.

YENİ BİR OLUŞUMA İHTİYAÇ VARDIR


Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

 

Gece olur gündüz olur, günler yenilenir; yaz olur kış olur, mevsimler yenilenir; nesiller gelir gider insanlar yenilenir; dinler ve ilimler tekâmül eder, hayat yenilenir. Hücre yenilenir, deri yenilenir, vücut ve organizma yenilenir. İşte bu değişen ve yenilenen dünyada sosyal bünye, ekonomik bünye ve siyasal bünye de değişip yenilenir. İşte bugün insanlık âlemi, yeni bir değişim, yeniden bir yapılanma ve yeni bir oluşumun eşiğindedir. Zira tüm dünyayı etkisi altında tutan Rönesans medeniyeti, ömrünü tamamlamak üzeredir. Zira bu yapısal durum, bu liberal ve kapitalist anlayış, insanları mutlu edememiştir. Bu anlayış bireyle toplumu karıştırmış, buna göre uygun bir iş bölümü yapamamıştır; bireyin işine toplum, toplumun işine de bireyler karışıyor ve karışmıştır. İnsan bünyesinde el-ayak ve göz-kulak arasında bir iş bölümü yok mu? El ayağın işine karışıyor mu? Göz işitmeye, kulak da görmeye çalışıyor mu? Böyle bir şey olabilir mi?

 

Batıda Rönesans’la başlayan yenilenme ve değişim anlayışı bireyden topluma ve fertten devlete her şeyi değiştirmiştir. Macit Gökberk’in ifadesiyle Rönesans, hiçbir zaman klasik ilk çağ düşüncesinin yalnız bir yenilenmesi değildir; o, görüş ve tutumu büsbütün yeni olan bir hayat, kendisine öteki çağlarda rastlanmayan yepyeni bir insan da getirmiştir… Yeni bir insan anlayışı yanında yeni bir din, yeni bir hukuk ve devlet anlayışı da getirmiştir.[1] Paul Hazard’ın deyişiyle Batı düşüncesindeki bu büyük değişmede felsefenin ve dinin yerini ilmin alacağına, ilmin insan zihnindeki bütün sorulara cevap vereceğine inanılmıştır. Bu konuda o kadar uçlar meydana gelmiştir ki, ilim her şeydir diyenlere karşı, ilim iflas etmiştir diyenler bile ortaya çıkmıştır.[2]

 

Rönesans medeniyeti dediğimiz bu batı medeniyeti böylece bireyi, toplumu, cemiyeti, ekonomiyi… ve devlet yapısını baştan sona altüst etmiştir; bütün dengeleri bozmuştur. Onun için bu dengelerin yeni bir oluşumla yeniden kurulmasına gerçekten çok büyük bir ihtiyaç vardır; hatta zaruret ve mecburiyet vardır.  

 

Bütün canlılar, canlılık faaliyetlerini sürdürebilmek için besin maddelerini kullanmak zorundadır. Dışarıdan alınan besin maddeleri, canlılık faaliyetleri için gerekli enerji üretiminde (ATP) kullanılır veya yapı taşlarına parçalanarak tekrar canlının yapısına uygun şekilde sentezlenirler. Sentezlenen bu yeni maddeler hücrenin yıpranan kısımlarının tamirinde veya yeni hücrelerin yapımında kullanılır. İnsanlar da hücrelerden oluşan bir canlıdır, toplumlar da bireylerden meydana gelen bir canlıdır. Onlar hayatlarını sürdürebilmeleri için çalışmak, hareket etmek, üretmek, yemek, içmek ve ihtiyaçlarını gidermek durumundadırlar. Şu halde insanların insanlara ve onlarla irtibat kurmaya, toplumların da toplumlara ve devletlere ve onlarla irtibat kurmaya ihtiyaçları vardır. Neyi, nerede, nasıl, ne zaman ve ne kadar yapacağız meselesi insanların kafalarını her zaman meşgul etmiştir. Çünkü insanlar, toplumlar ve devletler fotokopi değildir. Her kişilik ayrı bir dünyanın elemanı olup aynı zamanda o, farklı davranışların pozisyonuna sahiptir. Onun için bilginin çok, hem de çok büyük bir önemi vardır. Zira bireye, topluma ve devlete düşen adalet ve hukuka uygun davranmaktır. Uygun ve faydalı davranışlar ise ancak bilgi sayesinde gerçekleşip meydana gelir. Onun için dünden bugüne insanlık hep bir arayış içersinde olmuş, gözünü daha iyiye, daha güzele ve daha çok mutlu olmaya dikmiştir. O sebeple Eflatun’un Cumhuriyet adlı kitabından Farabi’nin Medinet-ül Fadıla adlı eserine kadar ve hatta Sir Thomas More’a ve onun Utopia adlı kitabına kadar din ve bilim adamları hep iyi bir toplum nasıl olmalı, kutlu ve mutlu topluma nasıl ulaşabiliriz ve bu toplumun vasıfları nelerdir hep bunu araştırıp bulmaya çalışmışlardır.

