.

ÖZÜRLÜLER ve ENGELLİLER ÖZÜRLÜ ve ENGELLİ DEĞİL ÖZÜRLÜ ve ENGELLİ OLAN SOSYAL BİLİMLERDİR

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

İZMİR-Buca Müftümüz Adem Gülmek Beyefendinin gayretleriyle Özel Destek Din Hizmetleri Projesi çerçevesinde 02 Aralık 2011 Cuma günü saat 14.00'de Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde çoğunluğu akademisyenlerden oluşan bir bilim ekibiyle “ENGELLİLERE YÖNELİK DİN HİZMETLERİ ÇALIŞTAYI” ve 02 Aralık 2011 Cuma günü Saat 19:00'da Konak Dr. Selahattin Akçiçek Kültür Merkezinde Tasavvuf Musikisinin Şiirsel anlatımla bütünleştiği "MEVLANA İLE ŞEMS'İN BULUŞMASI" konulu bir program düzenlenmiştir. Ayrıca 03 Aralık 2011 Cumartesi günü İzmir Tepekule Kongre Merkezinde "ENGELLİLERE YÖNELİK DİN HİZMETLERİ VE ENGELSİZ DİNDARLIK" konulu bir panel gerçekleştirilmiştir.

DEÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüseyin YAŞAR’ın yönettiği panele, Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali SAYAR, DEÜ. Öğretim üyeleri Prof. Dr. Recep YAPAREL, Prof. Dr. Orhan TERZİOĞLU ve Yrd. Doç. Dr. Veli ÖZTÜRK katılmış ve panel Müftü Âdem GÜLMEK’in açış konuşmasıyla başlamıştır.

Çalıştayda ve panelde misafir konuşmacımız SAÜ. İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Seyyar Beyefendi idi. Ali Bey Hocamızla daha önceden “ZİHİNSEL ÖZÜRLÜLÜK AÇISINDAN Şakacı Sahâbî Hz. NUAYMAN” üzerine konuyla ilgili görüşlerimi almak üzere bize sorular sorduğu zaman sadece karşılıklı yazışmalarda bulunmuş, bir ara da telefonda konuşmuştuk. Kendilerini bu defa İzmir’e gelinceye kadar hiç görmemiştim. Fakültemizde çalıştayda ve Tepekule Kongre Merkezinde panelde onu dinlediğim zaman onun da benim de hocamız olan ve kendisine “Hocalar Hocası” unvanı verilen Merhum hocamız Prof. Dr. Sabahaddin ZAİM beyefendiyi hatırladım. Bu muhterem hocamız Zaim Bey, her zaman “Güzel insanlar yetiştirmek”ten söz eden güzel bir insandı. Ben şimdi burada samimi bir itirafta bulunarak bir şahitlik yapmak istiyorum. Hocamız kabirlerinde Ğafur olan Rabbimizin rahmetiyle rahat uyusunlar; geriye aynı kendisine benzeyen bir öğrencisini yetiştirip öyle gitmişlerdir. Bu Ali Seyyar hocamız, sosyal iktisatçı olduğu halde konuşmalarında kendilerini dinlediğim zaman bir ilahiyatçı mı, yoksa bir din adamı mı fark edilmez olduğunu da görmüş oldum. Kendisini özürlülere ve engellilere adayarak bu konuda sosyal politika düşünceleri üretmek için sanki çırpındığını anlayınca da teoride çalışan bu üstadımızın Denizli’de aynı alanda hizmet eden bir ikizi, fakat işin pratiğini yapan birisi, Ali Eskicioğlu aklıma geldi. Evet, böyle insanların önünde saygıyla eğiliyoruz. Zira tüm Denizli halkı şahittir ki, Ali Eskicioğlu gece demeden, gündüz demeden Denizli’deki engelli kardeşlerimiz için adeta koşarak, aşkla, şevkle 30 senedir hizmet etmektedir. Biri teorik, diğeri ise pratik özürlüler aşkına tutulan bu iki Ali’yi “el-ALİYY” olan Rabbimizin daha da ali eyleyerek yücelere yüceltmesini niyaz ediyoruz.     

