Kur'an ve tasavvuf
Prof. Dr. Lütfullah Cebeci /
A. Ü. Ilahiyat Fakültesi Ögr. Üyesi

       


Hepimizin bildigi ve inandigi gibi Kur'an-i Kerim, yaraticimiz, rezzakimiz, sahibimiz, malikimiz, efendimiz olan Allah Teâlâ'nin, biz insanlara ve cinlere fermanidir. Ferman bizim gibi bir insan olan padisahtan gelirse ve isimize gelmezse, "Ferman padisahin ise daglar bizimdir" deyip, onun elinin, gözünün ve gücünün ulasamayacagi bir yere kaçip kurtulunuz. Ama Rabbu'l-Alemîn'den kaçmak ve saklanmak mümkün degil. O zaman, Allah'in göge ve yere "Isteyerek veya istemeyerek (buyruguma-fermanima) gelin." dediginde, o ikisinin, "Isteyerek geldik." (Fussilet, 11) dedigi gibi, "Rabbimin fermanina boynum kildan incedir" deyip itaat etmek; eskiya gibi, yahut Nuh (a.s.)'un oglu gibi daglara siginmanin fayda vermeyecegini (Hud, 43) bilmek gerek.

Kur'an, insanin ne oldugunu, nereden geldigini bildirdigi gibi, niçin geldigini de açik bir sekilde bildirir: O, Allah'in sözüdür; O'nun katindan gelmektedir; insanlara ve cinlere bir açiklama ve uyaridir: Onlara ne olduklarini ve niçin yaratildiklarini açiklamasinin yanisira, yaratilis maksadlarina uygun davranmadiklari takdirde, yüzyüze gelecekleri felaket ve tehlikeler hususunda onlari uyarir.

Kur'an'a göre, insanin yaratilis maksadi "ibadet", yani "Allah'a güzel bir sekilde kul olmak"tir. Bunun yolu da, Allah'a tek ve kamil ilah olarak inanmak (mü'min olmak); emir ve yasaklarina boyun egip, teslim olmak (müslüman olmak); bu iman ve teslimiyette samimi olmak, nifaka ve riyaya sapmamak (muhlis olmak); bu ihlasi ve samimiyeti zedeleyip de Rabbisinin gazabini haketmekten korktugu gibi, sevgisini kaybedecegim endisesi ile müthis bir endise ve buna paralel bir dikkat bir gayret içinde olma (muttaki olmak); dolayisiyla imanina, Islâm'ina, ihlasina, takvasina, bir diger ifadesiyle Rabbinin sanina uygun islerde ve hallerde olmak (salih olmak)tir. Kur'an bütün bunlari "ibadet" kelimesi ile anlatir ve cinlerin ve insanlarin ibadet için, yani Allah'a iyi kul olmalari için yaratildiklarini bildirir (Zariyat, 55). Bunun yolu da öncelikle Allah'i bilmek ve tanimak oldugu için, Kur'an, çogu ayetinde Allah'i insana tanitir.

Kur'an, Allah Teâlâ'nin yanisira insandan, hayattan ve kainattan bahseder insana, yaraticisini, kendisini ve içinde yasadigi dünyayi tanitir, fitratina uygun insan modelini sunar Ne yapacaklarini, nasil yapacaklarini, nelerden sakinmasi gerektigini bildirdigi gibi, bütün bu hususlarda en güzel bir örnek de sunarak, isini kolaylastirir ve "Andolsun ki Allah'in Peygamberi'nde sizin için, (yani) Allah'a ve ahiret gününe kavusmaya inanan ve Allah'i çok anan kimseler için, en güzel bir örnek vardir." (Ahzab, 21) buyurur.

