sola.gif (4703 Byte)

saga.gif (4506 Byte)

Ahmet TASGETiREN

Din Projesi Tartismasi !!!

Osmanli’da Din-Devlet iliskisi içiçeydi. Devlet, zaman zaman konjonktürel ihtiyaçlar için hükümleri zorlasa da, dini bir “üstün deger” olarak her zaman müracaat kaynagi (referans) olarak görmüstü. “ser’i serife uygun olmak”, devlet kararlarinin mesruiyyet ölçüsü idi. Zaten mesruiyyet kelimesi de “ser’i serif”ten geliyordu.

Cumhuriyet döneminde de, “Laiklik” ilkesi çerçevesinde “Din ile devlet islerinin ayriligi” öngörülmüsse de, Din-Devlet içiçeligi devam etti. Ancak bu defa iliski, geçirilen devrim mantigi sebebiyle, devletin din alanini murakabe ihtiyaci çerçevesine oturdu. “Din-toplum iliskisi”, gözaltinda tutulmasi gereken bir iliski idi. Onun için “din hizmetleri”ni koordine edecek kurum, yani Diyanet isleri Baskanligi devlet bünyesine, din egitimi devlet denetimine alindi, devletin “din yorumu” da, Diyanet tarafindan ve kontrollü din egitimi çerçevesinde halka telkin edilmek istendi. Buna karsilik devlet, din hizmetlerini verecek kisilere maas ödemeyi üstlendi.

Cumhuriyet, isin basinda, yeni yaklasimlari kabul eden, onaylayan, halka yansitan bir “din reformu”nu da öngördü. Bir bakima din, kendi etki alaninin daralmasini, ser’i serife uygun bulmus olacakti. Falih Rifki Atay, Kemalizm’in bir “din reformu hareketi” oldugunu ifade eder.

Bu alandaki tartisma geçen 75 yilda durmadi. Bu alanda bir toplumsal mutabakat olusmadi. Hatta, tüm bu dönemdeki tartismalarin ana ekseninin, “Islâm’in yeri” etrafinda döndügünü söylemek mümkündür.

Son olarak gerek 1980’li gerekse 1990’li yillarda MGK etrafinda bir “din yorumu” arayisi yürütüldügünü biliyoruz.

Bir ara özel olarak olusturulmus bir heyete hazirlatilan “Islâm Gerçegi” isimli kitap da, bu yöndeki arayislarin bir yansimasi idi.

Yil 1999 ve Cumhurbaskani Demirel, sistemle Islâm arasindaki gerilimi gidermek için yeni bir girisim öngörüyor. Anlasiliyor ki kendileri bir çalisma yaptirmislar ve oradan, asil problemin, Islâm’in toplum hayatini düzenleme iradesinden kaynaklandigini, bunun da Kur’an’in ahkâm âyetleriyle alâkali oldugunu görmüsler... simdi is, sayilari 230’u bulan bu âyetlerin bir biçimde uygulama disi tutulmasinin kabulüne kalmis... Eger Islâm bunu kabul ederse, laiklikle Islâm arasinda sorun kalmazmis ve böylece yüzyilin basindan beri süren gerilim sona erermis...

Demirel, israrla “Laiklikle Islâm arasinda bir sorun yok” diyor ve her seyin “toplumsal hayati düzenleyen 230 ahkâm âyeti”nde dügümlendigini ima ediyor. Meselâ “Laiklik, baskasinin özgürlük alanina müdahale etmemek sartiyla sinirsiz bir inanç özgürlügü demektir, onun için kimi Islâmî davranislara getirilen sinirlamalari kaldirmamiz lâzim, o zaman toplumsal gerilim sona erer” yollu bir konusma yapmiyor. Yani o, halkin beklentilerinden yola çikip, laiklik adina getirilen sinirlamalarin giderilmesi için bir mücadele vermiyor. O, sistemin özel hassasiyeti sebebiyle, kimi güç odaklariyla karsi karsiya gelmeyi gerektirdigi için siyaseten zor görünüyor. Buna karsilik Islâm’dan “alan daraltmasi”ni istemek dünyevi açidan daha risksiz bir davranis. Bu sebeple fetvayi da, din âlimlerinden istiyor... Oysa bir zamanlar “Herkes gögsünü gere gere Müslümanim diyebilmelidir” diyordu. Demek o alanda bir sorun vardi. simdi ise, “Herkes ibadetlerini özgürce yapabiliyor mu? Evet. Bu alanda bir sorun var mi? Hayir!” diyor. Peki sorun ne öyleyse? Kötü niyetli bir kisim insanin Islâm’i siyaset alanina sokmasi mi? O zaman Kur’an’la, ahkâm âyetleriyle ne alip veremediginiz var?