               Bu girişten sonra hemen başka bir itirafta da bulunmak işitiyorum ki, engelli kardeşlerimizin ilgisiz, çaresiz, sahipsiz ve kimsesiz bırakılmasında esasen rol oynayan faktör, asıl kendilerini sağlam ve sağlıklı sanan özürlüler güruhu insanları görevlerini yapmaz hale getiren Rönesans Medeniyetinin uydurduğu sosyal bilimlerdir. Belki gerçek suçlu, bu sosyal bilimleri,  eşi diyebileceğimiz fen bilimlerinden ayıran, birey ile toplumu, birini diğerinden koparan, insanları okumuşlar ve cahiller diye ikiye bölen, madde ile manayı birbirine düşman eden, metafiziği bırakıp sadece fiziğe dayanan ve böylece insanı kılığından çıkarıp iki ayaklı hale sokan Rönesans medeniyetidir, diyebiliriz.   Bu medeniyet, bireyle toplumu, fert ile devleti, madde ile manayı, din ile bilimi, fizik ile metafiziği, yöre ile küreyi ve Halik ile mahlûku birinden koparmıştır.  

     Hâlbuki insanın mutluluğu birey-toplum, fert ve devlet bütünlüğündedir. Birey toplum, fert ve devlet ise bisikletin ön ve arka tekerlekleri gibi hem beraber ve hem de ayrı çalışırlar. Biz, birey ile toplumu, fert ile devletin hem beraber ve hem de ayrı olduğunu ayette Allah’ın her şeyi çift çift yarattığını bildirmesinden[1] ve “Ey insan sen”[2] ya da “Ey insanlar siz”[3] diye hitap etmesinden anlıyoruz. Ayrıca bu hitaplar, insanın birey ile toplumun ayrı ayrı kişilik sahibi olduğunu da gösterir. Bize göre farzı ayın bireyi, farzı kifaye de toplumu ve devleti temsil eden terimlerdir. Onun için farzı ayın olmadan farzı kifaye çalışmaz, farzı kifaye olmadan da farz ayın çalışmaz. Zira birey-toplum, fert ve devlet bir bütün; din, hukuk, bilim, ahlak, ekonomi ve aile olarak hayat da un helvası gibi bir bileşkedir. Sosyal bilimlerin fen bilimlerinden ayrılması olur mu? Hasan Ali Yücel’in ifadesiyle önceleri bilim, felsefe ve ilahiyata (teolojiye) bağlı iken Rönesans’ın deney metodu ile ilimler, birer birer ayrılıp istiklallerini ilan etmişlerdir.[4] Sonra sosyal bilimler de birbirinden ayrılıp biri diğerini tanımaz hale gelmiştir. Aslında batıda Rönesans ile başlayan, reform ile devam eden ve aydınlanma ile tamamlanan süreç, eşyanın tabiatındaki birliği bozmuş, düşünce birliği ve kültür birliği yerine parçalanmış, bölünmüş ve irtibatları kesilmiş fikirler, dağınık ve düzensiz bilgiler gelmiştir. O yüzden bugün sosyal bilimcilerin kafası karışıktır.

            Bir alanda meşru ve mübah olan diğer alan için zarar ve yasak olur mu? Bu bir doku uyuşmazlığı değil mi? Mesela ekonomik olaylar, ahlaki olaylara ters düşer mi? Eroin ve uyuşturucu kullanmak esrarkeş için faydalı olur mu? Bir iktisat profesörü olan Şükrü Baban, bir esrarkeş için afyon faydalıdır, demektedir.[5] Hâlbuki bize göre uyuşturucunun her türlüsü sadece dinen ve ahlaken değil, ekonomik açıdan da zararlıdır. Çünkü birey ve toplum bileşkesinde ve bütünlüğünde birey için faydalı olan, toplum için de faydalı, birey için zararlı olan toplum için de zararlıdır. Bir ülke, esrarkeşler yurdu olsa, bu nasıl bakış açısı ve teşhistir ki, millet ihtiyacını giderdi diye bu olay faydalı bir iş olarak kabul edilebiliyor? Burada ekonomi ile ahlak çatışması vardır. Bu bünyede yani genel sosyal bünyede doku uyuşmazlığı vardır. Zira ekonomi bünyeye uyum sağlayamamıştır. Oysa ne fen bilimleri ve ne de sosyal bilimler alanında ve hepsinin kendi aralarında da asla doku uyuşmazlığı olmaz ve olmamalıdır.

