Ahmet TASGETiREN
Din Projesi Tartismasi
!!!
Osmanlida Din-Devlet iliskisi içiçeydi.
Devlet, zaman zaman konjonktürel ihtiyaçlar için hükümleri zorlasa da, dini bir
üstün deger olarak her zaman müracaat kaynagi (referans) olarak görmüstü.
seri serife uygun olmak, devlet kararlarinin mesruiyyet ölçüsü idi.
Zaten mesruiyyet kelimesi de seri seriften geliyordu.
Cumhuriyet döneminde de, Laiklik
ilkesi çerçevesinde Din ile devlet islerinin ayriligi öngörülmüsse de,
Din-Devlet içiçeligi devam etti. Ancak bu defa iliski, geçirilen devrim mantigi
sebebiyle, devletin din alanini murakabe ihtiyaci çerçevesine oturdu. Din-toplum
iliskisi, gözaltinda tutulmasi gereken bir iliski idi. Onun için din
hizmetlerini koordine edecek kurum, yani Diyanet isleri Baskanligi devlet
bünyesine, din egitimi devlet denetimine alindi, devletin din yorumu da,
Diyanet tarafindan ve kontrollü din egitimi çerçevesinde halka telkin edilmek istendi.
Buna karsilik devlet, din hizmetlerini verecek kisilere maas ödemeyi üstlendi.
Cumhuriyet, isin basinda, yeni yaklasimlari kabul
eden, onaylayan, halka yansitan bir din reformunu da öngördü. Bir bakima
din, kendi etki alaninin daralmasini, seri serife uygun bulmus olacakti. Falih Rifki
Atay, Kemalizmin bir din reformu hareketi oldugunu ifade eder.
Bu alandaki tartisma geçen 75 yilda durmadi. Bu
alanda bir toplumsal mutabakat olusmadi. Hatta, tüm bu dönemdeki tartismalarin ana
ekseninin, Islâmin yeri etrafinda döndügünü söylemek mümkündür.
Son olarak gerek 1980li gerekse 1990li
yillarda MGK etrafinda bir din yorumu arayisi yürütüldügünü biliyoruz.
Bir ara özel olarak olusturulmus bir heyete hazirlatilan
Islâm Gerçegi isimli kitap da, bu yöndeki arayislarin bir yansimasi idi.
Yil 1999 ve Cumhurbaskani Demirel, sistemle Islâm
arasindaki gerilimi gidermek için yeni bir girisim öngörüyor. Anlasiliyor ki kendileri
bir çalisma yaptirmislar ve oradan, asil problemin, Islâmin toplum hayatini
düzenleme iradesinden kaynaklandigini, bunun da Kuranin ahkâm âyetleriyle
alâkali oldugunu görmüsler... simdi is, sayilari 230u bulan bu âyetlerin bir
biçimde uygulama disi tutulmasinin kabulüne kalmis... Eger Islâm bunu kabul ederse,
laiklikle Islâm arasinda sorun kalmazmis ve böylece yüzyilin basindan beri süren
gerilim sona erermis...
Demirel, israrla Laiklikle Islâm arasinda
bir sorun yok diyor ve her seyin toplumsal hayati düzenleyen 230 ahkâm
âyetinde dügümlendigini ima ediyor. Meselâ Laiklik, baskasinin özgürlük
alanina müdahale etmemek sartiyla sinirsiz bir inanç özgürlügü demektir, onun için
kimi Islâmî davranislara getirilen sinirlamalari kaldirmamiz lâzim, o zaman toplumsal
gerilim sona erer yollu bir konusma yapmiyor. Yani o, halkin beklentilerinden yola
çikip, laiklik adina getirilen sinirlamalarin giderilmesi için bir mücadele vermiyor.
O, sistemin özel hassasiyeti sebebiyle, kimi güç odaklariyla karsi karsiya gelmeyi
gerektirdigi için siyaseten zor görünüyor. Buna karsilik Islâmdan alan
daraltmasini istemek dünyevi açidan daha risksiz bir davranis. Bu sebeple fetvayi
da, din âlimlerinden istiyor... Oysa bir zamanlar Herkes gögsünü gere gere
Müslümanim diyebilmelidir diyordu. Demek o alanda bir sorun vardi. simdi ise,
Herkes ibadetlerini özgürce yapabiliyor mu? Evet. Bu alanda bir sorun var mi? Hayir!
diyor. Peki sorun ne öyleyse? Kötü niyetli bir kisim insanin Islâmi siyaset alanina
sokmasi mi? O zaman Kuranla, ahkâm âyetleriyle ne alip veremediginiz var?