Hadiseye daha yakindan baktigimizda, Türkiye Cumhuriyeti’nin bizzat laik Cumhuraskaninin girisimiyle baslayan “Din projesi” olayinin pek çok çeliskiyi, sakincayi bünyesinde tasidigini görüyoruz. Onlari kisaca degerlendirmeye çalisalim:

-Bu yaklasim, tabiî ki öncelikle laikligin kendisi ile çelisiyor. Bu, din ve devlet alanini ayirmak degil, aksine, laiklik adina “kabul edilebilir bir din üretimi” demektir... Anayasa Mahkemesi, basörtüsü ile ilgili iptal kararinin gerekçesinde, TBMM’yi, “laik ülkede dini bir düzenleme yapmak”la itham ediyordu. Oysa, Islâm’a iliskin tüm reform beklentileri, negatif anlamda, yani sistemin egemen kurallariyla çelisen tüm dini kurallari budamak anlaminda yeni bir din üretme amacina yöneliktir. Bunun da laiklikle bagdasir yani yoktur. Yargitay Baskani Sami Selçuk, “Türkiye Cumhuriyeti örgütlenme alaninda teokratik bir devlettir” dediginde çok tepki gördü. Oysa, bu din düzenlemeleri de “devletin kabul edebilecegi bir din üretme” anlaminda teokratik bir zihniyetin yansimasidir.

-Bu yaklasimin Islâm açisindan kabulü de mümkün degildir. Bir kere bu yaklasimin, “devlet müdahalesini kabullenme” anlamina gelmesi itibariyle, ilke olarak Islâm bunu kabul edemez. Çünkü Islâm, vahiy kaynaklidir ve din kurali belirleme hakki, vahyin sahibine aittir. Peygamber bile, vahyi insana tasiyan ve onun muhtevasini anlayip, yorumlayan bir elçidir. Bir iddia ile ortaya çikmamis, seçilmistir. Elbet özel kalbî donanimi vardir, kisiligi vahyi algilayip tasiyacak kivamdadir, ama bir din banisi, yapimcisi degildir Peygamber... Vahyi degistirme yetkisi de bulunmamaktadir.

Nitekim Yûnus Suresi, 15’inci âyette, “Bize bu Kur’an’dan baskasini getir, ya da degistir” diye israr eden (ne garip, Kur’an’in alanini daraltma, muhtevasini degistirme girisimleri 14 asirdanberi devam ediyor ve Kur’an orada, ebedi korunmuslugu ile duruyor) Mekke’li puta tapicilara karsi, Allah Rasûlü’nün Kur’an’la ilgisi gayet açik bir tarzda belirlenmektedir:

“Ve ne zaman âyetlerimiz bütün açikligi ile kendilerine okunup ulastirilsa, o Bizim huzurumuza çikacaklarina inanasi gelmeyen kimseler, “Bize bundan baska bir söylem, ögreti, Kur’an getir, ya da bunu degistir diyecek olurlar.

“(Ey Peygamber) de ki: Onu kendiligimden degistirmem olacak sey degil; ben ancak bana vahyedilene uyarim. Bakin, (bu konuda) Rabbime baskaldiracak olursam, dehset veren o (Büyük) Gün (gelip çattiginda) azabin (beni bulmasin)dan korkarim.”

Bu âyet gayet açiktir. Kur’an’in degistirilmesi taleplerine, Hazreti Peygamber’in lisanindan vahyin cevabidir bu. Herhalde bu cevap, sadece “Cahiliye Araplari”ni degil, tüm zamanlarin degistirme taleplerini de karsilamaktadir.

Kaldi ki, “Helâli ve harami belirleme yetkisi”ni “Rab yetkisi” olarak görüyor Kur’an ve bu kurali ihlâl edip, “helâl-haram tayini”ne yöneldikleri için Hristiyan ve Yahudi din adamlarini kiniyor. Hatta, bu din adamlarina uyduklari için söz konusu dinlerin baglilarini, onlari “Rab edinmek”le suçluyor. Geçen 14 asir içinde, her egemen iradenin Kur’an’dan birkaç ayet üzerinde tasarrufta bulunmaya yeltendigini düsünürsek, ortada “Allah’in kitabi”ndan eser kalir miydi?