             Bugünkü medeniyette toplum, toplum olma özelliğini kaybettiği için toplumu meydana getiren bireylerin hiçbirisi mutlu ve müreffeh değildir. Bence bunun sebebini teke indirgeyecek olursak bugün insanları mutsuz, sıkıntılı ve stresli yapan şey, sosyal bilimlerdir ve onların uygulamasıdır.

Zira bu medeniyet, Macit Gökberk’in Felsefe Tarihi adlı eserinde de ifade ettiği gibi[6] Batı dünyası Rönesans, Reform ve Aydınlanma hareketleriyle hayatı değiştirmeyi amaçlamış ve bu değişim hiçbir zaman klasik ilk çağ düşüncesinin yalnız bir yenilenmesi olmamış; o, görüş ve tutumu ile büsbütün yeni olan bir hayat, kendisine öteki çağlarda rastlanmayan yepyeni bir insan da getirmiştir… Bu yeni bir insan anlayışı yanında yeni bir din, yeni bir hukuk ve yeni bir devlet anlayışı da getirmiştir.[7]  

        Aslına bakarsanız bu değişim, insanın ontolojik ve fıtri tabiatını değiştirmektir, bu değişim, doğal olan sosyal hayatı yapay hale getirmektir, bu değişim, yeni elbiseye yamalıklar bağlamaktadır.

          Mesela bir toplumda sınıf olur mu? Toplumda dengeleri kurmak için yapay sınıflar üretmek olur mu? Çatışmaya, menfaat çekişmesine dayanan bir toplum gerçek ve ideal bir toplum olur mu? İnsanlar hukuk, kanun ve kurallarla mı hareket edip yaşarlar, yoksa kaba kuvvetle, vuruşarak, çatışarak mı? Bize göre çatışmacı düzen değil, sınıf çatışması değil, uyumlu ve ahenkli bir düzene, tüm kesim ve kısımlarıyla, birim ve bölümleri ile barışık bir düzene ihtiyaç vardır.    

         Bugün sermaye ile emek neden kavga ediyor? Anne babanın birlikte meydana getirdikleri çocuk, hangisinin, daha çok ananın mı, babanın mı yoksa her ikisinin mi? Biyoloji ilmi, fen bilimleri arasında yer alır, onun için çocuk eşit şekilde her ikisinin denir. Burada böyle çalışan kafa, sermaye ile emeğe gelince neden değişiyor ve karışıyor? Sermaye ile emeğin birlikte meydana getirdikleri ürünü aralarında normal şartlar altında adil ve makul değil de çok farklı bir şekilde mesela % 80-90 sermayenin, %10-20 emeğin olacak şekilde paylaşıyorlar? Bu nasıl bir bölüşüm? Bu nasıl bir bilimdir? Hâlbuki bilim dediğin şunu yap, fakat bunu yapma, şöyle yap fakat böyle yapma demez mi? Yoksa ilim, doğruyu, adaleti, faydalıyı, hak ve hukuku işaret edip gösteren bir ışık değil midir?    