Binaenaleyh insandan, örnegi olmayan bir sey istenmez ve o Peygamber gibi olmasi tavsiye edilir. Ayrica Kur'an seçkin ve örnek bir nesil olarak Hz. Peygamber (a.s.)'in ashabindan bahseder; Allah'a kullukta Resulullah'i örnek gösterirken, Resululah'a ümmet olusta da, ashabi örnek gösterir. Direkt olarak degilse de dolayli olarak bize Resulullah gibi kul; ashab gibi ümmet olmamiz tavsiye edilir; onlar Peygamberlerine nasil ittiba etmis, nasil saygi ve sevgi göstermis ise, bizim de onlar gibi uyumamamiz, saygi ve sevgi göstermemiz, ilmi, irfani, ahlâki, samimiyeti ile Peygamber varisi olan büyüklerimize ve alimlerimize onlar gibi saygili olmamiz istenir. Tasavvuf kendini, "cami-i ahkâm-i Kur'an olmak", "Kitab ve sünnete dört elle sarilmak", "Seriatin zahir ve batinini, ahkâm ve adabini iyi bilip yasamak." gibi sekillerde tarif ederken, Kur'an ve Sünnet dairesinde oldugunu, gayesinin bu ikisini, yani Islâm'i samimi bir tarzda hayata geçirmek oldugunu vurgulamaktadir. Kur'an'in ve onun vasitasiyla Rabbimiz'in istedigi de budur.

Kur'an'daki emir ve yasaklarda, insanin zahiren bunlari yerine getirmesi hiçbir zaman yeterli ve makbul sayilmamakta, mutlaka yapilan islerin içinin ihlasla doldurulmasi istenmektedir. Batininda ihlas, samimiyet, iyi niyet bulunmayan isler, sahibi için vebalden baska bir mana tasimamakta ve "riya" diye isimlendirilerek, agir bir ilahî tehdit konusu olmaktadir. Rabbimiz Kur'an'inda, bir taraftan fermanlarini bildirirken bir taraftan da bunlarin sirf kendi rizasi için yerine getirilmesi gerektigini sIk sIk vurgular. Binaenaleyh her emrin içinde, her seferinde söylenmese bile, o isin sirf Allah rizasi için ve dolayisiyla Allah'a yakisir sekilde yapilmasi geregi vardir. "Namaz kilin!", "Zekat ve sadaka verin!", "Adil olun!", "Hacca gidin!", "Kötülügün açik olanindan da, gizli olanindan da sakinin, uzak durun!", "Ölçü ve tartida hile yapmayin, insanlari aldatmayin!", "Faiz yemeyin, zinaya yaklasmayin, bekarlarinizi evlendirin!" gibi görünen dünya hayatimiza ilgili emir ve yasaklarin istisnasiz herbirinin, distan bakildiginda mükemmel olarak yerine getiriliyor görünmesi yeterli degildir ve ihlasla yapilmadiklari takdirde, o isler kendilerinden beklenen kemali saglamamaktadirlar. Bu yüzden de Allah katinda makbul sayilmiyorlar.

Insanin, iman ahkâm ve adabi ile Islâm'i bir bütün olarak yasamasina Kur'an, "ibadet" yani kulluk diyor. Bu kullugun gayesi ve yarari da elbette insana yönelik. Kur'an'in açik ifadesi ile, Rabbimiz'in bizim kullugumuza ihtiyaci olmadigi gibi, isyanimizdan da bir zarari yoktur. Kullugun insana yönelik faydasi "tekamül" , yani "kemale ermek, kamil insan olmak"tir. Hak Teâlâ her insani "kemal" potansiyeli ile yaratir. Insanin bu potansiyelini harekete geçirip, kemal mertebelerinde yükselmesini saglayacak olan sey, Rabbisinin ona bildirdigi reçetedir. O da Kur'an'daki kulluktur. Bu reçete ancak ciddi ve samimi sekilde uygulanirsa fayda verir, insan için yükselme saglar. Zahiren reçeteyi uygular görünmek, bosuna gayretten baska birsey degildir.