-Bu yaklasimlarin temelinde, “devlet talebi”ni bir kenara birakirsak, “Islâm’i yasanan zamana uyarlama” arayisi vardir. Mantik sudur: Zaman degisiyor, toplumlar degisiyor, dinin kurallari degismezse, din hayatla nasil uyum arzedecek? Bu, Islâm fikhi alaninda “ahkâmin degisebilirligi” meselesi olarak gündeme gelen hadisedir. Bu mesele etrafinda, Islâm kültür muhtevasi içinde, oldukça genis bir düsünce üretimi söz konusudur.

Bir kere, temel metinlerin yorumu, her zaman, Islâm âlimlerinin, din-hayat münasebetinde saglikli bir yol bulabilmesine imkân hazirlamaktadir. ictihad, bu yorumu da kapsayan genis bir ilmî çalisma alanidir. Müslüman ilim adami, büyük zihin gayreti ile, vahiyle gelen Kur’an ve o iklimden nes’et eden Sünnet muhtevasi içinden, Allah’in muradi ile toplumun ihtiyaçlari arasinda sihhatli münasebeti temin edecektir.

“Ezmanin degismesi ile ahkâmin da degismesi” kurali, bizzat Islâm âlimlerinin, dini çagdas gelismelerle bulusturma gayretinin ürünüdür. Ama tüm bu çalismalar, Islâm hukuk metodolojisi demek olan Usul-i Fikih, Kur’an’i anlama ve ondan hüküm çikarma yöntemi olan Usul-i Tefsir, Rasûlullah’in söz ve davranislarini anlama ve onlardan hüküm çikarma yöntemini belirleyen Usul-i Hadis kurallariyla bir esasa baglanmistir. Yani bizzat Islâm âlimleri, basibos bir alanda seyretmekten kaçinmislar, kendilerini belirli ölçülerle baglamislardir.

Belki tüm bu çalismalarin temelinde de, “Allah karsisinda sorumluluk duygusu, hesap verme, Allah’in huzuruna çikma sorumlulugu” vardir. O yüzden, her önüne gelenin, Allah’a hesap verme endisesinden uzak bir halet-i ruhiye ile “Islâm’da sunlar sunlar söyle degisse” gibi tavir koymasi mümkün degildir. inanan bir insan, bu gibi durumlarda her davranisinin Allah’in huzurunda cereyan ettigini, sonunda varip O’nun huzurunda hesaba çekilecegini bilir. Ayni sekilde, yaptigi isin bu dini teblig eden Allah Rasûlünün kabulüne mazhar olup olmayacagi endisesini tasir. inanmayanin ise, zaten din üzerinde herhangi bir talebi olmamak gerekir.

-Türkiye’de bir gelenek var: Devlet mantigi, toplumu yukaridan asagi biçimlendirme, tanimlama gelenegi üzerine oturmus. O yüzden devlet adina hareket edenler tüm sivil alani, din dahil, belirleyebileceklarini düsünüyorlar. Bu, devleti halkin belirledigi çagdas demokratik yaklasimla da uyusmuyor. Çagdas özgürlük ve insan haklari çerçeveleri de, bu tepeden inmeci yaklasimi disliyor. Türkiye, üçüncü bin yilin esiginde, hâlâ, “bu toplumun dinini nasil zaptu rabt altinda tutariz” yaklasiminda bulunan bir ülke görüntüsüne mahkûm edilmemeli. Bir “Islâm ülkesi” olmanin kendisine verdigi “kavsak ülke-merkez ülke” misyonunu, Islâm’la gerçekten saglikli bir iliski gelistirerek üstlenmeli. “Islâm’i azaltma” projelerinin, Türkiye’nin “Islâm’la birlikte olusan” misyonunu yaralayacagini da unutmamali.

Toplumun Islâm’la iliskisini, bir “tehdit” degerlendirmesi içinde görmek, Türkiye’nin yasadigi en büyük tarihî yanilgidir. Kimi çevreleri yogun biçimde etkileyen bu tehdit degerlendirmesini ortadan kaldirmak için “Islâm’in toplumdaki yasama alani”ni daraltip, “iste tehdit ortadan kalkti” mesajina ulasmak yerine, bu tehdit degerlendirmelerinin hiçbir gerçeklige dayanmadigini ortaya koyan, Türkiye gerçegini saglikli tarif eden ve gelecegi ona göre insa etmeyi dogru bulan devlet adamlarinin tavri olmalidir.

Demirel kolay zannettigi bir yola girdi ama, hem olamayacak olani seçti hem de yanlisi... Yanlis hesap Bagdat’tan da döner, Ahiret’ten de... Ama Ahiret’ten dönüs mümkün mü acaba?

Kaynak: ALTINOLUK DERGISI, ARALIK 1999

by Muhammed Faruk