        Ekşimiş, parsımmış ve vakti geçmiş yemek insanın midesini fesada uğratmaz mı? Bugün sosyal bilimlerin terim, tarif ve tasnifleri de eskimiştir. Mesela insanın tarifi ve devletin tanımı artık bugün insanları tatmin etmiyor ve derde deva olmuyor. Onun için biz, insanı din ile bilimin kesiştiği noktadan geçen bir düzlemde yaşayan, sosyal ve manevi tarafları olan bir varlık olarak tanıyoruz. Devleti de tüm vatandaşların, ortak alanlarının bir bileşkesi olarak görüyoruz. Eskimiş ve vakti geçmiş terimlerle uğraşan ve onların gösterdiği yönde giden ve sadece onları kullanan sosyal bilimcilerin de böylece kafaları fesada uğramıştır. Mesela biyolojide şöyle düşünen bir kafa, ekonomide neden böyle düşünsün ki? Çocuğu anne ve babaya ait olduğu söyleyen ve ikisine birden veren ve onlara bağlayan kişi, ekonomiye gelince diyor ki, her ne kadar sermaye ile emeğin birleşerek beraber üretseler de üretilen mal ve ürün daha çok sermayenindir.   Bize göre işte bu bölüştürme, adil olmayıp bütünü göremediği için kafa karışıklığından meydana gelen bir haksızlıktan başka bir şey değildir.

 İnsanda bireysel ihtiyaçlar var, bir de diğer vatandaşlar ile beraber olan ortak alan ihtiyaçları var. Mesela yol, su elektrik, sağlık, savunma ve adalet gibi ihtiyaçlar böyledir. Herkes yemek yer, bu bir farzı ayındır. Ama herkes yol yapar mı? Herkes hâkim olur mu? Herkes doktor olur mu ve herkes askere gider mi? Bu nasıl bir anlayıştır ki, herkes askere gidiyor? Ülkeyi savunanlar varsa, bir kısım insanlar ülkeyi savunuyorlarsa, diğerlerinin bilfiil katılmasına gerek yoktur. Bu görev onların üzerlerinden sakıt olur. Böylece onlar bedel ödeyebilirler. Evet, tekrar ediyorum: Sosyal bilimler eskidiği için kafalar karışıktır. Yani bugünkü eskimiş ilim, artık bize yol göstermiyor ve gösteremiyor; bu konuda aciz kalıyor. Onun için de bir askerlik meselesinde bile bu ülkede kavga ve söz düelloları yapılıyor.

Hukukçular hukukun sebebini, bilmezse, hukukun sebebi akıldır, derse ve bebeklere, çocuklara ve zihinsel engellilere ve akıl hastalarına akıllı demezlerse, onların hukukları olur mu, onların hukukları yok mu? Bu çelişki neden görülmez. Bize göre hukukun sebebi, özürlü olsun veya olmasın insan olmaktır. Yani sanki Allah ile aramızda fıtri bir sözleşme olup biz, insan-mahlûk olarak Allah’ı da Rab tanıyarak[8]  böylece kâinat fabrikasının ve yerküresi işçilerinin sahibi olarak Allah’ın ortaya koyduğu işçi sözleşmesine insan olarak uymak zorundayız. Onun için hukukun sebebi akıl değil, insan olmaktır. Akıl ise hukukun şartıdır. Böylece bize göre sebep başka, şart başka ve illet başka şeylerdir.

Bu dünya, bir sebepler dünyasıdır. Yeryüzünde ve kâinatta her şey sebeplere bağlanmıştır. Dünyada sebepsiz hiç bir şey olmaz. Onun için Kuran-ı Kerimde "Biz Zülkarneyn'e her şeyin sebebini verdik. Böylece o, bir sebebi izledi"[9], "Sonra o bir sebebi daha izledi"[10] buyrulmuştur. Onun için biz, bir şeyi niçin yapıyoruz ve niçin yapmıyoruz, bilmemiz gerekir ve her şeyin sebebini çok iyi tespit etmemiz lazımdır. Burada sosyal bilimlerin ve bilimcilerin devletle millet arasında en önemli bağ olan vergi meselesinde de acze düştüklerini itiraf etmek zorundayım. Bugünkü ekonomistlerin verginin sebebini tam olarak tespit ettiklerini söylemek mümkün değildir. Eğer etmiş olsalardı, hem üretimden ve hem de tüketimden vergi alınır mıydı? 

