.

MÜSLÜMAN VE ‘ÖTEKİ’

Kürşat Atalar

Nida Dergisi – Kasım 2007 – Sayı 121

nida_dergisi@hotmail.com

 

 

Cumhurbaşkanlığı seçimleri vesilesiyle gündeme gelen ‘mahalle baskısı’ kavramı çerçevesinde yapılan tartışmalar, aslında önemli kimi konuları gündeme taşımak için fırsat oluşturuyor. Bunlardan biri de Müslümanların ‘öteki’ ile ilişkileridir. Daha doğrusu bu ilişkilerin nasıl olması gerektiği hususudur. Malum olduğu üzere, Müslümanların bir çok konuda gösterdikleri zaafları bu ilişkiler alanında da görmek mümkündür. Temelde ‘ilm’ eksikliğinden kaynaklanan bu zaafların giderilmesi de yine asli olarak ‘ilm’ noktasındaki yetkinleşmeyle çözümlenebilir. Bu bağlamda öncelikle mevcut tartışmanın bazı boyutlarına dikkat çekmekte fayda görüyorum.

            Aslında konuyla ilgili tartışmaları başlatan Hürriyet gazetesi yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’tü. Sosyal bilimci Şerif Mardin’in bir söyleşide kullandığı ‘mahalle baskısı’ kavramından hareketle, Türk toplumunda giderek ‘dini’ baskı eğilimlerinin güçlendiğini ve bunun mahalle ölçeğine kadar indiğini söyleyen Özkök, bu gidişatın potansiyel tehlikelerine dikkat çekiyordu. Özkök, bu sürecin, demokrasiyi bekleyen darbe tehditleri arasında ‘asli’ özellikte olduğunu söyleyerek, ilgili kesimlere ‘samimi’ uyarısını yapıyordu!

            Elbette ki bu konuyu Özkök’ün bakış açısı noktasından değerlendirip, bir takım siyasi yorumlar yapmak da mümkün. Örneğin mahalle baskısı kökenli bir darbenin Türkiye şartlarında mümkün olup-olmadığı, gerçek darbecilerin kimler olduğu ve hangi yöntemlerle darbe süreçlerini işlettikleri, darbe süreçlerinde dış güçlerin ve yerel işbirlikçilerinin fonksiyonları vb. konularda birçok söz söylenebilir. Fakat konunun kanaatimce daha önemli boyutları var ve bu yazıda bendeniz asıl bu noktalar üzerinde durmak istiyorum. Bu boyutların ilki, ‘mahalle baskısı’ ya da ‘toplum baskısı’ denilen olgunun kökenleri ile ilgilidir. Bu konuda sağlıklı bir fikre ulaşıldığı taktirde, meselenin can alıcı noktası da çözümlenmiş olacaktır.

            Malum olduğu üzere, ‘mahalle’, ortak inanç ve değerler birlikteliği olan ‘toplum’un bir alt birimidir. Sosyolojik manada, aile ve sokak’tan sonra gelen ve çoklukla da komşuluk ilişkilerinin etkili olduğu bir ortak yaşam alanıdır. Her ne kadar şehir ve köy hayatında mahiyet farklılıkları olsa da, doğal etkileşim alanında yaşayan insanların ortak mekânını temsil eder. Mahalle kavramının, ‘toplum’ kavramına göre, insana daha ‘sıcak’ gelen bir yanı vardır ve bunu da çoğunlukla insanların birebir ilişkileri belirler. Bu ilişkiler daha ‘insani’ olduğu için, mahalle, çoğunlukla insanların, huzur içinde yaşamak istedikleri yer olarak tanımlanır. Fakat mahalle, aynı zamanda, özellikle de büyük şehirlerde en alt ‘siyasal’ birimdir. Bu yönüyle de mahalle, toplumu oluşturan ‘vatandaşlar’ın ‘siyasal’ eğilimleriyle de ister-istemez ilişkili bir alandır. Ancak halkın siyasal tercihlerini daha net yansıtacak daha üst siyasal organizasyonlar (örneğin, siyasal partiler) bulunduğu için, mahalle, daha çok ‘sosyolojik’ bir örgütlenme alanı olarak işlev görür. Bu nedenle, mahalle, öteden beri, hep sıcak insani ilişkilerin alanı olarak görülegelmiştir.