Insanin bir dis dünyasi, bir de iç dünyasi var. Insan bu iki dünyasinda birden yasar. Dis dünyasina ibretle bakmasi gerekigi gibi, iç dünyasina da ibretle bakmalidir. Çünkü Allah Teâlâ'nin ayet, alamet ve delilleri, dis dünyamiz gibi iç dünyamizi da süslemekte ve Rabbimiz, "Biz onlara afak ve enfüsteki, yani dis dünyalarindaki ve iç dünyalarindaki ayetlerimizi gösterecegiz ki o (Kur'an)in gerçek oldugu onlara iyice belli olsun..." (Fussilet, 53) buyurarak buna isaret etmektedir. Binaenaleyh insan sirf dis dünyasinda degil iç dünyasinda da kulluk yapmakla mükelleftir ve bu açidan iki dünya birbirini tamamlamaktadir. Kur'an sirf dis dünyasinda ilahî emirlere uyup, iç dünyasini sirkin, küfrün ve isyanin hakimiyetinden kurtarmaya gayret etmeyenleri "münafik" olarak nitelemekte ve bunun iki dünyasini da, inkara boyun egmis olanlarin halinden daha vahim saymaktadir. Binaenaleyh tevhid ehli, iste bu açidan da bir tevhid , "birleme" içindedir. Çünkü onlar hem iç, hem dis dünyalarini imanin hakimiyetine vererek, içi-disi, zahiri-batini bir hale gelmislerdir. Böylece onlar Allah'in fermanlarini, iç alemleri ve dis alemleri bir oldugu halde yerine getirmektedirler. Zaten onlardan istenen de bu...

Kur'an insani bu sekilde iki boyutlu kabul edince, emir ve yasaklari da iki boyutlu olarak gelmistir. Her emir ve yasagin bir zahiri sekli var ise, mutlaka insanin iç dünyasina yansiyan bir batinî hali de vardir ve batinî dünyada bulunup, dis dünyaya yansimayan fiiller Allah Teâlâ yaninda degerli oldugu halde, batinî hali olmayan fiil geçersiz ve tesirsizdir. Tesirsizdir çünkü, insanin potansiyelinde bulunan kemale erme gücünü ortaya çikarmak bir yana, onu köreltir. Bu açidan baktigimizda Kur'an'in bütününün, hem dis dünyamiza, hem iç dünyamiza yönelik oldugunu ve "Sunlar dis dünyamizla, sunlar da iç dünyamizl a ilgili" diye ayetleri, emir ve yasaklari arasinda bir ayirim yapmamizin dogru olmadigini söylemeliyiz. Kolaylik olsun diye yapilan taksim ve ayirimlarin da, birbirinden tamamen ayri seyleri anlatan ayirimlar degil, biribirini tamamlayan ve bütünleyen ayirimlar oldugunu unutmamaliyiz. Dolayisiyla meselâ biz tefsircilerin "fikhî ayetler", "itikadî ayetler", "ahlâkî ayetler", "kevnî ayetler", "kissa ayetleri" gibi ayirimlarimiz, bu ayetlerin konularini hiçbir zaman birbirinden kopuk konular olarak gördügümüz manasina gelmemelidir. Ayni sekilde ilimleri kelam, fikih, tefsir, tasavvuf seklinde ayirisimiz da ihtisas ihtiyacina bineaen olmustur. Yoksa bunlar birbiri ile ilgisiz seylerden bahsediyor degiller.

Tasavvuf kelimesi sonradan olsa da, mahiyet ve manasi itibari ile Kur'an ayetlerinde ve Kur'an'in pratige aktarilmasi demek olan Hz. Peygamber'in hayat ve düsüncesinde nüve ve tohum olarak bulunmaktadir." Hem sonra sadece Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hayat ve düsüncesinde degil, "geçmis peygamberlerin Kur'an'da geçen kissalarinda da tasavvufî hayat ve tecrübenin bariz özelliklerini, veciz bir anlatim içerisinde görebiliriz. Bundan hareketle bütün semavi dinlerde tasavvufî boyutun oldugunu söyleyebiliriz." Bu neticeye mantik yolu ile de ulasabiliriz. Çünkü aklen, Allah Teâlâ'nin bizden önceki insanlara, batininda ihlas ve samimiyet bulunmayan bir ibadetle mükellef tutan seriatlar gönderdigini düsünmek abes olur.

