermek müstehabtır. Bununla beraber nikah kıyıldıktan sonra kızın "ben
sükûtumun izin anlamına geldiğini bilmiyordum" demesi ile nikah ibtâl
etilmiş olmaz. Ulemanın bir çoğunun görüşü bu istikamettedir. Çünkü hür olan
mü'min bir kadının sükûtun izin sayıldığını bilmesi üzerine farzdır.
Malikî ulemasından
bazılarına göre kızın “ben sükutun izin anlamına geldiğini bilmiyordum"
demesi, nikahı ibtâl eder. Malikî ulemasından İbn Şaban ise, kıza üç defa
"eğer razıysan sükut et, razı değilsen konuş" denilir. Bu şekilde
nikaha razı olup olmadığı tesbit edilir, diyor.
3. Kızın
sükûtu hangi veliye karşı olursa olsun rızası anlamına gelir. Ulemanın büyük
çoğunluğu bu görüştedir. Şâfiîlere göre ise ,kızın sükûtu velilerinden sadece
babasıyla dedesine karşı rıza alâmeti sayılır. Diğer velilere karşı yapılan
bir sükut rıza alâmeti sayılamaz .Çünkü kız babasının ve dedesinin dışındaki
velilerine karşı babasına ve dedesine olduğu kadar utangaç değildir. İsabetli
görüşün cumhurun görüşü olduğu açıktır . İleride 2121 numaralı hadisin
şerhinde bu konuya tekrar döneceğiz.
Senedden de
anlaşılacağı üzere mevzumuzu teşkil eden bu hadisi Musanıf Ebu Davud'a Ahmed b.
Yunus ile Abdullah b .Mesleme rivayet etmişlerdir. Hadisin sözleri Abdullah
b'. Mesleme el-Ka'nebî'ye1 aittir. Ahmed b. Yunus'un rivayeti ise, manâ itibariyle
bu hadisin aynısı ise de sözleri biraz farklıdır, Musannif hadisin sonuna ilâve
ettiği talikte "bu lafızlar Ka'nebî'ye aittir" derken bunu ifâde
etmek istemiştir.[360]
2099. ...Abdullah
b. el-Fadl (tarafın)dan aynı senedle (önceki hadisin) manası rivayet
edilmiştir. (Hadisi Ziyad b. Sa'd, Abdullah b. el-Fadl'dan şu sözlerle)
nakletti: "Dul kadın kendisine velisinden daha fazla mâliktir. Bekar
kızın iznini de babası alır."[361]
Ebû Dâvûd dedi ki:
(Hadiste geçen) babası kelimesinin rivayeti) mahfuz değildir.[362]
Bilindiği gibi
"iki sika (güvenilir) râvinin hadisleri birbirine aykırı
olursa, bunlardan tercih
edilene mahfuz, diğerine de şâzz
denir."[363]
Musannif Ebû Davud'un
ifadesine göre, hadiste geçen "Bekâr kızın iznini de babası alır'
'cümlesindeki "babası" kelimesi "şâz" olarak rivayet
edilmiştir. Çünkü bu mevzuda rivayet edilmiş olan hadislerin hiç birinde bekar
kızın izninin babası tarafından alınacağına dair bir kayıt yoktur.
Nitekim Sünen-i Ebû
Davud'un bazı nüshalarında hadiste bulunan "babası" kelimesinin
Süfyan b. Uyeyne tarafından ilave edildiği, yani hadisin aslında bu kelimenin
bulunmadığı ifade edildiği gibi İmam Şafiî de bu kelimenin Süfyan b. Uyeyne'ye
ait bir ilâve olduğunu söylüyor.[364]
Hadisle ilgili gerekli
açıklamalar bir önceki hadisin şerhinde geçmiştir.[365]
2100. ...İbn
Abbas (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.) "Dul kadın
hakkında velinin söz hakkı yoktur. Buluğa ermemiş yetim kızın da izni alınır.
Onun susması, kabul etmesidir." buyurmuştur.[366]
Aslında bu hadisi
Salih b. Keysân Nâfi'den değil, Abdullah b. Fadl'dan rivayet etmiştir. Fakat
senedden Abdullah b. Fadl düşmüştür. Yani senedin aslında Salih b. Keysan ile
Nâfi arasında Abdullah'b. Fadl vardır. Fakat bir hata eseri olarak bu isim
atlanmıştır. Senedin doğru ve tam şeklini Nesaî, Ahmed b. hanbel ve
Dâ-rekutnî'nin rivayetinde görmek mümkündür.[367] Her
ne kadar hadis-i şerifte velinin dul kadının evlenmesi mevzuunda hiçbir zaman
söz sahibi olmayacağı mutlak olarak (kayıtsız şartsız) ifâde edilmişse de 2083
numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımız gibi bazı ulemâya göre bazı
hallerde velinin dul kadının nikahına müdâhale hakkı vardır. Çünkü:
1. "Dul
kadın evlenmesi konusunda velisinden daha çok yetkilidir" mealindeki 2098
ve 2099 numaralı hadisler bunu ifâde etmektedirler.
2. Velisinin
izni olmadan evlenen bir kadının nikâhının bâtıl olduğunu ifâde eden 2083
numaralı hadis-i şerifte dul kadının evlenmesinde velinin (bazı hallerde) söz
hakkı bulunduğunun açık bir delilidir. İlgili hadisin şerhinde açıklandığı gibi
İmam Ebu Hanife hazretlerine göre 2083 numaralı hadiste "velinin izni
olmadan evlenen bîr kadının nikahının bâtıl sayılması" buluğa ermeden ve
velisinin izni olmadan evlenen kızlarla ilgilidir. Bulûğa eren kızların
evlenmesi ile ilgili değildir. 2093 numaralı hadisin şerhinde açıklandığı gibi
metindeki yetime kelimesinin balığa kız anlamına gelme ihtimali de vardır.[368]
1. Bulûğa
ermiş bir kadının velisinin izni olmadan evlenmesi caizdir.
2. Buluğa
ermemiş olan yetim bir kızın iznini alarak evlendirmek caizdir. Bunu caiz
görmeyen ilim adamlarına göre metinde geçen yetim kızdan maksat, buluğ çağına
ermiş olan kızdır.[369]
2101.
...Hansa bint Hıdam el-Ensâriyye'den rivayet olunduğuna göre, "Kendisi
dul bir kadın iken babası onu (iznini almadan) evlendirmiş. Kendisi buna razı
olmamış, Rasûlullah(s.a.)'a gidip durumu anlatmış, Resûlullah (s.a.) de onun
nikahını bozmuş"[370]
Sahâbî kadınlardan
olan Hansa bint Hıdâm, ensardan Abdurrahman b. Hıdam ile Mucemmi b. Hidam'ın
kızkardeşleridir. Babasının ismini Kirmanı gibi bazı ilim adamları
"Hizan" olarak kaydetmişîerse de Hafız İbn Hacer, "Hıdâm"
rivayetinin daha doğru olduğu kanaatindedir. Bu hadisi Sevrî, Hansa
(r.anha)'dan "Ben genç bir
kız iken babam beni
zorla evlendirdi" mânâsına gelen lafızlarla rivayet etmiştir. Fakat
konumuzu teşkil eden hadiste geçen "Hz. Hansa'nın dul iken babası
tarafından zorla evlendirildiği" rivayeti daha sağlam görülerek Sevrî'nin
rivayetine tercih edilmiştir. Nitekim Abdurrezzak'ın Ebu Bekr b. Muhammed'den
rivayet ettiği "Ensar-ı kirâm'dan bir zâtın Hz. Hansa ile evlendikten
sonra o zatın Uhud'da şehid düştüğü bunun üzerine babası onu başka birisiyle
evlendirmeye kalkınca Resûlullah (s.a.)'e gelerek:
Ey Allanın Resulü,
babam beni birisiyle evlendirmiş. Oysa çocuğumun amcasıyla evlenmek
istiyordum, diye şikâyette bulunduğunu ifâde eden hadis-i şerifte Hz. Hansa'nın
babası tarafından zorla evlendirilmek istendiği sırada kız değil, dul olduğunu
ortaya koymaktadır.
Hz. Hansa'nın zorla
evlendirilmek istendiği bu zatın ismi hakkında bir açıklama yapılmıyorsa da
Abdurrezzak'ın İbn Abbas'dan rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Hz. Hansa'nın
şikâyeti üzerine Resûl-i Ekrem'in "kadınları -evlenme mevzuunda-
zorlamayınız" buyurduğu, babasının da onu, Ebû Lübâbe, isimli bir zât ile
evlendirdiği ifâde ediliyor.[371]
Rivayetlerin bazısında
Hz. Hansa'nın daha kız iken babası tarafından zorla evlendirilmek istendiği
ifade edilirken, bazılarında da babası kendisini zorla evlendirmek teşebbüsüne
geçtiği sırada dul olduğunu ifâde edilmesi bu rivayetler arasında bir çelişki
bulunduğu manasına gelmediği gibi bu iki rivayet arasında bir tercih yapmayı da
gerektirmez. Çünkü bu hâdisenin, biri kızlığında, diğeri de dulluğunda olmak
üzere Hz. Hansa'nın iki defa başına gelmiş olması muhtemeldir.
Tekmiletul'l-Menhel
müellifi Emin Mahmud'un ifâdesine göre, onun dul iken zorla evlendirilmek
istendiğini ifâde eden rivayetleri, kız iken zorla evlendirilmek istendiğine
dâir olan ifâdelere tercih etmek imkânsızdır. Çünkü Kız iken zorla
evlendirilmek istendiğine dâir olan ifâdeler kendisine aittir. Dul iken zorla
evlendirilmek istendiğine dair olan ifâdeler ise, başkalarına ittir. Kendi
başından geçen bir meselede başkalarına ait ifâdelerin kendisine ait olan
ifâdelere tercih edilmesi asla doğru olamaz.[372]
1. Büluğa
ermiş bir kızı velisi zorla evlendiremez.Ulemânın büyük çoğunluğu ile Hanefî
ulemâsı bu görüştedir.Bir babanın bâliğa olan kızını zorla evlendiremeyeceği
mevzuunda Hasan-i Basri ile en-Nehâi'nin dışındaki tüm fıkıh ulemâsı ittifak
etmişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber, "Dul ile velînin bir alâkası yoktur."
Buyurmuştur.[373]Ayrıca konumuzu teşkil
eden hadisi şerifte buna delâlet eder.
Hasan-i Basrî
(r.a.)'ye göre bir babanın kızını zorla evlendirmesi caizdir. Fakat dul olan
kızını zorla evlendirmesi mekruhtur. Nehâî'ye göre ise eğer bâliğa bir kızın
geçimim babası te'min ediyorsa onu zorla evlendi-rebilir. Eğer geçimini kendisi
temin etmiyorsa iznini almadan evlendiremez. Hasan-ı Basrî ile en-Nehâî'nin bu
görüşleri mevzumuzu teşkil eden Hadis ve benzerlerine aykırıdır.
Ulemâ haberi olmadan
babası tarafından evlendirildikten sonra haber kendisine ulaşınca bu nikaha
razı olan kızın nikahının geçerliliği konusunda da ihtilafa düşmüşlerdir.
Hanefi ulemâsına göre bu nikahın geçerli olup olmaması kızın isteğine bağlıdır.
Kız razı olursa nikâh geçerli, razı olmazsa geçersizdir.
İmam Şafiî ile Ahmed
ve Ebû Sevr'e göre ise bu nikah kızın izni olmadan kıyıldığı için bâtıldır.
Kendisine haber ulaştıktan sonra razı olmasının önemi yoktur.
Mâlikî ulemâsına göre
ise eğer bu kız daha önce bu nikahı reddetmemiş idi ise ve o anda aynı şehirde
bulunuyor ve rıza göstermesi yakın bir ihtimal ise, kendisine haber
iletildiğinde olumlu karşılaması bu nikahı sahih ve geçerli kılar.
Eğer kız, nikâhın
kıyıldığı anda o şehirde ise, yahut bu nikâhı kabulü uzak bir ihtimal ise,
yahut da haber kendisine ulaşmadan önce bu nikâhı reddetmiş idiyse, kızın izni
olmadan babasının kıyacağı nikâh bâtıldır.
2. Mevkuf
olan nikâh bâtıldır. İmâm Şafiî ile İmâm Mâlik bu görüştedirler.[374]
2102. ...Ebû
Hûreyre (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre Ebû Hind, Peygamber (s.a.)'in
başının üst kısmından kan almış. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) (şöyle)
buyurmuş:
"Ey Beyaza
oğulları, Ebü Hind'i (kızlarınızla) evlendiriniz. Onun (kızlarıy)la da
evleniniz. Sizin kendisiyle tedavi olacağınız şeyler içerisinde hayırlı olan
birşey varsa o da kan aldırmaktır.”[375]
Ebû Hind'in asıl ismi
"Abdân"dır. Yesâr ve Salim olduğuna dâir de rivayetler vardır.
Ensârdan "Beyaza" denilen bir ailenin, ya da bir kavmin hürriyetine
kavuşturduğu azatlı bir köle idi ve mesleği haccâmlık (kan alıcılık)tı. Hz.
Peygamberden de zaman zaman kan alırdı. Bir defasında Peygamber Efendimiz onun
hakkında "Kim Allah'ın, kalbine imânı yerleştirdiği bir kimseyi görme
arzusundaysa, Ebû Hind'e baksın" buyurarak onu medhetmişti.[376]
Ebû Hind'in, bunca
meziyyetlerine rağmen geçmişte bir köle olduğu ve haccâmlıkla meşgul bulunduğu
için çevresi tarafından onunla evlenmeye ve kızlarını almaya rağbet
edilmeyeceği endişesiyle Fahr-i Kainat Efendimiz, bir münâsebet düşürüp Ebû
Hind'in mesleğini küçümseyerek kızlarını almaktan ve ona kız vermekten kaçınmamalarını,
kendisinin son derece imanlı bir kimse, mesleğinin de son derece hayırlı bir
meslek olduğunu onlara ilân etmiştir.[377]
1. Nikâhta
eşler arasında aranan denkliğin tesbıtınde baş vurulacak olan en
önemli olcu din ve îman kuvvetidir. Binâenaleyh dîni bütün olan kimseler
fakir de olsalar, zengin ailelere denk saylırlar, onların kızım alabilirler.
Haccâmlık mesleği ile hayatım kazanır olmak, geçmişte köle olmak gibi durumlar
bir şahsın şeref ve i'tibânm, içtimaî mevkiini zedeleyecek hususlar değildir.
Çünkü Allah teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'inde, "Ey insanlar, biz sizi bir erkek,
ve bir dişiden yarattık. Ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve
kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız Allah'ın buyrukları dışına
çıkmaktan en çok sakınanınıdır."[378]
"Hiç inanan kimse imândan çıkan fâsık gibi olur mu? Bunlar bir olmazlar
elbet."[379] buyurmuştur. Hazret-i
Peygamber de bir hadîs-i şerifinde "Dînini ve ahlâkını beğendiğiniz bi
rkişi sizin ailenizden bir kadına tâlib olursa, onu evlendirin. Şayet bunu
yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve bozgun olacaktır."[380]
buyurmuştur.
Bu bakımdan
evlenmelerde dîn yönünden erkeğin kadına denk olması nikâhın sıhhati için
şarttır. İslâm ulemâsının bütünü bu görüştedir. Bir başka tâbirle bunda icmâ'
vardır. Binâenaleyh müslüman bir kadının kâ-fîr bir erkekle evlenmesi caiz
değildir. Fakat kadınların erkeklere denkliği söz konusu olmadığından müslüman
bir erkeğin ehl-i kitâbdan olan ecnebî bir kadınla evlenmesi caizdir.
İmâm Mâlik konumuzu
teşkil eden hadîs-i şerîfe bakarak evlenecek olan erkeğin sadece din yönünden
kadına den kolmasını esas almıştır. Ulemânın ekseriyyeti denkliğin şart
olduğunu kabul etmiş fakat bunun ölçüsünde farklı düşünmüşlerdir. Birçoğuna
göre ölçü dindarlık ve iyi ahlâktır.[381]
Şafiî ulemâsının
meşhur olan görüşüne göre, erkeğin evleneceği kadına beş hususta eşit olması
istenir:
1- Takva, 2- Hürriyet, 3- Soy, 4- Meslek, 5- Delîlik, cüzzâm gibi nikâha engel
teşkil eden kusur ve hastalıklardan salim olmak.
Bu mevzuda İmâm
Ahmed'den iki görüş rivayet edilmiştir:
1- Erkeğin,
evlenmek istediği kadına takva ve soy bakımından denk olması nikâhın sıhhatinin
şartıdır.
2- Nikâh
akdinin sıhhati için denklik şart değildir.[382]
Şâfiîlerce de nikâhta erkeğin
kadına denk olması nikâhm sıhhatinin değil, lüzumunun devamlılığının şartıdır.
Şafiî ulemâsından bazılarına göre bu mevzuda îmâm Şafiî'den iki kavil rivayet
edilmiştir:
1- Eğer
kadının velîsi onun rızâsı olmadan veya dengi olmayan biriyle evlendirecek
olursa İmâm Şafiî "El-Ümm" isimli eserinde bu nikâhın bâtıl olduğunu
söylemiştir.
2-
"el-İmlâ" isimli eserde ise, "bir kadını velîsi dengi olmayan
birisiyle evlendirecek olursa, diğer velîlerin bu nikâhı ibtâl etmeye haklan
vardır" deniliyor. "el-İmlâ"daki bu ifâde, "sözü geçen
nikâhın sahih fakat lâzım olmadığı" manasına gelmektedir.[383]
Binâenaleyh "kefalet, denklik nikâhın lüzumunda şarttır" diyenlere
göre, meselâ buluğ çağındaki bir kız dengi olmayan birisiyle evlenirse velîsi razı
olduğu takdirde nikâh mu'teberdir. Aksi takdirde velî nikâhı feshedebilir. İmâm
Ebû Hanife (r.a.)'nın görüşü budur. "Kefalet nikâhın sıhhatinin
şartıdır" diyenlere göre ise velînin izni olmadan yapılan böyle bir
evlilik akdi sahîh değildir.
İmâm Ebû Hanife altı
hususta denkliğin aranacağını söylemiştir1:
1- Soy; Arab
yabancıya denk değildir.
2- Ailenin
İslama giriş tarihi; Yalnız babası müslüman olan bir erkek, baba ve dedesi
müslüman olan kadına denk değildir.
3- Baba ve
dedelere doğru hür oluş.
4- Servet.
Ebû Yusuf'a göre kadım erkeğe denk kılan servet, mehr ve nafakaya kâfi gelen
servettir.
5-
Dindarlık; Ahlâksız bir erkek iyi ahlâklı bir kadının dengi değildir.
6- Zanaat ve
iş; Düşük kaliteli âdî işlerle meşgul olanlar, şerefli meslek sahiplerinin
kızlarına denk sayılmazlar.
Denkliği arama hakkı
hem zevcenin hem de velînin hakkıdır. Birinin bu hakkım iskât etmesi diğerinin
taleb etmesine mani değildir. Evlendikten sonra meydana gelen farklılıkların
evliliğe zararı yoktur. Ayrıca kadın gebe kaldıktan sonra denklik mevzuunda
aldanıldığı anlaşılsa bile fesih davası açılamaz.[384]
Bunlardan birinci
madde sadece Araplarda aranır... "Evet islâm araplarda zevcin kendine
bakarak -babasına ve dedesine bakarak değil- muteberdir. Şu izaha göre neseb
yalnız Araplarda muteberdir. Babanın ve dedenin müslüman olması yalnız
acemlerde, hürriyet ise, hem acemlerde, hem de araplarda mu'teberdir. Kocanın
müslüman oluşu da böyledir.”[385]
yâni hem araplarda hem de arap olmayanlarda aranır.
Dindarlık ve iyi ahlâk
dışındaki denklik ölçüleri müctehidlerin yaşadıkları asırların telakkilerine
bağlıdır. Çeşitli asırlar ve cemiyetlere göre değişebilir.[386]
Hanefî ulemâsından
İmâm Kerhî'ye göre nikâhta denklik asla şart değildir. Nikâhta denkliğin
bulunmasıyla bulunmaması arasında bir fark yoktur. İmâm Mâlik ile Hasan
el-Basrî de denkliğin şartiyyetini kabul etmemişlerdir. Süfyân es-Sevrî de
neseb cihetiyle denkliğin mu'teber olmadığına hükmetmiştir. Zahiri mezhebinde
de böyledir. İbn Hazm diyor ki: "Ehl-i İslâmm hepsi de kardeştirler. En
âdî bir zencinin oğluna, Hâşimî halîfesinin kızı bile haram olmaz. Zânî olmayan
herhangi bir fâsık müslüman, faziletli bir müslüman kadına denktir."
Bir erkeğin
eveleneceği kadına denk olmasının, nikâhın şartı bulunduğu görüşünde olan
müctehîdlerin delillerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
1-
"Kadınları ancak velîleri evlendirebiür. Denklerinden başkasıyla
evlendirilemezler."[387]
2- "Kureyş
batın batın birbirinin dengidir, diğer Araplar da kabile, kabile birbirlerinin
dengidirler. Arap olmayanlar da birbirlerinin dengidir."[388]
hadîs-i şerifleri.
Ancak hadîs ulemâsı bu
hadîslerin zayıf olduğuna hükmetmişlerdir.[389]
Evlilikte denkliğin gözetilmesine dâir Kur'an-ı Kerîmde bir "nass"
yoktur. Bu mevzuda ileri sürülen hadîslerin en sağlamı konumuzu teşkil eden
hâdıs-i şerîf ile vakti gelince "Üç şeyi geciktirme namazı, hazır olunca,
cenazeyi ve dengini bulunca kızı"[390]
3- Zevç ile
zevce arasında düzenli ve uyumlu bir hayatın devamı, hayatta karşılaşacakları
zorluklara tahammül edebilmeleri birbirlerine olan sevgi ve güven duygularının
devamına bağlıdır.
Aralarında denklik
bulunmayan eşlerin böyle sıkıntılı anlarda birbirlerine güvenmeleri ise mümkün
olmaz. Olsa da devamlı olamaz.
Denkliğin şart
olmadığını kabul edenlerin delillerini de şu şekilde özetlemek mümkündür:
1- Bir
hadîs-i şerîfte "İnsanlar tarak dişleri gibi müsavidirler,[391]
buyurulmuştur. "Bir kimsenin diğer bir kimse üzerine takvadan başka bir
üstünlüğü yoktur"[392]
buyurulmuştur. "Sizin Allah yanında en üstün olanınız Allah'ın buyrukları
dışına çıkmaktan ençok sakınanımzdır."[393]
âyet-i kerîmesi de bu gerçeği ifâde etmektedir.
2- Bilâl-i
Habeşî (r.a.) ensâr-ı kiramdan bir aileye damad olmak üzere dünürlük yapmış,
fakat muvafakat edilmemişti. Durumu Resûl-i Ekrem (s.a.)'e arzedince Hz. Fahr-i
kâinat: "Git onlara söyle ki, Resûlullah emrediyor, kızlarını sana
versinler" diye emir buyurdu.[394]
Bilindiği gibi Hz. Bilâl azatlı bir köle idi. Eğer nikâhta eşler arasında
denklik arasaydı, Hz. Peygamber böyle emir vermezlerdi.
3- Eğer
nikâhta eşler arasında denklik şartı aransaydı, kısasta da aranması gerekirdi.
Oysa kısâsda denklik şartı yoktur.[395]
4- Eğer
nikâhta eşler arasında denklik şartı aransaydı erkekte arandığı gibi kadında
da aranırdı. Halbuki denkliğin kadında aranmadığı bilinen bir gerçektir.[396]
Yukarıdaki i'tirazlara
şu şekilde cevap verilmiştir:
1-
"İnsanlar tarak dişleri gibi müsâvîdirler", hadîsinin hükmü ahiretle
ilgilidir, dünya ile ilgili değildir. İnsanların ahirette birbirlerine üstünlükleri
ancak takva yönündendir, başka değildir. Dünyevî durum ise, bundan tamamen
farklıdır.
2- Hz.Bilâl
ile ilgili hadîs-i şerîf, nikâhta denklik şartının mu'teber olmadığına değil,
denklik talebini terk etmenin mendûp olduğuna delâlet eder. Ayrıca bu hadîsin
sadece Hz. Bilâl'le ilgili özel bir hadîs olması da mümkündür.
3- Nikâhı
kısas'la kıyâs etmek doğru olmaz. Çünkü kısas ammenin hayatını korumakla ilgilidir.
Kısasta denklik şartı arandığı takdirde dengi olmayan düşmanlarını öldürmeye
kalkar.
4- Nikâhta
kadının erkeğe denk olup olmadığının nazâr-ı i'tibâre alınmaması, bu denkliğin
erkekte aranmasının gereksizliğine delâlet etmez. Çünkü istifrâş edilen
kadındır. Kendi dengi olmayan bir kişi tarafından istifrâş edilmek kadın için
tahammülü imkânsız bir durumdur. Erkek ise, istifrâş eden durumunda olduğu için
istifrâş ettiği kadın kendi dengi olmasa bile, utanıp arlanacağı bir duruma
düşmesi söz konusu olmadığından dengi olmayan bir kadınla evlenmesinde sakınca
yoktur.[397]
2103.
...Meymûne bint Kerdem demiştir ki: Resûlullah (s.a.)'uı (Veda) Haccında
babamla birlikte ben de (hac yolculuğuna) çıkmıştım. Resûlullah (s.a.)
devesinin üzerinde iken babamın ona yaklaştığını gördüm. Bunun üzerine (Hz.
Peygamber) onun için durdu ve onu dinle(meye başla)dı. (Hz. Peygamberin)
yanında Sıbyân Mektebi hocalarının sopası gibi (küçük) bir sopa vardı. Ben
Arapların ve halkın; "Tabtabiyye!, tabtabiyye! tabtabiyye!" diye
bağırdıklarını işitiyordum. Babam ona yaklaşıp ayağına sarıldı. (Resûl-i Ekrem
de) ona engel olmadı. Onun için durdu ve onu dinle(meye başla)dı. Bunun üzerine
(babam: Yâ Rasûlallah) "Ben bir ısrân ordusu hazırladım." dedi.
(Isrân ordusu kelimesini râvî Muhammed) -İbn-ül-Müsennâ öısrân ordusu
(şeklinde) rivayet etti.- (Babam Kerdem sözlerine şöyle devam etti) Târik b.
el-Murakkı'da;
Mükâfatı karşılığında
bana bir mızrak verecek yok mu? dedi. Ben de
Onun; mükâfatı nedir?
dedim.
Dünyaya gelecek olan
kız(lar)ımın ilkini seninle evlendireceğim diye cevâp verdi. Bunun üzerine
mızrağımı verip ondan uzaklaştım. Nihayet onun bir kızının dünyaya geldiğini ve
(hem de) ihtiyarlamış olduğunu öğrendim. Sonra kendisine gelip:
(Senin kızın) benim
ailem(dir.) Onu bana hazırla! dedim. Ben, kendisine aramızda geçen (anlaşmanın)
dışında yeni bir mehir daha vermedikçe (isteğimi) yapamayacağına dâir yemin
etti. Ben de ona (daha önce) verdiğimin dışında bir mehir vermeyeceğime dâir
yemin ettim. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.)'
"O bugün hangi
kadınların yaşıtıdır?" diye sordu. (Babam Kerdem de)
İhtiyarlığı gördü,
cevabını verdi. (Resûl-i Ekrem (s.a.) de)
"Senin onu terk
etmeni (daha uygun) görüyorum." buyurdu. (Kerdem) dedi ki: (Resûl-i Ekrem'in)
bu (sözü) beni korkuttu. Resûlullah (s.a.)e (doğru) baktım. Derhal bendeki bu
korkuyu gördü.
"Sen de günahkâr
olmazsın, arkadaşın da günahkâr olmaz." buyurdu (bendeki korkuyu giderdi.)[398]
Ebû Dâvûd dedi ki:
ihtiyarlık demektir.[399]
Araplar sopaya
"tabtabiyye" derler, çünkü sopa bir yere vurulduğu zaman
"tap" diye bir ses çıkarır. îşte bu sebeple halk Resûl-i Ekrem'in
elindeki sopayı görünce "tabtabiyye, tabtabiyye" diyerek onun
elindeki şeyin sopa olduğunu biribirlerine anlatmak istiyorlardı. Resûl-i
Ekrem'in her hareketini son derece dikkatle takib eden müslümanlar o anda
elinde tuttuğu şeyin ne olduğunu merak ettikleri için, onun sopa olduğunu fark
eden kimseler "tabtabiyye, tabtabiyye" diyerek o şeyin sopa olduğunu
yanlarındakilere haber vermek istiyorlardı. Bu hadîs-i şerîf henüz dünyaya
gelmemiş bir kızı birisine nikahlamanın sahîh olmadığına ve mevcut olmayan bir
kadına kıyılan bir nikâhın fasit olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Resûl-i
Ekrem Kerdem'e, doğmadan önce nikahlamış olduğu kadım boşamasını değil, onunla
evlenmekten vazgeçmesini emretmiştir. Şayet daha önce kıyılan nikâh sahîh
olsaydı o zaman Kerdem'e kadınla evlenmekten vaz geçmesini değil, onu boşamasını
emrederdi. Tarik'ın henüz dünyaya gelmemiş kızını Kerdem'e nikahlaması sadece
Kerdem'e onu vermeyi va'detmekten öte hukukî bir mana taşımadığından,
aralarındaki anlaşmazlığı gören Resûl-i Ekrem, onları yeminlerinin günâhından
kurtarmak için Kerdem'in bu kadınla evlenme talebinden vaz geçmesini tavsiye
etmiştir. Evlenme gerçekleşmeyince de mehir söz konusu olamayacağından ikisi de
yeminde hânıs olma günâhından kurtulmuşlardır.[400]
1. Dünyaya
gelmemiş olan bir kıza kıyılan nikah fasittir.
2. Hâkimin
kendisine başvuran iki tarafa da, onlar için en hayırlı ve takvaya en uygun
olan neticeyi tavsiye etmesi gerekir.[401]
2104.
...İbrahim b. Meysere(nin) haber verdi(ğine göre) teyzesi ona, (herkes
tarafından) doğruluğu tasdîk edilen doğru bir kadının şöyle dediğini haber
vermiş: "Babam cahiliyye çağında bir gazada iken sıcak şiddetlenince
adamın birisi:
Bana ayakkabılarını
verecek birisi yok mu, ben de dünyaya gelecek ilk kızımı ona nikahlayayım?
demiş. (Babam da) ayakkabılarını çıkarıp ona vermiş. Nihayet o adamın bir kızı
dünyaya gelmiş ve (ihtiyarlık çağına) erişmiş." (Daha sonra İbrahim b.
Meysere teyzesinden naklen önceki hadîsin) bir benzerini rivayet etmiş (fakat)
sadece katîr (kelimesinin ihtiyarlık anlamına geldiğin)i nakletmemiştir.[402]
Önceki hadîsin
açıklaması bu hadîsin izahına da ışık tutmaktadır.[403]
2105. ...Ebû
Seleme (r.anha)'dan; demiştir ki:
Ben, Âişe (r.anha)'ye
Peygamber (s.a.)'in mehrini sordum,
On iki okka ile bir
ness'dir. diye cevap verdi. Bunun üzerine:
Ness nedir? dedim.
Yarım okkadır, dedi.[404]
"Sadak" kelimesi mehir manasına
gelir. Bu kelimeyi "kitâb" vezninde
"sıdâk" diye telaffuz etmek de caizdir. Çoğulu "suduk"
gelir. Hicaz halkı bu kelimeyi "sadüka" şeklinde telaffuz ederler.
Nitekim "Kadınlara mehirlerini (bir hak olarak) gönül hoşluğuyla verin.
Eğer kendi istekleriyle o mehrin bir kısmını size bağışlarsa onu da afiyetle
yeyin."[405] âyet-i kerîmesinde bu
kelime "saduka" şeklinde geçmektedir." Temim lügatında
"sıdka" şeklinde telâffuz edilen bu kelime bazan "sudka"
şeklinde de telâffuz edilir.
Mehrin meşrûiyyeti
kitap ve sünnetle sabittir. Kitaptan delilîli, "Bunlardan ötesini,
iffetli yaşamak, zînâ etmemek şartıyla mallarınızla istemeniz (mehirlerini
vererek evlenmeniz) size helâl kılındı. O halde onlardan ne kadar
yararlandınızsa, ona karşılık, kesilen ücretlerini (mehirlerini) bir hak olarak
verin"[406] âyet-i kerîmesidir.
Nikâhta mehrin
meşruluğunun sünnetten delîü ise, bu kısımda gelecek hadîslerdir.
Konumuzu teşkîl eden
hadîsin birinci cümlesi İbn Mâce'nin rivayetinde "Hz. Aişe'ye Resûlullah
(s.a.)'in eşlerinin mehirleri ne kadardır? diye sordum" şeklinde
geçmektedir. Netice itibariyle Ebû Davud'un rivayetinden farklı değildir.
Hadîs sarihlerinin beyânına göre, metinde geçen okka'dan maksat Hicaz
Okkasıdır. Bir hicaz okkası kırk dirhem olduğuna göre on iki buçuk okkalık bir
mehir beş yüz dirhem (gümüş) eder. Nitekim Müslim'in rivayetinde de
"Bunların toplamı beş yüz dirhem (gümüş) eder" cümlesi bulunmaktadır.
Şafiî ulemâsı bu
hadîs-i şerîfe bakarak mehrin en az beş yüz (500) dirhem olmasının müstehâb
olduğunu söylemişlerse de bazıları Hz. Âişe'-nin bu rivayetini "Resûl-ı
Ekrem (s.a.)'in ailelerinin hepsine de aynı miktarda mehir vermemiştir, fakat
ailelerine ödediği mehrin miktarı genellikle beş yüz dirhemden aşağı
düşmemiştir." şeklinde yorumlamışlardır. Gerçekten de Hz. Hatice
Validemizin mehri beş yüz dirheme varmazken Hz. Ümmü Habibe'nin mehrini Habeş
Kralı Necaşi'nin dört bin dinar (gümüş) üzerinden ödediği bilinmektedir. Fakat
Necaşi'nin verdiği bu para Resûl-i Ekrem'in emri ile değil, kendi tarafından
bir teberru* ve Resûlullah (s.a.)'e bir ikram idi.[407]
Bunun yanında Hz. Safiyye ile Hz. Cüveyri-ye'nin mehri Resûl-i Ekrem tarafından
azad edilmeleridir.[408]
İmâm Ebû Hanife ve
Mâlik (r.anhuma)'nın da dahil bulunduğu bâzı fukaha mehrin asgari miktarının hadîs-i
şeriflerle on dirhem olarak belirlendiğini ileri sürmüşlerdir. Kırk, yirmi ve
elli dirhemi asgari miktar olarak görenler de vardır. Bu ihtilâfın sebebi
Peygamber (s.a.), sahabe ve tâbiûn devrinde bu mevzûdaki tatbikat ve sözlerin
çeşitli şekillerde te'vîl ve tefsîr edilmesidir.[409]
İMihrin yukarısı için
belli bir sınır bulunmadığına dâir ulemânın icmâî vardır. Çünkü Allah teâlâ
Hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'inde "O kadınlardan birine kınlar vermiş
olsanız..."[410]
buyurmuştur. Kıntar; bazılarına göre bin ikiyüz okka altındır. Bazıları
"kıntar" "bir öküz derisinin alabileceği altındır" demiş,
bir takımları da "yetmiş bin miskal" demiştir. "Yüz rıtl
altındır" diyenler de vardır. Hz. Ömer mehrin en yükseğini Peygamber (s.a.)'in
zevcelerinin mehirleri kadar yapmak ve fazlasını Beyt-ül-mâl'e vermek istemiş,
hatta bu fikrim hutbede söylemişti. Fakat bir kadın az önce tercümesini
sunduğumuz Nisa Sûresinin yirminci âyetini delil getirerek itirazda bulunmuş,
bunun üzerine Hz. Ömer de "Sizin hepiniz Ömer'den daha fakirisiniz"
diyerek sözünden dönmüştür.[411]
tslâm kadına,
kendisine rağbet etsinler diye gençliği boyunca bir servet biriktirmesini
yakıştıramamış, bilâkis erkeklerin ona rağbet ettiklerini hediye (mehir)
takdîmiyle sembolize etmelerini istemiştir. Binâenaleyh mehir, kadının bedeli
veya ondan istifâde imkânının karşılığı değil, bir ömür boyu beraber yaşama
arzusunun sembolik alâmetidir ve hediye kabilindendir.[412]
2106.
...Ebü'1-Acfâ es-Sülemî'den; demiştir ki: Ömer (r.a.) bize bir hutbe irâd
ederek (şöyle) dedi: "Dikkat ediniz, kadınların meh-rinde aşırı
gitmeyiniz. Zira mehirleri çoğaltmak dünyada kendisiyle övünülecek birşey veya
Allah katında bir takva olsaydı, ona Peygamber (s.a.) sizden daha lâyık idi.
Oysa ne Resûlullah (s.a.) kadınlarından birine on iki okkadan (fazla) mehir
verdi ne de kızlarından birine on iki okkadan fazla mehir verildi."[413]
Eğer mehrin çokluğu
dünyada kendisiyle övünülecek bir şey olsaydı, Resûl-i Ekrem (s.a.) onu ailelerine
herkesten daha fazla mehir isterdi. Oysa Resûl-i Ekrem (s.a.) kendisi hanımlarına
on iki okkadan (480 dirhem gümüşten) fazla mehir vermediği gibi kızları için
de on iki okkadan fazlasını istemedi. Aslında haddi aşkın olan mehir zamanla
erkeğin kadına karşı kinlenmesine ve "Ben senin için kırba ipine varıncaya
kadar her külfete katlandım." demesine sebep olur.[414]
Mevzûmuzu teşkil eden
bu haberde Resûl-i Ekrem'in ailelerine on iki okkadan fazla mehir vermediği,
kızları için de on iki okkadan fazla mehir almadığı rivayet edilirken bir
önceki Hz .Âişe hadîsinde Resûl-i Ekrem'in ailelerine on iki buçuk okka mehir
verdiğinden bahsedilmiş olması bu iki hadîs arasında bir çelişki olduğunu
göstermez, çünkü;
1- Aslında
Resûl-i Ekrem'in bizzat kendi ailelerine vermiş olduğu mehir on iki buçuk okka
olduğu halde Hz. Ömer'in bunu yuvarlak hesap olarak kısaca on iki okka
deyivermesi mümkündür.
2- Bir
önceki hadîsin şerhinde de ifâde ettiğimiz gibi Resûl-i Ekrem ailelerinin her
birine mehir olarak on iki buçuk okka vermiş değildir. Bu bakımdan bâzılarına
on iki buçuk okka mehir verdiği halde bâzılarına da on iki okka mehir vermiş
olabilir.[415]
1. Kadınlara
aşırı derecede fazla mehir vermekten sakınmak tavsiye edilmiştir.
2. Fazla
mehir vermekten sakınmanın tavsiye edilmiş olması "Bir eşin yerine başka
bir eş almak istediğiniz takdirde onlardan birine (evvelki eşinize) yüklerle
mal vermiş olsanız dahî, verdiğinizden hiçbir şeyi geri almayın..."[416]
âyet-i kerimesinin hükmüne aykırı değildir. Çünkü âyet-i kerîme haddinden
fazla mehir vermenin caiz olduğunu, hâdis-i şerîfse mehirde haddi aşmamanın
daha faziletli olduğunu ifâde etmektedir.
Kadınlara verilen
mehrin az olmasını tavsiye eden hadîs-i şeriflerden bâzılarının meali şöyledir:
a.
"Kadınların en bereketli olanı, masrafı en hafif olanıdır."[417]
b. "Kadının
dünürlüğünün külfetsiz olması ve mehrin in az oluşu onun uğurlu
oluşundandır."[418]
c.
"Mehrin hayırlısı az olanıdır."[419]
2107. ...Ümmü
Habîbe (r.anha)'dan rivayet olunduğuna göre, kendisi Ubeydullah b. Cahş'm
(nikâhı) altında iken (kocası Ubeydullah) Habeş toprağında ölmüş, bunun üzerine
Necaşi onu Peygamber (s.a.)'e nikahlayarak ve dört bin (dirhem) mehir vererek
Şu-rabhil b. Hasene ile birlikte Resûlullah (s.a.)'e göndermiştir.[420]
Ebû Dâvud dedi ki:
"Hasene" Şurahbil'in annesidir.[421]
Şurahbil, Hasene'nin
öz oğludur. Oğulluğu değildir. Musannıf Ebü Dâvud "Hasene Şurahbil'in
annesidir" derken bunu ifâde etmek istemiştir. 2086 numaralı hadiste bu
hadîsle iîgiîi açıklama geçmiş bulunmaktadır.[422]
2108. ...Zührî'den
rivayet olunduğuna göre Necaşî, Ebû Süfyan'ın kızı Ümmu Habibe'yi dört bin
dirhem mehir ile Resûlullah (s.a.)'e nikahlamış ve bunu bir mektupla Resûlullah
(s.a.)'e bildirmiş (Resûl-i Ekrem de bu nikâhı) kabul etmiştir.[423]
2086 numaralı hadis-i
şerifin şerhinde açıkladığımız gibi Necaşi bu nikâhı hicretin yedinci yılında
Habeşistan'da kıymıştır. O sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine'de
bulunuyordu.
Necaşi, Habeşistan krallarına
verilen bir unvandır. Bu nikâhı kıymış olan kralın esas adı Ashame b. Bahr'dır.
Siyer ulemâsının
meşhur olan rivayetine göre Habeş Kralı Necâşi'nin Hz. Ümmu Habibe'ye vermiş
olduğu mehrin miktarı dörtyüz dinardır. İbn-i Ebî Şeybe'nin rivayeti de
böyledir. Her ne kadar mevzûmuzu teşkil eden hadîs-i şerifte bu mehrin dört bin
dirhem olduğu rivayet ediliyorsa da bu rivayet zayıftır. Çünkü mevzûmuzu teşkil
eden hadîs mürseldir. Binâenaleyh söz konusu mehrin 400 dinar olduğu rivayeti
tercih edilmiştir.[424]
1. Kadınlara
on iki okkadan (480 dirhemden) daha fazla mehir vermek caizdir.
2. Velî veya
vekil olmayan bir kimsenin (fuzûlînin) taraflardan birini teşkil ederek yaptığı
evlenme akdi, ilgili tarafın kabulüne bağlı olarak sahihtir: Eğer ilgili taraf
bu nikâhı kabul ederse nikâh nafiz (geçerli) olur. Kabul etmezse bâtıl olur.[425]
2109.
...Enes (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre; Resûlullah (s.a.) Abdurrahman b.
Avf (r.a.)'ın üzerinde za'ferân izi görünce;
“Bu nedir?" diye
sordu. O da:
Ya Rasûlallah bir
kadınla evlendim, cevâbını verdi. (Resûl-i Ekrem');
"Onun mehri ne
kadardır?" diye sorunca; "Bir nevat ağırlığında altındır" diye
cevap verdi. (Resûl-i Ekrem'de) "Bir koyun ile de olsa düğün yemeği
ver" buyurdu.[426]
Velîme: Düğün yemeği
demektir. Lügat ulemâsından bâzılarına göre her yemek da'vetine
"velîme" demek caizdir.
Araplar hazırlanış
sebebine göre her ziyafete ayrı bir isim verirler. Meselâ çocuk doğduğu zaman
verilen ziyafet "akika", bir çocuğun Kur*ân-ı Kerîm'i hatmetmesi
sebebiyle verilen ziyafete de "hazâk", doğum münâsebetiyle verilen
ziyafete "hurs", sünnet münâsebetiyle verilene "i'zâr",
bina yapmak sebebiyle verilen ziyafete "vekîre", misafir için
verilene "na-kia", bir musibet başa geldiğinde ,mûsibet sahibi
tarafından verilen yemeğe "vadıyma", sebepsiz olarak verilen yemeğe
de "me'dûbe ve me'debe" ismi verilir. Ancak vadiyma ziyafeti vermek
haramdır!
Nevat, sözlükte hurma
çekirdeği anlamına gelir .Araplar arasında bir ağırlık ölçüsü olarak bilinir.
Hattâbî'nin beyânına göre, bir nevat altın, beş dirhem gümüşe eşittir.
el-Ezherî'de bu görüşü
t'ercîh etmiştir. Kadı lyaz'm rivayetine göre ulemânın ekseriyyeti de bu
görüştedir. Nitekim Beyhâkî'nin Katâde'den naklettiği "Bir neva! altın, beş
dirhem gümüşe eşittir” manasmdaki haber de bu görüşü desteklemektedir. İbn-i
Kuteybe'den rivayet edildiğine göre ise bir nevât altın, beş dirhem altına
eşittir. îbn-i Fâris'e göre kesin olan budur. Beyzâvî "Zahir olan kavil
budur" demektedir.
Mâlikî ulemâsından
bazıları "Medîne halkı arasında bir nevâtın, bir dinarın dörtte birine
&şit sayıldığını söylemişlerdir.
İmâm Şafiî'ye göre bir
nevât altın Neşş'in dörtte biridir. Bir neşş, yarım okka, bir okka da kırk
dirhem olduğuna göre bir neşşin dörtte biri, beş dirhem gümüş eder. Öyleyse bir
nevât altın, beş dirhem gümüşe eşittir.[427]
Metinde geçen cümlesindeki "lev" imtina için
değil, "taklîl: azlık" içindir. Türkçemizde "hiç olmazsa",
"hiç değilse", "en azından", gibi manalara gelir.
Hammâd b. Zeyd ile tbn
Seleme'nin rivayetlerinde Resûl-i Ekrem'in bu cümleden önce Hz. Abdurrahman'a
("Allah sana bereket ihsan etsin" diye dua ettiği ifâde edilmektedir.
İbn Seleme'nin rivayetinde Abdurrahman b. AvPin (r.a.) şu ifâdelerini
görüyoruz: "Peygamber (s.a.)'in duası sayesinde artık öyle oldu ki: Ben
bir taşı kaldıracak olsam onun altında ya altına veya gümüşe rastlayacağımı
ümid eder duruma gelmiştim."
Mâmer'in Sâbit'ten
yaptığı bir rivayete göre Enes (r.a.) şöyle demiştir: "Abdurrahman vefat
ettiği zaman dört karısı vardı. Her birisine düşen miras hissesinin yüz bin
dinar olduğunu gördüm." Dört kadının hepsine düşen miras ise, mirasının
sekizde biri olduğu düşünülürse Hz. Ab-durrahman'ın bütün terekesinin üç milyon
ikiyüz bin (3.200.000) dinara ulaştığı görülür.
Bu miktar Hz.
Abdurrahman'in, Resûl-i Ekrem'in duası bereketiyle ne kadar zenginleştiğini
göstermek için yeterlidir.[428]
l.
Erkeklerin zaferan denilen kokuyu sürünmesi caizdir. Her ne kadar mevzumuzu teşkil
eden bu hadîs-i şeriften böyle bir mânâ anlaşılıyorsa da aslında bu hadîs
ileride tercümesini sunacağımız "Resûlullah(s.a.) erkeklerin za'ferân
sürünmelerini yasakladı." mânâsına gelen 4179 numaralı hadîs-i şerîfe
aykırıdır.
Şafiî ulemâsından İmâm
Nevevî bu mevzûdaki görüşlerini şöyle ifâde ediyor: "Aslında bu kokuyu Hz.
Abdurrahman bilerek ve isteyerek sürünmemiştir. Fakat ona gelinden
bulaşmıştır.. Gerçek olan şudur ki, erkeklerin za'ferân ve halûk kullanması
kesinlikle yasaklanmıştır. Çünkü onu kullanmak kadınlara mahsûs bir alâmettir.
Peygamberimizse erkeklerin kadınlara benzemesini kesinlikle yasaklamıştır.
Muhakkik ulemânın tercih ettiği görüş budur."[429]
Hafız İbn Hacer'in
beyânına göre bu hadîsten, güveyilerin "Za'ferân kullanmanın erkeklere yasak
olduğuna dâir genel hükmün" dışımda kaldığı manasını çıkarmak ve sözü
geçen hükmün bu hadîsle tahsîs edildiğini söylemek mümkündür. Ancak "Hz.
Abdurrahman bu kokuyu tenine değil de elbisesine sürmüş olabilir"
gerekçesiyle bu görüşe i'tirâz edilmiştir. Bu i'tirâz "Erkeklerin
tenlerine halûk sürünmeleri yasaktır. Fakat elbiselerine sürünmelerinde bir
sakınca yoktur," diyen Mâliki ulemâsının görüsüne uygun düşmektedir.
Nitekim "Allah, cesedinde halûk sürülü olduğu halde namaz kılan bir
kimsenin namazım kabul etmez," mânâsındaki 4178 numaralı hadîs-i şerîf de
bu görüşü teyîd etmektedir. Çünkü bu hadîs-i şerifteki namazın kabul
edilmeyeceği tehdîdî za'ferânı veya halûku elbisesine süren kimseyi değil
tenine süren kimseyi hedef almaktadır.