 

Yeni bir oluşuma ihtiyaç vardır derken maalesef ülkemizde ilk akla gelen şey hemen siyasi bir oluşumdur. Çünkü bu memlekette her alan, politikanın sınırları içersine girmeyen, girmemesi lazım gelen alanlar bile siyasileşmiş ve politikleşmiştir. Bu konuyu uzun uzun açıklamaya gerek yoktur. Zira açık oturumlarda ve tartışmalarda bile zaman zaman dile getirilen Türkiye’nin özel şartları vardır, ifadesi bunu ayan-beyan ortaya koymaktadır. Herkesin ve her ülkenin özellikleri ve özel şartları olmaz mı? Hayır, Türkiye başkadır ve burası Türkiye’dir. Böyle bir düşünceyi asla kabul etmiyoruz. Mesela başörtüsünün idareyle, siyasetle ve politika ile ne alakası var? İşte biz bunun için diyoruz ki, Türkiye’de yenileşmeye, değişime ve yeni bir oluşuma ihtiyaç vardır.

 

Bu değişim zaruretini görenler, bu çağın ve bu Rönesans medeniyetinin arızalarını ve yanlışlarını, zaman ve mekândaki doğala olan zıtlık ve tersliklerini görürler. Bu medeniyeti kuranlar, varlık âlemini onu var edeni dikkate almadan anlamaya ve anlatmaya çalıştılar. Onun için ilk yapılacak şey, zihinlerdeki bu yanlışlığı kaldırmak için Halik ve mahlûk dengesini kurmaktır. Onun için bugün bilimsel düşüncenin ve insanlığa yol gösteren meşale olarak nitelenen ilmin, inançsız olduğunu söyleyebilirim. Zira Allah’ın iradesinden başka bir şey olmayan bu fen bilimlerinin ve sosyal bilimlerin kanun ve kurallarını Allah’ı nazar-ı itibara almadan bulup uygulamak mümkün değildir. Bu uygulamaların asıl yanlışlığı buradan kaynaklanmaktadır. Allah’ın koyduğu değerleri kaybedenler, insanlığın huzuruna demokrasi, insan hakları, serbest piyasa ekonomisi ve kadın-erkek eşitliği gibi konuları bizim değerlerimiz diye çıktılar. İnsanın koyduğu bir şey, aynı düzlemde olan bir insan için değer olur mu? Bunlar gerçekten insanlığın değerleri değil, batının değerleridir. Bu deyim ve terimlerin faydasını inkâr etmek bizim işimiz değildir. Fakat bunların eklenecek, ilave edilecek, ayıklanacak, yontulacak ve kullanılır hale getirilecek çok açık, eksik ve fazlalıkları vardır. Aslında değerler dine dayanır, ilahi kitaplara dayanır, neticede Allah’a dayanır. Çünkü dini de bilimi de koyan Allah’tır. İnsan bilime ne kadar muhtaç ise dine de en az o kadar muhtaçtır. Çünkü insan, din ile bilimin bir bileşkesi olan varlıktır. Onun için insan teoriği ve pratiğinde din-bilim dengesi yeniden kurulmalıdır.

