MODERNLEŞME VE AİLENİN ÇÖZÜLÜŞÜ
HALİL AKGÜN
Modern toplumlar, derin bir aile krizi yaşıyor. Toplum ve medeniyetin
temel taşı olan aileyi artık bir arada tutmak mümkün değil. Kutsalı
kalmayan ileri sanayi toplumları, aileyi bir fayda-zarar ilişkisi
açısından ele alıyor. Çıkarına uyduğu yerde aileye bir önem ve anlam
biçiyor. Bireysel menfaatiyle çatıştığı yerde ise onu bir yük olarak
görüyor.
Amerika ve Avrupa ülkelerinde boşanma oranı yüzde ellilerin üzerinde.
Yani her iki evlilikten biri, ayrılıkla sonuçlanıyor. Evlilik dışı
ilişki normal' algılanıyor, hatta teşvik ediliyor. Buna paralel olarak
evlilik dışı doğan çocuk sayısı giderek artıyor. Sadece annesi ya da
babası tarafından yetiştirilen çocuklar, anne-babanın bir arada olduğu
ailelerde yetişen çocukların sayısını çoktan aşmış durumda.
Sosyal güvence mi, sosyal çözülme mi?
Evlilik dışı ilişkinin ve boşanmanın önüne geçemeyen toplum, bunu telafi
etmek için devletin güvencesine sığınıyor. Boşanmış anneler, sosyal
güvenlik sigortası kapsamında devletten yardım alıyor. Bunun yarattığı
sahte güvenlik hissi, ailenin daha fazla çözülmesine katkıda bulunuyor.
Modern birey, aileyi sınırsız özgürlüğünün önünde bir engel olarak
görüyor. Nesiller arasında yaşanan çatışma, gençleri aile ortamından
kopartmakla kalmıyor, onları aile karşıtı bir konuma itiyor. Nesiller
arasındaki mesafeyi körükleyen kapitalist ekonomik sistem, aileden
kopardığı genç nesli 10-15 yıl boyunca kelimenin tam manasıyla sömürüyor.
Sadece Amerika'da 13 ilâ 25 yaş arasındaki gençlik grubunun yıllık
kişisel harcamaları onmilyarlarca doları buluyor. Bu sektör gençlerin
temel ihtiyaçlarından değil, film, müzik, kılık-kıyafet, makyaj, oyun,
sinema, parti vermek gibi bireysel lükslerinden besleniyor.
Bu
lükslere karşı çıkmak, gençlerin doğal gelişimine engel olarak görülüyor.
Bu kültüre karşı çıkan ortalama bir anne-baba, karşısında koca bir
eğlence kültürünü, Amerikan hukuk sistemini, psikologları, medya
mensuplarını buluyor. Bir başka ifadeyle, sağduyu bu muazzam sistem
karşısında bastırılıyor, susmaya mahkum ediliyor. Onlarca TV kanalı,
yüzlerce dizi film ile baş edemeyeceğine kanaat getiren ailelerin büyük
çoğunluğu, mücadele etmekten vazgeçiyor.
Modern birey ve aile
Netice? Neticede Amerikan ailelerinin önemli bir kısmı, çocuklarını
14-15 yaşından itibaren kaybetmeye başlıyor. Bu kaybetme, fiziki
olmaktan çok manevi bir kayıp. Yani çocuklar aileleriyle aynı evde
yaşamaya devam ediyorlar ama her geçen gün başka bir dünyada yaşamaya
başlıyorlar. Aile fertleri arasındaki uçurum gittikçe büyüyor. Neticede
aynı evde yaşayan insanlar birbirlerine yabancılaşıyor.
Bu
yabancılaşmanın bedeli gerçekten çok büyük. Aile içi şiddet, akla ilk
gelen örnek. Kadının evde dövülmesi, zannedildiğinin tersine, üçüncü
dünya ülkeleriyle sınırlı bir sorun değil. Amerika'daki boşanmaların ana
iki sebebi, evlilik dışı ilişki ve aile içi şiddet. Fakat aile içi
şiddet, sadece eşler arasında vuku bulmuyor. Eşler arasındaki çatışma,
çocuklara da yansıyor. Kendi ailesi tarafından dövülen, cinsel tacize
uğrayan ve öldürülen çocukların sayısını kimse bilmiyor.