Hz. Ebû Hanife ile
İmâm Şafiî ve taraftarlarına göre ise, bu kokulan herhangi bir erkeğin tenine
sürmesi caiz olmadığı gibi elbisesine sürmesi de caiz değildir. Sözü geçen
mezhep imamları ve taraftarları bu görüşlerinde sağlam hadîslere
dayanmışlardır. Mevzûmuzu teşkîl eden hadîs-i şerîfte geçen Hz. Abdurrahman'ın
za'ferân sürünmesi hadisesini de şöyle açıklamışlardır;
a. "Hz.
Abdurrahman'ın za'ferân sürünmesi hadîsesi, za'ferân sürünmenin erkeklere
yasaklanmasından önce olmuştur."
Gerçekten bu hadisenin
hicretin ilk yıllarında cereyan etmiş olması ve bu meseledeki yasağı rivayet
eden râvîlerin Medîne'ye en son hicret eden kimseler olması da bu görüşü
desteklemektedir.
b. "Hz.
Abdurrahman'ın elbisesinde görülen sufre isimli kokuyu bizzat kendisi
isteyerek sürünmüş değildir. Bu koku elbisesine gelinin elbisesinden
bulaşmıştır.
c. Hz.
Abdurrahman'ın ailesinin yanma girmek için koku sürünmek ihtiyacı duyduğu halde
kadınlara has kokudan başka bir koku bulamadığı ve kadınlara has olan za'ferân
ve sufre gibi kokuları erkeklerin az mikdârda sürünmelerinde bir sakınca
bulunmadığı için o anda eline geçen sufre-den biraz sürünmüş olması
mümkündür." Bu açıklama bu mevzûdaki farklı iki görüşün dayandığı
delillerin arasını uzlaştırıcı özelliktedir.
Gerçekten erkeklerin
bâzı hallerde kadınlara âit kokuları bile sürünmesi caizdir. Meselâ cuma günü
kadınlara âit bir koku ile de olsa kokulanmak emredilmiştir.
d. Çok az
süründüğü için üzerinde sadece izi kalmış olduğu ve bu yüzden Hz. Peygamber'in
tenkîdine uğramadığı düşünülebilir.
e. Yasaklanmış
olan za'ferânın ve benzerlerinin, kokulu olan za'ferân cinsleri olduğu, Hz.
Abdurrahman'ın.süründüğü za'ferânın ise, bu cinsten olmadığı da düşünülebilir.
f. Erkeklere
za'ferân kullanmanın yasaklığı hükmen haram olmayıp daha aşağı derecelerde bir
yasak olması mümkündür."[430]
g. Genç
damatların düğün sırasında bu yasaktan istisna edilmiş olması da mümkündür.
2. Evlenecek
olan kadına mehrin az mikdârda verilmesi meşru'dur.
Ulemâ bu mevzuda
ittifak etmişse de azlığın sınırını tesbitte ihtilâfa düşmüşlerdir.
Hanefi ulemâsına göre
mehrin asgarî mikdârı on dirhem gümüştür. İmâm Mâlik'ten "üç dirhem"
mikdârı da vardır. "Bir dirhem gümüş 3,2 gramdır. On dirhem Hz. Peygamber
(s.a.) devrinde iki koyun bedelidir."[431]
Hanefi ulemâsının bu
konudaki delili Câbir b. Abdillah'ın Hz. Peygamber'den rivayet ettiği şu
hadîs-i şeriftir: "Kadınları denklerinden başkasıyla
evlendirmeyiniz." "Onları velîlerinden başkası evlendiremez. On
dirhemden aşağı ınehir olmaz."[432]
Fakat Beyhâkî bu hadîs hakkında "zayıf" demiştir. Çünkü bu hadîsin
senedinde Mübeşşir b. Ubeyd ve Haccâc b. Ertât vardır. Râvî olarak bunların
ikisi de zayıftır. Dârekutnî'nin beyânına göre Mübeşşir'in hadîsleri alınmaz
terk edilir. Ahmed b. Hanbel'e göre ise, Mübeşşir'in rivayet ettiği hadîsler
uydurmadır, yalandan başka bir şey değildir.
Ancak Hanefi ulemâsına
göre bu hadîs-i şerîf çeşitli yollardan gelen rivayetlerle takviye edilerek
zayıflıktan kurtulup hasen derecesine yükselmiştir. Bu mevzuda Hanefi
ulemâsından Kemâlüddin b. Hümâm "Hadîs ulemâsından İmâm Beğavî ve Hafız
İbn Hacer gibi otoritelerin de bu hadîsin başka hadîslerle desteklenerek hasen
derecesine yükseldiğini ve daha aşağı olamayacağını kaydettiklerini"
söylüyor.[433] Hanefi ulemâsı ayrıca
"'mehir on dirhemden aşağı olamaz."[434]
hadîs-i şerifini de bu görüşlerine delîl getiriyorlar.
İbn Hibban'a göre ise,
Dârekutnî'nin rivayet ettiği bu hadîs-i şerîf zayıftır. Çünkü senedinde bulunan
Dâvud el-Evdî zayıftır. Ayrıca diğer râvî Şa'bî'nin Hz. Ali'den hadîs rivayet
etmediği kesinlikle bilinmektedir. Binâenaleyh bu hadîsin sahîh olması mümkün
değildir.
Bu mevzuda Hanefilere
verilen cevâpları şu şekilde özetleyebiliriz:
Mehrin en az mikdârı
için bir sınır olmadığını söyleyenler bu görüşlerini isbât için şu delileri
ileri sürmüşlerdir:
1. Hz.
Peygamber (s.a.) evlenmek isteyen fakir bir kimseye "Mehir olarak demirden
bir yüzük vermesinin bile yeteceğini" söylemiştir.[435] Hanefilere
göre, "demirden bir yüzük" kelimesi burada hakîki manasında
kullanılmamış "çok az bir mal" anlamında kullanılmıştır. Eğer hakîki
anlamında kullanıldığı kabul edilse bile sonradan demir yüzük takmak
yasaklanmıştır. Binâenaleyh Hz. Peygamberin demir yüzüğün mehîr olarak
verilebileceğine dâir sözü bu yasaktan önceki zamanlara aittir.
2. Peygamber
(s.a.) bir kadının bir çift nalin karşılığında evlenmesini tasvîb
etmiştir."[436]
Hanefîlere göre bu nalinlerin değeri on dinardan aşağı değildi.
3. "Hz.
Abdurrahman ensârdan bir kadınla bir hurma çekirdeği kadar az bir altım mehir
vererek evlenmiştir."[437]
Hanefîlere göre bu mehir mehr-i muacceldir. Hz. Abdurrahman mehr-i müeccelini
daha sonra ödeyerek, toplam en az 10 (on) dirhem mehir vermiştir. Ayrıca
Hanefîlerin delilini teşkil eden mehrin en azının 10 dirhem olduğunu ifâde eden
hadîs bu hadîse tercih edilecek özellikleri taşımaktadır.
4. Hz. Peygamber
zamanında bir avuç hurma veya kavut karşılığında kadınlarla evlenilirdi."[438]
Hanefîlere göre bu
hadîste ifâde edilen nikâhtan maksad, sonraları neshedilen mut'a nikâhıdır.
Hakîki nikâh değildir. Ayrıca Hanefîlerin delilini teşkü eden mehrin en azının
on dirhem olması gerektiğini ifâde eden hadîs bu hadîse tercih edilmiştir. Bu
nikâhın hakîki nikâh olduğu kabul edilsebile, bu verilen mehrin mehr-i muaccel
olması da mümkündür.
5. "Hz.
Ümmü Süleym, Ebû Talha'nın İslâm Dini'ne girmesi karşılığında, yani onun
İslama girmesini mehir sayarak onunla evlenmiştir."[439]
Hanefîlere göre bu
olay "...Haram kılınanların dışında kalanlar size helâl kılındı. O halde
onlardan hangisi ile faydalandınizsa mehirlerini kendilerine verin..."[440]
âyeti nazil olmadan önce olmuştur. Hz. Ümmü Sü-leym'in maksadı, ondan mehir
almak değil, onun islâma girmesini sağlamaktı.
6.
"Kur'an öğretme karşılığında bir kadının bir erkekle evlendiğini ifâde
eden hadîs"[441]
Hanefîlere göre bu
olay, mehir âyeti[442]
inmeden önce olmuştur. Bu bakımdan buradaki söz konusu edilen islâmî mânâda bir
mehir değildir.[443] Biz
bu mevzûyu 2111 numaralı hadîsin şerhinde tekrar ele alacağız inşallah.
"Şahid olduktan
sonra mehrin az veya çok olmasının zararı yoktur"[444]
anlamındaki hadiste geçen az maldan maksat, Hanefîlere göre "on dirhemlik
mal"dır.[445]
İmâm Mâlik,
hırsızlıktaki el kesmeye kıyâsen bir dinar hâlis altının dörtte birinden veya
üç dirhem gümüşten veya kıymetçe bunlara denk olan maldan daha az mehir
olamayacağını söylemiştir. Delili ise: "İçinizden inanmış, hür kadınla
evlenmeye (malî) gücü yetmeyen kimse, elleriniz altında bulunan inanmış genç
kızlarınızdan (cariyelerinizden) alsın."[446]
Çünkü Allah teâla bu âyet-i kerîmede fazla mal bulamayan kimselere az bir
mehirle cariyelerle evlenmelerini tavsiye etmiştir. Âyet-i kerîmede geçen
"tavl" kelîmesi mal demektir. Bir şeye mal diyebilmek için ise, o
şeyin üç dirhemden aşağı olmaması gerekir.
İbn Vehb'in dışında
bütün Mâliki fukahâsı bu mevzuda İmâm Mâ-lik'in görüşüne uymuşlardır.
Zürkânî ise, Muvatta'
Şerhi'nde İmâm Mâlik'in bu görüşüne itiraz etmiş ve aslında mehrin en az mikdân
konusunda hür kadının mehri ile cariyenin mehri arasında bir fark olmadığını,
Kur'ân-ı kerîmde sadece hür kadınlarla evlenecek kimsede mâlî gücün şart
koşulduğunu ifâde ettikten sonra imâm Mâlik'ten önce Medîneli hiç bir ilim
adamının bunun aksini iddâ etmediğini söylüyor ve' bu görüşüyle İmâm Mâlik'in
Irak Fukahası-nın yoluna girmiş olduğunu kaydediyor.[447]
İmâm Şafiî ile İmâm Ahmed, İshâk, Sevrî, el-Evzâf ye göre ise alış verişte
(bey'de) semen (fiât) icârede ücret (kira), olma özelliği taşıyan herşey az
olsun, çok olsun mehir olarak verilebilir. Delilleri ise, "Hiç olmazsa
demirden bîr yüzük arayıp bulsaydın" mânâsına gelen 2111 numaralı hadîs-i
şerîf ile "Kim bir kadına mehir olarak avuç, dolusu kavut veya hurma
verirse (o kadının nikâhı kendisine) helâl olur." mealindeki 2110 numaralı
hadîs-i şerîf ve benzerleridir!
Şafiî ulemâsından İmâm
Nevevî bu mevzuda şunları söylüyor: "Halef ve selef ulemâsının büyük
çoğunluğu da bu görüştedir. Binâaleyh o ulemânın büyük çoğunluğuna göre mehrin
az verilmesi de çok verilmesi de câzidir. el-leys b. Sa'd, îbn Ebî Leylâ,
Dâvud-ı Zahîrî, hadîs ulemâsının fakihleri ve Mâlikî ulemâsından İbn Vehb de
bu görüştedirler. Binâenaleyh eşlerin üzerinde anlaşabilecekleri kamçı,
ayakkabı, demir yüzük gibi az veya çok, kıymeti hâiz bir malı da mehir olarak
vermek caizdir.
Bu görüşe uymayan
görüşler sünnete aykırıdır. Cumhuru ulemânın dayandıkları delîl ise; "Hiç
olmazsa demirden bir yüzük arayıp bulsaydın" manasına gelen 2111 numaralı
hadîs-i şeriftir".[448]
Alkame, Sıddîk, b. Hasen Han da bu görüşü tercih ederek şunları söylemiştir:
"Herhangi bir mikdâr ile kayıtlı olmaksızın az bir kıymeti mehir olarak
vermek caizdir. Azlığın bir sınırı yoktur. Çünkü şu hadîsler bunu ifâde
etmektedirler.
a. "Hiç
olmazsa demirden bir yüzük arayıp bulsaydın."[449]
b. "Resûlullah
(s.a) bir çift ayakkabı karşılığında evlenen bir kadının bu hareketim tasvîb
etti."[450]
c. "Kim
bir kadına mehir olarak avuçlar! dolusu kavut veya hurma verirse (o kadının
nikâhı kendisine) helâl olur."[451]
d. Hz.
Abdurrahman'ın bir nevâd (çekirdek) ağırlığındaki altın bir mehirle evlendiğini
ifâde eden hadîs.[452]
Mehrin en çok mikdârı
için bir sınır yoktur. Nitekim 2105 numaralı hadîs-i şerifin şerhinde bu konuyu
ayrıntılı bir şekilde açıklamıştık.
3. Düğün
yemeği (velîme) vermek vâcib (farz)'dir. Nitekim ulemâdan bâzıları bu hadîs-i
şerîfin zahirine bakarak düğün yemeği vermenin vâcib olduğunu söylemişlerdir.
Delilleri ise, mevzûmuzu teşkîl eden hadîs-i şerîf-le "Hz. AH, Hz.
Fâtıma'ya dünürlük yapınca Resûlullah (s.a.) Hz. Ali'ye "Düğün için mutlak
yemek ziyafeti vermek gerekir" buyurdu." mealindeki hadîs-i
şeriftir.[453] "Bir koyunla dâhi
olsa düğün yemeği ver" ifâdesinden düğün da'veti yapmanın vâcib olacağı
zannı hâsıl oluyor. Nitekim zahirilerin mezhebi de budur. Bunlar daha başka
bâzı hadîslerle de istidlal ederler. İmâm Şafiî'nin de bu hadisteki mânânın
vücûba delalet ettiğini söyleyenlere dahil olduğu söylenir.
İmâm Ahmed'e göre
velîme sünnettir. Cumhur'a göre ise, mendûptur. İbn Battal (-444): "Buna
vâcib diyen bir kimse bilmiyorum." demiştir.
Ulemâ, velîmenin vakti
hususunda da ihtilâf etmişlerdir. Bilhassa Mâ-likîler arasında bunun akid
esnasında mı, akidden hemen sonra mı yoksa zifaf zamanında mı, olacağında
ihtilâf vardır. Şafiî'den Mârûdî velîmenin zifaf zamanında olacağını tasrîh
etmiştir.
4.
"Zahirîlerle, bâzı Şâfiîler "da'vete icabet, mutlak surette
vâcibdir," demişlerdir. Hatta İbn Hazm, bunun Cumhûr-ı Sâhâbe ile
Tâbiîn'in kavli olduğunu iddia etmiştir. Bâzıları düğün da'veti ile sair
da'vetlerin arasında fark görürler. İbn Abdilberr, Kaâdî İyâz ve Nevevî düğün
da'vetine icabetin vâcib olduğuna ulemânın ittifakı bulunduğunu
nakietmişler-dir. Ancak Hanefîlere göre vâcib değil, vâcib kuvvetinde bir
sünnettir.
Şâfiîlerle
Hanbelîlerin cumhuru bu dâ'vetin farz-ı ayn olduğunu tasrîh etmişlerdir. İmâm
Mâlik dahî farz-ı ayn olduğunu nassen ifâde etmiştir. Bâzılarından velîmeye
icabetin farz-ı kifâye olduğu rivayet edilmiştir. İmâm Şafiî'nin sözünden
velîmeye icabetin vâcib olduğu, fakat sair da'vetler için. de pek ruhsata
yanaşmadığı anlaşılıyor.
"Vaciptir"
diyenlere göre, özürden dolayı da'vete icabeti terketme ruhsatı olduğunu, İbn
Dakîkî'I-îd beyân etmiştir. Yemekte şüphe bulunmak, yâhud yemeğin zenginlere
mahsûs olması veya orada hoşlanmadığı bir kimsenin bulunması şerrinden korktuğu
için veya makam sahibi oluşuna tama'en da'vet etmiş olması, sofrada içki,
şarkı ve oyun bulunması gibi şeyler birer özürdür. Bu özürler şeriattan ve
Ashâb-ı Kirâm'ın yaşadığı vak'alardan alınmış şeylerdir. Meselâ: Taberânî
"el-Evsât"da İmrân b. Hüsany'dan Peygamber (s.a.)'ın fasıklann
da'vetine icabetten nehy buyurduğunu tahrîc etmiştir.
"Her kim Allah'a
ve âhiret gününe imân ediyorsa, üzerinde şarap sunulan bir sofraya oturmasın.”
Bu hadîsin isnadı
iyidir. Aynı hadîsi İmâm Tirmizî Hz. Câbir'den, bir başka tarik ile tahrîc
etmiştir. Yalnız bu rivayet zayıftır.
İmâm Ahmed bu hadîsi
Hz. Ömer (r.a.)'den rivayet ediyor.
Hâsılı da'vet icabeti
iktizâ eder. Fakat onda münkerâttan bir şey bulunursa, mani (engel) ile
muktezî (Gereklilik) çatışır. Bu takdirde hüküm mani'e göre verilir.
"Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye"nin 46. maddesinde bu kaide: "Mani' ve
muktezî tearuz ettikde mani' takdîm olunur" şeklinde hülâsa edilmiştir.[454]
5. Gücü
yeten kimselerin düğün yemeğini bolca vermeleri gerekir. Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre düğün yemeğinin en az ve en çok olan mikdarları için bir
tahdîd yoktur. Bunu imkânların elverdiği mikdârda hazırlamak kâfi gelir.
Müstehâb olan da budur. Önemli olan bu ziyafette Allah'ın rızâsını kazanmaya
çalışmak riyadan ve sümadan sakınmak ve müttâkî kimseleri çağırmaktır. Çünkü
Peygamber (s.a.); "Ancak mü'min-lerle arkadaşlık et. Ve yemeğini
muttâkîlerden başkası yemesin."[455] buyurmuştur.[456]
2110.
...Câbir b. Abdullah (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.)
"Kim bir kadına avuçları dolusu feavut veya hurma verirse (o kadınla
evlenmek ona) helâl olur." buyurmuştur.[457]
Ebû Dâvud dedi ki:
"Bu hadîsi , Abdurrahman b. Mehdi de Salih b. Rûman'dan (o da)
Eb'uz-Zübeyr'den (o da) Câbir'den mevkuf olarak rivayet etti. "
Yine bu hadîsi Ebû
Âsim; Salih b. Rumân'dan (o da) Eb'uz-Zübeyr’den (o da) Câbir'den rivayet etti.
(Câbir) dedi ki: "Biz Resûlullahı (s.a.) zamanında müt'a (nikâhı) olmak
üzere bir avuç buğday karşılığında (belli bir süre kadınlardan) faydalanırdık.[458]
Ebû Dâvud dedi ki:
"Şu (önceki) hadîsi, Ebû Âsım'ın (rivayet ettiği hadîsin) manasına uygun
olarak İbn Cüreyc de Eb 'uz-Zübeyr vasıtasıyla Câbir'den rivayet etti.[459]
Bu hadîs-i şerîf,
mehrin az olması ile çok olması arasında bir
fark görmeyen ve
mehrin asgari mıkdarının tesbît
edilmediğini savunan cûmhûr-ı ulemânın delillerinden birini teşkil etmektedir.
Fakat mehrin asgân
mikdârının tesbit edilmiş olduğunu söyleyen Hanefi ulemâsına göre ise, bu
hadîs delîl olma niteliğinden uzaktır. Çünkü:
1. Hadîs şu
özelliklerden dolayı zayıftır:
a. Senedinde
İshâk b. Cibril vardır. Zehebî bu râvînin zayıf olduğunu söylemektedir.
b. Senedinde
geçen Musa b. Müslim'in esâs ismi Salih b. Rumân'dır. Bu zâtın kimliği
meçhuldür.
c. Bu
hadîsin diğer râvîsi Ebu'z-Zübeyr ise, Câbir'den naklettiği hadislerde! tedlîs
yapmakla meşhurdur. Semâ yoluyla ve İbn Sa'd vasıtasıyla ot rivayet ettiği
hadislerin dışındaki rivayetlerine itibar edilemez.
2. Aslında
mehirden hiç bahsetmeden nikahlanan kadın bile nikâhlandığı kimseye helâl olur.
Hele kadına bu hadîs-i şerifte anlatıldığı şekilde çok az bile olsa, biraz
mehir verince o kadının nikâhlısına helâl olacağından şüphe edilemez. Ancak
daha sonra bu mehrin en az on dirheme tamamlanması gerekir. Bu hadîs-i şerifte
Resûl-i Ekrem devrinde on dirhemden daha az mehir verilerek kadınlarla
evlenildiğine en bahsedilmesi, söz konusu mehirlerin daha sonra on dirheme
tamamlanmadığı anlamına gelmez. Bizim yanımızda bu mehirlerin on dirheme
tamamlandığına dâir deliller mevcuttur.[460] Biz
Hanefî ulemâsının delillerini 2109 numaralı hadîsin şerhinde açıkladık.
Musannif Ebû Dâvud bu
hadîsin sonuna ilâve ettiği birinci ta'lik ile hadîsin sened kısmında geçen
Müslim b. Rûmân'ın esâs isminin Salih b. Rumân olduğunu ve hadîsin de merfü'
değil, mevkuf olduğunu ifâde etmek istiyor. İkinci ta'İikle de bu iddiasını
te'yîd ve isbât ediyor. Üçüncü ta'likten maksadı ise ikinci ta'likte kadınlara
verildiğinden bahsedilen bir avuç buğdayın, mut'a nikâhı karşılığında verilen
bir kıymet olduğunu ifâde etmektedir. Buradan şu da anlaşılıyor ki, mevzûmuzu
teşkîl eden Câbir hadîsiyle birinci ta'lik nikâh karşılığında verilen mehirle
ilgilidir. İkinci ve üçüncü ta'lîkler ise mut'a nikâhı karşılığında verilen
kıymetle ilgilidir.[461]
2111.
...Sehl b. Sa'd es-Sâidî'den rivayet olunduğuna göre, bir kadın Resûlullah
(s.a.)'e gelerek;
Ya Resûlullah ben
(benimle evlenmen için) kendi (mehri)mi sana bağışladım, dedi ve uzun süre
ayakta dikildi. Bunun üzerine bir adam ayağa kalkıp:
Ey Allah'ın Resulü!
Eğer senin ona ihtiyacın yoksa, onu bana nikâhla! dedi. Resûlullah (s.a.) de;
"Senin yanında
ona mehir olarak vere(bile)ceğin birşey var mı?" diye sordu, (o kimse de);
Yanımda şu kaftanımdan
başka bir şey(im) yok. diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.);
"Eğer sen
kaftanını (mehir olarak) verirsen, kaftansız kalırsın. Binâenaleyh sen (başka) bir
şey ara (bul)." buyurdu. (Adam bir süre sonra geldi ve)
Birşey bulamıyorum,
dedi. (Resûl-i Ekrem'de);
"Demirden bir
yüzük olsun ara"(yrp bulmalısın) buyurdu. (Bur nun üzerine adam tekrar)
aradı (fakat) birşey bulamadı. Resûlullah (s.a.) ona:
"Ezberinde
Kur'an'dan birşey(ler) varını?" dedi. (Adam) bazı sûrelerin ismini
zikrederek;
Evet. diye cevâp
verdi. Resûlullah (s.a.)*de: "-Ben de ezbere bildiğin Kur'an sebebiyle o
kadını sana nikahlıyorum." buyurdu.[462]
Bu hadîs-i şerîf,
Müslim'in Sahîh'inde "Ya Resûlullah! kendimi sana hibe etmeye
geldim," dedi. Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.) kadına bakarak onu baştan ayağa süzdü. Sonra başını eğdi.
Kadın, kendisi hakkında (Resûl-i Ekrem'in) bir hüküm vermediğini görünce
oturdu.[463] mânâsına gelen
lâfızlarla rivayet edilmiştir.
Buhârî'de ise; bir
kadının ayağa kalkıp (kendisini kastederek) "Ya Resûlullah bu (kadın)
kendi (mehri)ni sana hibe etmek (suretiyle seninle evlenmek) istiyor. Bu
meseledeki görüşünü bana bildir.'* dediği, Resûl-i Ekrem cevâp vermeyince, bu
sözünü üç kere tekrarladığı ifâde edilmektedir.[464] Her
ne kadar Buhârî'nin bu rivayetinde sözü geçen kadın, Resûl-i Ekrem’in huzurunda
oturanlar arasında imiş gibi Müslim'in rivayetine ters bir ifâde varsa da
aslında bu iki ifâde arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bu kadın Resûl-i
Ekrem"in huzurunda oturanlar arasında değildi. Oraya başka bir yerden
gelerek Resûl-i Ekrem’in karşısına dikildi ve kendini Resûl-i Ekrem"e arz
etti.[465]
Hammâd b. Zeyd'in
rivayetinde ise, kadın kendisini arz ettikten sonra Resûl-i Ekrem"in ona
"Benim sana bir ihtiyacım yok” dediği kaydediliyor. Bu da gösteriyor ki
kadın kendisini arz edince, reddedilmiş duruma düşmemek için Resûl-i Ekrem'
sükût etmiş fakat kadın kendini arzetmekte isrâr edince, Resûl-i Ekrem cevâp
vermeye mecbur olmuştur.
Kadının kendisini
birinci ve ikinci arzedişine Resül-i Ekrem"in, sü-kûtle cevâp vermesini
kadına red cevâbı vermekten utanmasıyla açıklamak mümkün olduğu gibi, bu mesele
ile ilgili bir vahyin gelmesini beklemiş olmasıyla veya o kadına uygun bir
cevâp vermek için düşünmüş olmasıyla da açıklamak mümkündür.[466]
Metinde geçen
"Ben de ezbere bildiğin Kur'an sebebiyle o kadını sana nikahlıyorum/'
cümlesi, "Ezberinde olan sûreleri bu kadına öğretmek şartıyla onu sana
veriyorum." demektir. Nitekim bir numara sonra gelecek olan hadîs de bunu
ifâde etmektedir.[467]
1. Bir
kadının mehirsiz olarak evlenmek üzere kendisim Hz. Peygamber e arz etmesi
caizdir.Bu Hz.Peygamber'e âit özel bir durumdur. Nitekim "Bir de kendisini
(mehirsiz olarak) Peygamberce hibe eden ve Peygamber'in de kendisini almak
dilediği inanmış kadını, diğer mü'mînlere değil, sırf sana mahsûs olmak üzere
helâl kıldık"[468]
âyet-i kerîmesi de bunu ifâde etmektedir.
Buhârî 'bu hadîs-i
şerife bakarak bir kadının kendisini sâlih bir kimseye arzetmesinin caiz
olduğuna hükmetmiş ve bunun sadece Resûl-i Ekrem'^ has bir özel durum
olmadığını söylediği gibi Sahîh'inde "Bir kadının sâlih bir erkeğe
kendini arzetmesinin câizliği" adı altında bir de bâb açmıştır.
2.
Evlenilmek istenen bir kadına yeteri kadar mehir vermek gerekir. Ancak mehir
nikâh akdinin sıhhatinin şartı olmayıp lüzumunun şartıdır. Ulemâ cariyenin
dışında mehri verilmeyen hiçbir kadınla zifafa girmenin caiz olmayacağında
ittifak etmişlerdir. Evlâ olan nikâh kıyılırken mehri söz konusu edip,,
mikdârım tesbit etmektir. İleride bu konuda çıkması mümkün olan bâzı
anlaşmazlıkları önlemek için en uygun tedbir- budur. Çünkü zifaf olmadan nikâh
feshedilecek olursa, kadına tesbit edilen meh-rin yarısını; zifaftan sonra
feshedilecek olursa hepsini vermek icâb eder. Binâenaleyh akit esnasında mehir
tesbit edilmediği takdirde bâzı anlaşmazlıkların ve uzlaşmazlıkların çıkması
mümkündür. Bu bakımdan en uygun hareket nikâh esnasında mehrin mikdârım tesbît
etmektir. Ayrıca mehri acele olarak vermek de müstehâbdır.
3. Manası
genel olan bir lâfzın, karine ile tahsîs edilmesi caizdir. Çünkü metinde geçen
"Senin yanında ona mehir olarak vere(bile)ceğin birşey var mı?"
cümlesindeki "şey" lâfzı aza da çoğa da kıymetliye de kıymetsize de
şâmil olan genel bir lâfızdır. Hz. Peygamber'e kendisini arzeden kadınla
evlenmek isteyen kimse "yanında birşey var mı?" sözünden karine yardımı
ile "yanında mehir olmaya değer kıymetli birşey var mı?" manası
çıkarmış ve "Yanımda şu kaftanımdan başka bir şey yok" diye cevap
vermiştir.
Kadı îyâz'm beyânına
göre mal özelliği taşımayan ve bir kıymeti olmayan şeylerin mehir olarak
verilmesinin caiz olmadığında icmâ' vardır. Eğer Kadı Iyâz'ın bu nakli doğru
ise, Ibn Hazm'ın bu icma'a muhalefet ettiğini kaydetmek gerekir. Çünkü tbn
Hazm'ın görüşüne göre şey lâfzının şümulüne giren herşey mehir olarak
verilebilir. Velevki bir arpa tanesi olsun. Fakat aksi görüşte olan ve büyük
çoğunluğu teşkil eden ulemânın görüşündeki isabet gayet açıktır. Nitekim
metinde geçen "Demirden bir yüzük olsun ara(yıp bulmalısın)" sözü de
verilecek mehrin en az demirden yüzük değerinde bir mal olması gerektiğini
bundan daha aşağı değerde olan bir şeyin mehir olarak verilemeyeceğini ve
değeri demirden ma'mûl bir yüzükten daha aşağı olan bir şeyi mehir olarak
vermekle hiçbir kadının helâl olamayacağını ifâde eder.[469]
4. Mal
denebilecek herşey ve mal ile değiştirilmesi mümkün olan her menfaat az da olsa
mehir olabilir. Nitekim cumhûr-ı ulemâ (ulemânın büyük çoğunluğu) da bu
görüştedir.
Fakat mehrin en az
mikdârının tesbit edildiği ve ondan daha aşağı olamayacağı görüşünde olan
Malikîler cumhurun bu görüşüne i'tiraz ederek şu cevâpları vermişlerdir:
a. Metinde
geçen "velev ki demirden bir yüzük olsun" sözüyle gerçekten demirden
bir yüzük kast edilmemiştir.
b. Resûl-i
Ekrem "velev ki demirden bir yüzük olsun" sözüyle, mehrin hepsini
kasdetmemiştir. Mehr-i muacceli kasdetmiştir.
c. Demirden
bir yüzüğün mehir olarak verilebilmesi o zâta mahsûs özel bir durum olabilir.
Bu bakımdan hadîsin hükmünü genelleştirmek doğru olmaz. Ancak cumhûr-ı ulemâ da
bu maddelerin hepsini cevaplandırarak reddetmiştir.
5. Demirden
yüzük takınmak kerâhetsiz olarak caizdir. Ancak cumhûr-ı ulemâya göre, demir
yüzük takınmak helâl değildir. Çünkü Hz. Peygamber demirden bir yüzük takan
bir adamı gördüğü zaman "Sen niçin cehennem ehlinin zîaelini
takınıyorsun?" buyurmuştur.[470]
Cumhura göre, Resûl-i Ekrem'in "Velev ki demirden bir yüzük olsun ara(yıp
bulmalısın)" buyurması, demirden yüzük takmanın yasaklanışından önceki tarihlerde
olmuştur. Veya Resûl-i Ekrem bu sözüyle gerçekten bir demir yüzük kasdetmemiş,
ancak kıymeti çok az bir mal da olsa, mehirin kesinlikle verilmesi gerektiğini
ifâde etmek istemiştir.
6. Mehir
olarak kadına Kur'ân-ı Kerîm öğretmek caizdir. îmâm Şafiî de bu görüştedir.
İmâm Ahmed'in de bu görüşte olduğu rivayet olunmuştur. Çünkü bu imamlara göre
metinde geçen cümlesindeki "bâ" harfi, taviz içindir. Binâenaleyh bu
cümle "Ezberinde bulunan
Kur'ân-! Kerim'i bu
kadına Öğretmek karşılımda
onu sana nikahlıyorum"
manasına gelmektedir.
Hanefî ulemâsı ile
imâm Mâlik, Leys, İshâk ve Mekhûl'e göre Kur'ân-i Kerîm öğretmeyi mehir kabul
etmek caiz değildir. Bu görüş İmâm Ahmed'den de rivayet edilmiştir. Sözü geçen
ulemâya göre mehrin kendisinden istifâde edilebilen bir mal olması gerekir.
Hanbelî ulemâsından
îbn Kudâme'nin beyânına göre, mehrin ancak bir mal olabileceğinin, mal özelliği
taşımayan birşeyin sayılamayacağının delili "Bunlardan ötesini, iffetli
yaşamak, zînâ etmemek şartıyla mallarınızla istemeniz (mehirlerini verip
almanız) size helâl kılındı..."[471]
âyet-i kerîmesi ile "İçinizden inanmış hür kadınlarla evlenmeye gücü
yetmeyen kimse, elleriniz altında bulunan inanmış genç kızlarınız (olan
cariyelerinizden alsın..."[472]
âyet-i kerîmesi ve şu hâdîs-i şeriftir: "Hz. Peygamber bir adamı
Kur'an'dan bir sûre karşılığında bir kadınla evlendirdi ve "Bundan sonra,
Kur'ân'dan bir sûre öğretmek kimse için mehir olamaz." buyurdu" Çünkü
Kur'ân öğretmek, namaz kılmak, oruç tutmak, imân telkîn etmek gibi bir
ibâdettir. Ayrıca bir kimsenin öğretişi veya öğrenişi de diğerininkine
benzemediğniden Kur'ân öğretmeyi mehir kabul etmek, o kadına mehir olarak
mechûl birşeyi vaadetmek gibidir. Ayrıca Resül-i Ekrem'in Kur'ân-ı Kerîm'den
bâzı sûreler ezberinde olan bir kimseyi maddî bir mehir vermeden evlendirmesi
bu sûrelerin mehir sayılması anlamına gelmez. Resûl-i Ekrem o kadını o kimseye
mehirsiz olarak vermesi o zâtın Kur'ân âlimi olmasındandır. Yoksa erkeğin
bildiği sûreleri öğretmesi karşılığında kadını ona mehirsiz olarak vermiş
değildir.
Nitekim Ebû Talha'nın
İslâmiyeti kabulünü mehir sayarak Ümmü Süleym'i de ona nikahlamıştı. Ayrıca
biraz önceki hadîsin delaletiyle Resûl-i Ekrem"in bu kadını Kur'an'dan bâzı
sûreler karşılığında o zâtla evlendirmesini sadece o zâta has özel bir durum
olması da mümkündür.[473]
Bezlu'l-Mechûd
müellifi bu mevzuda Hanefî ulemâsının görüşünü şöyle özetliyor: "bize göre
mehrin kendisinden istifâde edilen bir mal olması gerekir. İmâm Şafiî'ye göre
mehirde böyle bir şart aranmaz. Bizim delimiz "Onları mallarınızla
istemeniz size helâl kılındı..."[474]
âyet-i kerîmesi ile "bir mehir kesdiğiniz takdirde henüz dokunmadan onları
boşamışsanız kes d iğinizin yarısını verin"[475]
âyet-i kerîmesidir. Çünkü bu âyetin birinde mehirden mal olarak bahsedilmekte,
diğerinde de yarısından söz edilmektedir. Bir şeyi ikiye bölebilmek için o
şeyin maddî bir mal olması gerekir.
Resûl-i Ekrem'in
Kur'ân'dan bâzı sûreler karşılığında bir kadını evlendirdiğini ifâde eden
hadîs-i şerife gelince o hadîs-i şerîf ahâd yoluyla gelmiştir. Ahâd yoluyla
sabit olmuş bir hadîsten dolayı Kur'anı Kerîm'in hükmü terkedilemez. Ayrıca söz
konusu hadîsin zahiriyle amel etmek mümkün değildir. Çünkü hadîsin zahirinde
Kur'an öğretmekten bahsedilmiyor sadece "kur'ân-ı Kerîm'den bâzı sûreleri
öğretmekten söz ediliyor. Oysa Kur'ân-i Kerîm'den bir sûrenin mehir
sayılamayacağında icmâ' vardır.[476]
Fakat Hanefî ulemasından İbn Âbidin'in beyânına göre Hanefiyye'den muteahhirîn
ulemâsı Kur'an öğretmenin mehir sayılabileceğini söylemişlerdir. Hanefî
ulemâsının muteahhirîn'i ile mütekaddimîn'i arasındaki bu ihtilâf Kur'ân-i
Kerîm'i ücret mukabilinde öğretmenin caiz olup olmadığı meselesinden
kaynaklanmaktadır. Bu gibi meselelerdeki ihtilâfların menşei ise, hüccet ve
delillerin farklı oluşu değil, asrın getirdiği ihtiyaç ve şartların farklı
oluşudur. Binâenaleyh muteahhirîn ulemâsının içinde bulunduğu şartlar
mütekaddimîn ulemâsı zamanında bulunsaydı, onlar da ücret karşılığında
Kur'ân-ı Kerîm okutmanın caiz olduğuna ve dolayısıyla Kur'ân-ı Kerîm'den bâzı
sûreleri öğretmenin mehir sayılabileceğine hükmederlerdi. İbn Abidin
Resmu'l-Müfti isimli eserinde bu meseleyi etraflıca açıklamıştır.[477]
7. Tezvîc ve
nikâh kelimeleriyle nikâh akdi yapılabilir, "Zeyd o kadından ilişiğini
kesince biz onu sana nikahladık...”[478]
âyet-i kerîmesiyle "İçinizden bekârları ve köle ve cariyelerinizden
iyileri evlendirin."[479]
âyet-i kerimesi ve mevzunuzu teşkil eden hadis-i şerif buna açıkça delâlet
etmektedir.
Ancak bu iki kelîmenin
dışında başka kelimelerle de nikâh akdinin sahîh olup-olmayacağı mevzuunda
ulemâ arasında ihtilâf vardır, şöyle ki:
İmâm Şafiî, Zuhrî ve
İbnu'l-Müseyyeb'e göre nikâh ancak "inkâh" ve "tezvîc"
kelimeleriyle ve bir de bunlardan türeyen lâfızlarla kıyılabilir. Bunların
dışında bir lafızla kıyılan nikâh asla caiz olamaz. İcâb ve kabû-lun aynı
lâfızlardan olup olmaması da önemli değildir. Meselâ: Bir baba müstakbel
damadına "kızımı sana tezvîc ettim" deyince, dâmad namzedinin de
kabul ettim demesiyle nikâh kıyılmış olur.
Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre ise, nikâh "inkâh" ve "tezvîc" kelimeleri
ve bunlardan türeyen lafızlarla kıyılabildiği gibi hibe, sadaka, bey' ve temlik
kelimeleriyle ve bunlardan türeyen lâfızlarla da kıyılabilir. Delilleri ise: "...bir
de kendisini (mehirsiz olarak) Peygamber'e hibe eden ve Peygamber (s.a.)'in de
kendisini almak dilediği inanmış kadını, diğer mü'minlere değil, sırf sana
mahsûs olmak üzere helâl kıldık."[480]
âyet-i kerim esiyle "Ezberindeki Kur'ân karşılığında onu sana temlik
ettim”[481] mealindeki hâdis-i
şeriftir. Çünkü bu lâfızlar mecazen nikâh anlamına gelirler. Binâenaleyh bâzı
kinayeli kelimelerin talâkta kullanılmasının caiz olduğu gibi bu
kelimelerin mecazen nikâh akdinde
kullanılmaları da caizdir.
Mâlikîlere göre ise
eğer mehir tesbit edilmişse hîbe lafzıyla kıyılan nikâh sahîh olur, tesbit
edilmemişse sahih olmaz. Hayatın devamı müddetince devamlılık ifâde eden
temlik, bey' ihlâl, i'tâ gibi kelimelerle kıyılan nikâhlara gelince, eğer mehir
tesbit edilmişse, bâzı Mâliki âlimlerine göre sahihtir. Bazılarınca sahîh
değildir. İbn Rüşd'ün beyânına göre bu gibi kelîmelerle kıyılan nikâh sahîh
olmadığı gibi hayat boyunca ebedîlik ifâde etmeyen kelimelerle kıyılan nikâhın sahîh olmadığında ittifak
vardır.
8. Evlenecek
olan erkeğin din ve hürriyet noktasından kadına denk olması gerekir. Neseb ve
mal cihetlerinden denk olması aranmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) kendisini
arzeden kadına talip olan erkeğin mal ve nesep bakımından o kadına denk
olmadığım bildiği halde bu nikâha engel olmadı.[482]
2112. ...Şu
(önceki) olayın bir benzeri de Ebü Hûreyre'den rivayet olunmuştur. Fakat Ebû
Hûreyre (bu rivayetinde) kaftan ile yüzüğü zikretmedi (sadece şunları rivayet
etti); Hz. Peygamber (s.a.);
"Kur'an'dan
ezberinde ne vardır?" diye sordu. (O kimse de);
Bakara sûresi veya onu
ta'kîb eden sûre diye cevâp verdi. (Hz.Peygamber de);
"Öyleyse kalk
ona yirmi âyet
öğret, o senin
karındır." buyurdu.[483]
Bu hadîsle ilgili
açıklama Önceki hadîs-i şerifin şerhinde geçmiş bulunmaktadır.[484]
2113. ...(Bu
babın ilk hadîsi olan) Sehl hadîsinin bir benzeri de Mekhûl'den (rivayet
olunmuştur. Bu hadîsi Mekhûrden nakleden Muhammed b. Râşid) dedi ki:
"Mekhûl (şöyle) derdi: Bu (tatbikat) Resûlullah (s.a.)'den sonra hiçbir
kimse için (geçerli) değildir."[485]
Üzerinde bulunduğumuz
bâbm birinci hadîsini teşkîl eden 2111 numaralı hadis, Mekhûl'den de rivayet
olunmuştur. Ancak söz konusu hadîsi Mekhûl'den nakleden Muhammed b. Râşid
hadîsin sonuna Mekhûl'ün hadîs hakkındaki şu görüşünü de ilâve ediyor:
"Evlenecek olan bir erkeğin evlenmek istediği kadına vereceği mehrin yerine
ona Kur'an'dan bir sûre veya âyet öğreterek o kadınla evlenmesinin caiz olması
sadece, hadîste sözü geçen şahsa mahsûs özel bir durumdur. Resûlullah (s.a.)'in
bu özel uygulamalarından sonra, artık böyle bir uygulama hiçbir kimse için
caiz değildir."
Görüldüğü gibi bu
görüş Mekhûl'ün şahsi kanaatından ibarettir. Mekhûl "Bunlardan ötesini,
iffetli yaşamak, zînâ etmemek şartıyla mallarınızla istemeniz size helâl kılındı."[486]
âyeti kerîmesine bakarak, örfen mal sayılamayacak olan şeylerin mehir
olamayacağı düşüncesiyle Kur'an'dan bir sûre veya âyet Öğretmenin mehir yerini
tutamayacağı hükmüne varmış ve hadîste anlatılan hadisenin de özel bir durum
olduğunu söylemiştir.
Ancak Mekhûrün bu
görüşü "Resûl-i Ekrem'in herhangi bir uygulamasının, belli bir şahsa ait
özel bir uygulama olduğuna hükmedebilmek için bir delîle dayanılması gerekir.
Burada ise böyle bir delîl mevcut değildir," denilerek reddedilmiştir.
Ayrıntılı bilgi için 2109 ve 2111 numaralı hadîs-i şeriflerin açıklamalarına
müracâat edilebilir.[487]
2114.
...Hiçbir mehir ta'yîn etmeden evlenen ve onunla (zifafa) girmeden ölen bir adam
hakkında Abdullah (b. Mesud) şöyle demiştir: "O kadının tam bir mehir
(alma hakkı) vardır, iddet (beklemesi) gerekir." Mîras (alma hakkı)
vardır. Ma'kıl b. Sinan dedi ki: "Ben Resûlullah (s.a.)'i Beru'a bint
Vâşık hakkında böyle hüküm verirken işittim."[488]
Metinde geçen
"tam bir mehir hakkı vardır." Cümlesi Tirmizî'nin Sünen'i ile
Ahmed b. Kanbel'in Müsned'inde
"O kadına kendi seviyesindeki kadınların mehri kadar (bir mehir yani
mehr-i misi alma hakkı) vardır" şeklindedir. Bu iki rivayet arasında
farklı bir durum yoktur. Tirmizî ile Ahmed b. Hanbel'in rivayetleri konumuzu
teşkîl eden hadîsin tefsiri durumundadırlar.
Metinde geçen
"iddet beklemesi gerekir." cümlesindeki iddetten maksat, vefat
iddetiı denilen kocası ölen bir kadının yeniden evlenebilmesi için beklemesi
gereken süredir. Daha sonra açıklayacağımız üzere bu süre dört ay on gündür.
Her ne kadar bu hadîs görünüşte mevkuf bir hadîs gibi ise de, Ma'kıl b.
Sinan'ın bu hadîsi Resül-i Ekrem'e ref etmesi onun merfû' bir hadîs olduğunu
göstermektedir.
Ma'kıl b. Sinan'ın
künyesi Ebû Muhammed'dir. Ebû Abdurrahman Ebû Sinan olduğu da söylenir.
Mekke'nin fethi sırasında Müslümanların sancaktarı idi. Kendisinden Mesrük,
Esved, Abdullah b. Utbe, Alkame, Nâfi' b. Cübeyr b. Mutım gibi kimseler hadîs
rivayet etmişlerdir. Hicretin 63. senesinde vefat etti.
Berua' bint Vâşık'a
gelince, Hilâl b. Mürre'nin karışıdır. Mehrinin tesbitini evleneceği kişiye
bırakarak evlenmiştir. Fakat aralarında cinsî birleşme olmadan kocası öldü.
Bunun üzerine Resûlullah (s.a.) bu kadın için emsallerinin aldığı mehir kadar
bir mehiri kocasının mirasından alabileceğine hükmetti.
imâm Tirmîzi bu
hadîsle ilgili görüşlerini şöyle ifâde ediyor: "îbn Mesûd'un hadîsi
hasen-sahîhtir. Bu hadis, kendisinden çeşitli yollarla rivayet edilmiştir.
Peygamber (s.a.)'in ashabından ve sonrakilerden bazı ilim adamlarının ameli bu
hadîs üzeredir. es-Sevrî, Ahmed ve İshâk bu hadîsle hüküm vermişlerdir.
Peygamber (s.a.)'ın ashabından aralarında Ali b. Ebî Tâlib, Zeyd b. Sabit ve
İbn Ömer'in de bulunduğu bazı ilim adamları şöyle demektedirler: "Bir
adam, bir kadınla evlenir ve o kadına mehir ta'yîn etmeden ölürse O kadın,
miras alır; (fakat) ona mehir yoktur ve hakkında vefat iddeti lâzım
gelir!.." Şafiî'nin kavli de budur. Şafiî diyor ki: "Vâşık'm kızı
Berna'nın hadîsi bence de sabit olsaydı, (bu hadîs hakkında mütereddit
olmasaydım), Peygamber (s.a.)'den mervî olarak bu mesele hakkında elbette
delîl teşkîl ederdi!." Şafiî'nin Mısır'da bu kavlinden rücû' edip Vâşık'm
kızı Berua'nın hadîsine kaîl olduğu rivayet edilmektedir.[489]
1. Nikâh
kıyıldıktan sonra kocası ölen bir kadın kocasıyla cinsi münasebette bulunmamış
bile olsa, mehrin bütününü hak etmiş olur. Şayet kocası ölmeden önce mehir
ta'yin edilmemiş ise, o zaman mehr-i misi (kendine denk olan kadınlara verilen
mehir kadar bir mehir) alır.
İbn Mesûd ile Hanefî
ulemâsı, îshâk, Ahmed, bu görüşte olduğu gibi İmâm Şafiî'nin yeni mezhebi de
budur. İmâm Evzâî ile Leys ve Mâlik'e göre ise bu kadın bu erkeğin malına vâris
olabilirse de mehir alamaz.
Çünkü kadın kendisini
teslim etmemiştir. İmâm Şafiî'nin eski mezhebi de budur. Bu görüşte olan ulemâ
bu meselede hüküm verirken teslîm edilmeyen bir mala para ödenemeyeceği
görüşünden hareket ederek kıyas yapmışlardır. Fakat bu görüş "Mevrid-i
nasda içtihada mesağ yoktur."[490] denilerek
reddedilmiştir. Kocası ölen bir kadının belli bir süre beklemesi gerekir.[491]
2115.