 

Her zaman sosyal bilimlerin terim, tarif ve tasniflerinin eskidiğini hep söyleyip duruyoruz. Genel anlamda dünya ve kâinat, insan açısından iki kaynağa, iki bilgi kaynağına sahiptir. Birisi bilim, diğeri ise dindir; biri akıl, diğeri ise nakildir; birisi duyular diğeri de sezgilerdir. İnsan ise bunların bir bileşkesidir. Eğer bilim, fen bilimleri ise, sosyal bilimler de dindir. Öyleyse insan, irade ile işlediği her hareketini dinde aramalıdır. İnsan ilmen bulduğu bir şeyi dinen uygulamalıdır. O yüzden A’dan Z’ye tüm okullarda din ve bilim okutulup öğretilmelidir. Çünkü yeme ve içmede vekâlet olmadığı gibi, farz-ı ayında, dinde temsil olmaz, başkası adına din yaşanmaz. O sebeple geleceğin dünyasında yenileşmiş, değişmiş ve yeniden yapılanıp oluşmuş toplum hayatında din adamları, dini okullar, din ve diyanet teşkilatı olmayacaktır. Çünkü din her haliyle her yerde kendi yerini alacaktır. Zira İslam’da rahiplik ve ruhbanlık yoktur.    

 

Bize göre din-devlet, din-dünya diye bir tasnif yoktur. Onun için yeni oluşumda dünya-ahiret, birey-toplum, fert ve devlet tasnifleri yapılacaktır. Bireysel alan ile kamusal alan birbirinden tamamen ayrılacaktır. Bireye düşeni birey, topluma düşeni de toplum yerine getirecektir. O sebeple devlet talim ve terbiyeden, eğitim ve öğretimden elini çekecek, o sadece kontrol görevini yapacaktır. Çok merkezli olan insanın meydana getirdiği toplumda dini, ilmi, ahlaki ve hukuki alanlar sadece kendi kanun ve kurallarıyla çalışacaklardır. Bu alanlar, insan vücudunda işbölümüne sahip organlar gibi diğerine karışmayacak ve her kurum, biri diğerini tamamlarcasına kendi işine bakacaktır.

 

Yeni oluşum, zamanı gelince yenidünyayı yeniden kuracaktır. Dünyanın sonu değildir ve hiçbir canlı kendisine zarar verecek şeye yaklaşmaz. Onun için tüm insanlık Müslümanların öncülüğünde kurulacak bu yeni oluşumu ve yenidünyayı beklemektedir. Yoksa bu kirlenmenin, krizlerin, streslerin, zulümlerin, amaçsız menfaat savaşlarının ve bu şovların neticesinde insanlık daha da kötüye gitmiş olur ki, buna mahal yoktur. Ben şahsen ümit varım ve iyimserim. Onun için de bu yazımı büyük üstat Elmalılının şu sözleri ile bitirmek istiyorum.  

 

 (Bu ayette)[3] buyrulduğu üzere İslam'ın da gecesi gündüzü olacak, o da bu inkılâp âleminde gâh gecelerin ağuşu sükûnunda dinlenecek ve gâh gündüzlerin pertevi ikbalinde gözlerini açarak, Hak Teâlâ'nın huzur-u izzetinde en yüksek hayatı yaşamak için uyanacaktır. Bu ayetin işaretine nazaran İslam'ın istikbali gece değil, gündüzdür; sönük değil parlaktır. Ara sıra basan gece zulmetleri onu dinlendirip tekrar uyandırmak içindir.[4]

 

 --------------------------------------------------------------------------------

[1] Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, 13. baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul–2002, s. 161,

[2] Paul Hazard, Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme, çev: Erol Güngör, s, 332

[3] Nemil 27/ 86

[4] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, V, 3713


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.