        Bir malın son ilâve biriminin kattığı ek faydaya marjinal fayda adı verilir.[11] Buna göre az olan mal daha değerli, çok olan malın son ilave biriminin kattığı ek fayda ise az malınki kadar kıymetli değil, daha kıymetsizdir. İktisatçıların ortaya attığı bu kurala göre vergiler dolaylı olarak alındığı zaman aynı konuda zenginlerden az vergi, fakirlerden ise çok vergi alınmış olur ve dolayısıyla sosyal adalet darbe alıp zarar görmüş olur. Bu ise bu mesele ile ilgili ilmin ekonomi ve sosyal politika biliminin tam anlamıyla oturmadığını açıkça göstermektedir.   

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi eskiden din, bilim ve felsefe hep bir arada beraberdi. Batı medeniyetinin ortaya koyduğu Rönesans düşüncesi, amprik-deneysel metot bağımlısı olduğu için bu alanlar birbirinden ayrıldı. Bilindiği gibi felsefe, akılcı kabul edilir. Eğer akıl denilen vasıta vahiy olmasaydı, kendisine yükleme yapılmamış kompüter gibi bomboş olmaz mıydı? Ayrıca bu aklın, dolayısıyla tabii ki, felsefenin aklı başında olsaydı kendisine yol gösteren dinden, teolojiden ayrılır mıydı? Felsefe dinden, dolayısıyla vahiyden ve teolojiden ayrıldı. Daha sonra da ilimler teker teker kendisinden yani felsefeden ayrıldı. Böylece yalnız kalarak iyot gibi, açığa çıkan bu felsefe, yalnız kalarak, ürettiği dere ve tepelerde, ıssız saha ve çöllerde ilimlerin arkasından teneke gibi tangır tungur yuvarlanıp gitmektedir.

Örnekleri daha fazla uzatmak istemiyorum. Netice olarak şu ortaya çıkıyor ki, sosyal bilimler adı verilen ilimlerin zamanla arızalanıp hastalandığı, dolayısıyla özürlü hale geldiği için bir rehabilitasyona yani tekrar sağlığına kavuşturmaya ihtiyacı olduğu bir gerçektir. Sarhoş veya yiğit düştüğü yerden kalkar tekerlemesine göre yapılacak şey, din, bilim, felsefe-aklı vahyin ışığında kullanma, ekonomi ve diğerlerinin un helvasında olduğu gibi yeniden bir bileşke haline getirilmesidir. Bu yapıldığı takdirde insan düşüncesini fesada uğratan ve kafaları karıştıran bu asıl sebep, sosyal bilimlerin hastalığı sona erecek, böylece ne toplumdaki sağlıklı sanılan insanların çevreye ilgisizliğinden ve ne de engelli dediğimiz kardeşlerimizin yalnızlığından ve çaresizliğinden şikâyet edilecektir. Bu şekilde “Engelsiz dindarlık” denildiği gibi, maneviyattan ve fıtrattan kopmamış , “Engelsiz Bilim” yoluyla yeniden engelsiz ve dolayısıyla huzurlu bir toplum ortaya çıkacaktır. 

 



[1] Zariyat 51/ 49

[2] İnfitar 82/ 6; İnşikak 84/ 6

[3] Bakara 2/ 21, 168; Nisa 4/ 174; Yunus 10/ 23; Hac 22/ 5, 4, 73; Lokman 31/ 33; Fatır 35/ 3, 5, 15

[4] Hasan Ali Yücel, Felsefe Dersleri, s, 13

[5] Şükrü Baban, İktisat Dersleri, ( İstanbul–1942),s, 7.

[6] Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, 13. baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul–2002, s, 251

[7] Macit Gökberk, age, s, 161

[8] Araf 7/ 172

[9] Kehf 18/ 84-85

[10] Kehf 18/ 89, 92

[11] Samuelson,  İktisat,  s. 479;  Hazım Atıf Kuyucak. İktisat Dersleri, Istanbul-1960, s.  180

 



*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.