...(Önceki hadîsin) bir benzerini de Osman b. Ebî Şeybe rivayet etmiştir.[492]
Osman b. Ebî Şeybe bir
önceki hadîse benzeyen bu hadîsi Yezid b. Harun ile İbn Mehdî'den rivayet etti.
Onlar; Süfyân'dan, Süfyân; Mansûr'dan, Mansûr; İbrahim'den, İbrahim;
Alkame'den o da; Abdullah b. Mesûd'dan rivayet etmiştir.
Aynı hadîsi Ahmed b.
Hanbel, Müsned'de Âlkame'ye kadar varan aynı senetle Yezîd b. Harun'dan rivayet
etmiştir. Hadîsin meali şöyledir: "Abdullah dedi ki; Bence o kadına
emsallerinin mehrini vermek gerekir. Mîras(tan alma hakkı) vardır ve iddet
beklemesi gerekir,"[493]
Tirmizî'nin lâfzı ise
şu mealdedir: Bir kadınla evlenip mehrini ta'yin etmeden ve onunla yatmadan
ölen adam hakkında kendisine suâl sorulduğunda İbn Mesûd şöyle dedi: "O
kadına kendi seviyesindeki kadınların mehri kadar bir mehir tahakkuk eder ne
eksik ne de fazla. Hakkında vefat iddeti lâzım gelir ve mîras alır." bunun
üzerine Ma'kıl b. Sinan El-Eşcaî ayağa kalkarak "Resûlullah bizim
aşiretten birisinin karısı olan Berua' bint Vâşık hakkında da senin verdiğin
hükmün aynısını verdi." dedi ve bu şehâdetle îbn Mesûd'un gönlü rahatladı.[494] Bu
meseleyle ilgili görüşler bir önceki hadîsin şerhinde geçtiği için burada
tekrara lüzum görmüyoruz.[495]
2116.
...Abdullah b. Utbe b. Mesûd'dan; demiştir ki; şu (önceki) hadîste (söz konusu
edilen) kişi hakkında (fetva almak üzere) Abdullah b. Mesûd'a gelindi. Ona (bu fetva
için) bir ay süreyle gelip gittiler, -Yahutta- defalarca (ona gelip) gittiler.
(Bunun üzerine Abdullah b. Mesûd) dedi ki: "Ben bu meselede (kendi
görüşümü) söylüyorum o kadın için kendi seviyesindeki kadınların mehri(ni almak
hakkı) vardır. Ne eksik (verilebilir) ne de fazla(sını alabilir). Mîrâs(dan pay
alma hakkı) da vardır. Kendisine de iddet (beklemek) gerekir. Eğer (bu fetva)
doğru ise, Allah'dandır, yanlış ise benden ve şeytandandır. Allah ve Rasûlü
bundan beridirler." Bunun üzerine Eşca' (kabilesin)den bâzı kimseler ayağa
kalktı(lar) içlerinde El-Cerrâh ile Ebû Sinan da vardı. Dediler ki: "Ey
İbn Mesûd! Resûlullah (s.a.) bizim aramızda (iken) Berua' bint Vâşık hakkında
aynen böyle senin verdiğin gibi hüküm verdi." ve o kadının (ölen) kocası da
Halil b. Mürre el-Eşcaî'dir.- (Abdullah b. Utbe) dedi ki: Bunun üzerine Abdullah b. Mesûd, hükmü,
Resülullah'ın (s.a.) hükmüne uyduğu için son derece sevindi.[496]
Şafiî ulemâsından
Hattâbî'nin beyânına göre metinde geçen "Eğer bu fetvam yanlış ise benden
ve şeytandandır. Allah ve Rasûlü bundan beridir." cümlesinin manası:
"Allah ve Resulü kitap ve sünnette açıklanmadık hiçbir şey bırakmadılar.
Gerek açık ibarelerle gerekse kapalı ifâdelerle bütün doğruları
açıklamışlardır. Buna rağmen ben bu meselede yanlış fetva vermişsem bu hata
benim noksanlığımdan ve şeytanın beni yanıltmasından dır. Allah ve Resulü bu
hatâdan münezzehtirler", demektir.
Yine metinde geçen Ebû
Sinan'dan maksad, 2114 numaralı hadîs-i şerîfte geçen Ma'kıl b. Sinan
(r.a.)'dır. Binâenaleyh bu mübarek sahâbîyi yine sahâbe-i kiramdan olan ve
Hendek Muharebesinde şehîd düşen Ebû Sinan el-Ensârî ile karıştırmamak gerekir.[497]
1. Hakkında
nass (yazılı metin) bulunmayan meselelerde ictihâd etmek caizdir.
2. Mehirsiz
olarak evlenen ve cinsî birleşme olmadan kocası ölen bir kadının bu kocasından
mîrâs alma hakkı olduğu gibi kendisinin de dört ay on gün iddet beklemesi
gerekir. Bu hususlarda ulemâ ittifak etmiştir. Bu durumda kalan bir kadının
mehir alıp alamayacağı meselesi ise ulemâ arasında ihtilaflıdır. Ulemânın büyük
çoğunluğuna göre bu kadına mehr-i misil vermek icâb eder. 2114 numaralı hadîsin
şerhinde açıkladığımız gibi isabetli olan görüş de budur.
Ulemâdan bazıları da
Beyhâkî'nin Zeyd b. Sâbit'ten naklettiği "Eğer erkeğin geriye bıraktığı
mîrâsı varsa, kadın o mîrâsdan alabilir ve iddet beklemesi icâb eder. (Fakat)
mehir alamaz."[498]
mânâsındaki hadîs-i şerifi delîl getirerek, mehirsiz olarak evlenen ve cinsî
birleşme olmadan kocası ölen bir kadının mehir almaya hakkı olmadığını
söylemişlerdir.
Bu görüşte olan
ulemâya göre Beyhâkî'nin rivayet ettiği, bu hadîs, mânâ olarak îbn Abbas'dan
rivayet edilmiş ve Hz. Ali'nin de -mevzûmuzu teşkîl eden hadîs-i şerîfe i'tiraz
ederek- "Eşca" kabilesinden bir Arab'ın Allah'ın kitabı hakkında
söylediği bir söz makbul değildir." dediği nakledilmiştir. Yine bu
görüşte olan ulemâya göre EbuVşa'sâ da Câbir b. Zeyd ile Atâ b. Ebî Rebâh'ın
"O kadının mîrâsdan başka hiçbir hakkı yoktur." dediklerini rivayet
etmiştir.[499]
Ancak sözü geçen
ulemânın Hz. Ali'den naklettikleri hadîs iki yönden tenkîd edilmiştir:
a. Hz.
Ali'den nakledilen bu sözün senedinde Ebû İshâk vardır. Ebû îshâk'ın asıl adı
Abdullah b. Meyşere'dir. Bu râvi ise, kendisine güvenilmeyen son derece zayıf
bir kişidir.
b. Diğer
râvî Mezîde ise, Ebû Zer'a\ Buhârî, ve Münzîri tarafından şiddetle tenkîd
edilmiş ve kendisinin zayıf ve bu rivayetinin munkatı' olduğu, sahîh olmadığı
ortaya konmuştur.[500]
Yine bu görüşte olan
ulemâya göre mevzûmuzu teşkîl eden hadîs muz-daribdir. Çünkü bu hadîs bazan
Ma'kıl b. Sinan'dan bazan Ma'kıl b. Yesâr'dan bazan Eşca' kabilesinden olan bir
topluluktan bazan da Eşca' kabilesinden kimliği belli olmayan bir kişiden
rivayet edilmektedir. Bu rivayetlerden birini diğerine tercîh etmek imkânsızdır.
Aynı zamanda bu hadîs "Medine'de cereyan ettiği ifâde edilen bu hadîseyi
nakledenlerin hepsi Kûfelidir ve bu kimseleri hiçbir Medîneli tanımıyor."
gerekçesiyle Vâkıdî tarafından zayıf olarak ilân edilmiştir.
Aksi görüşte olan
cumhûr-ı ulemâya göre, Beruâ bint Vâşık'la ilgili hadisi nakleden kimselerin
isimlerinin açıklanmamış olması, bu hadîsin sıhhatine zarar vermez. Çünkü
hadîsin bütün senedleri sahihtir. Bu rivayetlerin bazısında hadiseye şahid
olanlardan sadece bir tanesinden bahsedilirken, bâzılarında ikisinden
bâzılarında da daha fazlasından bahsedilmesi rivayetler arasında bir çelişki
bulunduğu mânâsına gelmez.
Ayrıca bu hadîsi İbn
Hıbbân Sahîh'inde rivayet ettiği gibi Tirmizî de Sünen'inde nakletmiştir. Hâkim
de Müstedrek'inde mevzûmuzu teşkîl eden ve cumhûr-ı ulemânın delili olan bu
hadîsin sahîh olduğunu müdafâa etmiştir.[501]
3.
Müctehidin hata etmesi mümkündür.[502]
2117.
...Ukbe b. Âmirden rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.) bir adama
(hitaben);
"Seni falanca
kadınla evlendirmemi ister misin?" buyurmuş, O kimse de;
Evet cevâbını vermiş
(daha) sonra kadına (varıp);
"Seni falanca
kimseyle evlendirmemi ister misin?" demiş (kadın da);
Evet cevâbını verince
(bunları) birbiriyle evlendirmiş. (Nikahtan sonra) Adam, Kadın için bir mehir
ta'yin etmeden ve (mehir olarak) hiç bir şey vermeden onunla cinsi münâsebette
bulunmuştu. Bu (adam) Hudeybiye (Umresin) de bulunanlardan idi ve Hudeybiye'de
bulunanlardan herbirisi için Hayber'de bir hisse vardı. (Bu adam) ölüm (vakti)
gelince;
Resûlullah (s.a.)
mehir ta'yin etmediğim ve hiç bir şey'de vermediğim halde beni falanca kadınla
evlendirmişti. Ben (şimdi) Hayberdeki hissemi mehr olarak kadına verdiğime dâir
sizi şahid tutuyorum dedi. (Bunun üzerine o kadın) Hayberdeki hisseyi aldı ve
yüzbin (dirhem)e sattı.
Ebû Dâvud dedi ki: (bu
hadisi bana nakledenlerden) Ömer b. el-Hattab (Ebu Hars es-Sicistânî) daha uzun
olan hadisinin başına (şunu da) ilave etti. Resûlullah (s.a.) buyurdu ki,
"Nikahın en hayırlısı, en kolay olanıdır." ve (yine Ömer,) "Resûlullah
(s.a.) (bir) adama (hitaben) buyurdu ki" dedi, daha sonra (Yukarıdaki
metnin) mânâsını rivayet etti.
Ebû Dâvud dedi ki: Bu
hadisin zayıf olmasından korkulur. Çünkü (alışılmış olan) uygulama böyle
değildir.[503]
Hudeybiye Umresi
hakkında 1993 numaralı hadisin şerhinde Hayber hakkında da 313 numaralı hadisin
şerhinde açıklama yapıldığından burada tekrara lüzum görmedik. Bu hadisi Ebû
Davud'a rivayet eden Ömer b. Hattâb 26 numaralı hadis-i şerifte geçen Ebu Hafs,
Ömer b. Hattâb es-Sicistânî'dir. Bu ismi Halife Ömer b. Hattâb (r.a.) ile
karıştırmamak gerekir.[504]
Hiç menirden
bahsedilmeden nikah kıymak câizdir.Runda ittifâk yardır. Fakat mehrin
verilmemesi şartıyla kıyılan nikâhın sahih olup olmaması ise, ulema arasında
ihtilaflıdır. Hanefi ulemasıyla İmam Şafiî ve İmam Ahmed'e göre mehir vermemek
üzere veya mehir verme şartı bulunmaksızın kıyılan nikah sahihtir. Çünkü Allah
teâlâ "Henüz dokunmadan ya da mehir kesmeden kadınları boşarsanız, size
bir günah yoktur."[505]
buyurmuştur. Bu âyet-i kerimede mehirsiz olarak kıyılan nikâhın ve verilen
talakın sahih olduğuna dâir açık beyân vardır. Bu şekilde kıyılan bir nikahdan
sonra kadına mehrin verilip verilmeyeceği meselesi de ulema arasında
ihtilaflıdır. Bu meselede İmam Şafiî'den iki görüş rivayet olunmuştur.
Bunlardan en sahih olanına göre hiç mehirden bahs edilmeden evlenen bir kadın,
cinsi münâsebet neticesinde kocasından mehir almayı hak etmiş olur.
Hanefî ulemasına göre
ise, bu şekilde evlenen bir kadın nikâh akdinden i'tibaren mehr-i misli
hakeder. Cinsi münâsebette bulunursa, mehrin tümünü, cinsi münasebette
bulunmadan ayrılırsa, mehrin yarısını alır.
Mâliki ulemâsına göre
ise, mehir vermemek şartıyla kıyılan nikâh sahih değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk
Kurân-ı Kerim'inde "Kadınlara mehirlerini bir hak olarak (gönül
hoşluğuyla) veriniz"[506]
"....Sahiplerinin izniyle onlarla evlenin, ücretlerini (mebirlerini) de
güzelce verin..."[507]
buyurmuştur.
Bu âyetlerin ifâdesine
göre evlenen her kadının kocasından alacağı "mehr" denen bir meblağ
vardır. Bunu vermek kocasının üzerine bir borçtur. Şayet kadın gönül rızasıyla
bu alacağından vaz geçerse, o zaman koca mehir vermeyebilir.
Musannif Ebû Davud'un
hadisin sonuna bir ta'Iik ekleyerek "Bu hadisin zayıf olmasından
korkulur. Çünkü uygulama böyle değildir." demekten maksadı, Asrı Saâdetde
hadis-i Şerifte ifade edildiği şekilde yüz-bin dirhem değerinde bir arsanın
mehir olarak verildiğine rastlanmadığını ifâde etmek ve dolayısıyla metinde
geçen "Ben (şimdi) Hayberdeki hissemi mehir olarak o kadına verdiğime
dâir sizi şahid tutuyorum." cümlesinin zayıflığına işaret etmektir.[508]
2118.
...Abdullah (b. Mes'ud)dan; demiştir ki; Resûlullah (s.a.) bize (nikâh
akdindeki ve başka akitlerdeki) hacet hubtesini (şu şekilde) öğretti.
"Şüphesiz her türlü hamd Allaha mahsustur. Ondan yardım ve mağfiret
dileriz nefislerimizin şerrinden de ona sığınırız. Alin hin hidâyete erdirdiği
kişiyi saptıracak yoktur. Saptırdığını da hidâyete erdirecek yoktur. Ben
Allah’tan başka bir İlâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi
olduğuna şehâdet ederim.
"Ey imân edenler,
adıma birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık (bağlarını
kırmak)'tan sakınınız şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir".[509]
"Ey insanlar, Allah'tan ona yaraşacak şekilde korkunuz. Ve ancak
müslümanlar olarak ölünüz."[510]
"Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin.”[511]
"Ki (Allah) işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a
ve Resulüne itaat ederse, büyük bir başarıya ermiş olur."[512]
Ebû Dâvûd dedi ki: (Bu
hadisi bana nakleden râvilerden) Muhammed b. Süleyman (hutbenin başında
bulunan) "înne" harfim rivayet etmedi.[513]
Hanefi ulemasından
Aliyyu-1-Kâri’'nin beyânına göre,hutbenin başında bulunan "inne"
kelimesini şeddesiz olarak "En" şeklinde okumak da caizdir. Cezeri
"Tashîhu-I Mesabih" isimli eserinde bu kelimeyi "inne"
şeklinde okuyunca, hikâye tankıyla "Elhamdu" kelimesini de merfû'
olarak okumak caizdir.
Hutbe içerisinde geçen
"Allah'ın saptırdığını hidâyete erdirecek yoktur." cümlesi
"Allanın saptırdığı bir kimseyi hidâyete erdirmeğe kimsenin gücünün
yetmeyeceğini" ifâde etmektedir. Küfrün peşinden giden ve kalbini
mühürlenmesini hakkeden bir kimseyi Allah saptırınca artık o kimse ibadet bile
etse o ibadet küfür dumanlarıyla işlenmiş ve lekelenmiş olacağından makbul bir
ibâdet olmayacaktır. Nitekim Kuran-ı Kerimde "Hepsi Allah
tarafındandır."[514]
buyuruluyor. Bu âyet-i kerime ile "Sana gelen her iyilik Allah'tandır,
sana gelen her kötülük de kendi (işlediğin günah yüzü)ndendir."[515]
âyet-i kerimesi arasında bir çelişki bulunduğunu söylemek doğru olmaz. Çünkü
burada kötülüğün kula nisbet ve izafe edilmesi, kulun o kötülüğün kesbi
sebebiyledir. Binaenaleyh bu nisbet, bir fiilin sebebine nisbet edilmesi
kabilinden bir mecazdır.
Aslında Hutbe
içerisinde geçen "Ey inananlar, adına birbirinizden dilekte
bulunduğunuz..."[516]
âyet-i.kerimesinin başında "Ey inananlar" sözü yoktur. Bu sözü âyet-i
kerimeye, lüzumuna binaen Resûl-i Ekrem'in ilâve ettiği düşünülebilirse de,
yanlışlıkla râviler tarafından ilâve edilmiş olabileceğini düşünmek de
mümkündür. AIiyü'l-Kâri'nin dediği gibi, bu âyet-i kerimenin îbtı Mesûd'un
Mushaf'ında böyle yazılmış olduğu da düşünülebilir. Fakat evlâ olan bu âyet-i
kerimeyi Kur'ân-ı Kerimdeki aslına uygun olarak okumaktır. Nitekim Tirmizî,
Dârimi ve Beyhâkinin rivayetlerinde bu ayet-i kerime Kur'an-ı Kerimdeki aslına
uygun olarak riâyet edildiği gibi, bazı Hısnül-hasin nüshalarında Kur'ân-ı
Kerimdeki aslına uygun olarak rivayet edilmiştir. Ayet-i kerimeler hakkında
ayrıntılı açıklama için tefsir kitablarma bakılabilir.[517]
Nikah kıyılırken ve
benzeri işlerde hutbe iradetmek (konuşma yapmak) sünnettir, imam Şafii’ye göre nikah ve alış veriş gibi dini
ve dünyevi bütün akitlerden önce hutbe serdetmek sünnettir. Nitekim İbn Mesud
(r.a.)'un, metinde geçen "Resûlullah (s.a.) bize nikâh akdindeki ve başka
akitlerdeki hacet hutbesini öğretti." mânâsına gelen rivâyeti de bu
görüşü desteklemektedir. Bazılarına göre metinde geçen hacet hutbesinden
maksat, sadece nikâh akdi hutbesi olabilir. Çünkü nikâh akdinin dışındaki
akitlerin hiçbirisinden önce hutbe irad edildiği görülmemiştir.[518]
2119. ...İbn
Mesûd (r.a.), "Resûlullah (s.a.) hutbe irâd ettiği zaman (şöyle der)
idi" diye söze başladı (sonra önceki hadisin) aynısını rivayet etti.
(Önceki hadiste geçen) "ve Resulünü" sözünden sonra da (şu mânâya
gelen sözleri) nakletti. (Allah) "Onu dosdoğru bir yol (din) ile kıyametin
önünde (inananlara) müjdeci, (âsilere de) korkutucu olarak gönderdi. Allah'a ve
Rasûlüne itaat eden (saadete) ermiştir. Onlara isyan eden kimse ise, sadece
kendisine zarar verir, Allaha hiç zarar veremez.[519]
Beyhakînin rivayetine
göre bu hadis-i şerifte anlatılmak istenen Resûl-i Ekrem'in irad ettiği
hutbenin tamâmı şöyledir:
Bu hutbenin
tercümesinin bir kısmı bir numara önceki hadisi şerifte bir kısmı da bu hadisi
şerifte geçtiği için tekrara lüzum görmüyoruz.
Metinde geçen
"Kıyametin önünde; cümlesi "kıyamet yaklaştığı bir zamanda"
demektir. Allah'a ve Rasûlüne isyan eden bir kimse sadece kendisine zarar
verir. Allah'a en küçük bir zarar eriştiremez. Çünkü "kim iyi bir iş
yaparsa faydası kendisinedir. Ve kim kötülük yaparsa, zararı
kendisinedir."[520]
buyrulmuştur. Yine Allah teâlâ ve tekaddes hazretleri bir hadis-i kudsisinde de
şöyle buyuruyor: "Ey kullarım, sizin bana zarar vermek elinizden gelmez
ki zarar verebilesiniz. Bana fayda vermek elinizden gelmez ki bana menfaatiniz
dokunabilsin."[521]
Nikâh gibi cemiyet
hayatında büyük önemi olan akıt ve anlaşmalardan önce hutbe ırad etmek
müstehabdır. Bu meselede ittifak vardır. Muhaddis Dehlevinin beyânına göre
cahiliye çağında her akidden önce milli ve kavmi mefahiri dile getiren hutbeler
okunurdu. Bu hutbeler esas maksada girmeyi sağlayan birer mukaddime vazifesini
görürdü.
Hutbeden maksat,
duyurulmasından fayda umulan bir olayı duyurmak ve onu açıklamaktır. Nikah'tan
önce irad edilen hutbeden maksatsa zinadan tamamen uzak Allanın ve Resulünün
emrine uygun ve akid olduğunun bilinmesini sağlamaktır. Binaenaleyh nikâh gibi
önemli işlerin başında hutbe irad etmenin ferdî ve içtimaî yararında şüphe
yoktur. Bu sebeple Rasûl-i Ekrem câhiliyye çağında okunmakta olan hutbenin
aslını almış, fakat vasfını değiştirmiştir. Câhiliyye döneminde hutbelerde
millî ve kavmî mefahirin dile getirilmesine karşılık, islâmi hutbelere hamdele
ve istiâne gibi zikr çeşitleri ile başlamıştır. Hz. Peygamber bu önemli farkı
belirtmek için "İçinde teşehhüd bulunmayan hutbe çolak gibidir."[522] buyurmuştur.[523] Bu
hadisten de anlaşılıyor ki içinde şehâdet bulunmayan bir hutbenin faydası az ve
bereketi yoktur. Bu mevzuda İmam Tirmizî de şunları söylüyor. "Bazı ilim
adamları "Nikâh hutbesiz de caizdir" diyorlar. Süfyan es-Sevri ve
diğer ilim adamlarından bazılarının kavli budur.[524]
Gerçekten hadis-i şerifte teşehhüdsüz hutbenin sıhhatinin şartı olmayıp sünnet
olduğunu gösterir. Çünkü çolak bir insan yaşıyabilir. Bu bakımdan bir fiil
içerisinde bulunan sünnetler o fiile nisbetle bir insanın organları hükmündedir.
Ama bir fiilin şartları o fiile nisbetle bir insanın kalbi mesabesindedir.[525]
2120.
...Süleym oğulanndan bir adamdan; demiştir ki: Peygamber (s.a.)'e (giderek
kendisinden) Ümâme bint Abdulmuttalib'i istedim. Bunun üzerine hutbe
okumaksızın (onu) bana nikahladı.[526]
Bu hadisi şerif hutbe
okunmadan kıyılan bir nikâhın sahih olduğunu ifade etmektedir. Fakat senedinde
"el-A'Iâ b. Ehî Şuayb gibi aleyhinde bazı tenkidler yapılmış olan bir ravi
ile kimliği bilinmeyen İsmail b. İbrahim bulunduğundan bu hadis zayıftır.
Dolayısıyla delil olma niteliğinden mahrumdur.[527]
2121.
...Âişe (r.anha)'dan; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) benimle yedi
yaşında iken evlendi."[528]
Süleyman (b. Harb) (şöyle)
rivayet etti; (Hz. Âişe dedi ki: Rasûlullah (s.a.) benimle yedi) yahut da altı
(yaşında iken evlendi ve) ben dokuz yaşında iken benimle (zifafa) girdi."[529]
Bu mevzudaki hadislerin
bazısında Hz. Âişe'nin Rasûl-i Ekrem'le altı yaşında iken evlendiği ifâde
edilirken, bazısında da yedi yaşında iken evlendiği ifâde edilmektedir. İmam
Nevevi'ye göre rivayetler deki bu farklılık Hz. Âişe'nin evlendiği sırada altı
yaşından birkaç ay geçmiş olmasından ileri gelmektedir. Çünkü râviler Hz.
Âişe'nin o günkü yaşını ayı ve günü ile rivayet etmemişlerdir. Bazıları altı
yaşından sonraki aylan ve günleri hesaba katmadan "altı yaşında idi"
şeklinde rivayet ederken, bazıları da bu kesirleri tamamlayarak "Yedi
yaşında idi," şeklinde rivayet etmişlerdir.
Bazı rivayetlerde de
bu nikâhın hicretin birinci yılı şevvalinde kıyıldığı ifâde edilirken,
bazısında hicretin ikinci yılı şevvalinde kıyıldığından bahsediliyorsa da bu
rivayetlerden birincisi mevzunıuzu teşkil eden hadisi şerife daha uygun
düşmektedir.
İbn Abdilberr'in
beyânına göre Rasûlullah (s.a.) rüyasında Hz. Âişe'-yi ipekten bir taht
üzerinde görmüştü. Bu rüyadan kısa bir süre sonra Hz. Hatice vefat edince
Rasûl-i Ekrem kendi kendine "Eğer bu gördüğüm rüya Allah’tan ise, bunu
gerçekleştirecektir" dedi. Ve onunla evlendi, ez-Zubeyr'in beyânına göre
bu evlenme Hz. Hatice'nin vefatından üç sene sonra gerçekleşti. Hz. Hatice ise,
Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden üç sene önce vefat etti. Bu mevzuda en
sağlam rivayet budur.[530] Hz.
Âişe Hz. Peygamber ile evlenmesini şöyle anlatır. "Hatice (r.anha) vefat
edince, Osman b. Mâz'un (r.a.)'un hanımı Havle bint Hakim Hz. Peygamber'e
gelerek:
"Ey Allah'ın
Rasûlü, evlenmeyecek misin? diye sordu. Efendimiz de,
"Kiminle?"
diye karşılık verdi. Hz. Havle'de;
İster kız ile ister
dul ile (evlenebilirsin) dedi. Ve aralarındaki konuşma şöyle devam etti.
Hz. Peygamber;
"Kız
kimdir?"
Havle; -Allah'ın
yarattıklarından en sevdiğin kimsenin kızı. Yani Ebi Bekr'in kızı Âişe. Hz.
Peygamber,
"Pekâla dul kadın
kimdir?" Havle;
Sana iman edip
yolundan giden Şevde bint-i Zem'a'dır. Hz. Peygamber;
"Öyle ise git
benim adıma (durumu) anlat." dedi.
Bu konuşma üzerine Hz.
Havle Ebu Bekir'in evine girdi orada Hz. Âişe'nin Annesi Ümmü Rûmân'la
karşılaştı. Ve "Ey Ümmü Rûmân Allah'ın size ne büyük bir hayr ve bereket
ihsan ettiğini biliyor musun? Rasûlullah (s.a.) kendisi için Âişe'ye dünürlük
etmek üzere beni (size) gönderdi." dedi. Ümmü Rûman da "Ebu Bekir'in
gelmesini istiyorum. Zaten gelmek üzeredir" dedi. Biraz sonra Ebû Bekir
geldi. Havle aynı sözleri ona da söyleyince, Ebû Bekir "Kızımı ona vermem
nasıl mümkün olur? Çünkü kızım onun kardeşinin kızıdır." dedi. Bunun
üzerine Havle (r.an-ha) Rasûlullah (s.a.)'e dönüp durumu anlattı. Resûl-i
Ekrem'de; "Ebu Bekir'e varıp benim adıma de ki: Sen benim dinde
kardeşimsin, ben de senin dinde kardeşinim. Binaenaleyh senin kızının benimle
evlenmesi (caiz) olur." Bunun üzerine Hz. Havle Ebu Bekir'e gelip durumu
anlattı. Hz. Ebu Bekir de ona "Bana Resûlullah'ı çağırıver dedi. Bir süre
sonra Resûlullah (Hz. Ebu Bekir'in yanına) geldi. (Hz. Ebu Bekir de) onu (kızıyla)
evlendirdi.[531]
İmam Yahya el-Âmir'in
rivayetine göre Hz. Ebu Bekir Resûl-i Ekrem-için Hz. Âişe'ye on ikibuçuk okka
mehir vermiştir. Urveden gelen bir rivayette Hz. Âişe, Hz. Peygamber ile
evlenişini şöyle anlatıyor: "Ben 7 yaşında bir kız iken Rasûlullah (s.a.)
beni nikahladı. (Üç sene sonra) biz Medineye hicret ettik. el-Haris b.
el-Hazrec oğullarının konağına indik. Sonra ben sıtmaya tutuldum. Bu nedenle
saçlarım döküldü. (Bu hastalığı atlattıktan sonra) saçlarım gürleşti. Öyle ki
uzayıp omuzlarıma döküldü. (Bir gün) Ben kız arkadaşlarımla beraber salıncakta
oynarken annem Ümmü Rûmân yanıma gelip beni çağırdı. Bunun üzerine ben annemin
yanına geldim. Annemin ne demek istediğim bilmiyordum. Annem elimi tuttu.
Nihayet evimizin kapısı önünde beni durdurdu. Ben yorgunluktan sık sık
soluyordum. Soluğum yatışıncaya kadar orada durdurdu. Sonra annem biraz su
alarak onunla yüzümü ve başımı sıvazlayıp beni içeri götürdü. Evin bir odasında
bulunan ensârdan bir kadın gurubu ile aniden karşılaştım. Bunlar (bana);
"hayır ve bereket üzerine (olsun) nasibin en hayırlısına (kavuştun)"
dediler. Annem beni bunlara teslim etti. Bunlar da benim kılık kıyafetimi
düzeltip süslediler, (o ana kadar) beni hiç bir şey sıkmadı. Ancak Rasûlullah
(s.a.)'i kuşluk zamanı birdenbire karşımda görüverince irkildim. Biraz sonra
kadınlar beni ona teslim ettiler. O gün ben dokuz yaşında bir kız idim."[532]
Bu olayın devamını
Esma bint Yezid b. es-Seken, şöyle anlatıyor; "Ben O sırada Hz. Âişe'nin
yanında bulunuyordum. Onu Rasûl-i Ekrem'in yanına götürmek üzere hazırladım ve
onun yanına ben götürdüm. Yanımda başka kadınlar da vardı. Rasûl-i Ekrem'in
yanına vardığımız zaman, onun yanında bir bardak sütten başka misafire ikram
edebileceği bir şey yoktu. O sütü önce kendisi içti. Sonra kalanı Âişe'ye
verdi. Fakat Âişe sütü içmekten utandı. Ben kendisine, "Rasûlullah'ı
reddetme, sütü ondan al" dedim. Bunun üzerine sütü utanarak alıp içti.
Sonra Rasûlullah (s.a.) O'na "Arkadaşlarına da ver" buyurdu. Oradan
kadınlar; "canımız istemiyor." diye cevap verdiler. Resul-i Ekrem de:
"Açlıkla yalanı bir araya getirmeyiniz" buyurdu. Bunun üzerine ben
de; "Ey Allah'ın Rasûl-ü canımızın istediği bir şey için canımız
istemiyor, dediğimizde bu yalan sayılır mı?" dedim. "Evet, yalan,
yalan olarak yazılır, yalancı da yalancı olarak yazılır." buyurdu.[533]
Hz. Âişe der ki:
"bana başka kadınlara verilmeyen dokuz nimet verildi. Bunu övünmek için
söylemiyorum.
1. Melek
benim kılığıma girerek yere indi.
2.Yedi
yaşımda iken Rasûhıllah (s.a.) benimle evlendi. Ve dokuz yaşında iken ona
teslim edildim.
3. Benimle
kız iken evlendi.
4. İkimiz
bir yorgan altında iken vahy gelirdi.
5. Hz.
Peygamber'in insanlar içerisinde en sevdiği bendim.
6. En
sevdiği kimsenin kızıyım.
7. Ümmet
benim hakkımda helake sürüklenmek üzere iken benim için âyet-i kerime nazil
oldu. Ve ben Cebrâili gördüm benden başka hiçbir kadın cebrâili görmedi.
8. Rasûl-i
Ekrem ruhunu benim evimde teslim etti.
9. Kabri
benim evimdedir.. Melekler orayı kuşatmıştır.
Hz. Âişe büyük bir
fıkıh âlimi idi. İbn Hacer'in el-Fethu'1-Bâri'de beyân ettiği gibi ahkâm-ı şer'iyyenin
dörtde üçü Hz. Âişe'den rivayet olunmuştur. Hz. Âişe'nin ilmî yönünü Urve,
şöyle ifâde ediyor, "ben Kur'ân-ı Kerîmi, farzları, haram ve helâli, fıkıh
ve şiiri tıbbı, arab sözlerini ve arab-ın nesebini Hz. Âişe'den daha iyi bilen
birini tanımıyorum."[534] Bu
mevzuda Ata b. Ebî Rebahda şunları söylüyor.
"Hz. Âişe
insanların en fâkihi, en alimi, görüşü en güzel olanı idi." Hz. Âişe aynı
zamanda büyük bir hatib idi. Onun bu yönünü Hz. Muâvi-ye şöyle anlatıyor.
"Hz. Âişe'den daha beliğ daha fasih konuşan bir hatib ve ondan daha zeki
bir kimse görmedim." Son derece cömertti. Hayır ve hasenat severdi. Ümmü
Dürre'nin naklettiğine göre "Oruçlu olduğu bir günde kendisine iftarlık
almak üzere dahi bir harçlık bırakmadan yüz bin dinarı sadaka olarak dağıtmıştı.
Fukâhânın ekseriyeti
evliliğin muteber olabilmesi için bulûğun (ergenliğin) şart olmadığını, veli
veya bunun vekili tarafından evlendirilen küçüğün nikahının muteber (sahih)
olduğunu kabul etmişlerdir.
Bu görüşü
benimseyenlerin delillerini şöylece özetleyebiliriz:
a)
"Kadınlarınız içinden hayızdan kesilenler ile hayız görmeyenlerin
iddetleri -şüpheye düşerseniz- üç aydır."[535]
b) Evlilik
velilerin, üzerinde önemle durmaları gereken bir. tasarruftur. Evleneceklerin
kendilerine en uygun ve denk (küfüv) bir namzet bulmaları da her zaman mümkün
değildir. Böyle birisi bulununca buluğun beklenmesi, fırsatın elden kaçmasına
sebeb olabilir ki, bunun telâfisi, küçüğün evlendirilebilmesi selâhiyetine
bağlıdır.
Baba ve dedenin bu
evlendirmede velayetleri, mezkur ekseriyetin ittifakıyla kabul edilmiştir.
Diğer akrabanın bu nevi velâyet-i (velâyet-i icbar) tartışmalıdır.
İbn Şübrüme (V.
144/761) Osman el-Bettî (V. 143/760) ve Ebu Bekr EI-Asam bu görüşü
benimsememişlerdir. Onlara göre küçüğün evlendirilmesi ve evlenmesi muteber
değildir. Çünkü:
a)
"Yetimleri nikâh (buluğ) çağma gelinceye kadar deneyin onların reşid
olduklarını anlarsanız artık mallarını kendilerine verin."[536]
âyetinde küçüklüğün sona ermesi nikah çağına gelmekle sınırlanmıştır. Eğer
küçüklerin evlendirilmeleri muteber olsaydı bu sınırlama mânâsız kalırdı.
b)
Evlenmenin gayesi birlikte yaşamak, mutlu olmak, aile hayatı kurmak ve
çoğalmaktır.Küçüklerin evlendirilmelerinde bunların hiçbiri gerçekleşmeyeceği
gibi, büyüdükleri zaman bazı vahim neticelerin ortaya çıkması da kuvvetle
muhtemeldir.
Karşı tez sahihlerinin
zikrettiği âyette geçen "Hayız görmeyenler..." ifadesini küçüklere
tahsis isabetli değildir. Büyüdüğü halde hayız görmeyenler de vardır.[537]
İmam Nevevi ise, bu
mevzuda şöyle diyor:
Bu hadis ergenlik
çağına varmış olan bakire kızın izni olmaksızın baba tarafından nikâhının
kıyılmasının câizliğine açıkça delildir. Çünkü küçük yaştaki kızdan izin almak
anlamsızdır. Bizce baba yokken babanın babası da aynı yetkiye sahibtir.
Müslümanlar babanın
küçük yaştaki kızının nikâhını yapabileceği hususunda icma' etmişlerdir. Bu
kız erginlik çağına varınca Irak alimlerine göre muhayyerdir, dilerse nikâhını
feshedebilir.
Mâlik, Şafiî ve diğer
Hicaz fıkıhçılarına göre kız erginlik çağına varınca da nikahı feshedemez.
Baba ve onun
babasından başka hiç bir veli küçük yaştaki kızın nikâhını kıyamaz. Şafiî, Sevrî, Mâlik, Ahmed, İbn Ebi
Leylâ Ebû Sevr ve Cumhur'un kavli budur. Bunlara göre böyle bir nikâh sahih
değildir.
Ebû Hanife, Evzâî ve
başka bazı selef âlimlerine göre tüm veliler bu yetkiye sahiptir. Yapılan nikah
sahihtir. Ve kız bâliğa olunca nikâhını feshedebilir. Yalnız Ebu Yusuf'a göre
kızın fesih yetkisi yoktur.
Âlimlerin cumhuru veli
durumunda olmayan yabancı vasinin böyle bir yetkiye sahip olmadığı hususunda
ittifak etmişlerdir. Yalnız Şüreyh, Urye ve Hammâd onun da yetkili olduğunu
söylemişlerdir. Hattâbî de bu kavli Mâlik'ten rivayet etmiştir.
Şafiî ve arkadaşları,
bir kız ergenlik çağına varmadıkça babasının veya dedesinin onu evlendirmekten
kaçınması mustahabtır. Bu yaşa varıp onun iznini almak daha iyidir. Tâki kız,
hoşlanmadığı halde kocanın esiri durumuna düşmesin, demişlerdir. Bunların bu
sözü bu hadise muhalif değildir. Çünkü bunların maksadı kız için apaçık bir
yarar olmayınca ergenlik çağından önce evlendirmemektir. Ama geciktirme ile bu
açık yararın kaçırılmasından korkulursa, nikâh yapılmalıdır. Âişe (r.anha)'nın
nikâhı mes'elesi de böyle olmuştur. Bu endişe hâlinde evlendirmek müstehabdır.
Küçük yaşta iken
nikâhı kıyılan ve düğün vakti gelen bir kızın velisi ile kocası düğün ve zifaf
yapılması halinde kıza hiç bir zarar gelmeyeceği hususunda ittifak ederlerse,
düğün ve zifaf cihetine gidilir. Düğün ve zifaf yapıldığı takdirde kıza bir
zarar gelip gelmeyeceği mevzuunda kızın babası ile kocası arasında bir İhtilaf
ortaya çıkarsa, takib edilecek yol hakkında ulema farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Şöyle ki: Ebu Hanife, Şafiî ve Mâlik'e göre, zifaf için ölçü
kızın cinsel ilişkiye gücünün yetmesidir. Bu gücün yaşı hususunda bütün kızlar
aynı durumda olmazlar. Bunu belirli bir yaşa bağlamak mümkün, değildir. En
sahih görüş budur. Âişe (r.an-ha)'nın hadisinde bir yaş tahdidi yoktur. Dokuz
yaşına henüz varmamış olmakla beraber çabuk gelişmesi nedeni ile cinsel temasa
gücü yeten bir kız için bu hadiste bir engel olmadığı gibi yaşı dokuzu geçip de
gücü yetmediği halde zifafın yapılmasına dâir bir izin ve müsâade hükmü de
yoktur.
Dâvud "Âişe
(r.anha) dokuz yaşına vardığında iyice gelişmiş bir durumda idi"
demiştir.
Bilindiği gibi sıcak
iklimlerde kızlar erken gelişir, bolluk içinde yetişen kızlardan, bilhassa iyi
gıda alan kızlardan dokuz yaşında âdet gören kızlar da olabilir.[538]
2122.
...Ümmü Seleme'den rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a.) Ümmü Seleme ile
evlenince üç (gece) onun yanında kaldı. Sonra;
"Ehlinden sana
bir hakaret yoktur." (Binaenaleyh) istersen sana yedi geceyi tamamlarım.
Fakat sana yediyi tamamlarsam (diğer) kadınlarıma da tamamlarım."
buyurdu.[539]
Hz. Ümmü Seleme'nin,
iltifat tarikiyle "Peygamber (s.a.) benimle evlenince" diyecek yerde
"Hz. Peygamber Ümmü Seleme ile evlenince diyerek kendisinden "Ümmü
Seleme" diye bahsetmesi hayasındandır. "Ehlinden sana bir hakaret
yoktur." cümlesindeki bâ harf-i cerri sebebiyet içindir. Ehil, kelimesinden
maksat da kabiledir. Binaenaleyh metni bu noktadan ele alacak olursak, cümle,
"senin yüzünden ehline bir hakaret ulaşmış değildir" manasına gelir.
Bazılarına göre de Hz. Peygamber burada "ehil" sözüyle kendisini kasd
etmiştir. Çünkü zevç ve zevce birbirinin ehlidirler. "Ba" harf-i
cerri de hevân kelimesine tealluk etmektedir. Metin bu yönden ele alındığı
zaman cümle; "benim seninle sadece üç gece kalmış olmam seni hor
gördüğümden ya da sana rağbetimin azlığından değildir. Binaenaleyh benden sana
bir hakaret yoktur. Hakkını hiç noksansız alırsın" anlamına gelir. Bu
hadis-i şerif ile Hz. Peygamber "sana ehlinden bir hakaret yoktur,
istersen'senin yanında yedi geceyi tamamlarım dilersen, üç gece kalır sonra
(diğer kadınlarımı) dolaşırım." buyurdu. Ümmü Seleme de "Üç gün
kal," dedi.[540]
anlamındaki hadis-i şerif arasında herhangi bir çelişki yoktur. Çünkü
mevzumuza teşkil eden hadis-i şerifte, Hz. Peygamber'in bu sözü Hz. Ümmü
Seleme'nin yanında üç gece kaldıktan sonra söylediği açıkça ifade edildiği
halde, Müslim ve İmam Mâlik'in rivayetlerinde böyle açık bir ifade yoktur.
Binaenaleyh Hz. Peygamber, Hz. Ümmü Seleme'ye hitaben söylediği rivayet edilen
Sünen-i Ebu Davud'taki sözü, Hz. Ümmü Seleme'nin yanında üç gece kaldıktan
sonra söylemiştir. Muvatta ve Müslim'de rivayet edilen sözü ise, gerdek
gecesinin sabahında veya ikinci gecenin sabahında söylemiştir. Yani
ifadelerdeki farklılık olayların farklı günde olmasındandır. Bu bakımdan
bunlardan birinde yedi geceye tamamlamadan bahsedilirken, birinde üç geceyi
tamamlamadan bahsedilmesi bir çelişki değildir.
Bu mevzuda İmam Nevevi
şunları söylüyor;
"Peygamber (s.a.)
Hz. Ümüm Seleme'ye kendisinin yanında üç gece kalmakla yetindiği takdirde diğer
hanımlarının yanında sırayla birer gece kalması icabettiğini, şayet kendisinin
yanında yedi gece kalacak olursa, diğer hammlarnın yanında da yedişer gün
kalması gerektiğini söylemekle, ona bu mevzudaki hukuku açıklamış ve iki şıktan
birini seçmeyi kendisine bırakmıştır. Hz. Ümmü Seleme de Hz. Peygamberin kendi
yanında üç gün kalmakla yetinmesini tercih etmiştir.
Çünkü yedi günlük
ikâmet bir yönden daha iyi ise de bu takdirde diğer arkadaşlarının her
birisinin yanında yedişer gün kaldıktan sonra ancak kendisine sıra geleceği
yönünden pek kârlı olmazdı. Zira ona sıra geç gelecekti."[541]
1. Kişinin
karısına yumuşak davranması ve insanların hakka uymalarını sağlamak için
gerçekleri onların an uyabileceği bir dille anlatması müstehabdır.
2. Birden
fazla karısı olan bir kimsenin aileleri arasında adaletli davranması gerekir.
3. Ailesi
veya aileleri üzerine dul bir kadınla evlenen bir kimsenin, yeni karısını
normal sırasına sayılmamak üzere ilk üç geceyi onun yanında geçirmekle, normal
sırasına sayılmak üzere ilk yedi geceyi onun yanında geçirmek arasında muhayyer
bırakması meşru' kılınmıştır.
İmam Şafiî ile İmam
Ahmed ve Cumhur-Î ulemâ bu görüştedir. İmam Malik'e göre ise, kişinin yeni
evlendiği kadına böyle bir tercih hakkı vermesi meşru' değildir. Delili ise,
"Bir adam bakire kızı dul kadının üzerine alırsa, yanında yedi gece kalır.
Dulu bakirenin üzerine alırsa, yanında üç gece kalır.'* mealindeki 2124
numaralı hadisi şeriftir.
îmam Malik'e göre Hz.
Peygamber'in Hz. Ümmü Seleme'yi üç gece ile yedi gece arasında muhayyer
bıraktığını ifâde eden ve mevzumuzu teşkil eden Ümmü Seleme hadisi, sadece Hz.
Ümmü Seleme'ye ait özel bir durumu dile getirmektedir. Binaenaleyh bu hadisin
hükmü bir kimsenin eski aileleri üzerine aldığı dul kadın için geçerli
değildir. İşte mevzumuzu teşkil eden hadiste böyle özel bir durumun bulunması
söz konusu olduğundan îmam Malik 2124 numaralı hadisi şerifle hükmetmeği daha
isabetli bulmuş ve "yeni evlenen hanıma tanınan hak, bâKİre için yedi
gece, dul için üç gecedir", demiştir.
Hanefi Ulemasına ve
Hammad b. Süleyman'a göre ise, eski hanımlarının üzerine dul kadınla evlenen
bir kimse, yeni hanımının yanında yedi gece kalacak olursa, ondan sonra sıra
ile diğer hanımlarının yanında da yedişer gece kalır. Eğer yeni hanımının
yanında üç gece kalacak olursa, diğer hanımlarının yanında da sıra ile üçer
gece kalır. Çünkü Peygamber (s.a.) hanımlarının yanında gecelemek hususunda
adaletten ayrılmazdı. Nitekim Ümmü Seleme hadisinde geçen "eğer senin
yanında yedi gece kalacak olursam diğer hanımlarımın yanında da yedi gece
kalmam gerekir." cümlesi de bunu ifâde eder. Bu mevzuda İmam Şafiî'nin ve
cumhurun görüşünü benimseyen ulema, "dilersen senin yanında yedi geceyi
tamamlarım, istersen üç gece kalır sonra (diğer hanımlarımı) dolaşırım."
hadisi şerifinde geçen "sonra diğer hanımlarımı dolaşırım" cümlesini
delil getirerek Hanefî ulemâsına itiraz etmişlerdir. Hanefi uleması da bu
itiraza şöyle cevap vermişler: Bu sözden maksat, "Eğer senin yanında üç
gece kalacak olursam yanlarında üçer gece kalarak sıra ile diğer hanımlarımı da
dolaşırım" demektir. Eğer üç gece yanında kalmak sadece yeni hanıma ait
bir hak olsaydı, o zaman Rasûl-i Ekrem'in Hz. Ümmü Seleme'nin yanında yedi gece
kaldığı takdirde diğerlerinin yanında dörder gece kalması gerekir. Oysa Rasûl-i
Ekrem Efendimiz "senin yanında yedi geceyi tamamlarsam diğer hamınlanmin
yanında da yedişer gece kalırım" demiştir"[542]
Cumhur-ı ulemâ da Hanefi ulemasına şu cevabı vermiştir; "Hadisi şerifte
Hz. Peygamberin zevceleri arasında göstermek istediği adalet ilk yedi geceyi
Hz. Ümmü Seleme'nin yanında "geçirmesi ile ilgilidir. İlk üç geceyi onun
yanında geçirmesiyle ilgili değildir. Çünkü üç gece onun mükteseb hakkı olduğu
için sıraya dahil değildir. Binaenaleyh üç gecelik ikâmeti yedi gecelik ikâmete
kıyas etmek "nass" karşısında kıyas yapmak demektir ki, böyle bir
kıyas muteber değildir.[543]
2123.
...Enes b. Mâlik (r.a.)'den; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) Safiyye'yi
alınca, onun yanında üç (gece) kaldı. (Bu hadisi Ebu Davud'a rivayet eden) Osman
b. Ebî Şeybe, (Vehb b. Bakiyye'nin rivayet ettiği yukardaki metne şunları)
ilave etti: "(Hz. Safiyye) dul idi.[544]
(Osman bu hadisi)
"Bana Hüşeym haber verdi. (Huşeym dedi ki) bize Humeyd haber verdi. (O da
dedi ki) bize Enes haber verdi," diyerek rivayet etti.[545]
2054 numaralı hadİs-i
şerifin şerhinde açıkladığımız gibi Hz.