Peki ailenin bu şekilde çözülmesinin sebebi ne? Burada iki grup sebepten
bahsetmek mümkün. Birincisi, bireyin kendini ve aile ilişkilerini
algılama biçimiyle ilgili. Modern bireycilik, bireyi herşeyin merkezine
koyan bir dünya görüşüne dayanıyor. Bireyler kendi çıkarlarını, ailenin
ve toplumun üstünde görmek üzere yetiştiriliyorlar. Aksi halde vahşi
yaşam şartlarının bireyi yutacağı varsayılıyor. Bu varsayımda süphesiz
haklılık payı var. Zira batılı toplumlar, geniş ailenin de içinde
bulunduğu bir sosyal güvenlik sistemine sahip değil. Devletin
tasarrufundaki güvenlik sistemi, insanlara sahip çıkmaktan ziyade onları
yardıma bağımlı hale getiriyor. Bu ortamda yetişen çocuklar, her tür
suistimal ve şiddetin muhatabı haline geliyor. Kısacası toplumsal bir
fayda getirmesi beklenen sosyal güvenlik sistemi, bir kısır döngüye
dönüşüyor ve ailenin çözülmesine isteyerek ya da istemeyerek katkıda
bulunuyor.
Ekonomi çarkı ve evlilik
Kapitalizmin sağladığı ekonomik bağımsızlık hakkı ve imkanı, ailenin
çözülmesini hızlandıran etkenlerin başında geliyor. Ortalama bir
Amerikan ailesinde hem anne hem de baba çalışıyor. Çocuklara genellikle
ücret karşılığı dadılar bakıyor. Anne ve babanın iki ayrı maaş alması ve
iki ayrı vergi mükellefi olması, onların ekonomik güvencesini temin
ediyor. Fakat aynı teminat, birey olarak anne ve babanın bağımsız
yaşayabilme şansını arttırıyor ve dahası bu fikri besliyor. Evlilik
yükümlülüğünden kurtulduktan sonra ekonomik bağımsızlığına bütünüyle
kavuşacağını düşünen eşler, boşanmayı -ekonomik veriler açısından- bir
kayıp olarak görmüyor. Neticede iyi bir şeymiş gibi görünen ekonomik
bağımsızlık, ailenin çözülmesini kolaylaştırıyor.
Ekonomik bir güvenceye kavuşmak, bir gencin üniversiteden sonraki en
büyük ideali olduğu için, batılı toplumlarda evlilik yaşı giderek yukarı
çıkıyor. Örneğin Amerika'da 50'li yıllarda 20 ilâ 25 yaş arasında
evlenmek genel bir kural iken, bugün bu yaş 30'ların üzerine çıkmış
durumda. Özellikle Amerikadaki kredi-borç sistemi, herkesi bir şekilde
borçlu hale getiriyor. Ya okumak için aldığınız krediyi, ya altınızdaki
arabanın taksitlerini ya da oturduğunuz evin aylık kirasının ya da
taksitlerini ödemek zorundasınız. Bu şartlarda bir gencin tabiri caizse
ayakları üzerinde durup düzenli borç ödeyebilir hale gelmesi, yıllar
sürüyor. Yukarıdaki sebeplerle birleşince, bu, evlilik yaşının her gün
biraz daha yukarı çekilmesine yol açıyor.