Kur'an'da bulunan tasavvufî tabirler sadedinde sayilanlar arasinda namaz, oruç, hacc, zekat gibi daha çok fikhi alakâdar eden kelimeler yok. Ama bunlarin tasavvufla alakâsi olmadigini söyleyebilir miyiz? Bir fakihin namazdan bahsederken, sartlarini siralarken, sözlerini "Siz namazi bu sartlarda kilin da, gerisi ne olursa olsun geçerlidir" manasinda söyledigini varsayabilir miyiz?

Namazdaki ihlasi, husuyu, namazin iç dünyamizdaki halini önemsemedigini düsünebilir miyiz? Elbette hayir... O sadece dis dünyamizdaki görünen sekli ile namazi anlatmaktadir ve bu da önemlidir . Bu açidan, eger "seriat"i dinimizin ve imanimizin dis dünyamiza yansiyan kismi olarak tarif ediyor isek, tasavvuf da iç dünyamiza yansiyan kismidir ve biribirinin mütemmimidirler. Yok eger seriati, dinin bütünü olarak görüyorsak, tasavvufun ta kendisidir. Her iki açidan da, seriat ve tasavvuf, diger ifadesi ile tarikat, birbirinin ziddi, karsiti degil, kardesi-arkadasidir. Her ikisinin de hedefi, inanci, ibadeti ve ihlasi ile kâmil insanlar yetistirmektir. Konu Kur'an'in mesajini aktarmak olunca ister istemez tefsire girmek; tasavvufî boyutu söz konusu olunca da, tasavvufî tefsirlerden bahsetmek gerekir: Alimlerimiz Kur'an-i Kerim'i tasavvufî bakis ile yapilan tefsirleri iki kisma ayirarak, insafli ve tutarli olana isaret etmislerdir: Bunlardan biri, "nazarî, yani teorik tasavvufî tefsir", digeri de "isari veya feyzi tasavvufî tefsir" dir. Nazarî tasavvufî tefsir, tasavvufunu birtakim felsefi ögretiler ve teorik konular üzerine bina etmis olan mutasavviflarin, bu ögreti ve teorilerinin tesirinde kalarak yaptiklari tefsirdir. Feyzî veya isarî tasavvufî tefsire gelince o da "Kur'an-i Kerim âyetlerini, seyr-i sulük erbabinin gönlüne dogan ve âyetlerin zahirî manalarina ters düsmeyip, zahirî manalar ile uyusmasi mümkün olan bazi gizli isaretlere göre yapilan tefsirdir.

Tasavvufî tefsirle ilgili olarak bu açiklamaya yer vermemizin sebebi, tasavvufî açidan da Kur'an'a dayanip, Kur'an'dan deliller getirmenin de degisik usulleri oldugunu ve bu noktada her iddianin geçerli ve tutarli olmadigina dikkat çekmektir. Ehl-i Sünnet alimlerinin düsünüldügünde son derece isabetli oldugu görülecek olan bu gibi tasniflerine ve makbul tasavvufî tefsir için ortaya koyduklari sartlara uyuldugunda, kiyamete kadar manalari tükenmeyecek olan Kur'an'dan, gerçek mutasavviflarin günümüz insaninin ruhî ve fikrî açligini giderecek, kimi istismarcilarin yüzünden düsmanlarinin körükörüne muhalefetinden bunalan tasavvufa soluk aldiracak yeni yeni "isaretler" bulacaginda süphe yoktur.


Tasavvuf hakkinda genis bilgiler için buraya tiklayiniz


Kaynak: Islam dergisi, 03/1997