Peygamber, Safiyye bint Huyeyy
b. Ahtab ile Hayber savaşından dönerken
yolda evlenmiştir. Hz. Safiyye daha önce İbn Ebi'l-Hukayk'ın karısı idi. Kocası
Hayber savaşında katledildiği için dul kalmıştı.
Musannif Ebû Davud'un
bu hadisi, Vehb b. Bakiyye'den rivayet ettikten sonra, ayrıca bir de Osman b.
Ebî Şeybe'den de rivayet etmesinin sebebi, Vehb'in, bu hadisi mu'an'an olarak
rivayet etmesine karşılık, Osman b. Ebî Şeybe'nin bu hadisi tahdis ve ihbar
lafızlarıyla rivayet etmiş olduğuna dikkati çekmektir.[546]
Hanımının veya
hanmlanmn üzerine dul bir kadın alan
kimsenin ilk uç geceyi yem hanımına tahsis etmesi meşru' kılınmıştır. Bu üç
geceyi hanımına tahsis etmesine karşılık diğer hanımlarının yanında da üçer
gece kalıp kalmayacağı meselesi ulemâ arasında ihtilaflıdır. Bu meseleyle
ilgili görüşleri bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara
lüzum görmüyoruz.[547]
2124.
...Enes b. Malik (r.a.)'den; demiştir ki: (Bir kimse) Bakireyi dul kadın
üzerine alırsa, onun yanında yedi (gece) kalır. Dulu (bakirenin üzerine)
alırsa, onun yanında üç (gece) kalır. (Ebu Küâbe dedi ki; Enes) bu hadisi
merfu' olarak rivayet etti desem doğru söylemiş olurum. Fakat o, "sünnet
böyledir" dedi.[548]
Ravi Ebıı Kılâbe,
"Enes bu hadisi merfu' olarak rivâyet etti desem, doğru söylemiş
olurum" sözü ile demek istiyor ki; "Bir hadisi mânâ olarak rivayet
etmek caizdir. Bu bakımdan ben, "Hz. Enes, "sünnet böyledir"
dedi." diye rivayet edeceğim yerde "Hz. Enes; Rasülullah böyle
buyurdu! dedi" şeklinde rivayet etseydim, yine doğru rivayet etmiş
olurdum. Çünkü Sahabenin "Sünnet böyledir, yahut şu iş böyledir."
demesi, "Rasülullah böyle buyurdu" mânâsına gelir. İbn Dakiki'l-îyd'e
göre ise, bu sözün iki manası vardır:
1- Ebu
Kılâbe, Hz. Enes'in bu sözü merfu' olarak rivayet ettiğine, kuvvetle ihtimal
vermekle beraber, kesin bir hüküm vermediği için hatadan kurtulmak gayesiyle,
bu hadisin Hz. Enes'in merfu' olarak rivayet ettiğini söylemekten ıçekinmiş've
aynı mânâya gelen "sünnet böyledir" dedi, şeklinde rivayet etmeyi
daha uygun bulmuştur.
2- Aslında
Hz. Enes'in "sünnet böyledir" demesi, "Rasülullah böyle
buyurdu" mânâsına gelir. Binaenaleyh Ebu Kılâbe'nin bu hadisi Hz. Enes'ten
merfu' olarak nakl etmesi ile "sünnet böyledir" demesi arasında bir
fark yoktur. Fakat "sünnet böyledir" sözü, Hz. Enes'in hataya
ihtimali olan, kendi içtihadını da yansıtmaktadır.
"Hz. Enes,
Rasûlullah'm böyle buyurduğunu nakletti," gibi merfu' olarak rivayet
edilen bir hadisten ise, böyle şahsi içtihadı yansıtan bir mânâ
sezilmediğinden, bu rivayet şeklinde, şahsi kanaatleri Hz. Peygambere isnad
etmiş olmak tehlikesi mevcuttur. Bilindiği gibi bir râvinin hataya ihtimali
olan bir ifâdeyi Rasûl-i Ekrem'e isnâd edip merfu' olarak rivayet etmesi, asla
doğru değildir. Bu bakımdan Hz. Ebu Kılâbe'nin bu cümleyi Hz. Enes'den
"sünnet böyledir" şeklinde rivayet etmesi, son derece isabetlidir.[549]
Bakire bir kızla
evlenen kimsenin başka hammlan da varsa, ilk yedi geceyi yem hanımına tahsis
etmesi müstehabdır. Eğer yeni hanım dulsa, kendisine sadece ilk üç gecenin
tahsisi gerekir. Bu zifaf, evliliğin başında yeni hanımın en tabii hakkıdır. Bu
süre bittikten sonra normal olarak sıra ile her gece birinin yanında kalmak
gerekir. İmam Malik ile Şafiî, Ahmed, İshak, Ebû Sever ve Cumhur-u ulema bu
görüştedirler.
Hanefi ulemâsına göre
ise, bakire olsun, dul olsun yeni hanımın ilk sırayı almakdan başka bir hakkı
yoktur. Binaenaleyh eski hanımı veya hanımları üzerine evlenen bir erkek ilk
nöbeti yeni hanımına tahsis eder. Yeni hanımın yanında kaç gece kaldıysa,
sırayla o kadar da diğer hanımlarının yanmda kalır. Çünkü deliller birden
fazla hanımı olan kimselerin, gecelerini hanımları arasında taksim etmekte
adalete uymalarının farz olduğunu ifâde etmektedirler. Cumhur-u ulemaya göre
ise, Hanefi ulemasının bahs ettiği delilerin genel hükmü bazı hadisi
şeriflerle tahsis edilmiştir.
Şafiî ulemasından İmam
Nevevî'nin beyânına göre eski hanımı veya hanımları üzerine evlenen bir
kimsenin bakire veya dul olan hanımına üç Veya yedi geceyi tahsis etmesinin
farz mı yoksa müstehab mı olduğu meselesi üzerinde ulema ihtilaf etmiştir.
İmam Şafiî'ye ve taraftarlarına göre, miktarları belirtilen geceleri yeni
hanıma tahsis etmek farzdır. İmam Mâ-lik'ten ise, farz ve vâcib olduğuna dâir
iki rivayet vardır.[550]
Mevzumuzu teşkil eden bu hadisle ilgili fıkhi hükümleri görmek için 2122
numaralı hadisin şerhine bakılabilir.[551]
2125. ...İbn
Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: "Ali ,Fatıma ile evlenince Rasûlullah
(s.a.) Ali'ye (hitaben);
Fatıma'ya (mehir
olarak) birşey(ler) ver(seydin)" dedi. O'da;
Yanımda
(verebileceğim) birşey yok. diye cevap verdi. (Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem'de)
"Senin (kılıçları
kıran) sert zırhın nerede?" buyurdu.[552]
Hz. Fatıma, Resûl-i
Ekrem 35, yahutta 41 yaşında iken dünyaya
geldi. Hicretin ikinci senesinin
Receb ayında
Hz. Ali ile nikahlandı,
aynı sene zilhicce ayında dünya evine girdi. Her ne kadar İbn Âbdilberr
el-İstiâb isimli eserinde "Hz. Fatıma'nın Uhud savaşından sonra
evlendiğini[553] söylüyorsa da, Hafız îbn
Hacer "el-İsâbe" isimli eserinde, Hz. Fatıma'nın nikâhında, Hz.
Hamza'nın da hazır bulunduğu[554]
gerekçesiyle İbn Abidlberr'in bu görüşünü reddetmiştir. Çünkü Hz. Hamza Uhut
savaşında şehid olmuştur.[555]
Evlenen bir kimse
karısıyla birleşmeden önce onun mehrını
teslim etmelidir.Çünkü mehır
kadının kocasına ısınmasına ve ona karşı sevgisinin artmasına ve kadının
rahatlamasına vesile olur. İleride bu mevzuya tekrar değineceğiz inşallah. Hz.
Fatıma ile ilgili hadis-i şeriflerden bazıları şu mealdedir;
Enes (r.a.)'den
rivayet olunmuştur: Dedi ki: "(ben) bir gün Peygamber (s.a.)'in yanında
bulunuyordum. Birden bire kendisine vahiy geliverdi. Vahiy geldikten sonra bana
hitaben "Allah bana Fatıma'y' Ali'ye vermemi emr etti." Binaenaleyh
git bana Ebu Bekir ile Ömer'i çağır" dedi. Ve onlarla birlikte
muhacirlerden bazı kimselerin isimlerini de söyliyerek onları da çağırmamı
istedi. Bir o kadar da Ensar'm isimlerini verdi. Nihayet benim çağırmam
üzerine da'vetliler gelip mecliste yerlerini aldılar. Fakat ortalıkta Ali
yoktu. Peygamber (s.a.) topluluğa hitaben şöyle bir konuşma yaptı: "Hamd
olsun Allaha ki verdiği ni'metlerle övülen o, kuvvet ve kudretinden dolayı
ibâdet edilen, emrine itaat edilen, azabından ve sat-vetinden korkulan o'dur.
Yerde ve gökte hükmünü yürüten o, kudretiyle halkı yaratan dinin hükümleriyle
onları mümtaz kılan, diniyle azizleştiren ve Peygamberi Muhammed'le onlara
ikramda bulunan odur. Yüce Allah karşılıklı hısımlıkla nesebleri birbirine
katmayı emr ve farz kılmış ve şöyle buyurmuştur. "Ve o, sudan bir insan
yarattı da onu neseb ve sıhr kıldı."[556]
(sonra Resül-i Ekrem hutbesine şöyle devam etti) Allah'ın emri kazasında
tecelli eder. Kazası da kaderinde tecelli eder. Her kaza için bir kader ve her
kader için de tayin edilmiş bir vakit vardır. Bütün bu vakitler ise, bir
kitabta yazılıdır. Nitekim Allah teâlâ şöyle buyurmuştur. "Allah
dilediğini siler (dilediğini) bırakır. Bütün kitablann anası onun yanındadır."[557]
Allah teâlâ bana Fatıma'yı Ali ile evlendirmemi emretti. Siz de şahid olunuz.
Eğer Ali razı olursa, dörtyüz miskal gümüşle 1( atıma yi kendisine
nikahlıyorum." (Bu hutbeden sonra) Hz. Peygamber bir tabak hurma istedi
ve "bunları alınız" buyurdu. Biz de hurmaları aldık, Hz. Ali de içeri
girdi. Hz. Peygamber kendisini tebessümle karşıladı ve ona hitaben;
"Aziz ve Celil
olan Allah bana Fatıma'yı dörtyüz miskal gümüş miktarında bir mehirle sana
vermemi emretti. Sende buna razı mısın?" dedi. Hz. Ali de "Buna
elbette razıyım yâ Rasûlallah" dedi. Hz. Peygamber de "Allah
işlerinizi düzene koysun, sizden nice hayırlı evlad-u iyal dünyaya getirsin."
diye dua etti.[558]
Hz. Ali mecliste
bulunmadığı halde nikâhının kıyılmış olmasını yadırgamamak lazımdır. Çünkü
orada kendisini temsil eden bir vekilin hazır bulunmuş olması mümkündür. Ayrıca
hutbeye başlamadan önce mecliste olmadığı halde biraz sonra meclise geldiği ve
nikahın ondan sonra kıyıldığı da düşünülebilir.[559]
2126.
...Peygamber (s.a.)'in ashabından bir kişiden (nakledildiğine göre), Ali
(r.a.) Rasûlullah (s.a.)'in kızı Fâtıma (r.anha) ile evlenince, onunla gerdeğe
girmek istemiş de Hz. Fatıma'ya (mehir olarak) bir şey(ler) verinceye kadar
Rasûlullah (s.a.), Hz. Ali'yi (bundan) men etmiştir. Bunun üzerine (Hz. Ali);
Ey Allah'ın Rasûl-ü
(verebileceğim) bir şeyim yok dedi.
Peygamber (s.a.)'de
Ali'ye;
"O'na zırhını
ver!” dedi. Bunun üzerine Ali ona zırhını verdi. Sonra onunla zifafa girdi.[560]
Bu hadisi şerifi aynı
senedle Beyhâkî de tahric etmiş-tir. İmam Ahmed'in Müsned'in de ise, bu hadis
şu manaya gelen lâfızlarla rivayet edilmiştir. "Hz. Ali dedi ki: Ben
Rasûlullah (s.a.)'den kızı Fatıma'yı istemeye karar vermiştim. Kendi kendime
benim hiçbir malım mülküm olmadığı halde bu nasıl olabilir diyordum. Sonra
Rasûl-i Ekrem'in lütufkârlığı ve yardımseverliği hatırıma geldi. Bunun üzerine
kendisine varıp kızını istedim. "(Mehir olarak verebilecek) bir şeyin var
mı? diye sordu. Ben de (hayır) cevabım verince "Benim falanca gün sana
verdiğim sert zırhın nerede?" diye sordu. "Yammdadır" diye cevap
verdim. "Öyleyse onu ona ver." buyurdu.
Bu hadisin senedinde
kimliği bilinmeyen bir sahâbînin bulunmuş olması hadisin sıhhatine zarar
vermez. Çünkü ashabın hepsi güvenilir kimselerdir.[561]
1. Kadına
verilecek olan rnehrin nikah akdi esnasında belirlenmesi nikahın sıhhatinin
şartı değildir.
2. Mehrin
te'hiri caizse de eşler arasında sevgi ve güven duygusu doğuracağı için
zifafdan önce verilmesi daha iyidir. Mezheb imamlarının bu konudaki görüşleri
için bir sonraki hadisin şerhine müracaat edilmelidir.[562]
2127. ...(Önceki
hadisin bir) benzen de İbn Abbas (r.a.)dan rivayet olunmuştur.[563]
Bu ve bundan önceki
hadislerin zahiri, bir kimsenin zifafa girmeden önce karısına mehrini teslim
etmesinin müstehab olduğuna delâlet etmektedir. Bu şekilde hareket etmek eşler
arasında sevgi ve güven duygularının doğup gelişmesini temin eder. Ulemanın
tümü bu görüştedir. Şâfıî ulemasından HattâbFnin beyânına göre İbn Ömer (r.a.),
"bir müslümanm hanımına az veya çok (mehir olarak) bir şeyler vermeden
zifafa girmesi helal olmaz" demiş. Ayrıca İbn Abbas ile Katâde'nin, bir
kimsenin hanımına bir miktar mehir vermeden zifafa girmesini mekruh gördükleri
rivayet edilmiştir. Zührî ise (sünnet olan tatbikatın) zifaftan Önce mehrin
kadına takdim edilmesinden ibaret olduğunu söylemiştir. Malik b. Enes'e göre
ise, erkek karısına enaz dörtte bir dinar veya üç dirhem mehir vermedikçe
onunla zifafa giremez.
Said b. el-müseyyeb,
el-Hasen, en-Nehaî, es-Sevrî, Şafiî, Ahmed ve Hanefi ulemasına göre ise bir
kimsenin, hanımına hiç mehir vermeden onunla zifafa grimesi caizdir. Delilleri
ise, 2117 numaralı hadisi şeriftir. Ancak bilindiği gibi mehir kadının hakkı ve
erkeğin borcudur. Eğer hiç mehir tayin ve tesbit edilmeden zifafa girilmişse, o
zaman İcadın kocasından mehr-i misil taleb eder. Nitekim bir sonra gelecek
olan Hz. Âişe hadisi de buna delâlet etmektedir. Konumuzu tesbit eden babın
hadislerinde ve benzerlerinde geçen, "mehir verilmedikçe zifafa
girilemeyeceğine" dair ifadeler zifaftan önce mehir vermenin müstehab
olduğuna delalet eder.[564]
2128.
...Âişe (r.anha)'dan; demiştir ki: "Resûlullah (s.a.) bir kadını (mehir
olarak) bir şey vermeden önce kocasının yanına sokmamı bana emretti.[565]
Ebu Davud dedi ki:
Hayseme Hz. Âişe'den hiç bir zaman hadis işitmemiştir.[566]
Bu hadis, bir kimsenin
hanımına mehir olarak hiç bir şey vermeden
zifafa girebileceğim, mehir eline
geçmediği için kadının zifafa girmekten imtina' etmeye hakkı olmadığım söyleyen
Hanefi ulemasının ve taraftarlarının delilidir.
Beyhakî bu hadisi
muttasıl olarak rivayet etmişken başkaları mürsel olarak rivayet etmişlerdir.
Ve hadis iki cihetten zayıftır.
1- Senedinde
Şerik vardır. Şerik, ulema tarafından cerh edilmiştir.
2- Hadisin
senedinde bulunan Hayseme aslında Hz. Âişe'den hiç hadis duymadığı halde bu
hadisi Hz. Âişe'den duymuş gibi nakletmiştir. Bu durum, hadisin münkati'
olduğunu göstermektedir.
Gerçekten tek başına
mütalaa edilidği takdirde bu hadisin zayıf olduğu ortaya çıkarsa da, 2117
numaralı hadis-i şerif bu hadisi teyid ve takviye ettiğinden zayıflıktan
kurtulup hasen derecesine yükseldiği görülmektedir.[567]
2129. ...Amr
b. Şuayb, dedesinden demiştir ki; Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Hangi kadın
nikah akdinden Önce kendisine mehir veya bahşiş ya da çeyiz (verilmek)
şartıyla evlenmişse, bu (vadedilen şeyler) kadınındır. Nikah akdinden sonra
(verilmiş) olan da kime verilmişse, onundur. Bir adama ikram edilmek için en
uygun vasıta kızı veya kız kardeşidir."[568]
Hadis-i şerif, nikah akdinden Önce erkek, karısına veya onun babasına ya da kardeşine
birşey vermeyi taahhüd ederse, o şeyin zevcenin olacağına, fakat nikahtan sonra
verilen eşyanın ise, kimin eline teslim edilmişse, onun olacağına delâlet
etmektedir. "Bir adama ikram edebilmek için en uygun vasıta kızı veya kız
kardeşidir" cümlesinden maksat, "bir adamın kızı veya kız kardeşi ile
evlenen bir kimse, o adama ikramda bulunmanın en uygun fırsatını
bulmuştur" demektir. Binaenaleyh bir kimseye ikramda bulunmak isteyen
kimse onun kızını veya kız kardeşini evlendirmesini fırsat bilip geline elden
geldiğince ihsan ve ikramda bulunmalıdır çünkü bu geline yapılan ikram aynı
zamanda babasına ve kardeşine yapılmış gibi olur.[569]
1. Nikahtan
önce erkek tarafından kız tarafına verilen ya da verilmesi vad edilen mehir,
hediye ve benzeri şeylerin hepsi de zevcenin hakkıdır. İsterse verilen veya
verilmesi va'dedilen bu mallar başkasına verilmiş veya va'd edilmiş olsun, netice
değişmez. Fakat nikah akdinden sonra erkek tarafından verilen veya va'dedilen
hediye ve bağışlar kız tarafından kimin eline teslim edilmişse, o hediye veya
bağış o kimsenindir. Ömer b. Abdilazîz'le, imam Sevri ve Malik bu
görüştedirler. Bu mevzuda Hattabi şöyle diyor: Bu hadis-i şerif kıza veya
kadına verilecek mehrin dışında kendisine de hediye olarak bir-şeyler
verilmesini şart koşan veli ile ilgilidir. Böyle bir şart ileri süren veliye
istemiş olduğu bu malın verilip verilmeyeceği mevzuunda ulema ihtilaf etmiştir.
Süfyanı Sevri ile İmam
Malik'e göre mehrin dışında kendisine de bazı hediyeler verilmek şartıyla
kızını evlendiren bir babanın, istemiş olduğu hediyeleri kendisine değil kızına
vermek icab eder. Binaenaleyh böyle bir şartla evlenmiş olan bir kimsenin bu
hediyeleri, zevcesinin babasına değil, bizzat kendisine vermesi vaciptir.
Nitekim Ata b. Tavusda bu görüştedir.
îmam Ahmed'e göre ise bu
hediyelerin babaya verilmesi şart koşulmuş ise, babaya verilmesi icabeder,
fakat babanın dışında bir veliye verilmesi şart koşulmuşsa verilmesi gerekmez.
Çünkü bir babanın, çocuğunun malından almaya hakkı vardır. Ali b. Huseyn'in
kendisine bir miktar mal vermesi şartı ile kızım bir adama verdiği rivayet
olunmuştur. Ayrıca Mesrûk'un da kızını on bin dirhem bahşiş karşılığında
birisine verdiği ve bu parayı fukaraya ve hac yoluna harcadığı rivayet
olunmuştur. İmam Şafiî'ye göre velisi olduğu kızı ya da kadını bu şartlarda
evlendiren bir kimseye hiç birşey verilmez. Sadece geline mehr-i misi vermek
gerekir.[570]
İbn. Rüşd,
Bidayetu'l-Müctehid isimli eserinde bu mevzu ile ilgili görüşlerini şöyle
ifade ediyor: "Fukahamn ihtilafına sebeb, bu hususta nikahı alış verişe
benzetmeleridir. Onu, bir malı satmak için ta'yin edilen vekilin kendisi için
bahşişi şart koşmasına benzetenler, nikah caiz değildir demişlerdir. Nitekim
böyle bir satış da caiz değildir. Nikahın alış verişe benzemediğini
söyleyenler ise bu şartla kıyılan nikahın sahih olduğunu söylemişlerdir.
Bu şartın, nikahın
akdi esnasında koşulmasıyla akitten sonra koşulmuş olması arasında bir fark
yoktur.[571]
Hanefi ulemasına göre
kadından başkası için yapılan şart fasit değilse icabı yapihr.[572]
Hanefî imamlarından
imam Ebu Yusuf'a göre Nikah akdinden önce kadının dışında birine vermek üzere
va'dedilen veya şart koşulan şeylerin o kimseye verilmesi gerekir.
İbnRüşd'ündelbeyan ettiği gibi böyle bir şart sahih olduğundan yerine getirmek
icabeder.[573]
Şurasını da unutmamak
gerekir ki İslamda evlenme güçleştirilemez. Bilakis neslin çoğalması ve fuhşun
ortadan kalkması için kolaylaştırıhr. Bu bakımdan mehrin dışında hediyeler
taîep etmek şöyle dursun, mehrin bile az olanı makbuldür. Çünki Fahri kâinat
efendimiz "Nikahın en bereketlisi mehri en az olanıdır."[574]
buyurmuşlardır. İhtiyat ve takva, velinin bu nevi şartlardan ve bu yolla
gelecek hediye ya da bağışlardan uzak durmasını gerektirir.
2. Erkeğin,
zevcesinin akrabalarını ziyaret edib onlara ihsan ve ikramda bulunması
müstehabdır. Ancak kız tarafının evlenmeyi güçleştirecek şekilde bazı
taleplerde bulunması, haraç kesmeye kalkması ise caiz değildir, haramdır.[575]
2130. ...Ebu
Hureyre (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.) yeni evlenen bir
inşam, tebrik edeceğinde;
"Allah mübarek
etsin, sana bereketler) ihsan etsin, ikinize de hayırlı kılsın" diye dua
edermiş.[576]
Metinde geçen fiili
tebrik ve dua etmek manalarına gelir.
Biz tercümemizde metne daha uygun düştüğü için dua mânâsını tercih
ettik.
Araplar islâmiyetten
önce yeni evlileri tebrik etmek istedikleri zaman basit ve temenni ifâdesi olan
"Erkek çocuk(larımz)la birlekte huzur ve uyum içerisinde olasınız."
tabirini kullanırlardı. İslâmiyet geldikten sonra bu tebrik hadiste
belirtildiği gibi arz ve semavatın idaresi elinde olan Allah teâlâdan yeni
evlilere hayır ve bereket ihsan etmesi için duada bulunma şekline gelmiştir.
Artık islâmiyet geldikten sonra yeni evlileri caniliye döneminde kullanılan
tabirlerle tebrik etmek yasaklanmıştır. Çünkü;
1. Cahiliye
dönemindeki tebrik sadece evliliği iyiye yormaktan ibarettir. Dua manası
taşımamaktadır.
2. Cahiliye
çağındaki tebrikte, kız çocuklarından nefret manası vardır. Bu bakımdan
Resûl-i Ekrem Efendimiz yeni evlilere ya mevzumuzu teşkil eden hadis-i
şerifteki gibi yada "Allahım onlara bereket ver ve senin bereketin onların
üzerine olsun/' şeklinde dua etmemizi tavsiye etmiştir.[577]
1. Yeni
evlilere hadis-i şerifte tarif edildiği gibi
veya kelimeleriyle veya
şeklinde dua etmek
müstehaptır.[578]
2. Eşler
için yapılacak en iyi dua onlara bereket dilemektir.
Çünkü bereket bütün
hayırları içine alan özlü bir kelimedir.[579]
2131. ...Basra
(b. Eksem)den; demiştir ki: "Ben kendi hareminde yaşamakta olan bakire
bir kadınla evlendim. Onunla gerdeğe girdiğim zaman birde ne göreyim
hamileymiş. (Durumu Hz. Peygambere haber verdim) bunun üzerine Peygamber
(s.a.);
"Onun fercini
(kendine) helal kıldığın (ve ondan faydalandığımdan dolayı ona mehir (vermen
gerekir). Doğurduğu zaman (doğan) çocuk senin kölendir... buyurdu. (Bu hadisi
Ebu Davud'a nakl eden ravilerden) Hasen dedi ki: (Hz. Peygamber Basra'ya
hitaben şöyle buyurdu) "Onun tenine sopa vur" (Diğer râvi) İbn
Ebis-Sırri de (bu kelimeyi) "Onun tenine sopa vurunuz" (şeklinde)
veya "ona had vurunuz" diye rivayet etti.[580]
Ebu Davud dedi ki:
"bu hadisi Katâde, Said b. Yezid vasıtasıyla İbn'ül-Müseyyeb'den rivayet
etmiştir. Yahya b. Ebi Kesir'de Yezid b. Nuaym vasıtasıyla Said b.
el-müseyyeb'den rivayet etmiştir. Ata el-Horasâni ise (doğrudan doğruya) Said
b. Müseyyeb'den rivayet etmiştir. Hepsi de (hadisi) mürsel olarak rivayet
etmişlerdir. Yahya b. Ebi Kesirin hadisinde "Basra b. Eksem bir kadınla
evlendi (sözü) vardır. Hepsinin rivayetinde de "çocuğu kendisine köle
yaptı" (cümlesi) bulunmaktadır.[581]
Celde: Deriye vurmaktır ki her vuruş celde diye tabir olunur. Keşşafta der ki
"celde" lafzında şuna işaret vardır ki elem lahme(ete) tecâvüz
ettirilmemek gerektir. Çünkü celd cilde vurmaktır.[582]
Had d kelimesi ise
sözlükte engel olmak, alıkoymak manalarına gelir. Dini bir terim olarak ise
"suçluyu Allah'ın belirlediği şekilde cezalandırmak" demektir.
Bilindiği gibi bir kimseye celde veya had cezasının verilebilmesi için zanlının
bu suçu işlemiş olduğunu ispat etmek gerekir. Suçun ispati ise ya delillerin
ortaya konması ya da sanığın itirafı ile olur. Resûl-i Ekrem'in, sözü geçen
kadına had veya celde cezası uygulanmasını emretmesi şu iki sebebten ileri
gelmiş olabilir:
1. Kadının
hamile olması kadının zina suçunu işlemiş olduğunun en büyük delilidir.
2. Kadın
suçunu itiraf etmiş olabilir. Bunlardan sadece biri bile kadının
cezalandırılması için kafidir.[583]
1. Bir
kimsenin evlendiği bir kadın zinadan dolayı hamile çıkacak olursa, doğan çocuk
o kimsenin kölesi olur.
Şafiî ulemasından
Hattabi bu hadisle ilgili görüşlerini şöyle ifade ediyor: Bu mürsel bir hadis
olduğu halde fıkıh ulemasından hiç birinin bu hadisle hüküm verdiğini görmedim
ve ulemadan hiç birinin veledi zinanın hür olduğunda ihtilafa düştüğünü de
bilmiyorum. Hür bir kadından doğan çocuk nasıl köle edilebilir? Bu mümkün
değildir. Eğer sahih olduğu kabul edilirse, bu hadisi şöyle anlamak daha doğru
olur. "Hz. Peygamber" karısı hamile çıkan adama doğacak çocuk
hakkında hayır tavsiye etmiş onu terbiyesi altına alıp yetiştirmesini emredip
bunun karşılığında da onun hizmetinden istifade edebileceğini, çocuğun da buluğ
çağına erdikten sonra iyiliğinden dolayı bu adama köle gibi itaatli davranması
gerektiğini bildirmiştir" İbnu'l-Kayyim de Resûl-i Ekrem'in, bu çocuğun
sözü geçen adamın kölesi olduğunu söylemesi hakkında şu görüşlere yer veriyor.
a. Kadın
evlendiği adamı aldattığı ve boşuna masrafa soktuğu için Resûl-i Ekrem o kadına
ceza olmak üzere çocuğunun o adama köle gibi hizmet etmesini istemiş olabilir.
Fakat bu o çocuğun köleleştirilmesi demek değildir. Çünkü İslam'a göre annesi
hür olduğu için çocuğun köleleştirilmesi mümkün değildir.
b. Şayet
Resûl-i Ekrem'in, o kadına ceza olarak, bu çocuğun sözü geçen kocanın kölesi
olduğunu ilan ettiği kabul edilecek olursa, bu hükmün sadece Resûl-i Ekrem'e
has özel bir hüküm olduğunu, başkaları için geçerli olmayacağını unutmamak
gerekir.
c. Bu
uygulamanın İslam'ın ilk yıllarına ait olup sonradan nesh edilmiş olduğu da
düşünülebilir.
2. Bir kimse
evlenir de evlendiği kadın zinadan dolayı hamile çıkarsa nikâh bâtıldır.
İmam Malik ile Ebu
Yusuf, Sevri, İshak ve İmam Ahmed bu görüştedirler. Delilleri ise, mevzumuzu
teşkil eden bu hadisi şerifle 2158 numaralı hadisi şeriftir. Bu durumda olan
bir kadının nikahı kalmaz ve iddet beklemesi gerekir iddetini bitirinceye
kadar kimseyle evlenemez.
Kadının iddeti,
doğurması ile sona erer. İmam Ebu Hanife ile, İmam Muhammed ve Şafiî'ye göre
ise bu kadının nikahı geçerlidir, iddet beklemesi de gerekmez. Delilleri ise,
"Bunlardan ötesini, iffetli yaşamak zina etmemek şartıyla mallarınızla
istemeniz (mehirlerini verip almanız) size helal kılındı"[584]
ayet-i kerimesidir. Bu görüşte olan ulemaya göre, söz konusu kadının yapmış
olduğu zina, onu zina ettiği erkeğin nikahlısı haline getirmediğinden, kadının
nikahlanmasına bir engel teşkil edemeyeceği gibi bu zina ile nesep sabit
olmadığından kadının başkası ile nikahlanması için iddet beklemesi de gerekmez.[585]
2132.
...Said b. el-Müseyyeb'den rivayet edilmiştir ki; Basra b. Eksem denilen bir
adam bir kadınla evlendi. (Ravi Muhammed b. el-Müsenna) daha sonra (önceki
hadisin) manasını rivayet etti ve (şu cümleleri) ilave etti (Hz. Peygamber)
"onları (bir birinden) ayırdı"[586] İbn Cüreyc hadisi (diğer rivayetlerden) daha
tamdır."[587]
Bu hadisi Beyhaki şu
mânâya gelen lafızlarla rivayet etmiştir "Said b. el-Müseyyeb'den rivayet olunduğuna
göre; Adamın birisi bir kadınla evlenmişti. Kadınla birleşince onu hâmile
buldu. Durumu peygamber (s.a.)'e bildirdi bunun üzerine Hz. Peygamber bunları
ayırdı, kadına (verilmek üzere) bir mehir tesbit etti ve kadına yüz celde
vurulmasını emretti."
Sözü geçen evliler'in
ayrılmalarının her ikisinin de isteği üzerine olduğu düşünülebileceği gibi
sadece kendisine boşama izni verilen erkeğin istemesiyle olduğu da
düşünülebilir. Bununla beraber buradaki ayrılığın, erkeğin, kadınla cinsi
münasebetten menedilmesi anlamına geldiğini söylemek de mümkündür. Çünkü
zinadan hâmile kalan bir kadınla doğuruncaya kadar cinsi münâsebette bulunmak
yasaktır. Bu sebeple Hz. Peygamber Basra b. Eksem'e çocuğunu doğuruncaya kadar
karısıyla cinsi münâsebette bulunmasını yasaklamış olabilir. Bu konuda daha
geniş bilgi almak için önceki hadisin şerhine bakılabilir.[588]
2133. ...Ebu
Huveyre (r.a.) Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.
"Kimin iki karısı olurda (bunlardan sadece) birine meyi ederse, kıyamet
günü bir tarafı (yere) sarkık olarak gelir."[589]
Hadis-i şerifte
yiyecek-içecek, giyecek ve geceyi beraber geçirmek gibi mevzularda hanımları
arasında adalete uymayan bir kimsenin, kıyamet gününde yarısının yere doğru
eğilmiş ve sarkmış olduğu halde haşredileceği haber verilmektedir. Bu tehdit
iki hanımı arasında adaleti sağlamayan kişiler için geçerli olduğu gibi, ikiden
fazla hanımı olan kişiler için de geçerlidir. Fakat sevgi ve cinsi münâsebet
noktasında adaleti sağlamak insanın elinde olmadığından kişi bu noktada hanımları
arasında adaleti sağlamakla mükellef değildir. Nitekim bir numara sonra gelecek
hadis-i şerif buna delalet eder.[590]
1. Birden
fazla kadınla evlenmek caizdir.
2. Birden
fazla kadınla evlenmiş olan bir kimsenin gecelerini, hanımları arasında taksim
ederken adalete riayet etmesi icabeder. Mevzumuzu teşkil eden babın hadisleri
bunu ifade ettiği gibi "onlarla iyi geçinin"[591]
ayet-i kerimesi de buna delalet etmektedir. Çünkü kadınlarla iyi geçinmek ancak
aralarında adaleti sağlamakla mümkündür.
Binaenaleyh birden
fazla hanımı bulunan bir kimsenin gecelerini hanımları arasında eşit bir
şekilde paylaştırması üzerine farzdır. Cinsi münasebette ve sevgide adaleti
sağlamak ise farz değilse de müstehabdır.
Bir hanımla evli olan
kimse ise, ibâdet ve taatla veya diğer işlerle uğraşarak karısını ihmal edemez.
Hanefi imamlarından Ebu Ca'fer et-Tahavi bu meselede el-Hasenin Ebu Hanife'den
yaptığı rivayeti tercih ederek "bir tek hanımla evli olan bir kimsenin
dört günün bir gece ve gündüzünü onun yanında geçirmesi icab eder, fakat hanefi
mezhebinin zahirine göre bunun bellil bir ölçüsü yoktur, kişi gecelerinin
bazılarını hanımının yanında geçirmekle sorumluluktan kurtulur. Binaenaleyh
insan karısını tamamen ihmal edemez. Onunla bazı gecelerde cinsi münâsebette
bulunması dini bir vecibedir. Kadının rızası dışında dört aydan fazla cinsi
münasebeti terk etmek caiz değildir" demiştir.[592]
2134.
...Âişe (r.anha)'dan; demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) gecelerini
hanımları arasında paylaştırarak adaleti sağlar ve; "Ey AHa-lınn, benim
elimden gelen taksimim budur. Senin gücün yetip de benim gücümün yetmediği
hususlarda beni hesaba çekme." diye dua ederdi.
Ebu Dâvûd dedi ki:
(Rasul-i Ekrem "Senin gücünün yetip de benim gücümün yetmediği"
sözüyle) kalbi(ni) kasdediyor.[593]
Musannif Ebu Davud'un
hadisin sonunda açıkladığı gibi Rasûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz "senin
gücünün yetip de benim gücümün yetmediği" sözüyle, kalb'le ilgili olan
sevgiyi kasdetmiştir. Çünkü gönülle ilgili duygu ve düşünceler çoğu zaman insan
iradesinin ve gücünün dışında doğar ve gelişir. Aslında Allah'ın insanı
gücünün üstünde olan meselelerde sorumlu tutmadığı bilindiği halde Hz. Peygamberin
kendi gücü dışında olan, ailelerine eşit bir şekilde sevgi beslemekten muaf
tutulması için Allah'a dua etmesinin hikmeti aslında Allah'ın bu gibi
meselelerde insanı sorumlu tutması mümkün iken lütuf ve fazlından dolayı,
insanları bu meselede sorumlu tutmadığını şükür makamında itiraf etmek ve bu
sayede söz konusu nimetin devamına vesile olmaktır. Yahut-ta kulun Rabbine olan
ihtiyacını dile getirmektir.[594]
1. Hz.
Peygamber'in üzerine aileleri arasında adaleth
davranmak farz idi.Bu sebeple
hanımları arasındaki davranışlarında adaletten ayrılmazdı.
Ulemanın bir kısmı bu
görüşü benimserken el-İstahari ile el-Mehdi "Onlardan dilediğini geri
bırakır, dilediğini yanma alırsın, (geçici olarak) ayrıldıklarından (tekrar
birleşmeyi) arzu ettiğine (dönmekte) senin üzerine bir günah yoktur."[595]
ayeti kerimesini delil getirerek "Rasûl-i Ekrem'in kadınları arasında eşit
davranmakla mükellef olmadığım ve bu hükmün sadece Resûl-i Ekrem'e ait özel bir
durum olduğunu" söylemişlerdir. Mâliki ulemasından ibnu'l-Arabî de bu
görüşü benimseyerek Rasûl-i Ekrem'in aileleri arasındaki davranışlarında
eşitliği sağlamakla mükellef olmadığı hâlde, elinden geldiği kadar eşitliği
sağlamaya çalışmasını Resûl-i Ekrem'in fazlu insanıyla açıklamıştır.[596]
2. Sevgi ve
gönülle ilgili alakalar insanın elinde değildir, gücü ve iradesi dışındadır.[597]
2135.
...Urve'den; demiştir ki; Âişe (r.anha) (O'na şöyle) dedi;
"Ey kızkardeşimin
oğlu, Rasülullah (s.a.) bizim yanımızda kalacağı zaman (gecelerini bize)
taksim etme hususunda hiçbirimizi diğerinden üstün tutmazdı. Hemen hemen
hergün hepimizi (evlerini) toptan dolaşır ve Cim'a etmeksizin (hanımlarından)
her kadına'da (ayrı ayrı) yaklaşırdı. (Bu hal) ta nöbet günü kendisinin olan
kadına varıncaya kadar (böylece devam ederdi.) Artık onun yanında gecelerdi.
Şevde bint-i Zemâ yaşlanıpta Rasülullah (s.a.)'ın kendisini boşayacağından
endişelendiği zaman (Rasûl-i Ekrem'e hitaben);
Ey Allanın Rasûl-ü,
(nöbet) günüm Âişe'nin olsun dedi. Rasülullah (s.a.)'de O'nun bu teklifini
kabul etti" (Hz. Âişe sözlerine devam ederek) "Biz, Aziz ve celil
olan Allah'ın (şu ayeti Hz. Sevde'nin yaptığı) ve bu (buna) benzeyen (iş)ler
hakkında indirdi(ğini) söylerdik" dedi.
(Bu hadisi Urve'den
nakleden Hişam) dedi ki: "Öyle zannediyorum ki: (ravi Urve, Hz. Âişe'den
bu mevzuda şu âyetin nazil olduğunu) rivayet etti; "Ve eğer bir kadın,
kocasının huysuzluğundan, çekinirse..."[598]
Rasûl-i Ekrem
Efendimiz hanımlarının hiçbirini diğerine tercih etmeden sıra ile her gece
birinin yanında kaldığı gibi hemen hemen hergün bütün hanımlarının evlerini
dolaşır ve onları teker teker ziyaret edip hal ve hatırlarını sormaktan geri
kalmazdı. Fakat günlük ziâyetlerînde cinsi münâsebette bulunmazdı. Bu hadiste
mevzuu bahs edilen Şevde (r.anha) Hz. Peygamberin, Hz. Hatice'nin vefatından
sonra, bir rivayette Hz. Âişe ile evlenmezden evvel, diğer bir rivayette
evlendikten sonra kendisi ile evlendiği zevcesidir. Dul idi, Hicretin 54. senesinde
vefat etti.
Kasım b. Ebi Bezze'nin
rivayetine göre: Peygamber (s.a.) Hz. Sevde'yi boşamış, bunun üzerine Hz. Şevde
O'nun yolunun üzerine oturup şöyle demiştir:
Seni hak din ile
gönderen Allah'a yemin olsun ki, benim erkeklere hiçbir ihtiyacım kalmamıştır.
Fakat ben kıyamet gününde senin kadınlarınla birlikte haşrolmak isterim.
Binaenaleyh sana kitabı indiren Allah zül-celal hakkı için senden (öğrenmek)
istiyorum. Beni herhangi bir darlığından dolayı mı boşadın? dedi. Rasûlullah
(s.a.) de
"Hayır"
cevabını verdi. Şevde:
O halde Allah aşkına
bana ricat etmeni istiyorum, dedi. Peygamber (s.a.)'de ricat etti. Bunun
üzerine Hz. Şevde
Ben de nöbet günümü
Rasûlullah (s.a)'in sevgili hanımı Hz. Âişe'ye verdim, dedi.[599]
Bütün bu rivayetlerden
anlaşılıyor ki, metinde geçen "Şevde bint. Zem'a yaşlanıpta Resûlullah
(s.a.)'in kendisini boşayacağından endişelendiği zaman" sözünden maksat
"Hz. Muhammed kendisini boşamıştı ve onun bir daha dönmeyeceğinden
endişeleniyordu demektir.[600]
1. Hz. Peygamber her gece hanımlarının birisinin
yanında yatarak hanımları arasında adaleti sağladığı gibi ayrıca cinsi
münâsebette bulunmaksızın hemen hemen her-gün hepsini ayrı ayrı ziyaret ederdi.
2. Bir
kadının kendi nöbetini kocasının rızasıyla kumalarından birine bağışlaması
caizdir. Ebu Muhammed Abdullah b. Kudâme'nin beyânına göre bir kadının nöbetini
kocasına bağışlaması caiz olduğu gibi kumalarından birine yahutta tümüne
bağışlaması da mümkündür. Ancak kocasının bu kadından faydalanmakta hakkı
olduğundan, kadının nöbetini bağışlayabilmesi için kocasının izni şarttır.
Nöbetini bağışlayacak olan kadınla kocasının izni olduktan sonra kumaların
iznine lüzum olmadığı gibi nöbet kendisine bağışlanmış olan kadının bunu
reddetmeye de hakkı yoktur. Çünkü erkeğin her zaman için hanımlarından
istifade etmek hakkıdır. Kendisini bir kadının yanma daha fazla olarak
varmaktan men eden şey sadece adaletsizlik yapmak korkusudur. Bu tehlike
ortadan kalkınca bir kadının yanında diğerlerinden daha fazla kalmasında hiçbir
sakınca yoktur.
Nitekim şu hadis'i
şerif te buna delalet etmektedir. "Rasûlullah (s.a.) birgün Safiyye bnt.
Huyeyy (r.anha)'ya Ihiddetlenmişti.,
Bunun üzerine Safiyye;
Ya Âişe (bu) günüm
sana olmak üzere sen Rasûlullah (s.a.)'ı benden razı etmeye çalışır mısın?
dedi. Aişe de,
Evet dedi. Sonra
safran bitkisi ile boyanmış olan örtüsünü alıp (boyanın güzel) kokusunun
yayılması için üzerine su serpti, sonra (bunu giyerek) Rasûlullah (s.a.)'ın
yakınına oturdu.(Peygamber (s.a.)'de;
Ya Âişe, benden uzak
dur. Çünkü bugün senin günün değildir." buyurdu. Bunun üzerine Âişe;
"Bu, Allah'ın fazlıdır,
dilediğine verir, dedi ve (kendisi ile Safiyye arasında geçen) durumu ona
anlattı. Efendimiz de JSafiyye'den razı oldu."[601]
Ancak îbn Mace'nin
senedinde basralı Sümeyye bulunduğundan zayıftır.[602]
2136.
...Âişe (r.anha)'den; demiştir ki: "Onlardan dilediğini geri bırakır,
dilediğini de yanında barındırırsın”[603]
âyeti kerimesi indikten sonra Rasûlullah (s.a.) birimizin nöbet günü gelirse,
ondan izin isterdi."
(Bu hadis'i Hz. Âişe'den
rivayet eden) Muaze dedi ki: Ben Âişe'ye;
Sen Rasûlullah
(s.a.)'a ne cevap verirdin? diye sordum da;
Eğer bu iş bana
kaldıysa ben kimseyi kendime tercih edemem diye cevap verirdim dedi.[604]
Müfessirlerden
bazıları hadis'i şerifte zikri geçen ayet-i kerimenin Rasûl-i Ekrem'in
zevcelerinden istediğini boşayıp, istediğini nikahı altında tutmakta serbest
olduğunu ifade ettiğini söylüyorlar. Bazılarına göre ise, bu ayet'i kerime,
"Rasûl-i Ekrem'in kendisiyle evlenmek isteyen kadınların bu isteklerini
kabul edip etmemekte muhayyer olduğunu" bildirmektedir. Bazı müfessirlerin
beyânına göre ise, bu âyet nazil olmadan önce hanımları arasında gecelerini
adaletli bir şekilde paylaştırmak Rasûlullah üzerine vacip idi. Bu ise,
Rasûl-i Ekrem'in gönlünü ve kafasını meşgul etmekte ve son derece çetin olan
risâlet görevinin yükünü ağırlaştırmakta idi. Oysa vahy almak ve onu eksiksiz
olarak tebliğ etmek gibi en çetin ve mesuliyetli bir görev onun gönlünün ve
kafasının bu gibi düşüncelerden tamamen salim olmasını gerektiriyordu.
Bu hikmete bağlı
olarak Cenabı Hak Rasul-i Edibinin üzerinden gecelerini aileleri arasında eşit
bir şekilde paylaştırma görevini kaldırdı. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem
Efendimiz eskisi gibi gecelerini aileleri arasında eşit bir şekilde paylaştırma
mecburiyetinden kurtuldu.
Bununla beraber yine
de kendi fazileti ve ailelerine karşı beslediği sevgi ve saygı gibi duygular
sebebiyle elinden geldiği kadar onların arasında gecelerini eşit olarak
taksime gayret etti ve izinlerini almadan bu sırayı bozmadı. Ancak bu izin
sadece Rasûl-i Ekrem'e ait özel bir izindir. Birden fazla hanımı olan kimseler
gecelerini hanımları arasında eşit olarak paylaştırmakla mükelleftirler.
Nitekim ayeti kerimenin "onların gözlerinin aydınlanıp tasalanmamalarına
ve hepsinin senin verdiklerine razı olmalarına en elverişli olan budur"
anlamına gelen devamı da bu tefsiri teyid etmektedir. Esasen Hz. Peygamberin
hanımları Rasûl-i Ekrem'in ailesi olarak kalmayı dünya zevk ve nimetlerine
tercih etmişlerdi, çünkü hanımları kendisinden süs ve daha iyi bir geçim
istemeğe başlamışlardı. Bunun üzerine "Ey peygamber eşlerine söyle eğer
siz dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız gelin size mut'a (boşanma
bedeli) vereyim ve sizi güzellikle salayım"[605]
âyet'i kerimesi nazil oldu. Bu ayet'i kerime nazil olduktan sonra Hz.
Peygamberin nikahı altında kalmayı dünya zevk ve nimetlerine tercih etmekle
birlikte taksim haklarımda Rasûl-i Ekrem'in isteğine bırakmış oldular. Onların
Rasûl-i Ekrem'i dünyaya tercih etmelerine mükafat olmak'üzere Allah'ü teâlâ da
şu âyet'i kerimeyi inzal buyurdu "Bundan sonra artık sana (başka)
kadınlarda evlenmek) bunları başka eşlerle değiştirmek helal değildir."[606]
Daha sonra Allah teâlâ
ve tekaddes hazretleri bu ayet-i kerimeyide neshederek Rasûl-i Ekrem'e başka
kadınlarla evlenmeyi mubah kılmışsa da, Hz. Peygamber mevcut ailelerine bir
lütuf olmak üzere başka bir kadınla evlenmemiştir. Ümmü Seleme (r.anha)'nm
beyanına göre bu tahdidi neshedip Rasûlullah (s.a.)'e başka kadınlarla
evlenmeyi mubah kılan âyet-i kerime metinde geçen ayet-i kerimedir.
Metinde geçen Hz.