Geleneksel Aile Modeli
Bu
hususlar göz önüne alındığında müslüman toplumlardaki aile yapısının
gücünü ve geçerliliğini hâlâ muhafaza ettiğini söylemek mümkün. Müslüman
bireylerin benimsediği aile fikri ve İslâm'ın bu konudaki öğretileri,
ailenin basit bir fayda-zarar kontratı olmasına imkan tanımıyor. Bir
aile ilişkisine giren kişi, kendinden ve eşinden önce, Allah'a karşı
sorumluluk içinde olduğunu biliyor. Eşine ya da çocuklarına karşı
yapacağı haksızlığın hesabını mahkemedeki hakimden önce, Cenabı Hakk'a
vermek zorunda olduğunu biliyor. Nitekim aileyi Allah'ın bir nimet ve
bereketi olarak tanımladığımızda, onu bireysel faydaya dayalı bir ilişki
biçimi olarak göremeyiz artık. Kur'an'ın tabiriyle, birbirleri için bir
rahmet ve meveddet (sevgi) kaynağı olarak yaratılan eşler, aile çatısı
altında ilâhi bir nimete mazhar olduklarını bilirler, bilmek
durumundadırlar.
Öte
yandan çekirdek aile, geniş aile yapısı ve toplum tarafından himaye
edilir. Atomize olmuş bireylerin oluşturduğu çekirdek aile modelinin
tersine, geleneksel aile modeli, geniş ve çok yönlü bir sosyal ilişkiler
ağına bağlıdır. Bu aile, kırsal kesimde köy ve kasaba, şehirlerde
mahalle gibi daha kapsamlı sosyal yapıların bir parçasıdır. Bu çok yönlü
ilişkiler ağı, aileyi koruduğu gibi gençlerin katı bireycilik
hastalığına yakalanmadan yetişmesini de sağlar.
Tüm
ekonomik zorluklara ve moderleşmenin aile üzerindeki yıkıcı etkisine
rağmen, İslâm ülkelerinde boşanma oranının hâlâ çok düşük olmasının ana
sebeplerinden biri budur. Yine aynı sebepten ötürü aile bireyleri olarak
kadın ve çocuklar, erkekten daha geniş bir sosyal koruma güvencesine
sahiptir. Zira ekonomik ve fiziki anlamda gücü elinde bulunduran erkek,
bu gücü kötüye kullandığı anda büyük bir sosyal baskı ile karşılaşır.
Her toplumda yaşanan aile içi krizler, devlet ve adliye gibi üçüncü
kişilerin müdahalesini zorunlu kılmadan halledilir.
Modernleşme ve Geleneksel Ailenin Krizi
Bu,
geleneksel aile modelinin aksayan hiçbir yönünün olmadığı anlamına
gelmiyor. Aynı şekilde bununla günümüz İslâm ülkelerinde hiçbir ailevi
sorunun yaşanmadığını kasdetmiyoruz. Fakat çözülmekte olan batılı aile
modeliyle kıyaslandığında, geleneksel aile modelinin daha insani ve
yaşanabilir bir örnek olduğunu görüyoruz.
Bu
noktada İslâm ülkelerindeki modernleşmenin geleneksel aile yapısı
üzerindeki etkilerine kısaca temas etmemiz gerekiyor. Modernleşme,
müslüman toplumlarda devletin tek taraflı olarak uyguladığı bir program
olarak ortaya çıktı. Modernleşmenin gayesi halkın ihtiyaçları
doğrultusunda bir yenilenme gerçekleştirmek değil, devletin ve iktidar
sahiplerinin doğru olduğunu söylediği yaşam ve ilişkiler biçimini
geniş halk kitlelerine empoze etmekti. Okumuş, modernleşmiş,
medenileşmiş iktidar sahipleri, çağdaşlığın yegane kaynağının
kendileri olduğuna inandığı için, modernleşmeyi iktidarlarını
meşrulaştırmak için bir araç olarak kullandılar ve kullanmaya devam
ediyorlar.
Bu
anlamda modernleşme, aynı zamanda devletin ve iktidar sahiplerinin
merkezi gücünü arttırması ile eş anlamlı bir süreçtir. Önceden toplumun
her katmanına ve ülkenin her tarafına yayılmış olan sosyal ilişkiler
ağı, tepeden inmeci modernleşmeyle beraber hiyerarşik bir merkez-çevre
ilişkisine döner. İktidarın temsil ettiği merkez dışındaki her yer,
çevre olarak tanımlanır ve merkeze bağımlı hale gelir. Vergiden eğitime,
nüfus sayımından hukuki işlemlere kadar bütün resmi ve sosyal
yükümlülüklerin merkezi otorite tarafından kontrol edilmesi, bu
merkezileşmenin somut bir göstergesidir.