Hadiseye daha yakindan baktigimizda, Türkiye
Cumhuriyetinin bizzat laik Cumhuraskaninin girisimiyle baslayan Din
projesi olayinin pek çok çeliskiyi, sakincayi bünyesinde tasidigini görüyoruz.
Onlari kisaca degerlendirmeye çalisalim:
-Bu yaklasim, tabiî ki öncelikle laikligin
kendisi ile çelisiyor. Bu, din ve devlet alanini ayirmak degil, aksine, laiklik adina
kabul edilebilir bir din üretimi demektir... Anayasa Mahkemesi, basörtüsü
ile ilgili iptal kararinin gerekçesinde, TBMMyi, laik ülkede dini bir
düzenleme yapmakla itham ediyordu. Oysa, Islâma iliskin tüm reform
beklentileri, negatif anlamda, yani sistemin egemen kurallariyla çelisen tüm dini
kurallari budamak anlaminda yeni bir din üretme amacina yöneliktir. Bunun da laiklikle
bagdasir yani yoktur. Yargitay Baskani Sami Selçuk, Türkiye Cumhuriyeti
örgütlenme alaninda teokratik bir devlettir dediginde çok tepki gördü. Oysa, bu
din düzenlemeleri de devletin kabul edebilecegi bir din üretme anlaminda
teokratik bir zihniyetin yansimasidir.
-Bu yaklasimin Islâm açisindan kabulü de
mümkün degildir. Bir kere bu yaklasimin, devlet müdahalesini kabullenme
anlamina gelmesi itibariyle, ilke olarak Islâm bunu kabul edemez. Çünkü Islâm, vahiy
kaynaklidir ve din kurali belirleme hakki, vahyin sahibine aittir. Peygamber bile, vahyi
insana tasiyan ve onun muhtevasini anlayip, yorumlayan bir elçidir. Bir iddia ile ortaya
çikmamis, seçilmistir. Elbet özel kalbî donanimi vardir, kisiligi vahyi algilayip tasiyacak
kivamdadir, ama bir din banisi, yapimcisi degildir Peygamber... Vahyi degistirme yetkisi
de bulunmamaktadir.
Nitekim Yûnus Suresi, 15inci âyette,
Bize bu Kurandan baskasini getir, ya da degistir diye israr eden
(ne garip, Kuranin alanini daraltma, muhtevasini degistirme girisimleri 14 asirdanberi
devam ediyor ve Kuran orada, ebedi korunmuslugu ile duruyor) Mekkeli puta tapicilara
karsi, Allah Rasûlünün Kuranla ilgisi gayet açik bir tarzda
belirlenmektedir:
Ve ne zaman âyetlerimiz bütün açikligi
ile kendilerine okunup ulastirilsa, o Bizim huzurumuza çikacaklarina inanasi gelmeyen
kimseler, Bize bundan baska bir söylem, ögreti, Kuran getir, ya da bunu degistir
diyecek olurlar.
(Ey Peygamber) de ki: Onu kendiligimden degistirmem
olacak sey degil; ben ancak bana vahyedilene uyarim. Bakin, (bu konuda) Rabbime baskaldiracak
olursam, dehset veren o (Büyük) Gün (gelip çattiginda) azabin (beni bulmasin)dan
korkarim.
Bu âyet gayet açiktir. Kuranin degistirilmesi
taleplerine, Hazreti Peygamberin lisanindan vahyin cevabidir bu. Herhalde bu cevap,
sadece Cahiliye Araplarini degil, tüm zamanlarin degistirme taleplerini de
karsilamaktadir.
Kaldi ki, Helâli ve harami belirleme
yetkisini Rab yetkisi olarak görüyor Kuran ve bu kurali ihlâl
edip, helâl-haram tayinine yöneldikleri için Hristiyan ve Yahudi din
adamlarini kiniyor. Hatta, bu din adamlarina uyduklari için söz konusu dinlerin baglilarini,
onlari Rab edinmekle suçluyor. Geçen 14 asir içinde, her egemen iradenin
Kurandan birkaç ayet üzerinde tasarrufta bulunmaya yeltendigini düsünürsek,
ortada Allahin kitabindan eser kalir miydi?