Âişe'nin "Eğer bu iş bana kaldıysa ben kendimi kimseye tercih etmem"
manasına gelen sözlerinin Hz. Âişe'nin şehvani duygularından kaynaklandığını
zannetmek doğru değildir. Hz. Peygamberin hanımlarının geceyi onun yanında
geçirmek hususunda gösterdikleri bu rağbet, Hz. Peygamber'e yakın olup onun
hizmet ve sohbetinde bulunmak ondan istifade etmek, hukuk ve ihtiyaçlarını
karşılamak ve vahyin gelmesi esnasında onun yanında hazır bulunabilmek arzu ve
ümidinden kaynaklanmaktadır. Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki mezkûr ayet
ile, özel bir hak olmak üzere Rasûl-i Ekrem'e gecelerini istediği hanımının
yanında geçirme izni verilmiştir.
Fakat birden fazla
hanımla evli olan Ümmet-i Muhammedin gecelerini hanımları arasında eşit olarak
taksim etmeleri üzerlerine farzdır.[607]
2137.
...Âişe (r.anha)'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) -hastalığı
(sırası)nda- hanımlarına (bir elçi) göndererek (onların yanına gelmelerini
iste)di. Bunun üzerine (hanımları yanına gelerek huzurunda) toplandılar
(Rasûl-i Ekrem de onlara hitaben); Ben (artık geceleri) sizlerin arasında
dolaşamıyorum, eğer izin verirseniz artık bundan sonra Âişe'nin yanında
kalacağım" dedi. Onlar da izin verdiler.[608]
Önceki hadis'i şerifin
şerhinde açıkladığımız gibi Rasûlullah efendimiz gecelerini hanımları arasında
eşit bir şekilde paylaştırmakla mükellef olmadığı halde Cenabı Hakkın kendisine
verdiği terbiyenin bir sonucu olarak son günlerini yaşadığı, ölüm hastalığından
bile takatsizliği yüzünden nöbet gecelerinde ziyaret edemediği hanımlarının
gönüllerini almak, onların üzülmelerine sebep olacak her hangi bir yanlış
anlaşılmayı önlemek maksadıyla onların hepsini bir araya toplayarak mazeretini
arz etmek suretiyle Hz. Âişe'nin evinde kalmak için onlardan izin istemiş,
onlar da bu âlicenabhk karşısında gönül rahatlığı ve memnuniyetle Rasûl-i
Ekrem'in isteğini yerine getirmişlerdir.[609]
2138.
...Peygamber (s.a.)'inhanımı Âişe (r.anha)'den; demiştir ki: "Rasülullah
(s.a.) yolculuğa çıkmak istediği zaman hanımları arasında kur'a çekerdi. Kura
hangisine çıkarsa yola onunla çıkardı. Onlardan herbirinin hissesine düşecek
olan gecesini ve gündüzünü belirlerdi, fakat Şevde bint Zem'a (nöbet) gününü
Hz. Âişe'ye bağışlardı."[610]
2135 numaralı hadisin
şerhinde de ifade ettiğimiz gibi Hz.
Şevde yaşlandıktan sonra Rasûl-i
Ekrem'in kendisini boşayacağı korkusuyla nöbet günlerini Hz. Âişe'ye terk
etmeye başladı. Bu hadis Buhari'nin Sahih'i ile imam Ahmed'in Müsned'inde
"Şevde bint Zem'a nöbetim Rasûlullah (s.a.)'a bağışlamakla onun rızasını
kazanmak istiyordu"[611]
anlamına gelen lafızlarla Müslimin rivayetinde ise "Hz. Safiyye bint
Hüyeyye'i taksime sokmazdı."[612]
anlamına gelen lafızlarla rivayet edilmiştir.[613]
1. Birden
fazla hanımla evli olan bir kimsenin yolculuğa çıkarken yanma alacağı hanımı
seçmek için kur'a çekmesi caizdir. Ulemânın cumhuruna göre böyle bir kimsenin
kur'a çekmeden hanımlarından birini yanına alıp yolculuğa çıkması caiz
değildir.
îmam Malik ile Hanefî
uleması ise "Bu kimsenin yanına alacağı hanımı kur'a ile seçmesi
hanımlarının gönüllerini almak bakımından çok iyi bir hareket olmakla beraber,
kur'a çekmeden gönlünün arzu ettiği hanımı yanına alarak yola çıkması da
caizdir" derler ve mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifi de bu manada
tefsir ederler. "Bunların dışında kalan bir kısım ulemaya göre ise birden
fazla hanımla evli olan bir kimsenin sefere çıkarken yanma alacağı hanımı
seçmek için kura çekmesi farzdır. Çünkü kur'a çekmeden hanımlarından gönlünün
istediği birini yanına alıp onu diğerlerine tercih etmesi anlamına gelir ki bu
hareket 2133 numaralı hadisin tehdidine hedef olur. Bu, kura'sız olarak iki
geceyi hanımlarından birine tahsis etmeye benzer.
Sefere birden fazla
hanımıyla çıkmak isteyen kimse de kalan hanımlarının gönlünü kırmamak için
yine kur'a usulüne başvurmaya mecburdur. Nitekim Hz. Peygamber iki hanımıyla
birlikte sefere çıkmak isteyince ku-ra'ya baş vurdu ve kur'a Hz. Âişe ile Hz.
Hafsa'ya isabet etti derler.[614]
2. Birden fazla
kadınla evli olan bir erkeğin vaktini hanımları arasında taksim ederken her
hanımın yanında bir gün bir gece kalacak şekilde taksim etmesi müstehaptır.
Eğer her kadının nöbetinde onun yanında bir-gün ve geceden fazla kalmayı arzu
ederse hepsinin rızasını alması gerekir. Yoksa caiz olmaz. Hasta ile, tenasül
organı kesik, cinsi iktidarı olmayan, kimselerin ve hünsa ile hadım olan
kimselerin de sağlam kimseler gibi zamanlarım hanımları arasında adaletli bir
şekilde taksim etmeleri icab eder. İmam Sevri ile, Şafiî, Ahmed ve re'y
taraftarları bu görüştedirler. Çünkü vakti hanımlar-arasında paylaştırmaktan
maksat, hanımların yalnızlıktan kurtulmalarını sağlamaktır. Erkeğin bazı
illetlerle kusurlu olması buna mâni değildir.
Eğer bu illete mubtela
olmuş bir erkeğin her geceyi hanımlarından birinin yanında geçirmesi gücüne
giderse bütün gecelerini hanımlarından birinin yanında geçirmek üzere
hanımlarının tümünden izin ister, izin vermedikleri takdirde kur'a ile
seçeceği bir hanımının yanında kalması caiz olduğu gibi, hepsini terk ederek
yalnız başına ayrı bir odada kalması da mümkündür. Hanımları arasında hasta,
ferci bitişik, hayızlı, nifaslı ve buluğa ermemiş fakat kendisiyle cima mümkün
olanlar varsa onları da taksime sokmak
icâbeder.[615]
Aslında erkek gündüzleri
geçimini ve evinin ihtiyaçlarını temin ile meşgul olduğundan aileleri arasında
gündüzleri değil, gecelerini taksim etmesi gerekir. Ancak bekçi gibi geçimini
geceleri temin eden kimseler hanımları arasında gecelerini değil gündüzlerini
taksim ederler.
Hanımları arasında
gecelerini taksim eden bir kimse gündüzlerini de bir önceki geceye tabî olarak
taksim etmiş sayılır. Çünkü gündüz bir önceki geceye tabidir. Gece hangi
kadının hakkı ise, geceyi takib eden gündüzde onun hakkıdır. Bu bakımdan
ayların ilki geceleyin başlar. Binaenaleyh bir kimse aileleri arasında
gündüzlerini paylaştırmış olsa gündüzlerin tabi oldukları bir önceki geceyi de
paylaştırmış sayılacağından netice değişmez. Kumalardan birine tahsis edilen
bir gecede kocanın diğer bir kumanın odasına girmesi caiz değildir.[616]
Fakat ağır hastalık
hali gibi zaruri durumlarda girebilir. Kısa zamanda hastanın ihtiyacını
karşılayıp çıkarsa, Kocanın bu gecenin tahsis edildiği kadın lehine geçen
zamanı o kadına telafi etmesi gerekmez. Fakat geceyi orada geçirirse sonra bu
gecenin esas sahibi olan kadın için telafi gerekir. Bir geceden daha fazla
orada kalmışsa o kadın iyileştikten sonra geçen zamanın bütün kumalar için
hesaplanarak telafisi gerekir. Erkek zaruret olmadan yanında bulunduğu kadının
odasını kısa süre terk edecek olursa günah işlemiş olur, Fakat bu zaman kısa
olduğu için telafi etmez.
Kendisine tahsis
edilmediği halde gecenin bir saatinde kumanın biriyle cinsi münâsebette
bulunacak olursa, bu mevzuda iki görüş vardır.
1. Kocanın
bunu telafi etmesi gerekmez, çünkü koca gecenin-kendisine tahsis edildiği
kadınla cinsi münasebette bulunmaya mecbur değildir.
2. Telafisi
gerekir. Binaenaleyh cinsi münasebette bulunduğu kadının bir nöbetinde de
terkettiği kadınla cinsi münasebette bulunması gerekir. Kocanın nöbetine
rastlamayan bir gecede bir kumanın fercinden aşağısından istifade etmesi
halinde ise iki görüş vardır.
a. Bunda bir
sakınca yoktur. Bu görüşte olan ulemanın delili 2135 numaralı hadis-i şeriftir.
b. Bu caiz
değildir. Çünkü bununla kadın o gece sükûnet bulur.
Oysa bu, nöbeti olan
kadının hakkıdır. Binaenaleyh kadından bu şekilde faydalanmak cimaya
benzediğinden nöbeti olmayan kumaya bu şekilde yaklaşmak caiz değildir şayet
erkek bu kumanın yanında uzun müddet kalmışsa bu geçen zamanı nöbeti olan
kadın için telafi etmesi gerekir.
Kocanın ailelerinden
birisi cariye olursa o zaman cariye olan karısı için bir, diğerleri için ise
iki gece tahsis etmesi gerekir.
İmam Şafiî ile İshak,
Sevri, Evzaİ ve rey taraftarları bu görüştedirler. İmam Malikten bu mevzuda
rivayet edilen iki görüşten birisine göre ise, erkek hanımları arasında nafaka
ve ikâmet noktasında adaleti sağlamak mecburiyetinde olduğundan geceleri taksim
etme hususunda adalete riayet etmesi şarttır. Birinci görüşte olan uiemanın delili
"bir cariyenin üstüne hür bir kadınla evlenecek olursan onun için iki
gece, cariye içinde bir gece taksim et."[617]
mealindeki hadis-i şeriftir. Ancak senedinde el-Minhal b. Amr bulunduğundan bu
hadis zayıftır. İkinci görüşü benimseyen ulemaya göre ise, müslüman bir kadınla
kitabî olan bir kadın aile hukukunda eşit olduklarından cariyeninde eşit olması
gerekir.[618]
Çok evliliğin
sorumluluğunu ve islam dininin kılı kırk yaran inceliği karşısında kadınların
hukukuna riâyet etmekte gösterilmesi gereken titizliği biraz olsun
anlatabilmek için bu bahsi biraz uzattık bu kadarıyla yetiniyoruz.[619]
2139.
...Ukbe b. Amir (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Sizin yerine getireceğiniz şartların en başta geleni
kendisiyle kadınları helâl kıldığınız şey (mehildir.[620]
Ulemânın pek çoğu
hadiste geçen "ehakk" kelimesinin "evlâ, başta gelen"
manasına geldiğini söylemişlerdir.
Bazıları da bu kelimeye, en ziyade yerine getirilmesi gereken bir görev-manası
vermişlerdir. Öncelik hakkı olan bu şartın veya şartların umumi şartlar mı
yoksa mubah olan şartlar mı, yahutta nikahla ilgili olan mehir ve iddet gibi
şeyler mi olduğu mevzuunda ulema ihtilaf etmişlerdir.
İmam Nevevi'nin
beyanına göre, imam Şafiî ile ulemanın ekserisine göre buradaki şartlardan
maksadın nikahın gayesine uygun olan iyi geçinmek, kadının nafakasını,
meskenini günün şartlarına uygun olarak temin etmek olduğunu söylemişlerdir.
Şurasınıda unutmamak gerekir ki nikahın gayesine ve gereğine aykırı düşen
nafaka vermemek adalete riayet etmemek gibi şartların ifası gerekmez. Çünkü
Peygamber (s.a.) "Allah'ın kitabında bulunmayan her şart batıldır"
buyurmuştur.[621]
Binaenaleyh ifa
edilmekte öncelik hakkı bulunan şartlar nikahtan önce nikahın gayesine uygun
olan ve evlilik bağını takviye eden şartlardır. İmam Ahmed ile ulemadan bir
cemaat mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifi delil getirerek bu şartların
yerine getirilmesinin farz olduğunu söylemişlerdir.[622]
Bu hadis-i şerif
nikahtan önce kız yada kızın temsılcılen tarafından ilen sürülen şartların en
önce ifa edilmesi gerektiğine delalet etmektedir. Nikahla ilgili şartlar üç
kısımdır.
1. Yerine getirilmesinin
farz olduğunda ulemanın ittifak ettiği şartlardır. Bu da Allah'ın emrettiği
iyi davranmak suretiyle evliliği sürdürme yada iyilikle boşamak şartıdır.
Ulemanın büyük çoğunluğuna göre mevzumuzu teşkil eden hadiste öncelik hakkı
tanınan şartlar bunlardır.
2. Yerine
getirilmeyeceğinde âlimlerin ittifak ettikleri şartlardır.Nikahın mehirsiz
olması, kadına nafaka verilmemesi, verilen mehrin kocaya iade edilmesi, kocanın
karısıyla cinsi münasebette bulunmaması, cinsi münasebet esnasında erkeğin menisini
dışarıya akıtması, evin ihtiyaçlarını
temin etmemesi gibi. Bu gibi şartlar nikahın gayesine aykırı olduğu için yerine
getirilmesi gerekmediğinde ulema ittifak etmişlerdir.
Binaenaleyh bu şartlar
geçersizdir fakat bu şartlarla kıyılan nikah sahihtir.
3. Yerine
getirilip getirilmeyeceği hususunda ulemânın ihtilaf ettiği şartlardır. Kocanın
bu kadın üstüne bir daha evlenmemesi, kadının bulunduğu evden kocasının evine
götürülmemesi, kocasıyla sefere çıkarılmaması gibi. Zühri ile Katâde, Hanefi
uleması, imam Mâlik, Şafiî, Leys b. Sa'd ve Sevri'ye göre bu şartlar bâtıldır.
Ve bu şartlarla kıyılan nikah sahihtir. Erkeğin bu şartlarla evlenmiş olduğu
kadına sadece mehr-i misil ödemesi gerekir. Çünkü bu şartlar Allah'ın kitabında
bulunmadığı gibi nikahın gayesine de uygun değildir. Bu bakımdan bu ve benzeri
şartlar kadının kendini kocasına teslim etmesi şartına benzediğinden bâtıldır,
geçersizdir yerine getirilmesi gerekmez.
İmam Evzai ile İshak
ve Ahmed'e göre ise, sözü geçen şartlarla kıyılan nikah sahih olduğu gibi koca
da bu şartları yerine getirmekle mükelleftir. Ömer b. El-Hattab ile Sa'd b.
Ebî Vakkas ve Amr b. el-Âs'ın da bu görüşte oldukları rivayet olunmuştur.
Delilleri ise, mevzumuzu teşkil eden hadis-i şeriftir. Başta Kadı Iyaz olmak
üzere bazı alimler de hadis-i şerifte geçen öncelikle yerine getirilmesi
gereken şarttan maksadın mehir olduğunu söylemişlerdir. İmam Tirmizî'nin bu
mevzu ile ilgili görüşlerini naklederek bu konuya son veriyoruz." Bu hadis
hasen-sahih'tir. Peygamber (s.a.)'in ashabından bazı ilim adamlarının ameli bu
hadis üzeredir ve Ömer b. el-Hattab da onlardandır. Diyorki: "Bir erkek,
bir kadınla evlenir ve o kadını memleketinden çıkarmamayı taahhüt ederse,
bilahare çıkarma hakkına sahip değildir" Kimi ilim adamlarının kavli
budur.
Şafiî, Ahmet ve İshak,
bu kavle zahip olmuşlardır. Ali b. Ebi Talib'-den şöyle dediği rivayet edildi;
"Allah'ın şartı, kadının şartından öncedir." Anlaşılan şu ki, kadın
kocasının kendisini (memleketinden) çıkarmamasını şart koşmuş olsa da Hz. Ali
(k.v.) kocaya çıkarma hakkı tanımıştır. Bazı ilim adamları da bu kavle zahib
olmuşlardır. Süfyan es-Sevri ve bir kısım Küfelilerin görüşü budur.[623]
2140.
...Kays,b. Sa'd'dan demiştir ki: "Ben Hîre'ye geldiğim zaman Hîre'lilerin
baş kumandanlarına secde etmekte olduklarını gördüm ve (kendi kendime)
Rasûlullah, secde edilmeye onlardan daha lâyıktır, dedim. (Bunun üzerine)
Rasûl-i Ekrem'in yanına gelip;
Hireye gitmiştim.
Onları (Hirelileri) başkumandanlarına secde ederlerken gördüm.
Ey Allah'ın Rasûl-ü,
sen secde edilmeye (onlardan) daha layıksın" dedim. (Resûl-i Ekrem de)
"Sen (buna)
inanıyor musun? Sen benim kabrime uğramış olsan ona secde eder misin?"
diye sordu. (Ben de);
"Hayır" diye
cevap verdim. Bunun üzerine (Rasûl-i Ekrem-Efendimiz)
"(Bunu)
yapmayınız, eğer ben (insanlardan) birinin (diğer) birine secde etmesini
emredecek olsaydım kadınların kocalarına secde etmelerini emrederdim. Çünkü
Allah kadınlar üzerine kocalar için bir hak koymuştur” buyurdu.[624]
İslam dini tevhid
dinidir. Allah'tan başka bir varlığa secde etmek İslâmın tevhid esasına ve
ruhuna aykırı olduğundan yasaklanmıştır. Binaenaleyh ezeli ve ebedi olan mutlak
kuvvet ve kudret sahibi Allah tealadan başkasına secde etmek yasaktır haramdır.
Allah teâlâ, Kur'an-ı Kerim'inde "Erkekler kadınlar üzerine yöneticidirler.
Çünki Allah kimini kimine üstün kılmıştır ve cünki erkekler (kadınlara)
mallarından harcamaktadırlar"[625]
buyurarak erkeklerin kadınlar üzerinde yönetici olduklarını ifade etmişse de
insanların birbirlerine secde etmelerine asla izin vermemiştir.[626]
1. Ne kadar
güçlü ve kuvvetli olursa olsun bir yaratığa secde etmek asla caiz değildir.
Secde ancak aziz ve celil olan Allah teâlâ hazretlerine yapılabilir.
2. Erkeklerin
zevceleri üzerindeki hakları büyüktür. Nitekim meallerini sunacağımız şu
hadis-i şeriflerde bu gerçeği dile getirmektedir.
"Husayn b.
Muhsan'in halası bir ihtiyacından dolayı Rasul-i Ekrem'in yanına gitmişti.
Rasûl-i Ekrem ona "evli misin?" diye sordu. O da "evet"
diye cevap verdi. Rasûl-i Ekrem bu defa "ona karşı hizmetin
nasıldır?" dedi. Kadın: "Gücüm yettiği kadar ona hizmette kusur
etmiyorum" deyince, Rasûl-i Ekrem "sen ona karış hizmetine dikkat et.
Çünkü senin cennete girmen de cehenneme girmen de ona yapacağın hizmete
bağlıdır." buyurdu.[627]
"Âişe (r.anha)
dedi ki: "Rasûlullah (s.a.)'e "kadın üzerinde en büyük hakkı olan
kimdir?" diye sordum da "kocasıdır" cevabını verdi." Erkek
üzerinde en büyük hakkı olan kimdir?" dedim. "Annesidir" buyurdu."[628]
2141. ...Ebu
Htireyre (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Bir adam
karısını yatağına çağırdığında gelmez de bu yüzden kocası geceyi ona öfkeli
olarak geçirirse sabaha kadar melekler o kadına lanet ederler"[629]
Bir kadının hayız ve
nifas gibi şer'î bir özrü olmaksızın cinsî münâsebette bulunmak maksadıyla
kendisim yatağına çağıran kocasının isteğine uymaması haramdır. Bu günahı
işleyen bir kadına o gece sabaha kadar melekler lanet ederler. Ulemadan bazılarının
beyânına göre bu melekler Allah teâlâ'nın Kur'an-ı keriminde "onların her
birine önünden ve arkasından izleyen melekler vardır, onu Allah'ın emriyle
korur..."[630]
buyurarak varlıklarını haber verdiği, insanları önlerinden ve arkalarından
gelecek tehlikelerden koruyan hafaza melekleridir. Bazılarına göre de bu
günahı işleyen kadına lanet eden meleklerden maksat gök melekleridir. Nitekim
Müslimin rivayet ettiği mealdeki hadisin zahiri de bu görüşü desteklemektedir.
"Nefsim kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki: Eğer bir adam karısını
yatağına davet eder de kadın razı olmazsa, kocası ondan razı oluncaya kadar
gökte bulunan (melekler) ona gazabeder(ler)"[631]
Hadis-i şeriften kadının kocasının sadece gece yapacağı davetine icabet
etmediğinden günahkar olacağı, gündüz ki davetine uymamakla günahkar olmayacağı
mânâsını çıkarmak doğru değildir. Çünki hadis-i şerifte sadece kocanın gecedeki
davetinden bahsedilib de gündüzleri olabilecek davetinden söz edilmemesi,
kocanın gündüz ki davetine uymamanın haram olmadığından değil; kocaların,
karılarını yatağa genellikle geceleri çağırdıklarındandır.[632]
1. Kocanın
karısı üzerindeki hakkı büyüktür. Bu bakımdan bir kadının kocası kendisim
yatağa çağırdığı zaman hemen bu çağrıya uymalıdır. Eğer bu çağrıya uymakta
gecikirse veya uymazsa melekler o kadına sabaha kadar lanet ederler. Nitekim
şu manaya gelen hadis-i şerifler de bu gerçeği teyid etmektedirler. "Üç
kişi vardırki, hiç bir namazı makbul değildir.
a. Kavmi
kendisinden hoşlanmadığı halde onlara imamlık eden kimse,
b. Kocası
kendisine kızgın olduğu halde geceleyen kadın,
c. Birbirine
küs duran iki kardeş."[633]
"Bir erkek, haceti için karısını çağırdığında, tandırın başında bile olsa
(bırakıp) kocasına gelsin."[634]
2. Melekler, günah işleyen kimselere, o günaha
devam ettikleri müddetçe lanet ederler. Sevap işleyen kimselere de bu sevaba
devam ettikleri müddetçe dua ederler.
3. Melaikenin duası makbuldür.[635]
2142.
...Muaviye el-kuşeyri'den; demiştir ki: (Peygambere hitaben);
Ya Rasûlullah, bizim
birimizin üzerinde, zevcesinin hakkı nedir?" diye sordum da,
"Yediğin zaman
ona da yedirmen, elbise aldığın zaman ona da almandır. (Sakın) yüze vurma,
(onu) kötüleme evin dışında (onu) terk etme." diye cevap verdi.[636]
"(Ebu Davud dedi
ki: "(Onu) kötüleme" (sözüyle yasaklanmak istenen senin, karına
hitaben) "Allah seni ne çirkin yaratmış" demendir.)"[637]
Muaviye el-Kuşeyri
"bizim birimiz” diyerek üçüncü şahsa delalet eden kelimelerle sorduğu
halde, Rasûl-i Ekrem'in ona; "yediğin zaman ona da yedirmen, elbise
aldığın zaman ona da almandır" buyurarak ikinci şahıs sigasıyla cevap
vermesi, kadının yeme ve giyme hakkının önemini belirtmek içindir. Aslında
kadının erkek üzerindeki hakkı sadece hadiste sayılanlardan ibaret değildir.
Fakat kadının erkek üzerindeki haklan içerisinde ön sırayı aldıkları için
bunlardan bahsedilmekle yetinilmiştir. Binaenaleyh erkeğin kızgınlıkla karısını
evden kovması haramdır.
Binaenaleyh erkek mali
gücüne göre kendisinin yiyeceğine ve giyeceğine nasıl dikkat ederse, karısının
yiyeceğine ve giyeceğinede öylece dikkat etmelidir. Ve erkek Allah'ın
emirlerini terk etmek gibi kadının dövülmesini gerektiren hatalarını bulduğu
zaman onu dövmek mecburiyetinde kaldığında yüzüne vurmamalıdır. Çünkü yüz,
insanın en şerefli organıdır. Ayrıca görme, işitme, koklama, tatma gibi duyu
organları yüzdedir, yüze vurulduğu zaman bu organların zayıflaması ya da
tamamen mahvolup gitmesi mümkündür. Bir insanın karısının çirkin olduğunu
söyleyerek onu kötülemesi her şeyden önce Allah'ın yarattığı bir vücudu veya
organı kötülemek veya beğenmemek demek olduğundan bu organların veya vücudun
yaratıcısını tenkit etmek demektir. Bu bakımdan erkeğin karısına bu mânâya
gelecek sözler söylemesi haram kılınmıştır. Kadının evin dışında terk edilmesi
demek ona duyulan kırgınlık sebebiyle onu evden kovmak demektir. Binaenaleyh
erkeğin kızgınlıkla karısını evden kovması haramdır.
Ancak evin içerisinde
bir süre onun yatağım veya odasını ayırmasında bir sakınca yoktur. Nitekim
Kur'an-ı Kerim'de "dikkafalılık, şirretlik etmelerinden korktuğunuz
kadınlara öğüt verin yataklarından ayrılın."[638]
buyurulmuştur.[639]
1. Erkeğin
kadının yiyecek ve giyeceklerini içinde bulundukları şartlara göre temin
etmesi, onu kötüleyici sözler söylememesi, yüzüne vurmaması ve evinden
kovmaması kadının erkek üzerindeki hakları cümlesindendir.
2. Erkeğin
riâyet etmesi gereken kadınlara aid haklardan biri de onun yüzüne vurmaktan
kaçınmasıdır.
3. İsyankar
kadınların, düzelmeleri için bütün terbiye yolları denendikten sonra dövmekten
başka çare olmadığı takdirde yüzüne vurmadan hafifçe dövmek
caizdir. Hanefi ulemasından Kadihan'ın beyânına göre bir erkek karısını
şu dört sebepten dolayı dövebilir.
a. Erkek
arzu ettiği halde kadının (ev içinde) süslenmekten kaçınması.
b. Hayızlı
ve nifaslı olmadığı halde kadının, kocasının cinsel temas arzusunu reddetmesi.
c. Namaz
veya guslü terk etmesi (İmam Muhammede göre namazı terkettiği için kadın
dövülemez) Aslında guslü terk etmek namazı terk etmek gibidir.
d. Kocasının
izni olmaksızın evden dışarı çıkması.[640]
2143. ...Muaviye
b. Hayde'den; demiştir ki, (Hz. Peygamber)
Ey Allah'ın Rasûl-ü,
kadınlarımıza nerelerinden yaklaşalım ve nerelerine yaklaşmaktan kaçınalım diye
sordum da;
"Tarlana
istediğin şekilde yaklaş(a bilirsin). Yediğin zaman ona da yedir kendine elbise
aldığın zaman ona da al. Kendisim çirkinlikle nitelendirme ve dövme!"
Ebu Dâvûd dedi ki:
Şu'be (b. Haccac bu hadisi); "yediğin zaman ona dayedirirsin (kendine)
elbise aldığın zaman (ona da) alırsın" (şeklinde muzâri sîgasıyla)
rivayet etti.”[641]
Bu hadis-i şerif
dübürüne ilişmemek şartıyla kadının tarla durumunda olan fercine önden veya
arkasından yaklaşmanın caiz olduğunu ifade, etmektedir. Bir önceki hadisin şerhinde
bu hadis-i şerif hakkında gerekli açıklama yapıldığından burada tekrara lüzum
görmüyoruz. Ancak bir önceki hadis-i şerifte olmayıp da bu hadis-i şerifte
bulunan "bir kimsenin, dübürüne ilişmeksizin karısının fercine önünden
yada arkasından yaklaşması" meselesi üzerinde durmak istiyoruz. Bilindiği
gibi metinde geçen, cümlesindeki "Ennâ" kelimesi "neresi"
ve "nasıl" mânâlarına gelen müşterek bir kelimedir. Hadis-i
şeriflerde ve âyet-i kerimelerde bulunan bazı karineler bu kelimenin
"neresi" mânâsında değilde, "nasıl" manasında
kullanıldığına delâlet etmektedir. Nitekim bu hadis-i şerifte bulunan kelimesi
de "enna" kelimesinin "nasıl" manasında kullanılmış
olduğunu ve bu hadis-i şerifin "dübürüne ilişmeden istediğin şekilde
karına yaklaşabilirsin" anlamına geldiğine delalet etmektedir. Çünkü tarla
kendisine tohum ekilen bir yer olduğuna göre hadiste geçen tarla kelimesinden
maksadın kadının ferci olduğunda şüphe yoktur.
Ehli sünnet ulemasının
bu mevzudaki görüşünü imam Nevevi şöyle dile getiriyor: "Sözlerine itimad
edilen ulema, kadına gerek temiz gerekse hayızlı halinde dübüründen cima
etmenin haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Delilleri ise, "karısıyla
dübüründen cima eden melundur"[642]
gibi meşhur hadislerdir. Ulemamız her halükarda gerek insan ve gerekse hayvan
dübürüne cima etmenin haram olduğunu söylemişlerdir. Gerçekten sahabe ve
tabiinin büyük çoğunluğu da bunun haram olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşte
olanlar arasında sahabeden Ali b. Ebi Tâlib Abdullah b. Abbas, Abdullah b.
Mesûd, Abdullah b. Amr, Câbir b. Abdillah, Ebu-d-Derda, Ebu Hüreyre, Ali b. Ebî
Tâlib ve Ümmü Seleme (r.anha) ile tabiinden Said b. el-Müseyyeb, Mücâhid,
İbrahim en-Nehaî, Ebu Seleme b. Abdurrahman ve Atâ b. Ebî Rebâh'ı; Mezheb
imamlarından da Süfyân es-Sevri ile İmam Ebu Hanife, imam Ebî Yusuf, imam
Muhammed, imam Ahmed, İshak ve Şafiî'yi sayabiliriz. Sözü geçen bu zevat birçok
hadisleri delil getirerek bu mevzudaki görüşlerinin doğruluğunu isbat
etmişlerdir. Nitekim Tahâvi ile Taberânî'nin sahih isnadla tahriç ettikleri
"Allah hakikati beyandan istihya etmez. Kadınlara dübürlerinden cima
etmeyiniz."[643]
mealindeki İbn Hüzeyme hadisi ile Tahavi, Tayalisi ve Beyhakînin Sahih bir
isnatla tahriç ettikleri "kadınlarla dübürlerinden cim ada bulunmak küçük
livatadır"[644]
mealindeki Amr b. Şuayb hadisi, yine Tahavi ile ibn Ebi Şeybe, İbn Mace ve imam
Ahmed'in tahriç ettikleri "karısına dübürlerinden cimada bulunan kimseye
Allah (azze ve celle) bakmaz"[645]
anlamındaki hadis-i şerif de bu görüşü desteklemektedir. Bu konuyu 2162 numaralı
hadisin şerhinde gene ele alacağız inşallahû teâlâ.[646]
2144.
...Muaviye el-kuşeyri'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.)'ın yanına varıp;
Hanımlarımız hakkında
ne dersiniz? diye sordum da;
"Yediklerinizden
onlara da yediriniz, giydiklerinizden onlara da giydiriniz, onları döğmeyiniz
ve kötülemeyiniz" buyurdu.[647]
Bu hadis-i şerif de 2142 no'lu hadis-i şerif gibi
kadının kocası üzerindeki haklarını ifade etmekte ve bir kisenin
karısına karşı en başta gelen görevlerinin "yediğinden yedirmesi, giydiğinden
giydirmesi, onu dövmemesi ve kötülememesi" olduğunu dört maddede
açıklamaktadır.[648]
1. Bir
erkek, malî imkanları ölçüsünde karısına yediğinden yedirmek, giydiğinden de giydirmekle
mükelleftir. Kadının kocası üzerindeki hakları cümlesinden olan bu husus
kitap, sünnet ve icma' ile sabittir. Kitaptan delili; "Eli geniş olan,
genişliğine göre nafaka versin. Rızkı kısılmış bulunan da Allah'ın kendisine
verdiğinden versin. Allah bir kişiye ne vermişse ancak onu yükler..."[649]
âyet-i kerîmesidir. Sünnetten delili ise, emvzumuzu teşkil eden hadis-i şerif
ile Süleyman b. Amr'ın rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir;
Babam Amr'ın bana
anlattığına göre kendisi veda haccında Rasûlullah (s.a.) ile beraber bulunmuş
ve Rasûlullah (s.a.) meşhur 'veda hutbesi'-nde Allah'a hamd ve senadan sonra
vaaz ve nasihat ederek şöyle buyurmuştur;
"Ey Ashabım!
Kadınlarınıza karşı iyi davranmanızı tavsiye ederim. Çünkü onlar, sizin
yanınızda (sizlere bağlılık bakımından) esirler (gibidirler. Şu (malum cinsel
ilişkilerden başka onların hiçbir şeyine mâlik değilsiniz. Ancak çirkinliği
apaçık olan bir suç işlemeleri müstesna. O zaman onların yataklarım terk ediniz
ve eziyet verici olmayan şekilde onları dövünüz. Eğer bundan sonra size itaat
ederlerse, onların üstüne varmak için bir bahane aramayın. Kuşkusuz karılarınız
üstünde sizin hakkınız ve sizin üzerinizde de onların hakkı vardır.
Kadınlarınız üstünde
sizin hakkınız, sevmediğiniz kimseleri evinize ayak bastırmamaları ve
hoşlanmadığınız hiçbir kimsenin evinize girmesine izin vermemeleridir. Şunu iyi
biliniz ki sizin üzerinizde onların hakkı, giyimlerinde ve yemelerinde
kendilerine iyi muamele etmenizdir."[650]
Ayrıca baliğ olmuş bir
kocanın, kendisine isyan etmediği sürece, karısının geçimini temin etmekle
mükellef olduğunda ulemâ ittifak etmiştir. Çünkü kadın evde onun hizmetiyle
meşgul ve mükelleftir. Binâenaleyh kadının bu görevi, onu ihtiyaçlarını temin
etmek Üzere dışarı çıkmaktan alıkoyduğundan, onun yiyecek, içecek, giyecek ve
mesken ihtiyaçlarını temin etme görevi kocasına yüklenmiştir. Her iki görevi
birden kadına yüklemek onu gücünün üstünde bir görevle mükellef tutmak olur
ki, Allah teâlâ hiçbir kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez.[651]
Hanefî ulemâsına göre
koca bu görevini yerine getirirken mâli imkanları ölçüsünde hareket eder.
içinde bulunduğu şartlara ve imkanlara göre, dinî ölçüler içerisinde bu
görevini yerine getirir. Delilleri ise, "Eli geniş olan genişliğine göre
nafaka versin. Rızkı kısılmış bulunan da Allah'ın kendisine verdiğinden versin.
Allah bir kişiye ne vermişse ancak onu yükler."[652]
âyet-i kerîmesidir.
Mâlikî ulemâsına göre
ise, kadının günlük nafakası, erkeğin mâlî durumuna ve kadının hâline göre
tesbit edilir. Eğer erkek zengin karısı da fakir olursa, o karısının nafakasını
fakir kadınların nafakasından daha üstün seviyede temin etmesi gerekir. Erkek
fakir olursa o zaman nafakayı yine karısının zengin veya fakir olmasına göre
uygun olan ölçüler içerisinde temin eder.
Binâenaleyh zengin bir
erkeğin fakir olan karısına zengin olan bir kadının nafakası seviyesinde bir
nafaka temin etmekle mükellef olmadığı gibi, fakir olan bir erkek de zengin
olan karısına fakir bir kadın nafakası seviyesinde bir nafaka vermekle
yetinemez. Yani fakir olan erkek zengin olan karışına, içinde bulunduklar
şehrin âdetine ve kendi mâli gücüne göre fakir kadınların nafakasının üstünde
bir nafaka temin etmekle mükelleftir. Meselâ darı ekmeği yenen bir köyde kadın
için buğday ekmeği temin etmek gerekmediği gibi, buğday ekmeği yemek âdet
olmayan bir köyde de buğday ekmeği temin etmek gerekmez. Giyecek ve mesken
temininde de hüküm böyledir.
Şafiî ulemâsına göre
ise kadının nafakası erkeğin durumuna göre müdd hesabıyla[653]
tesbit edilir. Şöyle ki; Zengin olan bir koca karısına her gün için iki müddlük
bir nafaka öderken, fakir olan bir koca bir müdd, orta halli olan bir koca ise
her gün için bir buçuk müddlük nafaka ödemekle mükelleftir. Ancak bu,
şâfiîlerin nafakayı bu şekilde takdir etmelerinin kitap veya sünnetten bir
delîii olmadığı gibi, bu takdir şu hadis-i şerife de aykırıdır; "Ebû
Süfyan'ın karısı Hînd bint Utbe, Rasûlullah (s.a.)'in yanına girerek "Yâ
Rasûlullah, gerçekten Ebû Süfyan cimri bir adamdır. Bana, kendime ve oğullanma
yetecek kadar nafaka vermiyor. Meğer ki onun haberi olmadan malından almış
olayım. Acaba bunda bana bir günah var mıdır?" dedi. Bunun üzerine
Rasülallah (s.a.) "onun malından iyilikle sana ve oğullarına yetecek kadar
al" buyurdular."[654]
Şafiî ulemasından imâm
Nevevî de bu- mevzûdaki görüşlerini şöyle ifade ediyor: "Bu hadiste.nafaka
tesbitinin müdd hesabıyla değil, kifayet esasına göre yapılması gerektiği ifade
edilmektedir.
Bizim Şafiî ulemâsına
göre ise, yakın akrabaların nafakası kifayet esâsına göre, zevcelerin nafakası
müdd hesabıyla tesbit edilir."
Ahmed b. Han bel1 c
göre ise, zevcenin nafakası kadınla erkeğin her ikisinin de durumu nazar-ı
itibâra alınarak tesbit edilir. Şöyle ki: Eğer her ikisi de zengin iseler
erkeğin her gün için karısına zengin bir kadının nafaka ihtiyacı kadar bir
nafaka temin etmesi gerekir. Eğer her ikisi de fakir iseler, fakir bir kadına
ödenmesi gereken nafaka kadar b"ir nafaka ödemesi gerekir. Her ikisinin de
orta halli olmaları halinde ise, erkeğin zevcesine orta halli bir kadının nafakası
kadar nafaka temin etmesi gerekir. Birinin zengin diğerinin fakir olması
halinde ise,, erkek her gün için orta halli bir kadının günlük nafaka ihtiyacı
kadar bir nafalca temin etmekle mükelleftir. Hanefî ulemasından el-Hassâf da
bu görüşü tercih etmiştir.
Bu mevzuda mevcut
deliller Hanefî ulemâsıyla İmâm Mâlik'in görüşünü te'yid etmektedir.
2. Bir
kimsenin, hanımının yüzüne tokat atması caiz değildir. Çünkü bütün duyu
organları başta olduğu için yüze vurmakla bunların hayatiyeti ve hassasiyeti
kısmen veya tamamen kaybolabileceği gibi bütün vücûdun ve sinir sisteminin en
önemli merkezi olan beynin de zarar görmesi mümkündür.
3. isyankâr
ve sadist ruhlu bir kadının terbiyesi için bütün yollar denendikten sonra,
yüzüne vurmamak şartıyla, döğülmesi caizdir. Bir numara sonra gelecek olan
hadis-i şerifte bu mevzuya tekrar döneceğiz.
4. Erkeğin,
kadına karşı onun yaptığı işleri veya vücudunu kötüleyici sözler sarf etmesi
caiz değildir. Çünkü Peygamber Efendimiz
"Sizin en
hayırlınız, ailesine en hayırlı olanımzdır. Sizin ailesine karşı en hayırlı
olamnımz da benim."[655]
"Müminlerin iman
bakımından en kâmili, ahlakça en güzel olanlarıdır. Ve sizin en hayırlınız
hanımlarına en iyi davranamzdır."[656]
buyurmuştur.
5. Eğer
erkeğin kadını yalnız bırakmasını gerektiren bir durum ortaya çıkacak olursa,
onu odasını yahut yatağını ayırmak suretiyle sadece ev. içerisinde belli bir
süre yalnız bırakması caizdir. Ama onu evden kovarak yalnızlığa terketmesi
doğru değildir.[657]
2145. ...Ebu
Hürre er-Rukâşi, amcasından naklen peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:
"Eğer siz onların
isyan etmesinden endişe ediyorsanız, onların yataklarından ayrılınız."[658]
(Ravi) Hammad dedi ki,
(Peygamber (s.a.) "Onların yataklarından ayrılınız" sözüyle
"Onlarla cima (etmekten uzak durunuz") demek istiyor."[659]
Aslında kadınlara
dayak atmak İslâm'ın teşvik ettiği bir metod değildir. Normal olarak sürüp giden aile haytında erkek
karısına iyi davranmakla mükelleftir. Erkeğin Allah yanındaki derecesinin de
karısına karşı davranışlarındaki mülâyemet ve olgunlukla ölçüleceğine dâir
haberler vardır.[660]
Ayrıca Rasûl-i Ekrem
Efendimizin "Sizin hayırlılarınız hiçbir zaman (hanımlarını)
dövmezler" manâsına gelen hadis-i şerifine dayanarak ulema bazı hallerde
kadını dövmek mubah olmakla birlikte dövmekten kaçınmanın daha efdal olduğunda
ittifak etmişlerdir.[661]
Bu bakımdan kocanın
hukukunu gözetmeyen, devamlı surette huzursuzluk çıkaran bir kadına karşı ilk
gösterilecek tepki dayak atmak değildir. Bu durumda olan kadınlara karşı takip
edilecek yolun nasıl olacağını Allah teâlâ ve tekaddes hazretleri bizlere
Kur'ân-ı keriminde şöyle açıklamıştır; "Dikkafalılık, şirretlik
etmelerinden korktuğunuz kadınlara (önce) öğüt veriniz, (sonra) yataklarından
ayrılın ve (bunlarla da yola gelmezlerse) dövün! Eğer size itaat ederlerse,
artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Çünkü Allah yücedir,
büyüktür."[662]
Görülüyor ki bu âyet-i
kerîmede Allah, insan tabîatına uygun yolları göstermiştir. İsyankar ve
geçimsiz bir kadını yola getirmek için önce yumuşak metodlar kullanılır.
Kocasına karşı görevleri kendisine yumuşak ve etkili bir dille anlatılır.
"Allahtan kork, kocana itaat etmek senin üzerine farzdır. Bana isyan
edince Allah'ın cezasına uğrarsın" gibi öğütler verilir. Bu şekilde
davranmak fayda vermediği zaman kadından ayrı yatmak etkili olabilir. Çünkü
kocasını seven bir kadın onun ayrı yatmasın?, dayanamaz, çok zoruna gider,
hatâsını anlayıp vazgeçebilir. Bazı âlimlere göre kadının yatağından ayrılmak
demek onun yatağından ayrı bir yatakta yatmak değil, fakat aynı yatakta
arkasını dönerek yatmak ve birleşmeden de kaçınmaktır.
Kadın bununla da yola
gelmez huysuzluğuna devam ederse, son çare olarak fazla ileri gitmeden hafifçe
dövülebilir. Binâenaleyh dövme baş vurulacak en son ıslah metodudur.
Bununla beraber
karısını dövmek zorunda kalan bir kimse, İslâmın çizdiği sınırın dışına
çıkmamalı, nefsinin kızgınlığına kapılıp bütün gücüyle zavallının neresine
isabet ederse etsin hiç aldırmadan vurmamalı öfkesine hâkim olup sâdece
terbiye için doğduğunun şuurunda olmalı.
Kıymetli ilim
adamlarımızdan merhum Hamdi Yazır bu konuda şunlan söylüyor: "Zamanımızda
Kur'ânın işbu "dövünüz" emrini kötü tefsir ederek dillerine dolamak
isteyen bâzı avrupalılar görüyoruz. Fakat ne ga-rib tesadüftür ki biz âyetin
tefsiriyle meşgul olduğumuz sırada bir Fransız mahkemesinin, kocası tarafından
dövülmüş olan bir Fransız karısının açtığı dâvaya karşı 'Hırçınlık edip
kocasını tehevvüre getiren bir kadının yediği dayaktan dolayı boşanma davası
açmasına hakkı olmadığına hükmettiğini gazeteler ilan ediyordu."[663]
N.etîce olarak şunu
söyleyebiliriz ki, karısında isyan alâmetleri görmeye başlayan bir kimse Önce
ona öğüt vermeli, öğüt de fayda vermiyorsa, onun yatağını ayırmalıdır. Eğer
yine de fayda vermemişse onu hafifçe dövmelidir. Onu acımasızca dövmek caiz
değildir.
Nitekim Abdullah b.
Zem'a'nın rivayetine göre Peygamber (s.a.) "Sizin hiçbiriniz karısını
köle gibi döğüp bir de o günün akşamında onunla yatmasın." buyurmuştur.[664]
Tefsir ulemâsının beyânına göre döverken aşırılıktan sakınmak, kamçı ve değnek
ile değil, bükülmüş mendille veya elle vurmak, yüze göze vurmaktan sakınmak,
vücudun bir yerine değil, ayrı ayrı yerlerine vurmak gerekir. İbn Abbas ile
Atâ'ya göre ise kadın ancak misvak ile dövülebilir.[665]
Ayrıca dayak âletinin on'dan fazla vurulması da caiz değildir.[666]
Hanbeli ulemâsından
İbn Kudâme bu mevzudaki görüşlerini şöyle ifâde ediyor: "Bir insan
karısını namaz kılmadığından dolayı dövebilir. İsmail b. Saîd bir kimsenin
karısını namaz kılmadığı için döğmesinin caiz olup olmayacağını İmâm Ahmed'e
sordu da Hz. İmâm ona farzları terkeden bir kadım kocasının dövebileceğini
söyledi.
Nitekim Hz. Ali de
"Ey inananlar kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki onun yakıtı
insanlar ve taşlardır."[667]
âyet-i kerîmesinde "Ailenize ilim öğretiniz ve onları terbiye ediniz
gerekirse dövünüz" manasını vermiştir. İmâm Ahmed namaz kılmayan,
gusletmeyen, Kur'ân öğrenmeyen bir kadının yanında kocasının ikâmet etmesinin
caiz olmayacağından korkarım. Karısını döğen bir kimseye kadının babası bile
olsa, hiçbir kimsenin "Onu niçin doğuyorsun?" demeye hakkı yoktur.[668]
demiştir.
Karısını döğmekte olan
bir kimseye onu niçin dövdüğünü sormanın caiz olmayışının delili "Kişiye
karısını niçin dövdüğü sorulamaz."[669]
meâlindeki hadîs-i şerîftir. Kişiye bu hareketini sormanın yasaklanmasının
hikmetini şu şekilde açıklamak mümkündür:
"Adam onu
yatağına gelmediğinden dolayı dövmüş olabilir. Bu durumda kendisine kadını
dövmesinin sebebi sorulacak olursa ya doğruyu söyleyip mahcûb olacaktır, yahut
da Allah korusun yalan söylemek durumunda kalacaktır. Her iki halde o kimsenin
aleyhinedir.[670]
2146.
...Iyâs b. Abdullah b. Ebî Zübâb'dan; demiştir ki: "Peygamber (s.a.),
"Allah'ın cariyelerini dövmeyiniz." buyurdu. Bunun üzerine Ömer
(r.a.), Rasûlullah (s.a.)'e gelip;
(Yâ Rasûlallah),
Kadınlar kocalarına karşı kafa tutmaya başladılar (diye şikâyet etti). Bunun
üzerine (Rasûl-u zîşân efendimiz) de kadınları (hafifçe) dövmeye izin verdi,
(Bu izinden) sonra Rasûlullah (s.a.)'in hanımlarının yanına kocalarından
şikâyetçi olarak birçok kadınlar geldi. Peygamber (s.a.) (bunu görünce şöyle)
buyurdu: "-Gerçekten (bu gece) Muhammed ailesine kocalarından şikâyetçi
olarak bir çok kadınlar geldi. (Şunu iyi bilin ki karılarını döven) bu kimseler
sizin hayırlılarınız değil(ler)dir."[671]
Hadîs-i şeriften
anlaşılıyor ki Rasûl-i Ekrem Efendimizin kadınlara merhametli davranmakla
ilgili tavsiyelerini duyan bazı kadınlar bundan cesaret alarak kafa tutmaya
başlamışlardır. Bunun üzerine Fahr-i kâinat efendimiz kocalarına karşı
görevlerini yapmadıkları takdirde erkeklerin hanımlarım hafifçe dövmesine izin
vermiştir. Ne var ki bu sefer de erkekler bu izni adetâ bir emir telakki
ederek hanımlarını fecî şekilde dövmeye başladılar. Bunun üzerine Hz. Fahr-i kâinat,
hanımlarım böyle fecî şekilde döven kimselerin hlayırlı kimseler olmadığım,
hayırlı kimselerin haklı oldukları zamanlarda onları hiç dövmeden idare ve
terbiye edebilen kimseler olduğunu hatırlatmıştır. İlim adamlarının bu mevzu
ile ilgili görüşlerini bir önceki hadîsin şerhinde açıkladığımızdan burada
tekrara lüzum görmüyoruz.[672]
2147.