Bu
merkezi ve zoraki modernleşme sürecinde, İslâm ülkelerindeki geleneksel
aile yapısı ciddi darbeler aldı ve bir krizin eşiğine geldi. Buna birkaç
açıdan bakmak mümkün. Öncelikle devletin temsil ettiği yeni değerler
ile geleneksel ailenin sahip olduğu değerler birbiriyle çelişti. Evde,
büyüklerinden her şeyi Cenab-ı Hakk'ın yarattığını, öldükten sonra
hepimizin dirileceğini ve Allah'ın huzuruna çıkacağını öğrenen çocuk,
okulda bambaşka bir dünya görüşüne muhatap oldu. Onlara aslında
yaradılış diye bir şeyin olmadığı, Darwinci evrim teorisinin her şeyi
bilimsel olarak açıkladığı ve bunun dışındaki görüşlerin hurafe ve batıl
inanç olduğu öğretildi. Böylece merkezi eğitime tabi tutulan çocuk ile
geleneksel aile arasındaki ilk çatışma burada ortaya çıkmış oldu. Modern
eğitim sisteminin bilim, din, çağdaşlık, bireycilik, sanayileşme, ahlâk,
vs. konularında çocuklarımıza verdiği (ya da veremediği) değerler, bu
çatışma sürecinde önemli bir rol oynamaya devam ediyor.
İki
farklı kimlik arasında
İkinci olarak, modernleşme politikaları geniş aile yapısına karşılık,
çekirdek aile yapısını destekledi ve çoğu zaman empoze etti. Özellikle
büyük şehirlerde çekirdek aile yapısı neredeyse tek alternatif haline
geldi. Modern ekonomi politikaları yüzünden kırsal kesimden büyük
şehirlere göçe zorlanan aileler, şehre geldiklerinde sadece geleneksel
bağlarını ve alışkanlarını yitirmediler, aynı zamanda kendilerini geniş
aile ilişkilerinden kopmuş şehir sakinleri' olarak yeniden tanımlamak
zorunda kaldılar.
Fakat paradoksal bir şekilde köyden kente göç, özellikle Türkiye'de,
köylünün kentleşmesinden çok kentlerin büyük birer köy haline gelmesine
yol açtı. Ekonomik zorluklar, geçim sıkıntısı, imkan eşitsizliği,
plânsız ve çarpık şehirleşme, sosyal adaletsizlik ve iyice ayağa düşen
TV kültürü, geleneksel müslüman ailesini işlevsiz ve anlamsız hale
getirdi. Türkiye'de köy ile kent kültürleri arasında yaşadığımız garip
ve trajikomik çelişki bugün hâlâ devam ediyor ve tele-vole ve pop-star
kültürleriyle daha da kronik bir hale geliyor.
Batılı toplumlar aşırı modernleşme ve maddi refah yüzünden aile kurumunu
kaybetmek üzere. İslâm toplumlarında ailenin erozyona uğraması farklı
sebeplerden kaynaklanıyor. Fakat her halukârda aile kurumunun hemen her
yerde büyük baskı altında olduğu açık. Türkiye'nin ve diğer müslüman
toplumların şansı, geleneksel aile değerlerinin tüm zor şartlara rağmen
hâlâ yaşıyor olması. Cenneti annelerin ayağının altına koyan, anne
babaya öf demeyi günah addeden bir dinî geleneğin bu değerlere sahip
çıkması şaşırtıcı değil. Sorun, bizim toplum ve bireyler olarak bu
değerlere ne kadar sahip çıkacağımızda düğümleniyor.
Kaynak: Semerkand dergisi, 03-2004
|