            İşte tam da bu noktada, bu ‘sıcak ilişki’ alanının, bir ‘baskı’ unsuru olarak işlev görüp-göremeyeceği üzerinde durulmalıdır. İnsanlar, mahallelerinde, hemcinslerinin günlük yaşamlarına daha yakından tanık oldukları için, birbirlerinin farklılıklarına da daha yakından ve doğrudan tanıklık edebilirler. Fakat bu hususun ‘baskı’ olarak algılanması ayrı bir konudur. Burada, ‘baskı’ algılamasının, çoğunlukla ideolojik veya siyasi kaygılardan kaynaklandığı söylenebilir. Yani aynı mahallede yaşayan ve birbirlerinden çok farklı siyasal ve dini görüşleri olan kişiler, bu inançlarını günlük yaşamlarına yansıttıkları ölçüde, ortak yaşam alanını paylaştıkları diğer hemcinslerini etkileyeceklerdir. Bu kaçınılmaz bir süreçtir. Temelinde de farklı inanç ve görüşlere sahip olmak yatar.

            Türkiye’de ‘mahalle baskısı’ kavramı etrafında genişleyen tartışmayı bu zaviyeden ele aldığımızda, sorunun, dinin gelişme kaydettiği yönünde algılaması olan kesimlerin bundan rahatsızlık duymasından kaynaklandığı rahatlıkla söylenebilir. Yani laik, demokratik, sosyalist vs. kesimler, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de toplum yaşamında dini tezahürlerin şu veya bu şekilde artıyor olmasından çekinmekte ve bu sürecin ilerde ‘sahici bir toplumsal değişim’in temelini oluşturabileceğinden kaygı duymaktadırlar. Meselenin özü budur. Bu kaygının doğal bir yanı da yok değildir. Çünkü kaygı duyan kesimlerin yaşam tarzları, özü itibarıyla laiktir ve dini bir referansa dayanmamaktadır. Din alanında görülen her hangi bir gelişmenin, bu kesimler tarafından, yaşam alanlarının daralması, hatta ‘tehdit’ vs. olarak algılanması da doğaldır.

Fakat bu noktada, varsayılan dini gelişmenin mahalle bazındaki yansımalarının sahici manada bir ‘baskı’ unsuru oluşturup-oluşturmadığı sorulmalıdır. Öncelikle şu hususun altını çizmek gerekir ki, verili şartlarda, Türkiye’deki dini gelişmenin bir ‘mahalle baskısı’ oluşturduğunu söylemek mümkün değildir. Bilakis belki tam tersi söylenebilir. Yani aslında ‘dini eğilimler’i güçlü kişilerin, birçok bakımdan, (dini pratikleri günlük hayatlarına yansıtma istekleri ölçüsünde) mahalle veya toplum baskısı altında olduğu rahatlıkla söylenebilir. Elbette bu durum, ilden ile farklılık göstermektedir, fakat örneğin dini taleplerin ‘siyaset’ alanıyla ilişkilendirildiği durumlarda, ‘dindar’ın koyu bir baskı altında olduğu aşikârdır. Başörtüsü meselesinde yaşanan sıkıntılar bunun en iyi örneği olarak gösterilebilir. Bu ve benzeri konularda, laik Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan ‘dindar’ insanların iddia edildiği gibi, ‘serbest’ hareket edebildikleri söylenemez. Elbette ki bu durum, ‘din’ kavramına yüklenen anlamlarla da ilişkilidir. Laiklerin din algısı ile ‘siyasal İslamcı’nın din algısı bir olmadığı için, dini pratiklerin etki alanının sınırları konusunda da farklı yaklaşımlar olması kaçınılmazdır. Zaten sorunun asıl kaynağı da burasıdır. Laik bir kişi, dini pratiklerin kişilerin ‘özel hayatı’yla sınırlı olması gerektiğine inanırken, ‘İslamcı’, dini bir ‘yaşam tarzı’ olarak gördüğünden dolayı, din ile siyaseti, siyaset ile ibadeti birbirinden ayrı görmez. Dolayısıyla bu iki kesimin dünya görüşleri de yaşam tarzları da tamamen farklı olacaktır. İşte sözü edilen mahalle veya toplum baskısının temelinde, aynı mahallede oturan farklı yaşam tarzlarına sahip kişilerin bu ‘kaçınılmaz’ etkileşim durumları etkili olmaktadır.