...Ömer b. el-Hattâb'dan rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur : "Kişiye karısını niçin dövdüğü sorulamaz."[673]
Bir erkeğe karısını
dövmesinin sebebini sormak doğru olmadığı gibi, onun bu hareketini kınamak
maksadıyla kendisine "Bu kadını niçin dövüyorsun?" gibi sözler sarf
etmek de caiz değildir. Çünkü onun bu kadını, kendisini çok haklı kılan, fakat
açıklanması da o derece sakıncalı bulunan bir sebepten dolayı dövmüş olması
mümkündür.[674]
1. Bir
erkeğin meşru sebeplerden dolayı hanımım hafifçe dövmesi caizdir. Bir kadının
hangi sebeplerle dövülebileceği 2145 no.'lu hadîsin şerhinde açıklanmıştır.
2. Bir
kimseye karısını niçin dövdüğünü sormak caiz değildir.[675]
2148.
...Cerîr (b. Abdillah)'den; demiştir ki: "Ben Rasûlullah (s.a.)'e (Yabancı
kadınlara) ansızın bakmayı sordum da; "Gözünü (hemen o anda başka tarafa)
çeviriver." buyurdu.[676]
İnsanın bilmeden ve
farkında olmadan kasıtsız olarak gözünün yabancı bir kadına çarpması, hemen o
anda gözünü başka bir tarafa çevirmek şartıyla mes'ûliyeti gerektiren bir hareket
değildir. Fakat ansızın gözüne çarpan bu kadına bakmaya devam edecek olursa,
bakışa devam ettiği andan itibaren günahkar olur.Çünkü o andan itibaren devam
eden bakışlar kendi irâdesi ve isteğiyle olmuştur. Oysa Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı
Keriminde "Mü'minlere söyle, gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar,
ırzlarını korusunlar."[677]
buyurmuştur.[678]
1. Gözü
ansızın yabancı bir kadına çarpan kimsenin gözünü o anda başka tarafa çevirmesi
gerekir.
2. Fitne tehlikesi
olmadığı zaman kadının yüzü açık olarak gezmesi caizdir.
3. Şâhidlik,
hasta muayenesi, ahş-veriş gibi ihtiyaçların dışında kadınlara bakmaktan
sakınmak gerekir.[679]
2149. ...İbn
Büreyde'nin babası (Büreyde), Rasûlullah (s.a.)'in Hz. Ali'ye (hitaben şöyle)
buyurduğunu haber vermiştir:
"Ey Ali, bir
bakışa hemen ardından bir bakış daha katma; Çünkü önceki bakış senin için
(affedilmiş)dir. Sonraki bakış ise, senin için (bağışlanmış) değildir.[680]
İnsanın aniden
karşısına çıkıveren yabancı bir
kadına gözünün ilişivermesinden dolayı kendisine bir günah yazılmazsa da
bakışını devam ettirdiği takdirde bu hareketi kendi istek ve arzusuyla
olduğundan günahkar olur. Bu sebeple Rasûl-i zişân efendimiz Hz. Ali'ye, gözüne
çarpan yabancı bir kadına bakışlarını devam ettirmemesini, devam ettirdiği
takdirde günahkar olacağını haber vermiştir.
Binânaleyh insanın
ansızın gözü bir kadına değecek olursa bakışlarını devam ettirmeyip hemen ondan
gözün bir başka tarafa çevirmesi
gerekir.[681]
2150. ...İbn
Mes'ûd (r.a.) demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu;
"Bir kadın,
tenini diğer bir kadının tenine dokundurmasın. Çünkü (o kadın diğerinin
vücudunun yumuşaklığını) kocasına ona, bakıp görüyormuşçasına tarif
edebilir."[682]
Ulemânın beyânına göre
metinde geçen "mübaşeret" kelimesi,
iki kişinin avret olan tenleriyle birbirlerine dokunmaları
mânâsına gelmektedir. Hadîs-i şerifte bir kadının, tenine dokunduğu diğer bir
kadının güzelliğini kocasına tarif etmesi ihtimâline ve neticede aile facialarının
meydana gelmesi tehlikesine dikkatler çekilerek tehlikelerden korunma yollan en
veciz bir şekilde ifâde edilmektedir.[683]
1. Bir
kadının teninin diğer bir kadının tenine dokunması haramdır.Çünkü o kadın gidip
kocasına, tenine dokunduğu kadını çok canlı bir şekilde tasvir edebilir.
2. Bir
kadının diğer bir kadının vücuduna elbisesi üzerinden dokunmasında herhangi
bir sakınca yoktur. İmam Nevevi, Müslim'in rivayet ettiği "Erkek erkeğin,
kadın da kadının avret yerine bakamaz ve bir elbisenin içinde erkek erkeğe
yanaşamaz, kadın da bir elbisenin içinde kadına yanaşamaz."[684]
mânâsına gelen hadis-i şerifi açıklarken mevzumuza ışık tutan şu izahatı
vermektedir; "Bu hadis bir erkeğin, diğer bir erkeğin avret mahalline, bir
kadının da diğer bir kadının avret mahalline bakmasının haram olduğunu ifade
etmektedir. Aynı şekilde bir erkeğin, bir kadının avret mahalline, bir kadının
da bir erkeğin avret mahalline bakması haramdır. Bunda icma vardır. Esasen Hz.
Peygamber bir erkeğin diğer bir erkeğin avret mahalline bakmasının haram
olduğunu haber vermekle bir erkeğin, bir kadının avret mahalline bakamayacağına
en bariz bir şekilde dikkatleri çekmiştir. Çünkü bir erkeğin diğer bir erkeğin
avret mahalline bakması haram, olunca, bir kadının avret mahalline bakması
evleviyyetle haram olur.
Bilindiği gibi
erkeğin, kadının avret mahalline bakmasının haram olması aralarında nikah bağı
olmayan erkek ve kadınlar için söz konusudur. Karı koca olmaları halinde ise,
birbirlerinin avret yerlerine bakabilirler. Yalnız bundan fere müstesnadır. Bu
hususta bizim şâfiî ulemasının üç görüşü vardır. En sahih olan kavle göre,
karı kocanın hacet yokken birbirlerinin ferclerine bakmaları mekruhtur, haram
değildir. İkinci kavle göre, ikisinin de bakmaları haramdır. Üçüncü kavle göre,
erkeğin karısının fer-cine bakması haram, kadının erkeğininkine bakması
mekruhtur.
Kadının fercinin içine
bakmak daha şiddetli mekruh ve haramdır.
Erkeğin cariyesine
nisbetle hükmü; Onunla cima hakkı varsa, karı-kocanın hükmü gibidir. Eğer câriye
neseben erkeğe haramsa, meselâ kız kardeşi, halası veya teyzesi gibi yakın
akrabası ise, yahut süt kardeşi veya nikah dolayısıyla haram olan kaynana ve
onun kızı yahut oğlunun karısı olursa, hür kadınlar gibidir. Bir erkeğin,
kendisine nikah düşmeyen hür kadınlara, keza o kadınların da bu erkeğe
bakmalarına gelince sahih olan kavle, göre göbekten yukarı ve diz kapaktan
aşağıya olmak şartıyla mubahtır. Bazıları da yalnız hizmet esnasında açılan
yerlere bakabileceklerini söylemişlerdir.
Şâfiîlere göre yabancı
erkeklerin birbirlerine nisbetle avretleri göbekle diz arasıdır. Kadınların
birbirlerine nisbetle hükümleri de budur. Ancak göbekle dizlerin avret sayılıp
sayılmayacağı hususunda Şâfiîyye ulemasının üç kavli vardır. En sahih olan
kavle göre ikisi de avrettir. Üçüncü kavle göre göbek avret, dizler avret
değildir. Erkeğin ecnebi bir kadının neresine olursa olsun, bakması haramdır.
Kadının erkeğe bakması da böyledir. Bu hususta şehvetli olup olmamasının hiçbir
farkı yoktur. Bazıları şehvetsiz olmak şartıyla bir kadının, erkeğin yüzüne
bakabileceğini söylemişlerse de bu sözün ilmî hiçbir değeri yoktur. Yabancı bir
kadınla yabancı bir câriye arasında da bu konuda hüküm bakımından bir fark
yoktur. Şâfiîlerce bir erkeğin güzel yüzlü köse bir erkeğin yüzüne bakması da
haramdır. Bu hususda şehvetle veya şehvetsiz bakmanın bir farkı olmadığı gibi,
fitneden emin olup olmamasının da bir önemi yoktur. Hz. Şafiî'nin nassan beyân
ettiği mezhebi budur. Delili: "Böyle bir gencin kadın hükmünde olmasıdır.
Çünkü güzellikçe kadına benzediği gibi böyleleri şerre kadından daha
yakındırlar. Binaenaleyh onlara bakmak evleviyyetle haramdır. Ancak şer'i bir
ihtiyaç dolayısıyla, mesela ahş-verişlerde, doktor muayenehanesinde ve mahkeme
huzurunda şahitlik ederken bakmak caizse de o halde şehvetle bakmak yine de
haramdır. Zira bakmak ihtiyaç için caiz kılınmıştır. Şehvete ihtiyaç yoktur.
Şafiî ulemâsınca koca ile câriye sahibinden başka hiçbir erkeğe şehvetle bakma
izni verilmemiştir. Ancak bu iki zümre eşlerine ve cariyelerine şehvetle
bakabilir. Müslim'in rivayet ettiği bu hadis-i şerif aynı zamanda iki erkeğin
ya da iki kadının bir örtü altına girmelerinin haram olduğuna delâlet ettiği
gibi[685] bir
kimsenin avret mahalline vücudunun hangi organı ile olursa olsun dokunmanın haram
olduğuna delâlet etmektedir. Bu ikinci şıkta ulemânın da ittifakı vardır.
Bu mesele bir çok
kimselerin hamamlarda dikkat etmedikleri çok yaygın bir durumdur. Böyle bir
yere giren kimseye gözünü elini ve diğer organlarını başkasının avretinden
koruması kendi avretini de başkalarından muhafaza etmesi gerekir. Böyle bir
şeyin meydana geldiğini gördüğü zaman bu hataya sebebiyet veren kimsleri
uyarması üzerine vâcib olur. Fayda vermeyeceğini tahmin etse bile, müşahede
ettiği bu gibi çirkin işlerden et-rafındakileri nehyetme görevi kendisinden
düşmez. Yine de onları bu mevzuda uyarmak üzerine düşen bir vecibe olur. Fakat
kendisi veya başkası için bir fitnenin çıkacağından endişelenecek olursa, o
zaman bu görev kendisinden sakıt olur.
Kimsenin göremiyeceği
bir yerde erkeğin bir ihtiyaçtan dolayı avret mahallini açmas câzdir. İhtiyaç
yoksa mesele ihtilaflıdır. Bazılarına göre haram, bazılarına göre de mekruhtur.
Şafiî mezhebinde en sahih olan görüşe göre haramdır.[686]
Hanefîlere göre, avret
mahallinin hududu erkeklerde göbeğin altından başlayarak diz kapağının altına
kadar uzanır. Diz kapağı avrettir. Çünkü Peygamber (s.a.) "Diz kapağı
avrettir" buyurmuştur. Cariyenin avret mahalli dahi erkeğinki gibi ise de,
onun karnı ile sırtı da avrettir. Çünkü bu yerler şehvet yerleridir.
Binaenaleyh göbekle diz arasına benzerler. Bu hususta bütün cariyeler, hatta
mükâtebe, müdebbere ve ümmii veled olanların hükmü hep birdir. Ayaklan hakkında
iki rivayet vardır. Sahih rivayete göre ayaklar namaz dışında avret, namaz
içinde değildir. "ed-Dürrü'1-muhtâr'Ma şöyle deniliyor: "Genç kadının
erkekler arasında yüzünü açması menedilir. Bu, yüzü avret olduğu için değildir,
fitneden korkulduğundan dolayıdır."[687]
3. Harama
vasıta olan şeyler de haramdır.[688]
2151.
....Câbir (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.) (ansızın) bir
kadın görmüş, bunun üzerine Zeyneb bint Cahş'-ın yanına girip onunla ihtiyacını
gidermiş, sonra ashabının yanına çıkıp onlara; "Kadın, şeytan kılığında
(bir erkeğin) karşısına çıkabilir kim böyle bir şeyle karşılaşırsa, hemen
ailesine gelsin (ve onunla cinsi münâsebette bulunsun) çünkü bu (şekilde
hareket, kadınlara yönelik) içindeki (his)leri zayıflatır." buyurmuş.[689]
Zeynep bint Çahş
(r.anhâ)'ın annesi Resûl-i Ekrem'in
halası Ümeyme'dir. Önce Zeyd b. Harise ile evlenmişti. Daha sonra Hz.
Zeyd-onu boşayınca hicretin beşinci senesinde 35 yaşında iken Rasûl-i Ekrem
(s.a.)'le evlendi. Rasûlullahın hanımı olduğu "Zeyd, o kadından ilişiğini
kesince biz onu sana nikahladık ki (bundan böyle) evlatlıkları hammlarıyla
ilişkilerini kestikleri zaman o kadınlarla evlenmek hususunda mü'minlere bir
güçlük olmasın..."[690]
âyeti kerimesiyle sabittir. Hikmeti ise, sözü geçen âyet-i kerimede açıklandığı
gibi, "evlatlıkları hanımlanyla ilişkilerini kestikleri zaman o
kadınlarla evlenmek hususunda mü'minlerin zorluk çekmelerini kaldırmak
"tır.
Hz. Zeyneb, Rasûl-i
Ekrem'in diğer zevcelerinin nikâhını velileri kıydıkları halde, kendi nikâhını
Allah'ın kıydığım ve Rasûl-i Ekrem'in amcasının kızı olduğunu söyleyerek iftihar
ederdi. Esâs ismi Berre iken Hz. Peygamber ona Zeyneb ismini ver'di. Son derece
hayırsever, çok sadaka vermekle ve çok oruç tutmakla ma'ruf idi.
Hz. Peygamber
hanımlarına hitaben: "Sizin bana en çabuk kavuşacak olanınız kolu en uzun
olanınızdır."[691]
buyurarak kinaye yoluyla onun cömertliğine ve çok sadaka verdiğine işaret
etmişti.
Hadis-i şerifin
manasına muvafık olarak, âhirete, Rasûl-i Ekrem'in diğer zevcelerinin hepsinden
evvel irtihâl etti, vefat yılı hicretin yirminci yılına tesadüf eder. Vefat ettiği
zaman elli yahut elli üç yaşında idi.
Mevzûmuzu teşkil eden
Ebû Dâvûd hadisi müslim'in Sahîh'inde "Zevcesi Zeyneb'in yanına geldi,
Zeyneb kendisine âit bir deriyi tabaklamakla meşguldü."[692]
manâsına gelen lafızlarla rivayet olunmuştur.
Dârimî'nin rivayetine
göre ise, Hz. Peygamberin ihtiyacını gidermek için Hazret-i Sevde'nin yanma
geldiği ifâde edilmektedir.[693] Bu
da aynı hâdisenin ayrı ayrı zamanlarda iki defa tekerrür ettiğini gösterir.
Metinde bazı kadınların şeytana benzetilmesi, söz konusu kadınların erkeğin gönlüne
vesveseler vererek onu şerre ve fesada yöneltip yoldan çıkarması itibariyledir.
Bu vasıflardan uzak olan kadınlar ise, Allah ve Rasûlü tarafından
övülmüşlerdir.
Hadîs-i şerifte,
fettan kadınlarla karşılaşıp da fitneye düşme tehlikesine maruz kalan
kimselerin hemen o anda oradan uzaklaşarak evine gitmesi ve nefsinin arzusunu
helal yollarla tatmin etmesi emredilmektedir.[694]
1. Yabancı
kadınlara bakmak yasaklanmıştır.
2. Meşru bir
ihtiyaç bulunmadıkça kadının evinden çıkması caiz değildir. Nitekim Allah
teâlâ ve tekaddes hazretleri kur'an-i keriminde "Evlerinizde oturun, ilk
câhiliyye (çağı kadınlarının açılıp saçılması gibi açılıp saçılarak (kırıta
kmta) yürümeyin..."[695]
buyurmuştur. Rasül-i Ekrem Efendimiz de "Kadın avrettir (süslenerek
sokağa) çıktığı zaman şeytan onu (erkeklerin nazarında) câzib ve süslü hâle
getirir."[696]
buyurmuştur.
3. Kişinin
hammıyla gündüzün cima' etmesi caizdir.
4. Yabancı
bir kadını görüp de kalbi bozulan bir kimsenin evine giderek hammıyla cinsî
münâsebette bulunması müstehabdır. Çünkü en tehlikeli arzu şehevî arzudur.
Bunun tehlikesinden kurtulmanın biricik yolu da onu helal yollardan tatmin
etmektir.[697]
2152. ...îbn
Abbas (r.a.)'dan demiştir ki: "Ebû Hureyre'nin Peygamber (s.a.)'den
rivayet ettiği şu söz(deki fiiller)den daha çok küçük günahlara benzeyen bir
fiil bilmiyorum: "Hiç şüphe yok ki Allah Adem oğluna zinadan nasibini
yazmıştır. Buna kesinlikle erişecektir (Binâenaleyh) gözlerin zinası bakmak,
dilin zinası da konuşmaktır. Nefis temenni eder ve şehvetlenir. Fere de ya bunu
tasdik eder ve (yahut da) tekzîb eder."[698]
Metinde geçen kelimesi
"îlmâm" kökünden gelir, bir şeye bir anlık bir alaka duyup üzerinde durmamak
anlamında kullanılır. Burada ise küçük kusurlar ve küçük günahlar anlamında
kullanılmıştır. Nitekim bu kelime şu âyet-i kerimelerde de bu mânâya
gelmektedir. "O, (güzel güzel davrana)nlar ki günahın büyüklerinden ve
çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz
ki Rabbîn affı geniştir..."[699]
"Eğer size
yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve
sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız."[700]
Hz. İbn Abbas da
"Lemem" kelimesini hadisde geçen göz zinası, harama elle dokunma ve
benzeri hareketlerle tefsir etmiştir ki doğrusu da budur.
Allah'ın âdemoğlunun
zinadan nasibini yazmasından maksat o nasibi levh-i mahfuzda tesbit etmesidir.
"Âdemoğlunun zinadan nasibi" sözüyle kasdedilen ise insanın
işleyeceği harama bakmak, harama dokunmak, dille zina yapmak gibi onu zinaya
götüren sebeplerdir. Ancak peygamberler günah işlemediklerinden onlar için
zinadan bir nasib yazılması söz konusu değildir. Bazılarına göre bu sözle
kasdedilen insanoğlunun yaratılışında var olan şehvet ve kadınlara meyi gibi
şehevî kuvvetlerdir. Ancak peygamberler günahlardan masum olduklarından, onlar
için zina söz konusu değildir.
Nefsin zinaya karşı
beslediği temenni ve şehevî arzuları fercin tasdik etmesinden maksat fercin,
nefsin bu isteğine uyarak zina etmesidir. Tek-zib etmesinden maksat ise,
fercin, nefsin bu isteğine uymayıp onu reddetmesi, bir başka ifâdeyle zinadan
kaçınması ya da buna muvaffak olamamasıdır. Binâenaleyh Allah insanları zinaya
zorlamamıştır. Fakat kimin ne yapacağını önceden bildiği için herkesin zina ile
ilgili olarak yapacağı fiilleri daha onlar dünyaya gelmeden levh-i mahfuzunda
tesbit etmiştir.[701]
1. Hakîkî
zina, erkeğin fercinin yabancı bir kadının fercıne girmesiyle olur. Göz ve dil
zinasına ise, zinaya sebep olduğu için mecazen zina denmiştir. Yabancı bir kadınla
el sıkışma gibi zinaya sebep olan hareketlere de mecazen zina denilir. Akıllı
bir insana yakışan bu gibi hareketlerden kaçınmalı ve Rasûl-i Ekremin bu
mevzudaki sakındırıcı hadislerini devamlı hatırda tutmaktır. Hafız Münzirî'nin
tahrîc ettiği şu hadîs-i kudsî de bunlardan biridir: "Harama bakış
şeytanın ok!anndan zehirli bir oktur. Kim benden korktuğu İçin bundan
sakınırsa, bu hareketine karşılık ona bir iman veririm kî o imanın tadını tâ
kalbinin derinliklerinde hisseder."[702]
2. İnsan
fiillerinin ya.atıcısı değildir. Çünkü bazan zinayı temenni eder de tenasül
organı âciz kaldığı için veya bir başka sebepten dolayı ona muvaffak olamaz.
3. Fiil
sebep olduğu neticeye göre hüküm kazamr. Harama vâsıta olan her şey haram,
mubaha vasıta olan her şey mubah, vâcib için zarurî olan şey de vâcibdir.[703]
2153. ...Ebû
Hüreyre (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Ademoğlunun
herbirisi için zinadan bir pay vardır.” (Ebû Salih) şu (bir önceki hadisde
geçen) meseleyi (naklettikten sonra şunları) rivayet etti: "Eller de zina
eder onların zinası tutmaktır. Ayaklar da zina eder, onların zinası
yürümektir. Ağız da zina eder, onların zinası da öpmektir."[704]
Zinadan payı olan her
inSamn işleyeceği zina daha dun-yaya gelmeden levh-i mahfuzda tesbit
edilmiştir. Mev-zûmuzu teşkil eden bu hadîs-i şerîf, Müslim'in Sahih'inde şu
manaya gelen lafızlarla rivayet edilmiştir: "Ademogluna zinadan nasibi
yazılmıştır.
Buna kesinlikle
erişecektir. Gözlerin zinası bakmak, kulakların zinası dinlemek, dilin zinası
konuşmak, elin zinası tutmak, ayağın zinası da yürümektir. Kalb ise heves
eder, diler; fere bunu ya tasdik eder ya tekzib."
Bir önceki hadisin
şerhinde yeteri kadar açıklama yapılmış olduğundan burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[705]
2154. ...Ebû
Hureyre (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre peygamber (s.a.) şu (önceki hadiste
geçen) meseleyi (anlattıktan sonra) "Kulağın zinası da dinlemektir."[706]
buyurmuştur.[707]
Bu hadis-i şerif
Beyhakî'nin Sünen-i kübrâ'sında şu manaya gelen lafızlarla rivayet
edilmiştir: "Ademoğlunun her
birisinin zinadan bir payı vardır. Gözler zina eder, onların zinası bakmaktır;
eller zina eder, onların zinası tutmaktır; ayaklar zina eder, onların zinası
yürümektir; ağız da zina eder, onun zinası öpmektir; kalb, hayal kurar,
temennide bulunur, fere ise, onu ya tasdik eder ya da tekzib."[708]
2155. ...Ebu
Said el-Hudrî'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.) Huneyn (gazvesi)
günü Evtas'a bir ordu göndermiş. (Bu ordu Evtas'a gelince orada) düşmanlarıyla
karşılaşıp çarpışmışlar ve muzaffer olmuşlar, bazılarım da esir almışlar.
Rasûlullah (s.a.)'in ashabından bazı kimseler, müşrik kocalarının hayatta
olması)ndan dolayı esir kadınlarla cinsi münâsebette bulunmanın günah olacağından
çekiniyormuş gibi davranmışlar. Bunun üzerine Allah (eâlâ bu mevzuda
"-Savaşta esir olarak- elinize geçen câriye(ler) müstesna bütün evli
kadınlarla nikahlanmam da haram kılınmıştır."[709]
âyet-i kerimesini indirdi. Yani iddetleri dolunca onlar size helaldir
(buyurdu).[710]
Huneyn, Mekke ile Taif
arasında, Mekke'ye aşağı yukarı on mil uzaklıkla bulunan bir vadinin adıdır. Huneyn
gazvesi, Mekke'nin fethinden sonra, hicretin 8. yılında, şevval ayında cereyan
etmiştir. İslam tarihinde huneyn gazvesi olarak bilinen bu savaşın sebebi
Hevâzın kabîlesinin müslüman topraklarına saldırmak amacıyla Huneyn'de
toplanıp harp hazırlıklarına başlamalarıdır. Düşmanın bu niyeti, iyi ta'lim ve
terbiye görmüş disiplinli İslam ordusu karşısında gerçekleşme imkanı
bulamamış, savaş müslümanların zaferiyle neticelenmiştir. Evtas: Hevâzin
ülkesinde bir vâdîdİr. Bu vadi Huneyn vadisinden başka bir vâdîdir. Evtas
hâdisesi ise, Huneyn savaşından sonra cereyan etmiştir. Huneyn gazvesinde
müslümanlardan kurtulup kaçmaya muvaffak olan, Hevâzin kabilesinden bir kuvvet
Taife kaçarak Sakiflilerle birlikte prada mevzilenmişierdi. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.) onların üzerine Ebü Musa el-Eş'arî'nin amcası Ebû Amir
el-Eş'arî kumandanlığında bir askeri kuvvet gönderdi. İslam askerleri Taif'i
18 gün kadar kuşattı, fakat bir sonuç alamadığından kuşatma kaldırıldı. Bir
sene sonra Taif halkı kendiliklerinden müslüman oldular.
Hadîs-i şeriften
anlaşılıyor ki Evtas savaşında müslümanlar müşriklerden pek çok kimseleri esir
almışlar, fakat esir edilen kadınların kocaları olduğunu düşünen bazı ashab
günah olur korkusuyla onlarla cinsî münasebette bulunmaktan çekinmişlerdir.
Bunun üzerine yukarıda tercümesini sunduğumuz âyet-i kerîme inerek
iddetlerinden çıkmış olmaları şartıyla esir alınan kadınlarla cinsi münasebette
bulunmakta herhangi bir sakınca yoktur. Bu kadının müşrik kocasının hayatta
olmasının da önemi yoktur. Önemli olan iddetten çıkmış olması gebe olmaması ve
cinsi münasebette bulunmak isteyen kimsenin hissesine düşmüş olmasıdır. Çünkü
bir kimsenin başka bir kimsenin cariyesiyle birleşmesi de zina olur.
Müslümanlar, Hayber'de
aldıkları esir kadınlarla birleşmek isteyince Hazret-i Peygamber, birinin şöyle
bağırmasını emretmişti: "Kim Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa rahminde
çocuk bulunan esir kadınla yatmasın."[711]
Ayet-i kerimede geçen
muhsena'dan murad, evli kadındır. Bu kelimenin aslı olan ihsan, gerek lügatte
ve gerekse Kur'ân-ı kerimde İslam, hürriyet, evlenmek ve iffet manalarında
kullanılmıştır. Bu manalar muvacehesinde âyet-i kerimedeki
"Muhsaneler"den muradın ne olduğunu anlamak, Alûsî'nin dediği gibi,
müşkildir. Hatta Mücâhid: "Bu âyet-i kimin tefsir ettiğini bilsem, ona
deve ile giderdim" demiştir. İbn Ebî Şeybe'nin Ebü Sevdâ'dan tahric ettiği
bir rivayette Ebû Sevdâ'nın "İkrime'ye bu âyetin mânâsım sordum da
"bilmiyorum" cevabını verdi" dediği biliniyor.[712]
1. Bir kadın
harpte esir edilidği zaman eski kocasıyla olan nikah bağı kesilir. Bu mevzuda
kadının yalnız başına esir edilmesiyle kocasıyla birlikte esir edilmiş olması
arasında bir fark yoktur. Bu mevzuda Hattâbî şunları söylüyor: "Bu hadis-i
şerif, esir edilen müşrik veya kâfir bir karı-kocadan birinin esir edilmesi
hâlinde nikâhları bâtıl olur anlamı taşımaktadır. Bu mevzuda birinin esir
edilmesiyle ikisinin birden esir edilmeleri arasında bir fark yoktur. İmâm
Mâlik ile Şafiî ve Ebû Sevr bu görüştedirler. Delilleri ise Rasûl-i Ekrem'in
cariyeleri dağıttıktan sonra hâmile olanlarla çocuklarını dünyaya getirinceye
kadar, hayızlı olanlarla da temizleninceye kadar cinsî münasebette bulunmayı
yasakladığını ifâde eden 2157 numaralı hadis-i şeriftir. Sözü geçen ulemâya
göre Rasul-i Ekrem'in sâdece cariyelerin hayızlı veya gebe olup olmadıklarına
dikkat edilmesini emredip evli olup olmadıkları üzerinde durmaması esir edilen
eşlerin aralarında nikâh bağı .kalmadığına delâlet eder.
İmâm Ebû Hanîfe'ye
göre ise, eşler ikisi birlikte esir edilecek olurlarsa, eski nikahlan bakîdir
ve geçerlidir; fakat kadın tek başına esir edilmişse eski kocasından boş
düşmüştür. Hz. İmâm'a göre mevzumuzu teşkil eden Ebu Davud hadisinin sonunda
gelen "İddetleri dolunca onlar size helaldir" cümlesi, müşriklerin
nikahlarının sahih olduğuna delâlet eder. çünkü eğer kadının eski nikâhı sahih
olmasaydı iddet beklemesinin bir manası kalmazdı.
2. Esir
alınan hâmile bir kadına, çocuğunu doğuruncaya kadar yaklaşmak caiz olmadığı
gibi, esir edilen hayızlı bir kadına da temizleninceye kadar yaklaşmak caiz
değildir.[713]
2156.
...Ebü'd-Derdâ (r.a.)'dan rivayet olunduğuna göre Rasülullah (s.a.) bir savaşta
(esirler arasında) hâmile bir kadın gördü de;
"Her halde (bu
kadının) kocası onunla (hâmile olduğu halde) cinsi münâsebette bulunmuş!"
dedi. (Ashabı kiram da);
Evet, dediler. Bunun
üzerine (Hz. Peygamber) buyurdu ki:
"Vallahi şu adama
kendisiyle beraber kabre girecek bir lanet okumak içimden geliyor! Acaba bu
adam (o kadından doğacak) çocuğu nasıl mirasçı yapacak. Oysa bu (iş) kendisine
helal olmaz. O çocuğu köle gibi nasıl kullanacak. Oysa bu da kendisine caiz
değildir."[714]
Rasûl-i Ekrem esirler
arasında gördüğü hamile bir esir kadına, payına düştüğü erkeğin yaklaşmış olduğunu
anlayınca, o erkeğe son derece ağır bir lanette bulunmak içinden geldi ise de
rahmet peygamberi olduğu için bunu yapmadı.
Sözü geçen erkeğin
kıyamete kadar peşini takib edecek bir lanete müstehak olmasının sebebi hâmile
bir esir kadınla çocuğunu dünyaya getirmeden önce cinsi münâsebette
bulunmasıdır. Çünkü o kadının karnı bir başka sebepten dolayı şişkin olabilir.
Bu durumda kadının yeni kocasından hâmile kalması ve doğan çocuğun yeni
kocasından olması mümkündür. Bu cima' neticesinde böyle bir şüphenin ortaya
çıkması yüzünden o adamın bu çocuğu kendine mirasçı bırakması caiz olmayacağı
gibi çocuğu köle kabul etmesi de caiz değildir. Çünkü mirasçı bıraktığında
başkasının çocuğunu kendine vâris kılmış olması ihtimali vardır. Bir kimsenin
başka birisinin çocuğunu kendisine varis kalması ise haramdır. Bu çocuğun köle
olduğunu kabul etmesi de doğru olamaz. Çünkü kendi öz çocuğu olması ihtimali
vardır. Bilindiği gibi bir insanın kendi öz çocuğunu veya herhangi bir hür
kimseyi köle edinmesi veya onun köle olduğunu ilan etmesi de haramdır.[715]
2157. ...Ebû
Said el-Hudrî (r.a.)'den merfu' olarak rivayet olunduğuna göre Rasûlullah
(s.a.) Evtas esirleri hakkında (şöyle) buyurmuştur: "Gebe olan (esir)
kadınla (çocuğunu) dünyaya getirinceye kadar cinsi münâsebette bulunulamaz.
Gebe olmayan kadınla da bir defa hayız görünceye kadar cinsî münasebette
bulunulamaz.”[716]
2155 numaralı hadis-i
şerifin şerhinde Evtas savaşı ve esirleri hakkında yeterli açıklamayı
yaptığımız için birada tekrara lüzum görmüyoruz.
Sözü geçen savaşta
müslümanların eline geçen esir kadınlarla ilgili emirlerinde Rasûl-i Ekrem
Efendimiz onlardan hâmile olanlarla çocuklarını dünyaya getirmelerine kadar,
hamile olmayanlarla da bir defa tam bir hayız görmelerine kadar cinsi
münâsebette bulunmanın caiz olmayacağını haber vermiştir. Dolayısıyla hayızh
olarak ele geçen esir kadınların yarım kalan hayızlannm kendisine yaklaşmak
için yeterli olamıyacağmı, binaenaleyh yeniden tam bir hayız daha görmedikçe
onlarla da cinsi münâsebette bulunulamayacağını ifade buyurmuştur. Ancak bu
hadisin senedinde Şerik verdir. Şerîk ise, cerh edilmiş bir râvidir.[717]
Esir edilen bir kadın
rahmini temizlemedikçe payına düştüğü
erkeğin onunla cinsi
münasebette bulunması caiz değildir. Bu bakımdan esir edilen hâmile bir
kadınla efendisinin cinsî münâsebette bulunabilmesi için o kadının çocuğunu
doğurması gerektiği gibi, hâmile olmayan esir bir kadmla efendisinin cinsî münâsebette
bulunabilmesi için de en az bir defa hayız görmesi gerekir. Bu mevzuda kadının
eski kocasının hayatta olup olmaması Önemli değildir. Selef ve halef ulemâsının
büyük çoğunluğu bu görüştedir.
İmâm Ebû Hanîfe
(r.a.)'e göre ise, karı-koca birlikte esir edilecek olurlarsa, eski nikahları
geçerlidir. Binâenaleyh kocasıyla birlikte esir edilen bir kadının câriye
edinilerek kendisiyle cinsi münâsebette bulunulması caiz değildir.
Ancak hayız görmeyen
cariyelerle henüz bakire olan cariyelerin ve satıcısının yanında iken hayız
görüp temizlendikten sonra efendisinin kendisine yaklaşmadığı cariyelerin yeni
bir efendinin eline intikal etmeleri hâlinde yeni efendilerinin bu kadınlarla
hiç iddet beklemeden cinsi münâsebette bulunmalarının caiz olup olmaması da
ulema arasında ihtilaflıdır, imâm Ebû Hanife ile İmâm Şafiî ve Ahmed (r.a.)
hazretlerine göre bu cariyelerle efendilerinin cinsi münâsebette bulunmalarının
caiz olması için hepsinin de en az kırk beş (45) gün iddet beklemesi gerekir.
Efendisi kadın olan bir cariyenin el değiştirmesi hâlinde hüküm yine böyledir.
Bu görüşte olan sözü geçen ulemânın delilleri ise, bu babın ihtiva ettiği
hadis-i şeriflerle Abdurrezzak'ın Musannef'inde Ömer b. el-Hattab'dan naklettiği
şu hadisi şeriftir; Ömer b. el-Hattâb (r.a.) buyurdu ki: Âdet görme çağına
erişen bir cariyeyi satın almış olan bir kimse bir defa hayız görünceye kadar o
kadına yaklaşmasın; eğer kadın hayız görmüyorsa kırk beş (45) gece beklesin.[718]
İmâm Mâlik ile bazı
ilim adamlarına göre ise rahminin temiz olduğu kesinlikle bilinen bu gibi
cariyelerin, efendilerinin değişmesi hâlinde yeni efendilerinin iddet
beklemelerine lüzum görmeden bu kadınlara yaklaşmaları caizdir. Çünkü iddetten
maksat, rahmi temizlemektir. Bu kadınlannsa rahimlerinin temizliğinde zâten
şüphe yoktur. Binâenaleyh bunların idet beklemeleri gerekmez. Delilleri ise,
Abdürrezzak ile Buhârî'nin naklettikleri şu hadîs-i şeriftir: "Eğer
câriye bakire olursa (efendisi) dilerse, onun rahmini temizlemesini beklemez,
ona yanaşabilir."[719]
2158. ...Haneş
es-San'âni'den rivayet olunduğuna göre Ruveyfi' b. Sabit el-Ensârî (şöyle)
demiştir; "Dikkat ediniz! Ben size Hu-neyn'de Rasûlullah (s.a.)'den
işittiğim (sözler)den başka birşey nakletmiyorum. (Rasûl-i Ekrem) Huney'de
gebe olan (câriye)lere yaklaşmayı kasdederek buyurdu ki:
"Allaha ve âhiret
gününe inanan hiçbir kimsenin başkasının ekinini kendi (döl) suyuyla sulaması
helal değildir. Allah'a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kimsenin esir edilen
bir kadına temizlenmesini beklemeden yaklaşması helâl değildir. Allah'a ve
âhiret gününe iman eden hiçbir kimsenin taksim edilmeden ganimet malım satması
caiz değildir."[720]
Bir kimsenin kendi
nikahlısı bile olsa başkasından ha mile kalmış olan bir kadınla cinsî
münâsebette bulunması caiz olmadığı gibi âdet görüp rahmi temizlenmedikçe başkasının
cinsi münâsebette bulunduğu bir kadınla cinsî münâsebette bulunması da caiz
değildir. Çünkü anne rahminde bulunan bir çocuk orada bulunduğu sürece
annesiyle cinsi münâsebette bulunan kimsenin döl suyuyla beslenir. Bu bakımdan
Fahr-i kâinat efendimiz kadının rahminde tohum hâlinde bulunan çocuğu ekine,
döl suyunu da tarlayı sulayan sel veya yağmur sularına benzetmektedir.[721]
1. Bir
kimsenin başkasından hamile kalan kansı veya carıyesıyle cinsi münasebette
bulunması caiz değildir.
2. Hâmile
olarak esir edilen bir câriye ile, çocuğunu dünyaya getirmeden önce cinsî
münâsebette bulunmak caiz değildir.
3. Taksim
edilmeden önce ganimet malını satmak haramdır. Ganimet malım ancak taksim
edildikten sonra payına düşen kimse satabilir.
4. Rey
taraftarlarına göre bu hadis hâmile bir kadının hayız görmeyeceğine,
binâenaleyh hamilelik esnasında gelen kanın hayız kam sayüamıyacağına delâlet
eder. Çünkü bu hadiste rahmin temiz sayüabilmesi için hayız görmenin yeterli
bir sebep olduğu ifâde edilmektedir. Eğer hamile bir kadının hîmileliği
esnasında hayız görmesi mümkün olsaydı, kadının gebeliği devam edeceğinden bu
hayızın, rahmin temizlenmesi için kâfi gelmemesi gerekirdi. Bu da gösteriyor
ki hayızla gebelik bir kadında birleşemezler.
İmâm Şafiî'ye göre
ise, hâmile bir kadının hayız görmesi de mümkündür.[722]
2159. ...Şu
(Önceki) hadis İbn îshâk'tan da (rivayet olunmuştur) Ancak (Ebû Muâviye) bu
hadis(te geçen; "İman eden hiçbir kimsenin, esir edilen bir kadına
temizlenmesini beklemeden yaklaşması helal değildir" cümlesine) "bir
hayızla" (sözünü) ilâve etti (ve bu cümleyi; "iman eden hiçbir
kimsenin esir edilen bir kadına).bir hayızla temizlenmesini beklemeden
(yaklaşması helal değildir." şeklinde) rivayet etti.
(Ancak) bu (ilâve) Ebû
Muâviye'nin hatası(ndan başka bir şey değil)dir. (2157 numaralı) Ebû Said
hadîsinde (geçen bu "bir hayızla" sözü ise) sahih (olarak rivayet
edilmiş)tir. (daha sonra Ebu Muâviye bu hadise şu cümleleri de) ilâve etti.
"Allah'a ve âhiret gününe inanan kimse müslünıanların ganimet(ler)inden
olan bîr hayvana zayıflatıncaya kadar binip de (zayıflatınca) geri
vermesin."
"AHaha ye âhiret
gününe iman eden bir kimse müslümanların ganimetinden bir elbiseyi eskitinceye
kadar giyip de (onu eskitince) geri vermesin.[723]
Ebû Dâvûd dedi ki:
"bir hayız" (sözünün bulunduğu rivayet bu sözün bulunmadığı rivayet)
tercih edilecek nitelikte değildir. Bu (kelimenin hadiste varmış gibi rivayet
edilmiş olması) Ebu Muâviyeden (gelen) bir hatadır.[724]
Her nekadar bu hadis-i
şerifte bir kimsenin, ganimet mal-larından olan bir hayvana onu yoruncaya kadar
binmesinin haram olduğu ve dolayısıyla onu yormayacak kadar binmesinin helal
olduğu manası çıkıyorsa da, hadisten kasdedüen mana bu değildir. Aynı şekilde
hadiste geçen "bir kimsenin ganimet mallarından bir elbiseyi eski-tinceye
kadar giyipde eskittikten sonra geri vermesinin caiz olmayacağını ifâde eden
son cümlenin de zahiri mânâsının kasdedildiği söylenemez. Çünkü ganimetler
dağıtılmadan önce bütün müslümanların ortak malıdır. Halbuki bir kimsenin
başkasının malında tasarruf hakkı yoktur. Buna göre hadisten kasdedilen mana
şudur: "Hiç bir kimse dağıtılmadan önce ganimet mallarını alıp
kullanamaz." Bu hüküm Mecelle'de ifâdesini şöyle bulmuştur: "Bir
kimsenin mülkünde onun izni olmaksızın başka bir kimsenin tasarruf etmesi caiz
değildir."[725]
2160. ...Amr
b. Şu'ayb'ın dedesi (Abdullah b. Amr b. As)'dan rivayet olunduğuna göre,
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sizin biriniz
bir kadınla evlendiği ya da bir köle satın aldığı zaman (şöyle) dua etsin:
"Ey Allah'ım senden bunun hayrını ve onda yarattığın huyların hayırlısını
istiyorum. Bunun şerrinden ve yaratılışındaki huyların şerrinden de sana
sığınıyorum." Bir deve satın aldığı zaman da hörgücünün tepesinden tutup
(bu sözlerin) aynısını söylesin."[726]
Ebû Dâvûd dedi ki: Ebü
Said (bu hadisi rivayet ederken şu sözleri de) ilâve etti: "sonra câriye
ile kölenin alnından tutsun ve haklarında (Allah'tan) bereket istesin."[727]
Metinde bulunan kelimelerindeki
zamirin müennes olarak gelmesini kadının ve erkeğin nefsine dönmesiyle
açıklamak mümkündür. Çünkü nefs kelimesi müennestir. Bununla beraber erkek köle
ya da deve satın alan kimsenin bu duayı okurken sözü geçen zamirleri müzekker
olarak okuması da caizdir. Musannif Ebû Dâ-vûd'un talikinden anlaşıldığına
göre, Ebû Said'in rivayetinde câriye veya köle satın alan bir kimsenin bu
câriye hakkında şeklinde, köle hakkında da şeklinde dua yapmasa ta'rif ve
tavsiye edilmektedir. îlim adamları bu hadise bakarak bir kadınla evlenen ya da
câriye veya köle ya da deve satın alan bir kimsenin Rasûl-i Ekrem'in öğrettiği
şekilde dua etmesinin müstehab olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu hadisin
senedinde, hakkında çeşitli ten-kidler yapılan Amr b. Şuayb vardır.[728]
2161. ...îbn
Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Eğer
biriniz karısına yaklaşmak istediği zaman "Allah'ın ismiyle! Ey Allah'ım!
Bizden ve bize vereceğin (çocuk)tan şeytanı uzak tut" der de sonra bu
birleşmeden dolayı kendilerine bir çocuk verilecek olursa, şeytan o çocuğa
hiçbir zaman zarar veremez.”[729]
Bu hadis-i şerifte
ailesiyle cinsi münâsebette bulunmak isteyen bir kimsenin bu birleşmeden önce metinde
tercümesini sunduğumuz duayı okuması tavsiye edilmekte ve bu tavsiyeye uyan
kimselerin doğacak çocuklarının şeytanın zararından uzak kalacağı haber
verilmektedir. Bu birleşmeden doğan çocuğun şeytanın hangi zararlarından
kurtulup hangi zararlarından kurtulamayacağı konusunda ilim adamları arasında
ihtilaf vardır. Her ne kadar hadisin zahiri, söz konusu çocuğun şeytanın bütün
şerlerinden korunmuş olacağını kesin bir şekilde ifâde ediyorsa da, ilim
adamları "âdemoğlunun hiçbir çocuğu yoktur ki doğarken şeytan ona dokunmuş
olmasın, şeytanın bu dokunmasından dolayı çocuk çığlık atarak dünyaya gelir.
Ancak Meryem ile oğlu müstesnadır."[730]
mânâsına gelen Ebû Hüreyre hadisine bakarak Rasûl-i Ekrem'in öğrettiği bu duayı
okuyan bir kimsenin doğacak çocuğunun şeytanın bütün zararlarından
kurtulmasının söz konusu olmadığında ancak bazı zararlarından
kurtulabileceğinde ittifak etmişlerdir. Çünkü şeytanın çocuğa doğarken dokunup
ağlatması da bir zarardır. Kimi ilim adamlarına göre mevzumuzu teşkil eden Ebû
Dâvud hadisinde geçen "şeytan o çocuğa hiçbir zaman zarar veremez"
cümlesinden maksad, besmelemin bereketinden dolayı şeytan o çocuğa hiçbir zaman
musallat olamaz Ve o çocuk Allah'ın Kur'ân-ı keriminde "Benim (hâlis)
kullarıma karşı senin bir gücün yoktur."[731]
buyurarak övdüğü hâlis kullardan biri olur.
Bu cümleye verilen
mânâlardan bazıları şunlardır: "Şeytan o çocuğu çarpmaz.",
"Bedenine ve inancına zarar veremez, küfre saptıramaz, fakat günah
işletebilir." Babası o duayı okuyup da çocuğun annesine yaklaştığı zaman
bu birleşmeye şeytan iştirak edemez, fakat bu duâ veya benzeri bir duâ
okunmadan yaklaşırsa şeytan da o cimâya iştirak eder. Nitekim Mücâhid'den
rivayet edilen "bir kimse besmele çekmeden ailesine yanaşacak olursa
şeytan onun cinsel organının üzerine oturur, onunla beraber şeytan da cima
etmiş olur.[732] mânâsına gelen hadîs-i
şerif de bunu desteklemektedir.[733]
1. Ailesiyle
emsi münasebette bulunmadan önce besmele çeken bir kimsenin bu birleşmeden
doğacak çocuğu tevhid inancını muhafaza ederek ruhunu teslim edecektir. Şeytan
onun inancına zarar veremiyecektir.
2. Rızık
sadece gıda maddelerinden ibaret değildir. Allah'ın ihsan etmiş olduğu çocuk,
ilim ve amel gibi nimetler de birer rızıktır.
3. Cinsî
münâsebette bulunurken ve benzeri hallerde besmele çekmek veya duâ okumak
müstehabdır.
4. Kişi,
Allah'ı zikirle, dua, besmele ve istiâze ile, şeytandan ve bütün serlerden
korunmaya çalışmalıdır.
5. Bütün
amelleri insana müyesser kılan ve ona imkan veren Allah teâlâdır. Başarı onun
yardımıyla gerçekleşir.
6. Şeytan
âdemoğlunu devamlı surette ta'kîbeder fakat insan Allah'ı zikrettiği sürece
şeytan ona yaklaşamaz.[734]
2162. ...Ebû
Hüreyre'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.); "-Karısına arkasından cima
eden kimse mel'ûndur." buyurdu.[735]
Hadîs-i şerifte olduğu
gibi bazı fiilleri işleyen kişilere ağır lanetler yağdırıp şiddetli tehditlerde bulunulması o fiilin haram olduğuna delâlet eder. Bu
bakımdan haleften ve seleften bütün fıkıh ve hadis uleması kadınlarla arkadan
cima' etmenin haram olduğu ve bu haramı irtikab eden kimselerin Allah'ın
rahmetinden uzak kalacakları hükmüne varmışlardır.
Esasen Allah'ın helal
kıldığı yerden başka herhangi bir cima' helal değildir. Allah teâlâ hazretleri
fereden başka cimâ'ı helal kılınan bir yer yaratmamıştır. Nitekim
"Kadınlara Allah'ın emrettiği yerden cima' edin."[736]
âyet-i kerîmesiyle "Kadınlara Allah'ın size emrettiği yerden İstediğiniz
şekilde yaklaşın."[737]
âyet-i kerîmeleri de bunu açıkça ifâde ederler.