-Bu yaklasimlarin temelinde, devlet
talebini bir kenara birakirsak, Islâmi yasanan zamana uyarlama
arayisi vardir. Mantik sudur: Zaman degisiyor, toplumlar degisiyor, dinin kurallari degismezse,
din hayatla nasil uyum arzedecek? Bu, Islâm fikhi alaninda ahkâmin degisebilirligi
meselesi olarak gündeme gelen hadisedir. Bu mesele etrafinda, Islâm kültür muhtevasi
içinde, oldukça genis bir düsünce üretimi söz konusudur.
Bir kere, temel metinlerin yorumu, her zaman,
Islâm âlimlerinin, din-hayat münasebetinde saglikli bir yol bulabilmesine imkân hazirlamaktadir.
ictihad, bu yorumu da kapsayan genis bir ilmî çalisma alanidir. Müslüman ilim adami,
büyük zihin gayreti ile, vahiyle gelen Kuran ve o iklimden neset eden
Sünnet muhtevasi içinden, Allahin muradi ile toplumun ihtiyaçlari arasinda sihhatli
münasebeti temin edecektir.
Ezmanin degismesi ile ahkâmin da degismesi
kurali, bizzat Islâm âlimlerinin, dini çagdas gelismelerle bulusturma gayretinin
ürünüdür. Ama tüm bu çalismalar, Islâm hukuk metodolojisi demek olan Usul-i Fikih,
Kurani anlama ve ondan hüküm çikarma yöntemi olan Usul-i Tefsir,
Rasûlullahin söz ve davranislarini anlama ve onlardan hüküm çikarma yöntemini
belirleyen Usul-i Hadis kurallariyla bir esasa baglanmistir. Yani bizzat Islâm âlimleri,
basibos bir alanda seyretmekten kaçinmislar, kendilerini belirli ölçülerle baglamislardir.
Belki tüm bu çalismalarin temelinde de,
Allah karsisinda sorumluluk duygusu, hesap verme, Allahin huzuruna çikma
sorumlulugu vardir. O yüzden, her önüne gelenin, Allaha hesap verme endisesinden
uzak bir halet-i ruhiye ile Islâmda sunlar sunlar söyle degisse gibi
tavir koymasi mümkün degildir. inanan bir insan, bu gibi durumlarda her davranisinin
Allahin huzurunda cereyan ettigini, sonunda varip Onun huzurunda hesaba
çekilecegini bilir. Ayni sekilde, yaptigi isin bu dini teblig eden Allah Rasûlünün
kabulüne mazhar olup olmayacagi endisesini tasir. inanmayanin ise, zaten din üzerinde
herhangi bir talebi olmamak gerekir.
-Türkiyede bir gelenek var: Devlet mantigi,
toplumu yukaridan asagi biçimlendirme, tanimlama gelenegi üzerine oturmus. O yüzden
devlet adina hareket edenler tüm sivil alani, din dahil, belirleyebileceklarini düsünüyorlar.
Bu, devleti halkin belirledigi çagdas demokratik yaklasimla da uyusmuyor. Çagdas
özgürlük ve insan haklari çerçeveleri de, bu tepeden inmeci yaklasimi disliyor.
Türkiye, üçüncü bin yilin esiginde, hâlâ, bu toplumun dinini nasil zaptu rabt
altinda tutariz yaklasiminda bulunan bir ülke görüntüsüne mahkûm edilmemeli.
Bir Islâm ülkesi olmanin kendisine verdigi kavsak ülke-merkez
ülke misyonunu, Islâmla gerçekten saglikli bir iliski gelistirerek
üstlenmeli. Islâmi azaltma projelerinin, Türkiyenin Islâmla
birlikte olusan misyonunu yaralayacagini da unutmamali.
Toplumun Islâmla iliskisini, bir
tehdit degerlendirmesi içinde görmek, Türkiyenin yasadigi en büyük
tarihî yanilgidir. Kimi çevreleri yogun biçimde etkileyen bu tehdit degerlendirmesini
ortadan kaldirmak için Islâmin toplumdaki yasama alanini daraltip,
iste tehdit ortadan kalkti mesajina ulasmak yerine, bu tehdit degerlendirmelerinin
hiçbir gerçeklige dayanmadigini ortaya koyan, Türkiye gerçegini saglikli tarif eden ve
gelecegi ona göre insa etmeyi dogru bulan devlet adamlarinin tavri olmalidir.
Demirel kolay zannettigi bir yola girdi ama, hem
olamayacak olani seçti hem de yanlisi... Yanlis hesap Bagdattan da döner,
Ahiretten de... Ama Ahiretten dönüs mümkün mü acaba?
Kaynak: ALTINOLUK DERGISI, ARALIK
1999
by Muhammed Faruk
|