Aslında aynı mahallede oturan insanlar, aşağı-yukarı aynı hissiyatlara, fikirlere, inançlara sahip olurlar. Bu, doğal bir sosyolojik sürecin sonunda oluşur. Yani kişiler, oturacakları mahalleleri, gelir durumlarına, eğilimlerine vs. göre, olabildiğince seçmeye çalışırlar. Bu süreç, doğal olarak, mahallelerin görece yeknesak bir yapıda olmasını sağlar. (Örneğin büyük şehirlerde bile, Alevi–Sünni, Kürt-Türk, hatta hemşeri ayrımına dayalı olarak oluşmuş birçok mahalle vardır). Fakat elbette ki, modern şehir hayatında, özellikle de Türkiye şartlarında, aynı mahallede çok farklı eğilimde insanlar oturabilmektedirler. İşte sorunun bir kısmı, bu çok farklı insanların günlük yaşamda birbirleriyle etkileşimi yüzünden çıkmaktadır. Ancak, bu ‘farklılık’, üst-kimlikten ziyade alt-kimlik özelliklerinden kaynaklanıyorsa, mahalle baskısı görece az olmaktadır. Asıl büyük baskı, üst-kimlik farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Buna biz, inanç ve ideoloji farklılığı da diyebiliriz. Son günlerdeki tartışmaların odak noktasını da burası oluşturmaktadır.

Peki bu, niçin ‘büyük’ bir sorun olarak algılanmaktadır? Çünkü burada gelecekle ve kişilerin ‘yaşam tarzları’nın değişmesiyle ilişkili kaygılar vardır. Laik kesim, aslında Türkiye’de halk bazında görülen dini tezahürlerin çoğunu, ‘tehdit’ olarak algılamamaktadır. Yani laik kesimin kahir ekseriyeti, halkın daha çok ‘dindarlaşması’nı çok da önemsememektedir. Hatta dinin ‘ılımlılaştırılması’ durumunda, bunun ‘yararlı’ olabileceğini de bilmektedirler. Onları asıl rahatsız eden, dini, bir ‘yaşam tarzı’ şeklinde algılayanlardır ki, bu kesimlerin kaygılarının asıl nedeni budur. Çünkü dinin bir yaşam tarzı olarak algılanması, en nihayetinde, hayatın (özellikle de siyasal hayatın) dine göre düzenlenmesi talebini beraberinde getirir ki, bu, laik kesimin asla kabul edebileceği bir şey değildir.

Burada unutulmaması gereken bir diğer nokta da, toplum baskısı denilen şeyin bir ‘olgu’ olmasıdır. Yani farklı eğilimler aynı mekânları paylaşıyorlarsa, bir takım gerginliklerin olması doğaldır. Eğer gerginlikler giderilmek isteniyorsa, öncelikle eğilim farklılıklarının giderilmesi gerekir. Şayet bu becerilemiyorsa, kaçınılmaz olarak ‘farklılıklar’ da olacaktır. Daha açık bir ifadeyle, eğer bir kişi İslam’ı bir yaşam tarzı olarak görüyorsa, bu inancını hayatına aksettirmek isteyecektir. Dini bir ‘ritüel’ olarak gören ve kamusal alanın laik olması gerektiğine inanan bir başkasının, bu kişiyle ‘bir arada barış içinde yaşaması’ imkanlı değildir. Bunun belki de en iyi örneği, Peygamberimizin ve ashabının Mekke şartlarındaki durumudur. Vahiy inzal olmadan önce, öyle veya böyle bir ‘uzlaşı’ içinde yaşayan ya da ciddi bir siyasal bir zıtlaşma içinde olmayan Kureyşliler, vahyin inzal oluşu ve topluma tebliğinden sonra, kendi kabilelerinden hatta ailelerinden olan Müslümanlara rahat bir ‘yaşam alanı’ bırakmamışlardır. Bunun temel nedeni, Müslümanların müşrik yaşam tarzıyla uzlaşmayı reddetmeleridir. Bu yüzdendir ki, iki farklı yaşam tarzı, Mekke ortamında ‘barış içinde bir arada’ yaşayamamıştır.