îmâm Şafiî, amcası
Muhammed b. Şafiî'den şu manaya,gelen bir hadis rivayet ettikten sonra bu
hadisin bütün râvilerinin güvenilir kimseler olduğunu söyler: "Peygamber
(s.a.)'e bir adam gelerek kadınlarla arkadan cima' etmenin hükmünü sordu da
Peygamber (s.a.); "helaldir" cevâbını verdi. Bunun üzerine adam dönüp
giderken onu çağırıp "Sen nasıl söylemiştin (arkadan kadının) hangi
deliğine yaklaşmıştın, arka deliğine mi, ön deliğine mi? Eğer arkasından
yaklaşarak dübürüne ilişmeksizin ön tarafından cima etmişsen evet, fakat eğer
arkasından dübürüyle cima etmişsen hayır. Allah teâlâ hakkı açıklamaktan
dolayı utanmaz. Kadınlarla dübüründen cima etmeyiniz." buyurdu.
Görülüyor ki İmâm
Şafiî kadınlara arkasından yaklaşmanın kesinlikle haram olduğu görüşündedir.
Her ne kadar bazıları İmâm Şafiî'nin "Bunun . helâl ve haram kılınması
hususunda hiçbir şey sabit olmamıştır, Kıyâs helâl olmasını gerektirir,"
dediğini rivayet etmişlerse de bunun hiç aslı yoktur. Nitekim Rebi'nin bu
mevzuda söylemiş olduğu sözler gerçeği bütün açıklığıyla ortaya sermek için
yeterlidir:
"Kendisinden
başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki Şafiî bunun haram olduğunu tam altı
kitapta nassen tesbit etmiştir." Bazıları "Bu helâl meselesi onun
eskiden mezhebiydi." diyorlar. îbn Kayyim "el-Hedyü'n-Nebevî"
adlı eserinde İmâm Şafiî'nin "Bu işe ruhsat vermem, bilakis ondan
nehyederim" dediğini nakl ettikten sonra: "Kim imamlardan bunu mubah
kıldıklarını söylerse, muhakkak ki onlar hakkında en çirkin ve en fena hatayı
yapmış olur. Onların "mubahtır" dedikleri yalnız arka tarafın ferce
cima için vâsıta olmasıdır, yâni dübürüne değil. Arka taraftan ferce cima
etmektir. Bunu işitenler meseleyi karıştırmışlardır." diyor.
İmâm Mâlik'ten dahi
tecviz ettiğine dâir bir rivayet varsa da Malikî imamları bu rivayeti
reddetmişlerdir. Hâsılı böyle çirkin bir şeyin tecvizint bu ümmetin manevî
semâsının yıldızları demek olan ulemâ'yı kirama nis-bet etmek büyük bir iftira
ve altından kalkılmaz bir vebaldir. Hattâ bazıları bu cevaz meselesini
İmâmiyye taifesinin belil başlı kitaplarında bile bulamadıklarını yazıyor.
Böyle bir şeye onların dahi cevaz vereceklerine inanmıyorlar.[738] Bu
konuyu 2143 no'lu hadisin şerhinde de açıklamıştık.[739]
2163.
...Muhammed b. el-Münkedir'den; demiştir ki: "Ben Câbir'i (şöyle) derken işittim:
Yahudiler insan karısına arkadan (yanaşarak) fercinden cima ederse çocuğu şaşı
olur diyorlardı. Sonra Aziz ve Celil olan Allah, "kadınlarınız sizin
tarlalarınızdır. Tarlanıza istediğiniz yerden giriniz."[740]
âyet-i kerimesini indirdi.[741]
Hıristiyanların,
kadınlarla olan ilişkilerindeki fevkalâde lâubalilik ve sorumsuzlukları yanında
Yahudiler de marazı denecek derecede aşırı titizlik gösterirler, hayızlı
kadınla bir sofrada yemek yemezler, bir yatakta yatmazlar, hatta onun bulunduğu
eve girmezler, bir pislikten veya vebadan kaçar gibi hayızlı kadından kaçarlar
ve kadının tenasül uzvuna arka tarafından yaklaşıldığı takdirde doğacak çocuğun
şaşı olacağına inanırlardı. İslâmiyet geldikten sonra Hıristiyanlarda ve
Yahûdilerde görülen bu ifrat ve tefriti kaldırıp her mevzuda olduğu gibi bu
meselede de orta yolu tavsiye etti.
Kadınlarla âdet
hallerinde sadece cinsi münâsebette bulunmayı yasaklayıp bu hallerinde iken
onlarla yiyip içmeyi de düşüp kalkmayı, âdet halleri dışında, anüse dokunmamak
şartıyla arkadan ve önden çeşitli pozisyonlarda kadınla, cinsel organ yoluyla
birleşmeyi helâl kıldı.
Mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerif "Kadınlarınız sizin tarlamzdır, tarlanıza istediğiniz yerden
giriniz" âyet-i kerîmesinin iniş sebebini açıklamaktadır. Taberî'nin
Mücâhid'den rivayet ettiği bir habere göre İbn Ab-bas bu âyet-i kerîme'nin
Mekke'de kadınlarla ön tarafından çeşitli pozisyonlarda cima etmeyi alışkanlık
hâline getiren bazı kimseler hakkında nazil olmuştur. Bu kimseler Medine'ye
geldikleri zaman Ensar'dan bazı kadınlarla evlenmişlerdi. Ensarlı kadınlarla da
eski alışkanlıklarını devam ettirmek istemişlerse de ensarlı hanımların
tepkisiyle karşılaştılar. Bu durum Rasûl-i Ekrem'e iletilince Allah teâlâ bu
âyet-i kerîmeyi indirerek Mek-keli Muhacirleri tasdik etti.[742]
Metinde geçen hars
(tarla) kelimesinden maksat, kadınların cinsel organlarıdır. Esasen bu kelime
ekilecek tarla manasına gelir. Kadınların rahimlerine atılan nutfeler ekin
tanelerine benzetilmek suretiyle onlara da hars (ekin) denmiştir. Binânealeyh
söz konusu âyet-i kerîmeyi "dilerseniz dübürden cima edebilirsiniz."
şeklinde anlamak mümkün değildir.[743]
2164. ...îbn
Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: îbn Ömer -Alah kendisini affetsin-
("Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Tarlanıza istediğiniz yerden
giriniz." âyet-i kerimesinin nüzul sebebi hakkında) yanılmıştır.
(Gerçekte ise âyet-i kerimenin inişine sebep olan bu) kabile ensardı ve bunlar
(eskiden) putperest idiler. Bu kabile ile birlikte Yahudilerden bazı kimseler
de (bu âyet-i kerimenin inişine sebep oldular. Yahudilerden olan) bu kimseler
ehl-i kitap idi. (Ensârdan olan sözü geçen kişiler eskiden) Yahudilerin ilimde
kendilerinden üstün olduklarına, dolayısıyla onların işlerinin pek çoğunun
(doğru olacağına) inanıyorlardı. Kadınlarla sadece bir şekilde cinsi münâsebette
bulunmak (başka pozisyonlardan kaçınmak da) ehl-i kitap (olan Yahudilerin
îş(ler)indendi. (Yahudilerin inancına göre) bu (pozisyon cima halinde olan)
bir kadının en kapalı bulunduğu bir haldi. Şu Ensârda Yahudilerin bu fiilini
benimsemişlerdi. (Ayetin iniş sebepleri arasında) ayrıca şu Kureyş kabileside
vardı ki (bunlar cima esnasında) kadınları alışılmadık bir şekilde çıplatırlar
ve (kadınların) yüzleri (veya) arkaları dönük (veya) sırtüstü yatık oldukları
halde (yaklaşmaktan) zevk alırlardı. Muhacirler Medine'ye geldiği zaman (sözü
geçen) bu kimselerden birisi ensârdan bir kadınla evlendi. Onunla da böyle
münâsebette bulunmak istedi; fakat (ensarlı) kadın "bizimle ancak bir
şekilde cimâda bulunulabilir, sen de öyle yap yoksa benden uzaklaş."
diyerek buna razı olmadı. Nihayet münakaşaları büyüdü ve bu (mesele) Rasûlullah
(s.a.)'e ulaştı. Bunun üzerine Aziz ve celil olan Allah -(kadının) çocuk yeri
(olan ferci)ni kasdederek-' 'kadınlarınız sizin tarlanızdır. Tarlanıza -yüzleri
dönük veya sırtları dönük ve sırtüstü yatık oldukları halde- istediğiniz yerden
giriniz."[744]
âyetini indirdi.[745]
îbn Abbas (r.a.)'a
göre bahis konusu âyet-i kerimenin
nüzulüne sebep olan hâdise ensârdan bazı kimselerin cinsi münâsebette bulunmak
için kadının tenasül organına sadece ön tarafından yaklaşılab ileceğine inanan
Yahudilerin tesiri altında kalması hâdisesi ile Medine'de evlendikten sonra
eski alışkanlığı icâbı hanımının fercine çeşitli pozisyonlarda yaklaşmak
isteyen Kureyşli bir kimsenin, hanımının itiraziyla karşılaşmasıdır.
Binâenaleyh Hz. Îbn Ömer'in, metinde geçen âyet-i kerîme'nin kadınlarla
anüslerinden cinsi münâsebette bulunmayı helal kılmak için inmiş olduğuna dâir
görüşü yanlıştır."
Hz. İbn Abbas'ın, Hz.
İbn Ömer'i bu şekilde tenkîd etmesine sebep İbn Avn'in Nâfi'den rivayet ettiği
îbn Ömer'le ilgili şu haberdir.
Nâfi' dedi ki; tbn
Ömer yanında Kur'an okunduğu zaman hiç konuşmazdı. Bir gün ben yanında şu
"Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Tarlanıza istediğiniz yerden giriniz."[746]
âyet-i kerimesini okudum. Bunun üzerine bana "bu âyetin niçin indiğini
biliyor musun?" dedi. Ben de "Hayır" cevabını verdim. "Bu
ayet, kadınlarla dübürlerinden cima etmenin caiz olduğunu beyân etmek İçin
inmiştir." dedi.[747]
İşte Hz. İbn Abbas,
Hz. İbn Ömer'e isnad edilen bu sözü tenkid etmek ve bu sözdeki yanlışlığı
ortaya koymak istemiştir. Fakat aslında Hz. îbn Ömer böyle bir söz
söylememiştir ve Kurtubî'nin beyamna göre İbn Ömer (r.a.) kadınlarla dübüründen
cima eden kimselerin kâfir olacakları görüşündedir.[748]
Nitekim şu hadîs-i
şerif de Hz. İbn Ömer'in kadınlarla dübürlerinden cima etmenin haram olduğu
görüşünü taşıdığını açıkça ortaya koymaktadır. "Ebü'n-Nadi; İbn Ömer'in
azatlı kölesi olan Nâfi'ye;
Senin -tbn Ömer,
kadınlarla dübürlerinden cima etmenin helal olduğuna ait fetva verdi- dediğine
dâir söylentiler çoğalmaya başladı, dedi. Nâfi'de;
.
Vallahi benim ağzımdan
söz uyduruyorlar; fakat ben sana işin nasıl olduğunu haber vereyim. Bir gün ben
îbn Ömer'in yanında iken bana Kur'ân-ı Kerimi okumaya başladı.
"Kadınlarını? sizin tarimuz'dır..."[749]
âyet-i kerimesine geldiği zaman bana; "ey Nâfi' bu âyet-i kerimenin hükmü
nedir bilir misin?" dedi. Ben de "Hayır" cevabını verince dedi
kî: "Biz Kureyşliler Mekke'de kadınların fercine arkadan yanaşırdık.
Medi-neye geldiğimizde kendileriyle evlendiğimiz kadınların fercine de bu şekilde
yaklaşmak istediğimiz zaman, onlar buna razı olmadılar ve bu işi büyüttüler.
Ensarlı kadınlar bu meselede Yahudilerin âdetlerini (örnek) edinmişlerdi. Bu
bakımdan Ensarlı kadınların fercine sadece ön taraflarından yaklaşılabiliyordu.
Bunun üzerine Allah teâlâ ve tekaddes hazretleri "Kadınlarınız sizin
tarlanızdir tarlanıza istediğiniz yerden giriniz."[750]
ayet-i kerimesini indirdi dedi.[751]
Görülüyor ki İbn Ömer
(r.a.)'de diğer İslam Ulemâsı gibi kadınlarla arka organlarından ilişki
kurmanın haram, fakat kadının anüsüne yaklaşmamak şartıyla vagina'ya çeşitli
şekillerde ve pozisyonlarda yaklaşmanın caiz olduğu görüşündedir.[752]
1.
Erkeklerin, kadınların cinsel
organlarına çeşitli şekillerde
yaklaşması caizdir.Bu mevzuda câriye de hür kadın gibidir.
2.
Kadınlarla dübürlerinden cima etmek haramdır. Ulema bu mevzuda ittifak
etmiştir. 2162 numaralı hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi pek çok
hadis-i şerif de bunun haramhğım ifâde etmektedir. Yine ulemanın beyânına göre
erkeklerin dübüründen cima etmek de büyük günahlardandır.[753]
2165.
...Enes b. Mâlik (r.a.)'den şöyle dediği rivayet edilmişti: Yahudiler
kendilerinden bir kadın hayız gördüğü zaman onu evden dışarı çıkarırlar, onunla
birlikte yemezler, içmezler ve evlerde onunla birlikte oturmazlardı. Bu
(mesele) Rasûlullah (s.a.)'a soruldu da, noksan sıfatlardan münezzeh olan yüce
Allah, "Sana hayız halini sual ediyorlar. De ki, o bir eziyettir. Âdet
halinde kadınlardan çekilin..."[754]
âyetini indirdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.);
(Hayızh oldukları
zaman) onlarla birlikte evlerde oturun, cima-dan başka herşeyi yapın,"
buyurdu. Sonra Yahudiler;
Bu adam bize muhalefet
etmedik hiç bir işimizi bırakmayacak dediler. Sonra Abbâd b. Bişr ile Üseyd b.
Hudayr Peygamber (s.a.)'e gelerek;
Yâ Rasûlallah,
Yahudiler şöyle şöyle diyorlar (yani) biz hayız halinde bulunan
kadınlar(ımız)la cinsi münâsebette bulunamaz mıyız? dediler. Rasûlullah
(s.a.)'in yüzü birden değişiverdi. Biz de (bunu görünce) onlara kızdığını
zannetmiştik. Biraz sonra (Üseyd ile Abbad) dışarıya çıktılar? Derken
karşılarına Rasûlullah (s.a.)'e hediye süt (götüren biri) çıktı. Sonra
Rasûlullah (s.a.) o sütü arkalarından göndererek onlara içirdi. Biz de Resûl-i
Ekrem'in onlara kızmadığım anladık.[755]
2166.
...Hılâs el-Hacerî dedi ki: Ben Âişe (r.anha)yı (şöyle) derken işittim;
"Ben hayızlı olduğum halde bir geceyi Rasûlullah (s.a.)'le birlikte bir
Örtü içerisinde geçirmiştim. Eğer o örtüye benden biraz kan bulaşacak olursa (o
kanın) yerini yıkardı, (yıkamak için o yerin dışına) geçmezdi. Eğer elbisesine
biraz (kan) bulaşacak olursa (yine sadece o kanın) yerini yıkar (ve o yerin
dışına) geçmezdi ve o elbiseyle namaz kılardı.[756]
2167.
...Meymûne bint el-Hâris'ten rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.),
hanımlarından birisiyle hayızh iken mübaşerette bulunmak (sevişmek) arzu ettiğinde
ona hemen etekliğini bağlamasını emreder sonra onunla mübaşerette bulunurdu.[757]
2168. ...İbn
Abbas (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) hanımına hayızlı
iken yaklaşan kimse hakkında (şöyle) buyurmuştur: "O (kimse) bir dînar,
yahut da yarım dinar sadaka verir.”[758]
2169. ...îbn
Abbas (r.a.)'dan; demiştir ki: (Bir kimse hanımına hayız) kamnın ilk
(görüldüğü) zaman(lar)ında yaklaşacak olursa, bir dinar; kan kesildiğinde
(kadın daha yıkanmadan) yaklaşacak olursa, yarım dinar sadaka verir.[759]
2170. ...Ebu
Said'den rivayet olunduğuna göre -Peygamber (s.a.), yanında meniyi dışarı
akıtmaktan- bahsedilince
“(Sizden) biriniz
(bunu) niçin yapıyor?" buyurmuş; fakat açık bir şekilde "herhangi
biriniz (bunu) yapmasın" dememiş. Sonra sözlerine şöyle devam etmiş:
"Çünkü yaratılması takdir kıhn)mış hiçbir varlık yoktur ki Allah onu
yaratmasın."[760]
Ebû Dâvûd Dedi ki:
"(Bu hadisin râvilerinden) Kaze'a Ziyâd'ın (hürriyetine kavuşturduğu)
kölesidir."[761]
Bilindiği gibi çocuk
olmasın diye cinsi münâsebet esnasında erkeğin, menisini dışarı akıtmasıdır. Metinde
geçen "Sizden biriniz (bunu) niçin yapıyor?" cümlesindeki istifham,
istifhâm-ı inkârîdir. Binâenaleyh bu cümle "sizin hiç birinizin azil yapması
gerekmez. Çünkü bu kadının hâmile kalmasına engel olamaz" mânâsına
gelmektedir.
Hz. Peygamberin bu
hadisi şerifte açık ve kesin bir sözle azli yasaklamayıp da bu şekilde sadece
azlin hamileliği önleyemeyeceğini bildirmekle yedirmesi, azlin haram olmadığına
fakat Allah'ın takdir ettiği bir çocuğun rahme düşmesine engel olamayacağı için
onun terk etmenin evlâ olduğuna bir işarettir.[762]
1. Azil yapmak
mekruhtur. Kadının buna razı olup olmaması da bu hükmü değiştirmez. Nitekim
imâm Şafiî de bu görüştedir. Bu konuda diğer mezheplerin görüşleri 2171 no'lu
hadisin şerhinde gelecektir.
2. Azil
yapıldığı halde yine de kadının hâmile kalması mümkündür.[763]
2171. ...Ebu
Said el-Hudrî (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre; Bir adam, (Hz. Peygambere
gelerek), "Ya Rasûlallah! Benim bir cariyem var, hâmile kalmasını
istemediğim için ondan azil yapıyorum ve ben (bu hareketimle diğer) erkeklerin
(kadınlara yaklaşmakla) istedikleri şeyi istiyorum. Yahudiler de "dışarı
akıtılan meninin diri diri toprağa gömülen küçük bir kız hükmünde
olduğunu" söylüyorlar'* dedi. (Hz. Peygamber de);
"Yahudiler yalan
söylemişler. Eğer Allah onu (çocuk olarak) yaratmak isteseydi, sen buna engel
olamazdın/' buyurdu.[764]
Rasül-i Ekrem'e azille
ilgili soru soran kimsenin, câriyesinin hâmile kalmasını istemeyeşinin iki
sebebi olabilir: 1. Eğer bu
cariyenin efendisi başka birisi olup da bu adama nikahlamışsa, yani cariyenin
efendisi bu adam değil de başka biri ise cariyeden doğan çocuk da anasına tâbi
olarak köle olur. Sözü geçen şahıs işte bu sebeple o cariyenin hâmile kalmasını
arzu etmemiş olabilir.
2. Sözü
geçen kimse şayet bu cariyenin efendisi ise, o zaman câriye çocuk doğurmakla
ümmü veled olacağından cariyeyi satamıyacaktır. Çünkü ümmü veledin satılması
caiz değildir. îşte bu sebepten cariyenin hâmile kalmasını arzu etmemiş
olabilir.
Çocuk olmasın diye
cinsi münâsebet esnasında erkeğin meniyi dışarıya akıtması mânâsına gelen
azli, yahudilerin, arapların kız çocuklarını diri diri mezara gömmesine
benzetmelerini, Rasûl-i Ekrem Efendimiz reddetmiş ve Allah'ın o meniden bir
çocuk doğmasını istemesi halinde erkeğin onu dışarı akıtmaya muvaffak
olamıyacağmı söylemiştir.
Gerçekten meniye canlı
bir çocuk nazarıyla bakmak doğru olamaz; çünkü bu menin çocuk hâline
gelebilmesi için ana rahminde kırk gün nutfe, kırk gün kan pıhtısı, kırk gün et
parçası olarak kalması, ondan sonra da ilgili meleğin gelerek ona ruh üfürmesi
gerekir.[765]
Nitekim bu mesele
ashâb-ı kiram arasında söz konusu olduğu zaman Hz. Ali de Yahudilerin bu
mevzudaki görüşlerini reddetmiş; bunun üzerine Hz. Ömer Allah senin ömrünü uzun
etsin diye O'na dua etmiştir.
Ancak şurasını da
ifade edelim ki Rasul-i Ekrem de önceleri içinde bulunduğu toplumun tesirinde
kalarak azlin çocukları diri diri toprağa gömmekten farksız olduğunu kanâtinde
idi. İçinde bulunduğu toplumun bir ferdi olarak bu mevzudaki görüşünü "Bu
bir kız çocuğunu diri diri mezara gömmektir.[766]
diyerek dile getirmişti. Bunun üzerine Allah teâlâ kendisine bu görüşünün doğru
olmadığını vahy ve ilham yoluyla bildirdi. Artık Rasûl-i Ekrem efendimiz bu
mesele'nin hakikatini de Allah teâlâ'-dan öğrenmiş oldu. Meniyi dışarı
akıtmanın kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekten farksız olduğunu ifade
eden Müslim hadisini hadis ulemâsından Beyhakî de rivayet ettikten sonra sözü,
bu hadisle konumuzu teşkil eden Ebû Dâvûd hadisi arasında görülen zahirî
çelişkiye intikal ettirerek şunları söylemiştir: "Azlin mubah olduğunu ifâde
eden hadislerin râvileri, azlin haram olduğunu ifade eden hadislerin râvilerine
nisbetle daha çok ve tercihe daha lâyık kimselerdir. Bu bakımdan azlin mubah
olduğunu ifâde eden hadisler haram olduğunu ifade eden hadislere tercih edilir.
Ayrıca azlin haram olduğunu söyleyen kimselerin haram kelimesini, bu kelimenin
fukahâca kasdedilen maruf manasında değil de "tenzîhen mekruh"
anlamında kullanmış olmaları mümkündür.
Çünkü bu mevzudaki
hadislerin arasını uzlaştırabilmek için Müslim hadisindeki nehyin tenzihen
mekruh mânâsına geldiğini kabul etmek gerekir. Meseleye bu noktadan bakılınca
da Rasûl-i Ekrem'in "Yahudiler yalan söylemişler" sözüyle onların
azli haram saymalarını tenkid etmek ve azlin haram olmadığım ifade etmek
istediği anlaşılır.
Beyhâkî meseleyi bu
şekilde ele alırken îbn Kayyim de bu mevzüdaki hadislerin arasım şöyle te'lif
ediyor: Rasûl-i Ekrem "Yahudiler yalan söylemişler** derken, onların azil
yapmakla kadının hamile kalmasının önlenebileceğine dâir kanâatlerinin
yanlışlığını ifâde etmek istiyordu ve onları yalanlamakla Allah'ın yaratmak
istediği bir çocuğun dünyaya gelmesine azlin engel olamayacağını haber
veriyordu. Ayrıca Müslim'in rivayet ettiği hadiste azli, çocuğu diri diri
toprağa gömmeğe benzetirken de "Azlin hamileliği Önleyeceği inancıyla,
bir başka ifâdeyle, azil yapılmadığı takdirde kadının hâmile kalacağı inancıyla
meniyi dışarıya akıtan kimseleri kasdet-miştir. Binaenaleyh bu inanç ve niyetle
azil yapan kimse ile çocuğu diri diri mezara gömen kimsenin arasında sadece şu
fark vardır. Çocu diridiri mezara gömen kimse, çocuğu gömmeye hem tasarlamış
hemde gerçekleştirmiştir. Kesinlikle gebeliği önleyeceğine inanarak azl yapan
kimse ise, buna bilfiil azm etmiş fakat gerçekleştirememiştir, işte bu şahsın
yaptığına ise, Rasûl-i Ekrem Efendimiz "Ve'di hafi = gizli ve'd"
ismini vererek bu işin failini çocukları diridiri toprağa gömen kimseye
benzetmiş ve onun gizli kalan niyyetini en veciz birşekilde ifade etmiştir.
Görülüyor ki azlin
caiz olduğunu ifade eden Ulemanın delilleri daha kuvvetli ve daha açıktır.
Azil ile ilgili
hadisleri değerlendiren Müçtehidlerden Ebu Hanife, Malik ve Ahmed b. Hanbel
(r.a)'e göre bir erkek, hür olan eşinin de rızasını alarak azil yapabilir.
Karısı izin vermezse azil yapamaz. Şâfiîlerde iki görüş vardır. Kuvvetli olam
zevce izin vermese dahi azlin yapılabileceğidir. Zahirîler azlin haram olduğunu
ileri sürmüşlerse de delilleri yeterli görülmemiştir.[767]
2172. ...İbn
Muhayriz'den; demiştir ki (Bir gün) Mescide girmiştim. O anda Ebu Said
el-Hudri'yi gördüm (varıp) yanına otur-' dum. Ve ona azli sordum. (Şöyle) cevap
verdi. Rasûlullah (s.a.)'le birlikte Beni Mustalik savaşma çıkmıştık.
Araplardan bir gurup kadını esir aldık. Bir müddet sonra kadınları iyice
arzulamaya başladık ve bekarlık da bizim için (artık) zorlaşmaya başlamıştı.
Bizde (onların karşılığında elde edeceğimiz) kıymeti arzu edip azil yapmayı
tercih ettik. Sonra (kendi kendimize) "Rasûlullah (s.a.) aramızda olduğu
halde kendisine sormadan azil yapıyoruz'* dedik ve Bunu kendisine sorduk.
(Şöyle) cevap verdi;
"Bunu
terketmenizde size bir zarar yoktur. O kıyamete kadar (dünyaya gelmesi
mukadder) olan her canlı mutlaka (Dünyaya gelmiş) olacaktır."[768]
Benû Mustalik,
(mustalik oğulları) Mekkenin güneyinde yerleşmiş bir
arap kabilesidir.Islamiyetin zuhurundan
beri tnüslümanlarla,
Mustalik oğulları arasındaki ilişkiler iyi değildi.
Hicretin beşinci
yılında da Hendek harbinden Önce müşriklerin ittifak kurma çalışmaları sırasında
Mustalikoğulları kabilesi başkanı Medine'ye hücuma karar verdi. Bu haberin
doğruluğunu tesbit ettiren Hz. Peygamber daha çabuk davranarak onların üzerine
yürüdü. On kadar Mustalikli öldürüldü, yüzden fazlası kadın olmak üzere
altıyüz'ün üzerinde esir alındı. İkibin deve ve beşbin koyun ele geçirildi. Bu
savaş esnasında münafıklar bazı fesat hareketlerine giriştiler. Bunların en
başta geleni islam tarihinde ifk (iftira) hadisesi diye bilinen, Hz. Âişe'ye
yaptıkları iftiradır. Siyer ve hadis kitapları bu hadiseyi red ve cerh etmek
için uzun uzadıya uğraşırlar. Fakat Kur'an'da "Niçin herkes bu hadiseyi
duyduğu zaman, büyük bir iftiradır demediler?"[769]
âyet-i kerimesi nazil olduktan sonra bu iftira ile uğraşmaya değmez. Şüphesiz
hâdise bir takım iftiraların nasıl revaç bulunduğunu gösterir. Nitekim o zaman
bazı müslümanlar da, bu büyük iftiraya inanmışlar ve bunlar tmam Müslîm ile
sair zevatın beyânı veçhile cezaya uğratılmışlardı.
Bugünkü hıristiyan
yazarlar da, bu hâdise ile uzun uzadıya meşgıı olurlar. Bu hususta eski
münafıklarla yarış ederler. Fakat onlardan başka ne beklenebilir?[770]
2171 numaralı hadisin
şerhinde de açıkladığımız gibi bir cariye efendisinden bir çocuk dünyaya
getirecek olursa artık efendisinin o cariyeyi satması haram olur. tşte müslümanlar
Beni Mustalik savaşında ele geçirdikleri cariyelere azil yaparlarken bunu
hesab ediyorlardı. Çünkü bu mü-câhidler ele geçirdikleri cariyeleri satmak
istiyorlardı. Fakat cariyeler hâmile kalırsa, onları satamayacaklardı. tşte bu
endişeyle .cariyelerin hâmile kalmalarını önlemek için azl yoluna baş
vurmuşlardı. Metinde geçen, "onların karşılığında elde edeceğimiz kıymeti
arzu edip azil yapmayı tercih ettik" sözüyle kasd edilen mana budur.[771]
1. Müslüman
olmayan araplardan harpte esir edilen erkekleri köle edinrnek) kadınları da câriye edinip onlarla cinsî
münâsebette bulunmak caiz olduğu gibi onları satmak veya fidye karşılığında
serbest bırakmak da caizdir. Nitekim Ulemanın büyük çoğunluğu ile imam Mâlik ve
Şafiî bu görüştedirler.
Hanefî ulemâsına göre
ise, müşrik arapların harpte ele geçirilen kadınlarını ve çocuklarını
köleleştirmek caizse de erkeklerini köleleştirmek caiz değildir. Çünkü Hz.
Peygamber Evtâs ve Havazin kabilelerinin savaşta ele geçirdiği kadınlarını ve
çocuklarını köleleştirmişti. Fakat erkeklerini köleleştirmedi. Aynı şekilde Ebû
Bekir Sıddık da savaşta ele geçirdiği Hanîfe oğullarının çocuklarını ve
kadınlarını köleleştirmişti. Nitekim Abdullah b. Avn'ın Nâfi'den rivayet
ettiği bir hadisi şerifte de Rasûl-i Ekremin Mustalik oğullarının sadece
savaşta ele geçirdiği çocuklarını ve kadınlarını köleleştirdiği ifade
edilmektedir.[772] Erkekler ise
müslümanlığı kabul etmekle kılıçtan geçirilmeyi kabullenmek arasında muhayyer
bırakılırlar.
2. Azil
yapmak haram değildir. Azil mevzuunda mezheb imamlarının görüşlerini bir önceki
hadisin şerhinde açıklamış bulunmaktayız. Ayrıca bu mevzuyu bir numara sonraki
hadisin şerhinde de tekrar ele alacağız inşallah.
3. Ümmü
veled olan cariyeler satılamazlar. Davud-ı zahiri ile Ulemadan bazılarına göre
satılabilirler.[773]
2173.
...Câbir (r.a.)'den; demiştir ki: Ensardan bir adam Rasû-lullah (s.a.)'e
gelerek;
Benim bir cariyem var,
onunla cinsî münâsebette bulunuyorum, ama gebe kalmasını istemiyorum, dedi.
(Rasul-i Ekrem Efendimiz de);
"İstersen ondan
azil yap (ama netice değişmez) çünkü onun için takdir edilmiş olan şey mutlaka
başına gelecektir." buyurdu. Adam bir süre durduktan sonra (tekrar) gelip;
Ya Rasûlallah,
gerçekten câriye gebe kaldı." dedi. (Hz. Peygamber de);
"Ben onun için
takdir edilmiş olan şeyin mutlaka başına geleceğini sana söylemiştim."
buyurdu.[774]
Daha önce de ifade
ettiğimiz gibi, câriyesiyle cinsî münâsebette bulunduğu için onun hâmile
kalmasından korkan bu kimsenin, cariyesinin hâmile kalmasını istemeyişinin
sebebi hâmile kalan cariyenin Ümmü veled olmasıdır. Bir câriye Ümmü veled
olduktan sonra artık efendisinin onu satması haram olur. işte bu sebepten
cariyesini satmak isteyen bir kimse onun hâmile kalmasını istemez. Metinde
sözü geçen şahıs cinsi münâsebette bulunduğu cariyesinin hâmile kalmasından
korktuğu için halini Rasûl-i Ekrem'e arz etmiş, Rasûl-i Ekrem de, "Allahın
dünyaya gelmesini takdir buyurduğu çocuğun mutlaka dünya'ya geleceğini ve azlin
buna engel olamayacağını" ifade etmiş, bir süre sonra cariyenin hamile
kalmasıyla da Rasûl-i Ekrem'in sözündeki doğruluk gün gibi ortaya çıkmıştır.[775]
1.
Cariyelerle cinsi münâsebette bulunurken meniyi dışarı akıtmak caizdir. Bunun
için onların iznini almak da gerekmez. Nitekim İbn Abbas'ın da "azl yapmak
için hür kadınların iznini almak gerekir. Fakat cariyelerin iznini almaya gerek
yoktur" dediği rvâyet olunmuştur. Hanefi ulemâsıyla îmam Şafiî ve Ahmed
(r.a.)'da bu görüştedirler. Sahabe ve tabiinden pek çok ilim adamının da bu görüşte
olduğu rivayet olunmuştur. Ancak sahabeden bunu mekruh görenler de vardır.
İmam Mâlik'e göre ise,
hür kadının izni olmadan meniyi dışarı akıtmak caiz olmadığı gibi, bir
kimsenin evli olduğu cariyenin efendisinden izin almadan ocâriyeyle cinsi
münâsebette bulunurken menisini dışarı akıtması caiz değildir. Fakat bu
cariyenin mülkiyeti kendisine aitse, kimseden izin almadan menisini dışarı
akıtabilir.
Şafiî ulemâsından imam
Nevevi bu mevzudaki görüşlerini şöyle dile getiriyor; "Bize göre azil
yapmak mutlak surette mekruhtur. Binaenaleyh bu mevzuda azil yapılan kadının
hür olup olmaması arasında bir fark olmadığı gibi kadının iznini alıp almamak
arasında da bir fark yoktur. Çünkü azil nesli kesmeye sebeb olur. Bu
yüzdendirki Hz. Peygamber bir hadisi şerifinde azilden bahs ederken "O
ve’d-i hafîdir." (Çocuğu diridiri mezara gömmek gibidir.)[776]
buyurmuştur. Çünkü çocuk diri diri mezara gömmekle nasıl öldürülürse, azil de
aynı şekilde doğuma engel olur. Azlin haramlığma gelince bizim Şafiî ulemasına
göre bir insanın kendi cariyesinden ya da başkasının cariyesi olan karısından
azil yapması haram değildir. Çünkü bu kimsenin cariyesinin ya da câriye olan
karısının hâmile olmasıyla uğrayacağı zarar tamamen kendisini ilgilendirir.
Bilindiği gibi bir câriye hamile kalınca Ümmü veled olur. Ve kocası onu
satamaz. Bir kimsenin mülkiyeti başkasına ait olan bir cariyeden doğan çocuğu
da köle olur. Bu durumu göze alan bir kimse, başkasına danışmadan azil
yapabilir.
Bir kimsenin hür olan
zevcesinden azil yapmasına gelince, -eğer zevcesinin izni olursa haram
değildir. Fakat izni yoksa, bu durumda iki görüş vardır. En sahih olan görüşe
göre haram değildir. Bu mevzudaki hadislerden azli yasakhyanlar azlin tenzihen
mekruh olduğunu ifade ettikleri gibi, azlin caiz olduğunu ifade eden hadislerin
mânâsı da kerâhatten hâli değildir. Hür kadının izni olmadan azil yapmanın
haram olduğunu iddia eden kimselerin istinad noktalan ise, azilden dolayı
kadının zarar görmesidir.
2. Azil yapıldığı
halde çocuğun dünyaya gelmesi mümkündür. Bu bakımdan bir cariyeden azil
yaptığım itiraf eden kimse için bu câriye firaş olur. Bir başka ifadeyle bu
cariyeden doğacak çocuk artık azil yapan kimseye nisbet edilir. Ancak bu
kimsenin o cariyeye iddet bekleterek rahmini temizlettiğini ispat etmesi
halinde hüküm değiştir.[777]
2174. ...Ebu
Nadre'nin naklettiğine göre, Tufâve'li bir râvi demiş ki; Ben Medine'de Ebû
Hureyre'ye misafir olmuştum. Peygamber (s.a.)'in sahabeleri içerisinde ondan
daha çalışkan ve ondan daha misafirperver bir kimse görmedim. Ben bir gün onun
yanında iken kendisi bir sedirin üzerinde bulunuyordu. Yanında, içinde çakıl
yahut da çekirdek bulunan bir kese ve sedirin aşağısında da kendisine ait
siyah bir câriye vardı. Ebu Hüreyre onlarla teşbih çekiyordu. Nihayet kesedeki
(çakıl veya çekirdekler bitince o keseyi cariyeye atıyor, câriye de o (keseden
çıkan) şey(ler)i toplayıp keseye koyarak keseyi kendisine veriyordu. (Bir ara
Ebu Hüreyre bana hitaben);
Sana kendimden ve
Rasûlullah (s.a.)'dan bahsedeyim mi? dedi. Ben de;
Evet bahset dedim.
(Bunun üzerine bana şunları) anlattı;
Ben (bir gün) mescidde
ağrı içinde kıvranıyordum. Bir de ne göreyim Rasûlullah (s.a.) gelip mescide
girdi ve;
"Devs'li genci
(içinizden) kim gördü?" diye üç defa sordu. (Orada bulunan) bir adam da;
Ya Rasûlallah! O kimse
mescidin bir köşesinde acı çekiyor, dedi. Bu sefer (bana doğru) yürümeye
başladı, nihayet yanıma geldi ve elini üzerime koydu ve bana birtakım güzel
sözler söyledi. Bunun üzerine ben de (iyileşip) ayağa kalktım. Kendisi de
yürüyüp gitti. Ve (her zamanki) namaz kıldığı yerine varıp ashabına doğru
döndü. Karşısında erkek ve kadınlardan (oluşan) iki saf vardı. Yahut da kadınlardan
iki, erkeklerden de bir saf vardı. Hemen sonra (onlara hitaben);
"Eğer namazımda
şeytan bana bir şey unutturacak olursa, (arkamdaki erkeklerden oluşan) cemaat
sübhanellah desin, kadınlar da el çırpsın!” buyurdu. Ve Rasûlullah (s.a.)
namazında hiç birşey unutmadan (onlara) namazı kıl(dır)dı. Ve,
"Yerinizde
(durun) yerinizde" buyurdu."
(Bu hadisi musannif
Ebû Davud'a nakl eden) Musa (B. İsmail bu hadise "yerlerinizde durun"
cümlesinden sonra şu sözleri) ilâve etti; sonra (Rasûlullah) Allah'a hamd'ü
senada bulundu. Ve, (Em-ma ba'd) gelelim sadede" dedi. (Musa b. îsmailin
yaptığı ilave burada sona erdi.) Bundan sonra (bu hadisi musannif Ebu Davud'a
nakl eden ravilerin üçüde şu közlerde) birleştiler; Sonra Rasûlullah (s.a.)
erkeklere yönelerek (şöye) dedi.
"Sizden bir kimse
karısıyla cima'da bulunmak istediği zaman kapıyı üstüne kapayıp üzerine (bir
örtüyle) örtüp, Allanın Örtüsüyle örtünür mü?" dedi. Onlar da;
Evet dediler. (Rasûl-i
Ekrem sözlerine devam ederek);
"Sonra (o kimse)
bu işten sonra (bir meclise) oturup ben (bugün hanımımla) şöyle şöyle, yaptım
diye anlatır mı?" dedi. Onlar da (suçlanarak) sükût ettiler. (Rasûl-i
Ekrem) biraz sonra da kadınlara yönelerek;
"Sizin içinizde
de (bu gibi sırları başkalarına) anlatan kimse var mı?" dedi. Onlar da
sükût ettiler. Bunun üzerine bir genç kız dizlerinin biri üzerine çöktü ve
sözünü (iyi) işitmesi ve kendisini görmesi için boynunu Rasûlullah'a (doğru)
uzatarak;
Ey Allanın Rasûl-ü bu
erkekler bunu anlatıyorlar ve bu kadınlarda anlatıyorlar" dedi. Rasûlullah
da;
"Bu neye benzer
bilir misiniz? Bu bir şeytanın bir şeytanla yolda karşılaşıp halk kendilerine
bakarken onunla cinsi münâsebette bulunmasına benzer. Dikkat ediniz! Erkek için
(en uygun olan koku) kokusu belli olan rengi ise belli olmayandır.
Kadın için (en uygun
olan koku ise) rengi belli olan, kokusu belli olmayandır." buyurdu.
Ebu Dâvûd dedi ki;
Buradan itibaren (nakl edeceğim şu sözü) Müemmil ile Musa'dan aldım.
"Dikkat ediniz! Bir erkek; diğer bir erkeğfin teninje dokunmasın. Bir
kadın da diğer bir kadın(ın tenin)e dokunmasın! Oğul ile veya baba ile olması
hali bundan müstesnâ'-dır. "Müemmil ile Musa üçüncü (bir söz daha)
söyle(mişler)di. Amma ben onu unuttum. Müsedded'in (metinde geçen) hadisinde
vardır. Fakat ben onu arzu ettiğim gibi sağlam bir şekilde tesbit edemedim.
Ve (Müsedded'in hadisinden farklı olarak) Musa (bu hadisin senedinde şunları
da) rivayet etti. "Bize Hammad, cerir'den (naklen) haber verdi. (Cerir
de) Ebu Nadre'dan (nakletti Ebu Nadre'de) et-Tefâvî'den"[778]
Bu hadisi Şerifte karı
kocanın cinsî münâsebet esnasında aralarında geçenleri başkalarına
nakletmelerinin caiz olmadığı ifade edildikten sonra aralarında geçen bu
halleri başkalarına nakleden karı-kocalar yolda, sokakta halkın gözü önünde
cinsi münâsebette bulunan şeytanlara benzetilmektedir.
Ayrıca kadınlara rengi
belli olan ve kokusu belli olmayan kokular tavsiye edilirken, erkekler de rengi
belli olmayıp kokusu belli olan kokular sürünmeleri tavsiye ediliyor. Bir başka
tabirle kadınlara sokağa çıkmak istedikleri zaman, kına, za'feran ve safran
gibi kokusu olmayan, fakat sürüldüğü yerde sadece rengi kalan kokular
sürülmeleri tavsiye edilirken erkeklere de gül suyu, misk, anber, kâfur gibi
vücutta rengi kalmayıp sadece kokusu kalan kokular sürünmeleri tavsiye edilmektedir.
Ancak şurasını unutmamak lâzımdır ki: Kadınlara tavsiye edilen kokunun hadis-i
şerifte belirtilen özellikleri taşıması kadının dışarı çıkması halinde aranır.
Kadının dışarıya çıkmayıp, kocasının yanında oturması halinde ise, istediği
kokuyu sürünmesi caizdir. Hatta bir kısım İslâm ulemasınca kadının yüzünde
biten kılları aldırması ve kocasının izniyle makyaj yapması caiz görülmektedir.[779]
İmam-ı Nevevi de bunu caiz görenler arasındadır.[780]
Hadis-i şerifteki tavsiyeye uygun olarak koku sürünmüş olan bir kadın dışarı
çıkarken süslerim örteceği için sürünmüş olduğu kokunun izlerini gizlemiş
olacağından erkeklerin dikkatini çekmesi tehlikesi düşünülemez. Çünkü kadın
dışarı çıkarken kendiliğinden açılan zinetlerinin dışında bütün zinetlerini
örtmekle mükelleftir.[781]
1. Teşbih
taneleri ile ve çakıl taşları ile teşbih çekmek caizdir.[782]
2. İmam
namazda yanıldığı zaman ona uymuş olan cemaatın erkekleri
"Sübhanellah" diyerek, kadınların da el çırparak ikaz etmeleri
caizdir.[783]
3.
Karı-kocanın cinsi münâsebet esnasında aralarında geçen halleri başkalarına
nakletmesi caiz değildir. Bu işi yapan kimselerin kıyamet gününde en aşağı
derekede bulunacakları hadis-i şeriflerde haber verilmiştir. Binaenaleyh erkeğin, karısının cima' esnasındaki halini
kadının da kocasının halini başkalarına anlatması haramdır.[784]
Fakat bir kimsenin
lüzumu halinde cima'dân bahsetmesinde herhangi bir sakınca yoktur.[785]
[1] Buhârî, nikâh
1, Müslim, nikâh 1, Tecrid Tercemesî, XI, 290.
[2] bk. 2050. hadis; Hesyemî, Metmeü'z-zevâid IV, 252;
Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 81.
[3] en-Nûr (24), 32.
[4] Mişkât, II, 161.
[5] Buhârî, nikâh, Müslim, nikah 1.
[6] er-Rûm (30) 21.
[7] el-Bakara (2),
197.
[8] el-Bakara (2), 223.
[9] el-Muttakî, Kenzü l-ummâl, XVI 274, (hadis no: 44427).
[10] Aclûnî, Keşfü'1-hafâ, I, 318.
[11] Buhârî, nikâh,
16; Ebû Dâvûd, 2047 no'lu hadis.
[12] Buhârî, nikâh, 66-78.
[13] Buhârî, nikâh, 80, 89.
[14] el-Bakara (2), 228.
[15] İbn Mâce, nikâh 50.
[16] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/53-55.
[17] Buhârî, savm 10, nikâh 2, 3; Müslim, nikâh 1, 3,
Tirmizî, nikâh 1; Nesâî, nikâh 3, siyam 43; İbn Mâce, nikâh 1; Dârimî, nikâh 2;
Ahmed b. Hanbel, I, 58, 378, 424-425, 432, 447.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/56-57.
[18] Bk. 2046 no'Iu hadis.
[19] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/57-58.
[20] Âl-i îmrân (3), 39.
[21] ÂI-i İmrân (3),
14.
[22] İbn Kudâme, el-Mugni, VI, 446-447.
[23] Buhârî, nikâh 1; Müslim, nikâh 1.
[24] Heysemî, Mecmeu'z-zevâid IV, 252, Beyhakî,
es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 81.
[25] İbn Kudâme, el-Mugnî, VI, 447.
[26] îbn Kudâme, el-Mugnî, VI, 448.
[27] İbn Hacer, Fethü'l-bârî, XI, 12.
[28] Mecelle, 28.
[29] el-Mü'minûn (23), 5-7.
[30] Seyyid Sabık Fıkhû'ssünne, II, 367-368.
[31] el-Cezîrî, Kitabûl-fıkh, ale'l-mezâhibi'l-erbaa, V,
152.
[32] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/58-61.
[33] Buhârî, nikâh 15; Müslim redâ 4, 6, 8, 53, 54, fiten
86; Tirmizî, nikah 4; Nesâî, nikâh 10, 13; îbn Mâce, nikâh 6, 38; Dârimî, nikâh
4; Ahmed b. Hanbel, I, 92, 457, II, 428, IV, 92, 153, 377.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/61.
[34] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/61-62.
[35] Azimâbâdî, Avnu'l-mabud, VI, 43.
[36] Haysemî, Mecmeu'z-zevâid, IV, 254.
[37] îbn Mâce, nikah 6; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII,
80.
[38] İbn Mâce, nikâh 5; Nesâî, nikâh 15; Beyhakî,
es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 80.
[39] İbn Mâce, nikâh 5.
[40] Hâkim, Müstedrek II,
162.
[41] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/62-64.
[42] Buhârî, cihâd 113, büyü 34, istikraz 18, megâzî 18,
nikâh 10, 121, nefekât 12, deavat 54; Müslim, müsâkât 110, redâ 58-59, 54-56,
58, 60; Tirmizî, nikâh, 14; Nesâî, nikâh 6, 10, 31, 33, 35, büyü 77; İbn Mâce,
nikâh 7, Dârimî, nikâh 32; Ahmed b. Hanbel, III, 294, 297, 306, 308, 314, 358,
362, 374, 376, 390; IV, 108-109.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/65.
[43] Müslim, redâ 56.
[44] îbn Hacer, Fethu'1-bârî, XI, 23.
[45] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/65-66.
[46] Nevevî, Şerhü Müslim, X, 53.
[47] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/66.
[48] Bu bab başlığına Concordance'da numara verilmemiştir.
[49] Nesâî, nikâh
12, talâk 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/67.
[50] Süneni- Nesâî, VI, 67 (Sindî'nin ta'liki).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/67-68.
[51] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/68-69.
[52] Nesâî, nikâh 11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/69.
[53] Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, II, 492, (hadis no: 4090).
[54] ed-Dihlevî, Huccetü'l-lahi'I-bâliğa III, 90.
[55] Sabahaddin Zaim, Türkiye'de Nüfus meselesi, 11.
[56] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/69-71.
[57] İbn Kudame, el-Mugnî, VI, 566.
[58] İbn Mâce, nikâh 46.
[59] İbn Kudame, el-Muğnî, VI, 567.
[60] Maverdî, Ebe b'ud-dünya ve'd-din, 160.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/71-72.
[61] en-Nur (24) 3.
[62] Tirmizî, tefsîr sûre (24), 1; Nesâî, nikâh 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/72-73.
[63] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili V. 3474.
[64] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/73.
[65] en-Nûr (24), 3.
[66] en-Nur (24), .24.
[67] en-Nûr (24), 3.