Fakat Müslümanların ayrı bir yaşam tarzına sahip olmaları, onların ‘öteki’ne karşı gayr-i insani veya gayr-i ahlaki tutumlar benimsemelerini de gerektirmez. Müslüman, her ortamda ‘el-emin’ olmaya çalışmalıdır ve inanılırlığını zedeleyecek her türlü hareketten de kaçınmalıdır. Örneğin, Müslümanlar böylesi ortamlarda, ne terör yöntemlerine başvurabilirler, ne elektrik-suyu kaçak kullanabilirler, ne otobüslere biletsiz binebilirler ne de benzeri gayr-i ahlaki işleri yapabilirler. Hz. Peygamber’in Mekke’deki uygulamalarında, bu tür yöntemlerin en küçük izine bile rastlanmaz. Müslüman özü-sözü bir insandır. Mekkeli Müşrikler, evet, farklı yaşam tarzları nedeniyle, Müslümanlardan “aslan görmüş zebra misali” kaçmak isterler, onları “gözleriyle devirmek isterler”, güçleri yettiğinde işkencelere tabi tutarlar vs. ama Müslümanlar, buna karşılık olarak, Mekki ortamlarda, müşriklere karşı benzeri yollara başvurmazlar, bilakis onları açıkça hakka çağırırlar; ‘takiyye’ yapmadan, kimliklerini gizlemeden, oldukları gibi görünerek tebliğde bulunurlar; başlarına gelene sabrederler; iyiliği emredip kötülükten men ederler; yoksula, yetime, yolda kalmışa, isteyene, mahruma yardım elini uzatırlar; iyiliğin kötülüğü izale edeceği bilinciyle hareket ederler, insanların öfkelerini kabartacak şekilde değil, kalplerini ısındıracak tarzda davranırlar. Özetle, Müslüman, Mekki ortamlarda, iyi ahlak özelliklerine sahip, güvenilir bir kişidir. Ve Müslüman, bu tür ortamlarda, bu ahlaki vasıflarının kökeninde ‘üst-kimliğinin’ bulunduğu hususunu ihsas ettirir. Bu ortamlarda en hassas olunması gereken nokta da, zaten, hakkın batıl ile bir arada uyum içinde yaşayamayacağıdır. Bu uzlaşmazlığın, statükodan beslenen kimi kesimleri rahatsız etmesinden doğal bir şey olamaz.

Gelelim, bazı kesimlerin, bu ‘varoluş’u bir baskı unsuru olarak algılamaları durumuna. Bilindiği üzere, laik kesim, bu ülkede, siyasi sistem tamamen laik ilkeler çerçevesinde dizayn edilmiş olsa da, zaman zaman geniş toplum kesimleri karşısında bir ‘azınlık’ psikoloji içerisine girerler. Çünkü toplumun büyük çoğunluğu, geleneksel olarak muhafazakardır ve bu yaşama biçimi, onların yaşadıkları topluma ısınamamalarına ve hatta bazen ‘yabancılaşmaları’na neden olmaktadır. Aslında kitlelerin muhafazakar yaşantılarının, laik sisteme veya kendi varlıklarına tehdit oluşturmadığını kendileri de bilmektedirler ancak yine de kimi durumlarda bu hissiyatlarına dışarı vurma ihtiyacı hissederler. Bunun nedeni, bu kaygılarının hiçbir zaman bütünüyle izale edilememesi hem de siyasal sisteme yönelik muhalif duruşları daha baştan baskı altına alıp marjinalleştirmek istemeleridir. Daha baskın olanı ise elbette ikincisidir. Yani çoğu durumda bir bardak suda fırtına koparılmasının nedeni, marjinal bir örnekten hareketle, bütün bir toplumun ‘baskı’ altına alınmasıdır. Çünkü bu örneği herkese göstermek suretiyle, benzerlerinin de ‘ayaklarını denk alması’ istenmektedir. Ve kitleleri bastırmak için kullandıkları bu yöntemle, çoğunlukla başarılı da olmaktadır.

Sonuç olarak şu söylenebilir: farklı yaşam tarzlarına sahip kişi veya grupların, içinde yaşadıkları farklı toplumsal alanlarda üzerlerinde ‘baskı’ hissetmeleri esas itibarıyla doğaldır. Laiklerin ‘mahalle baskısı’ndan şikayet etmelerinin nedeni, alışmış oldukları rahatın kaçacağından endişe etmeleridir. Fakat bu endişelerinin çaresi yoktur. Laiklik, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de modernizmin kan kaybeden kavramlarından biridir. Din de, artık eski ataletini terk etmekte, hayatla bağlarını yeniden kurma emareleri göstermeye başlamaktadır. Bu süreç sağlıklı bir zemin üzerinde işlemeye devam ederse, laiklerin şikâyetlerinde artışlar görülecektir. Fakat malum olduğu üzere, “birilerinin kerih görmesiyle” ışığı söndürmek mümkün olmamaktadır. Tarihsel evreler, belirli kurallar (‘sünnetler’) çerçevesinde “insanlar arasında dönüp dolaşmaktadır.” Toplumlar kendi özlerinde olanı değiştirdikleri takdirde, toplumsal değişimler peşi sıra gelmektedir. Bu gibi durumlarda, “baskı görüyoruz” şeklinde dillendirilen şikâyetlerin bir faydası olmaz. 


 
emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.