[68] en-Nur (24),
32.
[69] en-Nehhâs, Ebu Cafer, en-Nasıh ve'1-Mensuh, 193.
[70] İbn el-Kayyım, Zâdu'I-Meâd, II, 212.
[71] es-Sâbûnî, Revâiul-beyân, II, 50.
[72] Aynı yer.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/73-75.
[73] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/75.
[74] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/75.
[75] Buhârî ilim, 31; ıtk 14, 16, nikâh, 12, enbiya 48,
meğâzî 35, salât 12; Müslim, iman 241, nikâh 84, Tirmizî nikâh 25; Nesâî, nikâh
65, Ahmed b. Hanbel, III, 2, 10, 186, 282, IV, 395, 398, V, 402, 405, 408.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/76.
[76] Müslim, iman 241.
[77] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/76-77.
[78] Buharı, nikâh 12; Müslim, nikâh 85, Tirmizî, nikâh 25;
Nesâî, nikâh 65.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/77.
[79] M. Zihnî Meşâhirü'n-nisa, I, 419.
[80] Tekmiletu'l-menhel, III, 180.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/77-78.
[81] Kâsânî, Bedâiü's-sanâi, II, 281.
[82] Aynî, Umdetu'l-kârî, XX, 81.
[83] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 128.
[84] el-Ahzâb (33), 50; Aynî, Umdetü'1-kârî, XX, 82.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/78-80.
[85] Buhârî, nikâh 20, 118, şehadât 7; Müslim, redâ' 1-2;
Tirmizî, redâ' 1; Nesâî, nikâh 49, 52, Muvatta, redâ' 1-2, 15; Ibn Mâce, nikâh
34; Dârimî, nikâh 48; Ahmed b. Hanbel, I, 132, 275.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/80.
[86] en-Nisâ (4), 23.
[87] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/80-81.
[88] Nevevî, Şerhu Müslim, X, 19.
[89] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/82.
[90] Buhârî, nikâh 20, 25, nefekât 16; Müslim, redâ' 15-16;
İbn Mâce, nikâh 34; Nesâî, nikâh 46; Ahmed b. Hanbel VI, 309, 423.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/82-83.
[91] en-Nisâ (4), 23.
[92] en-Nisâ (4), 23.
[93] A.K. Zeydan el-Vecîz, 236.
[94] Buhârî, nikâh 20.
[95] İbn Hacer, Fethü'l-bârî, XI, 47.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/84-85.
[96] en-Nisâ (4), 23.
[97] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/85-86.
[98] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/86.
[99] Buhârî, nikâh 117; Müslim, redâ' 4-10; Tirmizî, redâ'
2; Nesâî, nikâh 52; İbn Mâce, nikâh 38; Muvatta, redâ' 2; Dârimî, nikâh 48; Ahmed b. Hanbel, VI, 194.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/86-87.
[100] Müslim, nikâh 4.
[101] Müslim, nikâh 7-8.
[102] Müslim, nikâh 5, 7.
[103] Müslim, nikâh 8.
[104] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/87-88.
[105] en-Nisâ (4), 23.
[106] bk. en-Nisâ (4), 23.
[107] İbn Kudâme, el-mugnî, VI, 572.
[108] Tirmizî, nikâh 2.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/88-89.
[109] Buhârî, şehâdet 7, nikâh 21; Müslim, redâ' 32; Nesâî,
nikâh 51; Dârimî, nikâh 52.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/89.
[110] Fethu'1-bârî, XI, 50.
[111] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/90.
[112] Tirmizî, veda 5.
[113] Tirmizî, veda 5.
[114] el-Bakara (2), 233.
[115] el-Ahkaf (46),
15.
[116] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/90-91.
[117] Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 461.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/91.
[118] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/91-92.
[119] Bedâyiü's-senâî, IV, 5.
[120] Muvatta' redâ
14.
[121] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/92-93.
[122] Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 461.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/93.
[123] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/93.
[124] el-Bakara (2) 233.
[125] el-Ahkâf (46), 15.
[126] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 462.
[127] Muvatta, redâ, 10.
[128] el-Ahkâf (46), 15.
[129] el-Bakara (2), 233.
[130] Bâbertî, Şerhu'l-İnâye ale'l-Hidâye, III, 5.
[131] el-Bakara (2), 233.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/93-96.
[132] el-Ahzâb (33), 5.
[133] îbn Hacer, Fethu'1-bârî, XI, 53.
[134] Buhârî, nikâh 15; Müslim redâ 26-28, 30-31, hudüd 23;
Ngsâî, nikâh 53; Muvatta. redâ 13; Darimî, hudûd 17; Ahmed b. Hanbel, V, 348,
VI, 174, 201, 228, 249, 269.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/96-98.
[135] Tekmiletu'l-Menhel, III, 196-197.
[136] Müslim, redâ 26.
[137] Müslim, redâ 25; îbn Mâce, nikâh 35; Muvattâ, redâ
7-8.
[138] Davudoğlu, Salıih-i Müslim terceme ve şerhi, VII, 376.
[139] İbn Hacer, Fethü'1-bârî XI, 52.
[140] Muvalta, redâ 12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/98-100.
[141] en-Nisâ (4), 23.
[142] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/100-101.
[143] Müslim, redâ' 25; Tirmizî, redâ' 3; Muvatta,
redâ' 18; Darimî, nikâh 49.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/101-102.
[144] el-Bakara (2), 240.
[145] el-Bakara (2), 234.
[146] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/102.
[147] İbn Kayyım, Zadu'l-me'âd II, 368.
[148] Müslim, redâ'
18; Ahmed b. Hanbel, VI, 329.
[149] Müslim redâ’ 370.
[150] bk. 2061 no'Iu hadis.
[151] en-Nisâ (4), 23.
[152] bk. 2055 no'lu hadis.
[153] bk. 3603 no'lu hadis.
[154] Fethu'1-bârî, IX, 115.
[155] Tekmiletu'l-Menhel, III, 205.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/102-106.
[156] Müslim, redâ'
17, 20, .23; Tirmizî, redâ 3; Nesaî, nikâh 51; İbn Mâce, nikâh 35; Darimî,
nikâh 49; Ahmed b. Hanbel, IV, 4-6, 31, 96, 216, 247, 340.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/106.
[157] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/106.
[158] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/106.
[159] Tirmizî, redâ' 6; Nesaî, nikâh 6; Darimî nikâh 50;
Ahmed b. Hanbel, III, 450.
[160] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/107.
[161] Tirmizî, redâ' 6.
[162] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/107-108.
[163] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/108.
[164] Müslim, nikâh 35; Tirmizî, nikâh 30; Nesaî, nikâh
47-48; İbn Mâce, Nikâh 31; Dârimî nikâh 8; Ahmed b. Hanbel, I, 78, 372, II,
179, 189, 229, 433, 426, 432, 474, 489, 508, 516.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/109.
[165] el-Mubarek-fûrî, Tuhfetü'l-ahvezî, IV, 272.
[166] Darimî, ferâiz 27.
[167] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/109-110.
[168] en-Nisa (4), 23.
[169] en-Nisa (4), 24.
[170] en-Nisa (4), 24.
[171] el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, V, 125.
[172] İbn Hacer, Fethu'l-bârî, XI, 65.
[173] Aynî, Umdetü'1-kârî, XX, 107.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/110-112.
[174] Buhârî, nikâh 27; Müslim, nikâh 33-34, 36, 40; Ibn
Mâce, nikâh 31; Dârimî, nikâh 8; Muvatta', nikâh 20.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/113.
[175] el-Fethü'r-rabbânî, XVI, 178.
[176] Buhârî, sulh 6; meğâzî, 43; Dârimî, ferâiz 27; (Ebû
Dâvûd, 2278 ve 2289 numaralı hadisler.)
[177] Müslim nikâh 36.
[178] Buhârî, nikâh 27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınları: 8/113.
[179] el-Fethu'r-rabbânî, XVI, 177.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/113-114.
[180] Dârimî, feraiz 27.
[181] el-Fethu'r-rabbânî, XVI, 177.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/114.
[182] en-Nisâ (4), 3.
[183] en-Nisâ (4),
127.
[184] en-Nisâ
(4), 127.
[185] Buharı, tefsîrü'l-kur'ân (Sûretü-Nİsâ) 1; Müslim, tefsir 6; Nesâî, nikâh 66.
[186] Nisa (4), 3.
[187] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/114-116.
[188] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'1-Kur'ân V, 12.
[189] en-Nisâ (4), 3.
[190] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/116-117.
[191] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/117-118.
[192] Buhârî, fedâilü'sahabe 16; Müslim, fedailü's-sahâbe
95-96; İbn Mâce, nikâh 56; Ahmed b. Hanbel, IV, 376.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/118-119.
[193] en-Nisâ (4), 3.
[194] Nevevî, Şerhu Müslim, XVI, 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/119-121.
[195] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/122.
[196] bk. Fethu'l-Bârî, VII, 61.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/122.
[197] Buhârî, fedailü's-sahâbe 16; İbn Mace, nikâh 56; Ahmed
b. Hanbel, IV, 362.
[198] Tirmizî, menâkİb 60.
[199] Tirmizî, menâkıb 60 (Leys hadisi).
[200] İbn Hacer, Fethu'l-bârî, IX, 240.
[201] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/122-123.
[202] Buhârî, fedâilü's-sahâbe 12, 16, 29, nikâh 109;
Müslim, fedâilü's-sahâbe 93, 94. Tir-mizî, menâkıb 60; İbn Mâce, nikâh 56;
Ahmed b. Hanbel, IV, 5, 326.
[203] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/123-124.
[204] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/124-125.
[205] Müslim, fedâilu's-sahabe 98.
[206] Tirmizî, menâkıb 60.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/125-126.
[207] en-Nisâ (4), 24.
[208] Kurtubî, el-Câmi )i ahkâmi'l-Kur'ân, V, 132.
[209] Kurtubî, aynı yer.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/126-127.
[210] Müslim, nikâh 20-28, Nesâî, nikâh 71; îbn Mâce, nikâh
44; Ahmed b. Hanbel, III, 404.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınları: 8/127.
[211] Müslim, nikâh 20; Ahmed b. Hanbel, III, 405.
[212] Müslim, nikâh
22.
[213] Buhârî, nikâh 31.
[214] Müslim, nikâh 18; Ahmed b. Hanbel, IV, 55.
[215] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/128-129.
[216] Müslim, nikâh 11.
[217] el-Mubârnekfûrî, Tuhfetü'I-Ahvezî.
[218] ibn Hazm, Muhallâ IX, 519. (mesele 1854).
[219] el-Mu'minûn (23), 6.
[220] Tirmizî, nikâh 27.
[221] Tirmizî, nikâh 27.
[222] en-Nisâ (4), 24.
[223] el-Mü'minûn (23), 6.
[224] Koçkuzu, A. Osman, Hadiste Nâsih-Mensûh, 301-302.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/129-131.
[225] Ahmed b. Hanbel, III, 404.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/131.
[226] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/131.
[227] Buhârî, nikâh 28; Müslim, nikâh. 57, 61; Tirmizî,
nikah 30; İbn Mâce, nikâh 16; Nesâî, nikâh 60; Darimî, nikâh 9; Muvatta, nikâh
24; Ahmed b. Hanbel, II, 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/132.
[228] Nevevî, Şerhü Müslim IX, 201.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/132-133.
[229] en-nisa (4), 3.
[230] Nesâî, nikâh 60, hayz 15-16; Müslim, nikah 60; İbn
Mâce, nikah 16; Tirmizî, nikâh 30.
[231] Sünenü'n-Nesâî, VI,
112-113.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/133-134.
[232] Ahmed b. Hanbel, IV, 49; Beyhaki, es-Sünenü'1-kübrâ,
VII, 200.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/134.
[233] Neylü'l-Evtâr VI,
159.
[234] Şevkâni, Neylu'l-evtar, VI, 160.
[235] eş-Şâfiî, el-Ümm (ve bihamişihi muhtasarü'I-Müzenî),
III, 294, el-Ümm, V, 68.
[236] İbn Hacer Fcthü'1-Bârî II, 67; Şevkânî, Neylü'I-evtâr,
VI, 160.
[237] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, II, 67.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/134-136.
[238] Tirmizi, nikah 28; Nesaî, talak 13, zîne 25; İbn Mâce,
nikah 33; Dârimî, nikah 53; Ahmed b. Hanbel, I, 448, 83, 87, 88, 93, 107, 121,
133, 150, 158, 450, 451, 462; II, 322 Beyhaki, es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 208.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/137.
[239] Şevkanî, Neylü'l-Evtâr, VI, 149.
[240] İbn Mâce, nikah
33.
[241] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/137.
[242] Mecme'üz-zevâid, IV, 268; Beyhaki, es-Sünenu'f-kübrâ,
VII, 208; Hâkim el-Müstedrek, II, 199.
[243] Tirmizî, nikah 28; Nesâî, talâk 13.
[244] el-Mevsilî, el-İhtiyar li ta'lili'l-muhtar, IV, 151.
[245] el-Bakara (2), 230.
[246] ibn Kayyım, Zâdüi-Meâd, II, 211.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/138-140.
[247] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/140.
[248] bk. 3660 no'lu hadis.
[249] Abdurrezzak, el-Musannef, XI, 451.
[250] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/140.
[251] Tirmizî, nikah 21; İbn Mâce, nikah 43; Dârimî, nikah
40; Ahmed b. Hanbel, III, 301, 377, 382.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/141.
[252] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/141-142.
[253] Beyhaki, es-Sünenü'I-kübrâ, VII, 127.
[254] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/142.
[255] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/142.
[256] Buharı, nikah 45, Büyü' 58, şurût 8; Müslim, büyü' 8,
nikah 38, 49-52, 54-56; Tirmi-zî, nikah 38; Nesâî, büyü 19; İbn Mâce, nikah 10;
Dârimî, nikah 7, Muvatta, nikah, 1, 2, 12; Ahmed b. Hanbel, II, 122, 123, 126,
130, 142, 153, 238, 274, 311. 318, 394, 411, 427, 457, 462, 463, 487, 489, 558;
IV, 147; V, 11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/143.
[257] Muvatta, nikâh, 1.
[258] Müslim, talak 3, 6, 47.
[259] Müslim, talak 38.
[260] Müslim, talak 39.
[261] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/143-145.
[262] Müslim, nikah 56.
[263] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/145-146.
[264] Buharı, büyü' 56, 64, 70, 71, şûrût 8, nikâh 45;
Müslim, nikah 49, buyu' 7,, 8, II, birr 29, 32, Tirmizî, nikah 38, büyü' 58
Nesâî, nikah 20, 21, büyü' 17, 20-21; tbn Mâce, ticaret 13, Darimî, büyü' 17,
33; Muvatta, büyü' 95, 96; Ahmed b. Hanbel, II, 7, 21, 63, 71, 108, 122, 124,
126, 277, 402, 410, 420, 465, 481, 484, 487, 491, 501, 512, 525, IV, 147.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/146.
[265] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/146-147.
[266] Buharı, nikah 45.
[267] İbn Hacer, Fethu'1-Bâri, XI, 105.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/147.
[268] Ahmed b. Hanbel, III, 334.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/147-148.
[269] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/148.
[270] İbn Mace, nikah 9; Tirmİzî, nikah 5, Nesaî, nikah 17;
Dârimî, nikah 5; Ahmed b. Hanbel, IV, 245, 246.
[271] Ahmed b. Hanbel, V, 424.
[272] İbn Mâce, nikah 9.
[273] el-Cezîrî, KitabüM-Fıkh alâ'1-mezâ bi'1-erbe'a, IV, 8.
[274] a.g.e. IV, 9.
[275] el-Cezirî, Kitabu'I-fıkıh ale'l-mezahibi'l-erbea,
IV, 10.
[276] a.g.e. s. 10.
[277] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/148-150.
[278] Nesâî, nikâh 28.
[279] Bedâ-i'üs-sanayi’, II, 240.
[280] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/150-153.
[281] Tirmizi, nikah 15; İbn Mace, nikah 15; Darimî, nikah
11, Ahmed b. Hanbel I, 250, 260, VI, 47, 66,
166.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/153-154.
[282] Tuhfetü'l-ahvezi, IV, 228.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/154.
[283] İbnu'l-Hümam, Fethü'l-Kadir H, 391.
[284] Bedâyiü’s-sanayi, II, 247.
[285] îbnu'I-Hümam, Fethü'l-Kadir, II, 391.
[286] el-Bakara (2) 232.
[287] İbnu'l-Hümam, Fethül Kadir II, 391.
[288] bk. 2085 no'lu hadis.
[289] el-Fethü'r-rabbânî, XVI, 154-155.
[290] el-Kasânî, Bedâyi'ü's-sanayi', II, 247, 248.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/154-157.
[291] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/157-158.
[292] Sünen-i Ebu Davud
Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/158.
[293] Buharî, nikah 36; Tirmizî, nikah 14, 15, 17; İbn Mâce, nikah 15; darimî, nikah 11,
Ahmed b. Hanbel, 1, 250; IV, 294, 413, 418; VI, 260.
[294] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/158.
[295] Tirmizî, nikah 15.
[296] Hakim, Müstedrek, II,
171.
[297] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/158-159.
[298] İbnu'l-Hümam Fethu'l-Kadir, II, 391.
[299] İbnu'l-Hümam, Fethu'l-Kadir, II, 391.
[300] Bk. 2098-2099 no'lu hadisler.
[301] el-Bakara (2), 230.
[302] el-Bakara (2), 230.
[303] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî XI, 92.
[304] en-Nûr (24) 32.
[305] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/159-161.
[306] Nesaî, nikah 66; Ahmed b. Hanbel, VI, 427.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/161.
[307] Nesaî, nikah 66.
[308] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/162.
[309] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/162.
[310] el-Bakara (2), 232.
[311] Buharî, nikah 36; Tirmizî, Tefsîrü'l-Kur'ân.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/162-163.
[312] Süleyman Ateş, Kur'an-ı Kerim'in Yüce Meali ve Çağdaş
Tefsiri, I, 270.
[313] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/163-164.
[314] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/164.
[315] Hatib Bağdadinin tertibine göre Sünen-i Ebî Davud'un
13. cüz'ü buradan itibaren başlamaktadır.
[316] Tirmizî, nikah 20; Nesaî, büyü' 96; Dârimî, nikâh 15;
Ahmed b. Hanbel, V, 8, 11,12, 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/165.
[317] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/165.
[318] İbn Kudâme, Muğnî, VI, 510.
[319] İbn Kudame, Mugnî, VI, 511.
[320] Kasânî, Bedâyiü's-sanayi', II, 251.
[321] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/166-167.
[322] en-Nisa (4), 19.
[323] Buharî, tefsîrü'l-Kur'an, suretü'n-Nisa 6. Ayetin
tefsiri.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/167-168.
[324] Tefsîrü'l-Beğavî, II, 381.
[325] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/168-169.
[326] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/169.
[327] en-Nisâ (4), 19.
[328] Buhârî, Tefsîru'l-Kur'ân, sûretun-Nisâ, 6.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/169-170.
[329] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/170.
[330] et-taberi, Câmiü'l-Beyan fi't-Tefsirül Kur ân, IV,
209, 212.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/170.
[331] Sadece Ebu Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/170.
[332] Buharî, nikah 40, hayl 11; Tirmizî, nikah 18; Ibn
Mâce, nikah 11, Dârimî, nikah 13, 14; Ahmed b. Hanbel, II, 229, 250, 279, 425;
Müslim, nikah 64, 66; Nesâî, Nikah 33, 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/171.
[333] Tirmizî, nikâh 15.
[334] Davudoğhı Ahmed, Sahih-i Mürslim Tercüme ve Şerhi, VII,
262.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/171-172.
[335] Tirmizî, nikah 18, Nesâî, nikah 31, 36; Dârimî, nikah
12; Ahmed b. Hanbel, I, 261, 334; II, 259, 475; IV, 94, 408, 411.
[336] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/172-173.
[337] en-Nisa (4), 2.
[338] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/173.
[339] en-Nisa (4), 3.
[340] el-Mübarekfûrî, Tuhfetü'l-ahvezî, IV, 274.
[341] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/173-174.
[342] Buharî, nikah 41; Müslim, nikah 65; Nesaî, nikah 33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/174-175.
[343] Nesaî, nikah 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/175.
[344] bk. 2096 numaralı hadis.
[345] Buharı, nikah 40.
[346] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/175-177.
[347] Ahmed b. Hanbel, II, 34.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/177.
[348] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/177.
[349] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/177.
[350] Buhari, nikah 41, 42; ıtk 9, 12; İbn Mâce, nikah 12,
talak, 29; Dârimî, talak, 15, 16; Ahmed b. Hanbel, I, 273; VI, 42, 46, 115,
170, 172, 175, 178, 186, 209.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/178.
[351] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/178.
[352] İbn hacer, Fethü'1-Bâri, XI, 101.
[353] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/178-179.
[354] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/180.
[355] Müslim, fedaifüssahâbe 1, rikak 7, eymân İ0, 27;
Tirmİzî, 11ten 45, şehâdet 5; îbn Mace, ahkâm 27; Buhari, şehadât 9; Ahmed b.
Hanbel, I, 378, 417, 434, 438, 442; II, 228, 410, 479; IV, 267, 270, 277, 426,
427, 436, 440; V, 350.
[356] Tekmiletu'l-Menhel, III, 267.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınları: 8/180.
[357] Müslim, nikâh 66, 68; Tirmizî, nikâh 18; îbn Mace,
nikâh 11; Darimî, nikâh 13; Muvatta, nikâh 4; Ahmed b. Hanbel, I, 219, 242,
274, 345, 355, 362.
[358] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/181.
[359] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/181.
[360] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/181-183.
[361] Müslim, nikâh 66; Nesaî, nikâh 32; Ahmed b. Hanbel I,
219; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII,
115.
[362] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/183.
[363] Et-Tahanevi, (trc. îbrahin Canan), Yeni Usul-u Hadis,
544.
[364] İbn Hacer, Fethü'1-Bâri, XI, 98; Tekmiletu'l-Menhel,
III, 269.
[365] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/183-184.
[366] Nesâî, nikâh 31; Ahmed b. Hanbel, I, 261.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/184.
[367] Nesâî, nikâh 31; Ahmed b. Hanbel, I, 261, Dârekutnî,
III, 239.
[368] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/184-185.
[369] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/185.
[370] Nesâî, nikâh 35, 36; İbn Mace, nikâh 12; Buharî, nikâh
42; Muvatta, nikâh, 25; Ahmed b. Hanbel, VI, 328.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/185.
[371] İbn Hacer, Fethü'l-Bâri XI, 100-101.
[372] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/185-186.
[373] Bk. 2100 no'lu hadis.
[374] bk. Aynî, Umdet'ül-Kârî, 130.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/186-187.
[375] Heysemi Mecmeu’z-Zevâid, IX, 377.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/187-188.
[376] bk. Heysemi, Mecmeu'z-Zevâid, IX, 377.
[377] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/188.
[378] el-Hucurât (49),
13.
[379] es-Secde (32), 118.
[380] Tirmizî, nikâh 3.
[381] Karaman, H. Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 254.
[382] bk. İbn Kudâme, Muğnî, VI, 480.
[383] bk. Firûzâbadî, el-Muhezzeb, II, 38-39.
[384] Karaman, H., Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 254, 255.
[385] bk. Dâvudoğlu, A., İbn Ah i d in Tercüme ve Şerhi, V,
428, 429.
[386] Kadîhân, Fetevâ'el-Haniyye I, s. 351, (Bulak 1330).
[387] bk. Dârekutnî, s. 392.
[388] Beyhâkî, es-Sünenu'1-kübrâ,
VII, 132.
[389] Hadîslerin münakaşası için bak.; Zeylâî,
Nasbu'ur-râye, III, 196, 197.
[390] Beyhâki; es-Sünen-ül-kübrâ, VII, 133.
[391] es-Serahsî; Mebsût; V, 23.
[392] bk. el-Münâvî, Feyz-ül-Kadir, VI, 271.
[393] el-Hucûrât (49),
13.
[394] Kâsânî, Bedâyi', II, 317.
[395] Bedâyi', II,
317.
[396] Kâsâni, Bedâyi1, II, 317.
[397] Bedâyi’, II, 317.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/188-192.
[398] Ahmed b. Hanbel, VI, 366; Beyhaki, es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 145.
[399] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/192-194.
[400] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/194-195.
[401] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/195.
[402] Beyhaki, es-Sünenül-kübrâ, VII, 145.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/195-196.
[403] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/196.
[404] Müslim, nikâh 78; İbn Mâce, nikâh 17; Dârimî, nikâh
18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/197.
[405] en-Nisâ (4), 4.
[406] en-Nisâ (4), 24.
[407] bk. 2108 numaralı hadîs.
[408] bk. 2054 ve 3931 no'lu hadisler.
[409] Deliller için bk. Buhârî, nikâh 34, 50; Karaman, H.
Mukayeseli İslâm Hukuku, 282, 283.
[410] en-Nisâ (4), 20.
[411] bk. Dâvudoğlu, A., Selâmet Yollan, III, 316-317.
[412] bk. Karaman H., İslâm Hukuku, I, 282.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/197-199.
[413] Tirmizî, nikâh 23, Nesâî, nikâh 66, İbn Mâce, nikâh
17, Dârimî, nikâh 18, Ahmed b. Hanbel, I, 41, 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/199.
[414] bk. Ibn Mâce, nikâh 17.
[415] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/200.
[416] en-Nisâ (4), 20.
[417] Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, IV, 255. Hâkim,
el-Müstedrek, II, 178.
[418] Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, IV, 255.
[419] Hâkim; el-Müstedrek, II, 182.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/200.
[420] Nesâî, nikâh 66; Ahmed b. Hanbel, VI, 422.
[421] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/201.
[422] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/201.
[423] Sadece Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/201-202.
[424] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/202.
[425] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/202.
[426] Buharî, nikâh 49, 56, Müslim, nikâh, 79, 81, 83, Tirmizî,
nikâh 10; Nesâî, nikâh 74; İbn Mâce, nikâh 24; Dârimî, nikâh 22; Ahmed b.
Hanbei, III, 227, 271, 274, 278.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/202-203.
[427] bk. İbn Hâcer, Fethu'1-Bâri, IX, 186.
[428] bk. ibn Hâcer, Fethu'1-Bâri, IX, 186.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/203-204.
[429] bk. Nevevî, Şerh-u Müslim, XI, 216.
[430] İbn Hâcer, Fethu'1-Bârî, IX, 187.
[431] Karaman, H., islâm Hukuku, I, 283.
[432] Dârekutnî, Sünen III, 245, Beyhâkî, es-Sünenu'1-kübrâ,
VII, 133. 25.-.
[433] İbn Hüman, Fethu'l-Kadîr, II, 417
[434] Dârekutnî Sünen III, 245.
[435] Buharı, nikâh 51.
[436] Tirmizî, nikâh 22.
[437] Buhârî, nikâh 54; Ebû Dâvüd hadîs no 2109.
[438] Ebû Dâvûd 2110 no'lu hadis.
[439] Tirmizî, nikâh 63.
[440] en-Nisâ (4), 24.
[441] bk. 2111 no'lu hadis.
[442] en-Nisâ (4), 24.
[443] Zafer Ahmed, İ'lâu's-Sünen, XI, 83, 85.
[444] et-Muttekî, Kenzu'l-Ummâl; XVI, 320, (Hadis no: 44710).
[445] bk. İ'lâu’s-Sünen, XI, 85.
[446] en-Nisâ (4), 25.
[447] Zürkânî, Şerhu'l-Muvaita', IV, 16.
[448] Nevevî, Şerh-u Müslim, IX, 213.
[449] 2111 numaralı hadîs.
[450] Ahmed b. Hanbel, III, 445; İbn Mâce, nikâh 17.
[451] bk. 2110 numaralı hadîs.
[452] bk. 2109 numaralı hadîs.
[453] Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, IV, 49.
[454] Dâvudoğlu, A., Selâmet Yolları, III, 328, 330.
[455] Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, VI, 404.
[456] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/204-210.
[457] Darekutnî, Sünen, III, 243; Beyhaki,
es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 238.
[458] Müslim, nikâh 16.
[459] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/210-211.
[460] Kasanî, Bedayi'u-s sanayi', II, 276.
[461] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/211-212.
[462] Buhârî, Fezâilu'-Kur'an, 21, 22; nikâh 14, 35, 37, 40,
50; libâs 49; Müslim, nikâh 35, 76; Tirmizî, nikâh 23; îbn Mâce, nikâh 17;
Muvatta, nikâh 8, Dârimî, nikâh 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/212-214.
[463] Müslim, nikâh 77.
[464] Buhârî, nikâh 50.
[465] İbn Hacer, Feth-ul-Bârî, XI, 111.
[466] Ibn Hacer, Fethu'l-Barî, XI, 111.
[467] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/214-215.
[468] el-Ahzâb (33), 50.
[469] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, XI, 117.
[470] bk. 4223 numaralı hadîs.
[471] en-Nisâ (4), 24.
[472] en-Nisâ (4), 25.
[473] bk. İbn Kudâme, Muğnî, VI, 684.
[474] en-Nisâ (4), 24.
[475] el-Bakara (2), 237.
[476] Bezlu’l-mechûd, X, 136.
[477] bk. Hüseyin el-Cubûrî, ez-Zivâc, s. 169.
[478] el-Ahzâb (33), 37.
[479] en-Nûr (24), 33.
[480] el-Ahzâb (33), 50.
[481] Buhârî, nikâh 44.
[482] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/215-219.
[483] Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 242.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/219-220.
[484] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/220.
[485] Sadece Ebû Dâvud rivayet etmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/220.
[486] en-Nisâ (4) 24.
[487] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/220-221.
[488] Tirmizî, nikâh 44; İbn Mâce, nikâh 18; Nesâî, nikâh
68; Darîmî, nikâh 47; Ahmed b. Hanbel, I, 431; III, 480.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/221.
[489] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/221-222.
[490] Mecelle, Madde: 14.
[491] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/222-223.
[492] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/223.
[493] Ahmed b. Hanbel, III, 480.
[494] bk. Mubârekfurî, Tuhfetu'l-ahvezi, II, 196.
[495] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/223.
[496] Tirmizî, nikâh 44, Nesâî, nikâh 68.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/224-225.
[497] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/225.
[498] Beyhâkî, es-Sünenu'l-Kübrâ, VII, 246.
[499] Beyhakî, es-Sünemı'1-Kührâ, VII, 247.
[500] Beyhakî, es-Sünenu'l-kübrâ, III, 247.
[501] Hâkim, Müstedrek, II, 180, 246.
[502] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/225-226.
[503] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/226-228.
[504] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/228.
[505] el-Bakara (2), 236.
[506] en-Nisâ (4), 4.
[507] en-Nisâ (4), 25.
[508] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/228-229.
[509] en-Nisâ (4), 1.
[510] Âl-i İmrân (3),
102.
[511] el-Ahzab (33), 70.
[512] el-Ahzab (33), 71.
[513] Tirmizi, nikâh 17, Nesâî, cuma, 24, İbn Mâce, nikâh
19; Dârimi, nikâh 20; Ahmed b. Hanbel, I, 392, 393, 432.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/229-230.
[514] en-Nisâ (4), 78.
[515] en-Nisâ (4), 79.
[516] en-Nisâ (4), 1.
[517] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/230-231.
[518] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/231.
[519] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 146.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/232.
[520] bk.,Fussilet (41), 46.
[521] Nevevi, el-Erbaun, 24. hadis.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/232.
[522] bk. Münâvi, Feyz-ül-kâdir, V, 18. (Hadis no: 6298).
[523] Şah Veliyyullah, Huccetu’llahi’l-bâliga, II, 95.
[524] bk. Tirmizi, nikah, 17.
[525] Birgivi, Şerhu ehadisi'l-erbaîn, s. 43.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi,
Şamil Yayınları: 8/233.
[526] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 146.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/233-234.
[527] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/234.
[528] Buhârî, menakıbu'l-ensar 44; nikâh 38, 39, 59; Müslim,
nikâh 69, 73; İbn Mâce; nikâh 13, 53; Nesâî, nikah 29; dârimi, nikah 56.
[529] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/234.
[530] İbn Abdilberr, eMstîâb, II, 244.
[531] Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, IX, 225; Ahmed b. Hanbel,
VI, 210.
[532] Buharı, nikâh 44; Ibn Mâce, nikâh 13.
[533] Ahmed b. Hanbel, IV, 458.
[534] Zürkânı, Şerh-u Mevâbil ledünniyye, III, 234.
[535] el-Talâk (65), 4.
[536] en-Nisâ (4), 5.
[537] Karaman H., İslâm Hukuku, s. 242-243.
[538] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/234-239.
[539] Müslim, ridâ 41-43; İbn Mâce, Nikâh 26; Darimi, Nikâh
27; Muvatta, nikah 14; Ahmed b. Hanbel, VI, 292, 295, 307, 308, 314.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/240.
[540] Müslim, nikâh 42; Muvatta, nikâh 14,
[541] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/240-241.
[542] bk. Tahavi, Şerhu meâni'1-âsâr, III, 29-30.
[543] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/241-243.
[544] Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 302.
[545] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/243.
[546] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/243.
[547] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/243-244.
[548] Buhârî, nikâh 100, 101; Müslim, ridâ 44; Tirmizî, nikâh
41; Ahmed b. Hanbel, II, 176; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 302.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/244.
[549] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, XI, 227.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/244-245.
[550] bk. Nevevî Şerhti Müslim, X, 45.
[551] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/245.
[552] Nesâi, nikâh 76; Ahmed b. Hanbel, I, 80.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/246.
[553] ibn Abdi'1-Berr, el-lstiâb, II, 749.
[554] İbn Hacer el-tsâbe, VIII, 158.
[555] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/246.
[556] el-Furkân (25), 54.
[557] er-Ra'd (13), 39.
[558] Zürkânî, el-Mevâkib, II, 5.
[559] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/246-247.
[560] Ahmed b.
Hanbel, I, 80; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 252.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/248.
[561] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/248.
[562] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/249.
[563] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/249.
[564] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/249.
[565] İbn Mâce, nikâh 54; Beyhakî, es-Sünenü'I-kübrâ, VII,
253.
[566] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/250.
[567] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/250.
[568] Nesâi, nikâh 67; İbn Mâce, nikâh 41; Muvatta, nikâh
11; Ahmed b. Hanbel, II, 182.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/250-251.
[569] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/251.
[570] İbn Kudâme, el-Muğni, VII, 697.
[571] Meylânî, Ahmed, Bidayetu'l-Müctehid, II, 38.
[572] Davudoğlu Ahmed, Selamet Yolları, III, 319.
[573] bk. Sehârenfûri, Bezlu'l-Mechûd, X, 163.
[574] Şevkani, Neylu'l-Evlâr, VI, 189.
[575] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/251-252.
[576] Tirmizi, nikâh, 7; İbn Mâce, Ezan 2, nikâh 23; Dârimi
nikâh 6; Ahmed b. Hanbel, II, 381, 451.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/253.
[577] İbn Mâce, nikâh 23; Nesâi, nikâh 73; Beyhâki,
es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 148.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/253.
[578] bk. Buharı, nikâh 56.
[579] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/254.
[580] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 157.
[581] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/254-255.
[582] Yazır M. Hamdi, Hak dinî Kur'an Dili, V, 3469.
[583] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/255-256.
[584] en-Nisâ (4), 24.
[585] İbn Kudame el-Mugnî, VI, 601, 602.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/256-257.
[586] Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 157.
[587] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/257.
[588] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/257-258.
[589] Tirmizî, nikâh 24; Ahmed b. Hanbel, II, 295, 347, 471.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/258.
[590] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/258.
[591] en-Nisâ (4),
19.
[592] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/258-259.
[593] Tirmizi, Nikâh 41; Nesâı, nikâh 2; İbn-i Mâce, nikâh 47;
Darimî, nikâh 25; Ahmed b. Hanbel, VI,
144.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/259.
[594] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/260.
[595] Ahzâb (33), 51.
[596] İbnu'l-Arâbi, Ahkâmu'l-Kur'ân, II, 178.
[597] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/260.
[598] bk. Buhârî, nikâh 98, Müslim, ridâ 47; Ahmed b.
Hanbel, VI, 608.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/260-261.
[599] İbn Hacer, Fethu'1-Bâri, II, 225.
[600] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/261-262.
[601] Ibn Mace, nikâh, 48; Ibn Kudâme, el-Muğnî, VII, 38,
39.
[602] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/262-263.
[603] el-Ahzâb (33), 51.
[604] Buharî, Suretu'l-Ahzâib, 7; Müslim, talak 23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/263.
[605] el-Ahzâb, (33), 28.
[606] el-Ahzâb, (33), 52.
[607] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/264-265.
[608] Ahmed b. Hanbel, VI, 117.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/265.
[609] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/265-266.
[610] Buhari, nikâh 97; İbn Mâce, nikâh 47.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/266.
[611] bk. el-Benna A. A. el-fethu'r-Rabbani, XVI; 239.
[612] Müslim, ridaâ, 51.
[613] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/266.
[614] Buhâri, nikâh, 97.
[615] İbn Kudâme, el-Muğnî, VII, 28.
[616] İbn Kudâme, el-Muğnî, VII, 32.
[617] Dârekutnî, Sünen 409.
[618] İbn Kudâme, VII, 35.
[619] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/267-269.
[620] Buhâri, Surût 6; nikâh 14; darimî, nikâh 21; Müslim,
nikâh 63; Tirmizî, nikâh 32; Nesâî, nikâh 42; İbn Mâce, nikâh 41; Ahmed b.
Hanbel, IV, 144, 150,
152.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/269.
[621] es-Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, II, 98.
[622] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/270.
[623] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/270-271.
[624] Tirmizî, reda' 10; İbn Mace, nikâh 4; Ahmet b. Hanbel,
IV, 381; V, 228, VI, 76; Darimî, salât 109.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/271-272.
[625] en-Nisâ (4) 34.
[626] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/272-273.
[627] Ahmed b. Hanbel, IV 341; el-Hakim, Müstedrek, II, 189; el-Benna A.A. el-fethû'r-Rabbani XVI, 229.
[628] Heysemi, Mecmeu'z-Zevâid, IV, 308.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/273.
[629] Buharî, bedu'1-halk 7, nikâh 85; Müslim, nikâh 120;
Tirmizî, redâ' 10; Dârimî, nikâh 38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/273.
[630] er-Ra'd, (13),
11.
[631] Müslim, nikâh 121.
[632] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/274.
[633] İbn Mâce, ikâme 43.
[634] Tirmizî, reda1 10.
[635] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/274.
[636] İbn Mâce, nikah 3; Ahmet b. Hanbel, IV, 447; V, 3.
[637] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/275.
[638] en-Nisâ, (4), 34.
[639] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/275-276.
[640] el-fetevau'1-Hindiyye, I, 404.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/276.
[641] Ahmet b. Hanbel, IV, 447; V, 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/277.
[642] bk. 2162 no'lu hadis.
[643] Tahavi, Şerh'u meâni'l-âsâr, III, 43.
[644] bk. a.g.e. 44-46.
[645] bk. a.g.e. 44, İbn Mâce, Nikâh 29.
[646] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/277-278.
[647] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 295.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/278-279.
[648] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/279.
[649] et-Talak (65), 7.
[650] Tirmizî, redâ’
11; İbn Mtce, Nikâh 3.
[651] bk. el-Bakara (2), 286.
[652] et-Talak (65), 7.
[653] Bir müdd Şafiî ulemasından Nevevi'ye göre
[654] bk. Müslim, akdiye 7.
[655] Ibn Mace, Nikâh, 50.
[656] Tirmizî, redâ 11; el-Fethü'r-Rabbânî, XVI, 236.
[657] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/279-282.
[658] Beyhakî, es-Sünetıü'1-kübrâ, VII, 303.
[659] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/282.
[660] bk. İbn Mâce, nikâh 50; Tirmizî, redâ II.
[661] Sâbûnî "Revâi'ul-beyân, II, 470.
[662] en-Nisa (4), 34.
[663] Yazır M. Hamdi, Hak Dini Kur'ân dili, II, 1351.
[664] Buhârî, nikâh 93.
[665] Taberî, Câmiû'l-beyân, V, 68; Sâbûnî M. Ali,
Revai'ül-beyân, I, 469.
[666] Müslim Hudûd 40.
[667] et-Tahrîm (66), 6.
[668] ibn Kudâme, Mugnî, VII, 47.
[669] bk. 2147 nolu hadîs-i şerif.
[670] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/283-285.
[671] İbn Mâce- nikâh 51; Dârimî, nikâh 34; Beyhakî,
es-Sünenü’I-kübrâ, VII, 305.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/285.
[672] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/285-286.
[673] İbn Mâce, nikâh 51.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/286.
[674] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/286.
[675] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/286.
[676] Müslim âdâb 50; Tirmizî, edeb 28; Dârimî, istî'zân 15.
Ahmed b. Hanbel, IV, 358. 361.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/287.
[677] en-Nur (23), 30.
[678] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/287.
[679] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/287-288.
[680] Tirmizî, edeb 28; Dârimî, rikâk, 3; Ahmed b. Hanbel,
V, 351, 353, 357.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/288.
[681] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/288.
[682] Buhârî, nikâh 118; Tirmizî, edeb 38; Ahmed b. Hanbel,
I, 304, 314, 380, 387, 438, 440, 443, 460, 462, 464; II, 326, 447, 497; III,
348, 356, 389, 390.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/288-289.
[683] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/289.
[684] Müslim, hayz 74.
[685] Müslim, hayz 74.
[686] Nevevî, Şerhu Müslim,
IV, 32.
[687] Davudoğlu A., Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, H,
567-568.
[688] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/289-291.
[689] Müslim, nikâh 9; Tirmizî, redâ1 9; Ahmed b. Hanbel,
III, 330.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/291-292.
[690] el-Ahzab (33), 37.
[691] Müslim, Fedâilü's-Sahâbe 101.
[692] Müslim, nikâh 9.
[693] bk. Dârimî, II,
146.
[694] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/292-293.
[695] el-Ahzâb (33) 33.
[696] Tirmizî, redâ 18.
[697] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/293.
[698] Buharı, istî'zân 12, kader 9; Müslim, kader 20; Ahmed
b. Hanbel, II, 276, 343, 379, 431, 536; Beyhaki, cs-Sünenü'1-kübrâ, VII, 89.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/293-294.
[699] en-Necm (53), 32.
[700] en-Nisâ (4), 31.
[701] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/294.
[702] Münzirî, et-Tergib ve't-terhîb, III, 63.
[703] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/294-295.
[704] Müslim, kader 21; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 89.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/295.
[705] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/295-296.
[706] Beyhakî es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 89.
[707] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/296.
[708] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/296.
[709] en-Nisa (4), 24.
[710] Müslim, redâ' 33; Nesâî, nikâh 59.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/296-297.
[711] Dârimî, talak 36.
[712] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/297-298.
[713] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/298-299.
[714] Müslim, nikâh 139, Ahmed b. Hanbel, V, 195; Beyhakî,
es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 449.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/299-300.
[715] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/300.
[716] Tirmizî, siyer 15; Dârimî, talak 18; Ahmed b. Hanbel,
III, 62, 87, 321; Beyhakî, es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 449.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/300.
[717] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/301.
[718] bk. İbn Kayyim, Zâdü'l-meâd IV, 227.
[719] İbn Kayyim, Zâdu'1-meâd, IV, 227; Buhârî, büyü' 111.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/301-302.
[720] Tirmizî, nikâh 33; Ahmed b. Hanbel, IV, 108; Beyhakî,
es-Sünenü'1-kübrâ, VII, 449.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/302-303.
[721] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/303.
[722] Sünen-i Ebu
Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/303.
[723] Tirmizi, nikâh 33; Ahmed b. Hanbel, IV, 108.
[724] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/303-304.
[725] bk. Mecelle, Madde 96.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/304-305.
[726] îbn Mâce, nikâh 27; ticâret 47.
[727] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/305-306.
[728] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/306.
[729] Buhârî, Bed'ül-halk 11; vûdû'
8; nikâh 66; da'vât 55; tevhîd 13; Müslim, talak 6; Tirmizi,1 nikâh 6; İbn
Mâce, nikâh 27; Dârimî, nikâh 29; Ahmed b. Hanbel, I, 217, 220, 243, 283, 286.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/306-307.
[730] Buhârî; enbiya 4; Tef sini's-sûre (3); 2; Müslim,
fedâil 146; Ahmed b. Hanbel, II, 233, 247.
[731] el-Hıcr (15), 42.
[732] bk. İbn-i Hacer, Fethü'l-bârî IX, 181.
[733] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/307.
[734] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/308.
[735] Tirmizî, tahâre 102; redâ' 12; İbn Mâce, nikah 29;
Dârimî, vudû' 114; Ahmed b. Hanbel, I, 86; II," 444, 476; IV, 305.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınları: 8/308.
[736] el-Bakara (2), 222.
[737] el-Bakara (2), 223.
[738] bk. Davudoğlu A., Selâmet Yollan, III, 295.
[739] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/308-309.
[740] el-Bakarâ (2) 223.
[741] Buhârî, Tefsir sûre (2), 39; Müslim, nikâh 117, 118;
İBn Mâce, nikâh 29; Tirmizî, Tefsir Sûre (2), 25; Dârimî, Vudû' 113, nikâh 30;
Ahmed b. Hanbel, VI, 305.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/310.
[742] bk. es-Sâbûnî, Revâiü'l-beyân, I, 297.
[743] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/310-311.
[744] el-Bakara (2), 223.
[745] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 195.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/311-312.
[746] el-Bakara (2), 223.
[747] Ibn-i Cerîr, et-Taberi, Câmiû'l-beyân,, III, 233.
[748] Kurtubî, el-Câmi'li-ahkâmi'1-Kur'ân, III, 95.
[749] el-Bakara (2), 223.
[750] el-Bakara (2), 223.
[751] Tefsir-i İbn-i kesir, I, 517.
[752] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/312-314.
[753] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/314.
[754] el-Bakara (2), 222.
[755] Müslim, hayz 16; Ebû Dâvud, tahâre 102, Tirmizi,
tefsir sure (2), 24; Nesâi, tehâre 180; hayz 8; Ahmed b. Hanbel, III, 132, 133,
246. Bu hadisle ilgili açıklama 258 no'lu hadiste geçmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/314-315.
[756] Ebû Dâvud, tahare 106; Nesâi, tahare 178; hayz 11;
ilgili açıklama 270 no'hı hadiste geçmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/315-316.
[757] Buhârî, hayz 5, Müslim, hayz 1; tirmizi, tahare 99;
İbn Mâce, tahare 121; Darîmî, vudû 107, 108; Ahmed b. Hanbel, VI, 55, 134, 143,
170, 174, 182, 209, 235. İlgili açıklama 267 no'lu hadiste geçmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/316.
[758] Kaynakları ve gerekli açıklama için bk. 264 no'lu
hadis (I, 470).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/317.
[759] Nesâi, tahare 181, hayz 9; İbn Mâce, tahare 123; Ahmed
b. Hanbel, I, 230, 237, 245, 272, 286, 306, 312, 339, 363. Açıklaması için bk.
265 no'lu hadis (I, 472).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/317.
[760] Müslim, nikâh 132; Tirmizî, nikâh 40; Ahmed b. Hanbel,
III, 63.
[761] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/318.
[762] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/318-319.
[763] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/319.
[764] Ahmed b. Hanbel, III, 33, 51, 53; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII, 230.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/319.
[765] bk. Ahmed Naim, 40 Hadis, Hadis No. 4.
[766] Müslim, nikâh 141.
[767] İthafu's-sâde, V, 379.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/319-321.
[768] Buharî, itk 13, meğâzî 32, nikâh 96; Müslim, nikâh
125; Muvatta, talâk 95; Ahmed b. Hanbel, III, 68; Nesâî, nikâh 55.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/321-322.
[769] en-Nur (24),
16.
[770] Doğrul Ö.R. Asr-i Saadet,. I, 286.
[771] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/322-323.
[772] Buharı, Meğâzî 32.
[773] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/323-324.
[774] Müslim, nikâh 134; îbn Mâce, mukaddime 10; Buharî,
nikâh 53; kader 4; Muvatta, kader 7; Ahmed b. Hanbe.l, III, 312, 386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/324.
[775] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları:
8/324-325.
[776] Müslim, nikâh 141.
[777] Nevevî, Şerhu Müslim, X, 9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/325-326.
[778] Tirmizi, edeb 36; Nesâî, zine 32.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/326-329.
[779] bk. İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, XII, 500.
[780] Nevevî, Şerh'u Müslim, XIV, 103, 104
[781] es-Sâbûnî, Revaiu'l-beyân, II, 158, 160.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınları: 8/329-330.
[782] bk. 1500 no'Iu hadis.
[783] bk. 939 no'lu hadis.
[784] Nevevî, Şerh'u Müslim, X, 8; el-Bennâ,
el-Fethu'r-Rabbânî, XVI, 223.
[785] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları: 8/330.