.


İSLAM VE MAHALLE YA DA TOPLUM BASKISI


Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*




     Her din her bilim ve her medeniyet kendi zaman ve zemin şartlarına göre yeni yeni bir takım terimler üretir. Bugün gerek halk ve gerekse entellektüeller arasında dönüp dolaşan bazı söz ve deyimler böyledir. Mesela son zamanlarda ülkemizde bir "mahalle baskısı" sözüdür gidiyor. Haliyle sokaktaki sade vatandaş nedir bu mahalle baskısı, böyle bir şey olur mu, kişilere baskı yapmak, inanmadıkları halde onları bir kararı almaya veya işi yapmaya yönlendirmek olur mu diye soruyor. Hele bu kişi biraz dindar ise o zaman da acaba bu işe dinimiz ne diyor, demeye başlar. İşte biz şimdi bu yazımızda İslam Dini bu anlayışlara ne diyor acaba deyip yola çıkıyoruz.


    Bugün hemen hemen mavi küremizin çoğu yerinde Rönesans medeniyetinin yaşandığını herhalde söyleyebiliriz. Bu medeniyetin insan hakkında birey, toplum fert ve devlet hakkında ve hatta bir çok  beşeri olaylar üzerine kendine göre düşünce üretip bunu bir çok terimlerle uygulamaya soktuğu da bir gerçektir. Zamanımızda birçok mahfellerde hep duyduğumuz "katılımcı demokrasi", "seçim ekonomisi", "sivil toplum", "siyasal katılım", "lobi faaliyetleri", "iktidar", "muhalefet" gibi ifadeler buna örnek olabilir. Burada hemen söyleyelim ki, dini toplumdan dışlamakla çıkmaz sokağa giren bu medeniyeti kuranlar denize düşen yılana sarılır kabilinden boğulmamak için bu can simitlerine sarılmışlardır. Çünkü onlar toplumda dengeleri tam kuramadıkları ve nirengi noktalarını geometrik mahallerine tam oturtamadıkları için böylece doğal olandan kaçıp yapaylığa sığınma zorunda kalmışlardır. Zira onlar hatayı baştan yapmışlar ve dini ve dini düşünce ve uygulamaları hayatın sosyal, siyasal ve ekonomik alanlarından sıyırıp silip sadece kiliseye hapsetmişlerdir. Böylece toplumsal hayatın bir bileşeni olan dinin alanı son derece daralmış olduğu için zayıflamış cılızlaşmış ve neticede toplumsal ihtiyacın ağırlığı karşısında ezilmiş ve yok olmuştur. Mesela ahlak kavramı ekonomik alandan tamamen kovulduğu için ahlaksızlaşan ekonomi anlayışı insanlara zararlı olan malları üretmede hiçbir sakınca görmemiştir. İşte bu sebeplerden dolayı biz müslümanlara aldanmamak, akıntıya kürek çekmemek, her zaman ve her yerde tüm insanlık için yararlı işler yapabilmek için işin doğrusunu öğrenme, bilme uygulama ve de anlatma görevi düşmektedir.      


      İfade ettiğimiz gibi dini ilimi idari ve iktisadi alanlarda yapılan yanlışlar yeni yanlışları doğurdu ve böylece baskı yapan veya yapacak olan gruplar ortaya çıktı. Ortaya çıktı değil, sanki kurum haline geldi. Halbuki geçici olan servis yolu hiç ana cadde gibi temelli olur mu? Siz hem kuvvetler ayrılığından bahsedeceksiniz hem de kanunu yapan da uygulayan da ve denetleyen de siz veya sizin adamlarınız olacak, böyle birşey olabilir mi? Bu bir aldatmaca ve yutturmaca değil midir? Biz İslam Düzeninde bu yasama yürütme ve yargı üçlüsüne bir de denetlemeyi ilave ederek bunu iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırabilen ahlak kurumlarına, yasamayı doğruyu yanlıştan ayıran düşünebilen bilim adamlarına, yürütmeyi faydalıyı zararlıdan ayıran siyasiler ve yargıyı da adaleti zulümden ayıran yargı mensuplarına verildiği görüşündeyiz. Yani İslamda kuvvetler ayrılığı değil, kuvvetler paralelliği vardır. Bu demektir ki, "ey rönesansın müntesipleri siz düzeni yanlış temeller üzerine attınız".

 
      Mısırda  birisi çıkıp "İslamda İktidar ve Muhalefet" adı altında bir doktara tezi hazırlıyor. Be hey şaşkın! İslam yerinden yönetimi ve yönetimde nisbiliği öneriyor. Bu böyle iken hiç iktidar ve muhalefet ayrımından bahsedilebilir mi? Hem İslamda ademi- merkeziyet esas olduğu gibi demokrasinin vazgeçilmez kurumları olan particiliğin de sınıfcılığında yeri yoktur.

 
        Hz. Ömer danışma kurulunda vergi gelirlerinin fazlalığından dolayı harcanacak yer bulunamdığı için artan malları ne yapılacağını gündem maddesi olarak tartışmaya açtığı zaman meclis üyelerinin hepsi hazinede saklansın gelecek sene harcarız görüşünü nerdeyse kabul edip karar vereceği bir zamanda "ya Ali sen ne diyorsun, görüşünü açıklamadın" dediğinde Hz.Ali "ben arkadaşların fikrinde değilim" dedi. Onun bu mallar fakir fukaraya garip gurabaya ve devletin ihtiyaçlarına bu yıl harcansın sözüne karşılık Hz.Ömer tüm çoğunluğun düşüncesini bırakıp sadece Hz.Ali'nin görüşüne dayanarak o doğrultuda karar verdi. Bu tabloyu siz bugünkü demokrasinin vazgeçilmez unsuru sayılan parti ve bir iktidar partisinin meclisteki tartışmalarında görebilir misiniz? Bir defa parmak hesabı çoğunluk diye bir yanlış anlayış vardır. İkinci olarak da bir üyenin öyle kendi görüşü falan olabilir mi? Kişi alınan grup kararına karşı çıkabilir mi? İşte grup baskısı ne ise lobi faaliyetleri de odur, baskı grupları da odur. Hz. Ali'nin özgürlüğünün ağırlığını tartabildiniz mi, var mı sizde onu tartabilecek bir demokrasi baskülü? Tüm meclis üyeleri bir tarafta, yapayalnız Hz. Ali ise yek başına diğer tarafta ve dik bir şekilde tabir caiz ise demokrat olarak kendi görüşünü savunuyor. Milletvekilini parti başkanı seçtirirse o başkanının emrinde çalışan parmak kaldırınca kaldıran, kaldırmayınca kaldırmayan bir otomattan öteye geçemez.


       Baskı grupları, lobi veya katılımcı demokrasi ya da siyasal katılım adına ne derseniz deyiniz bunlar idari ve siyasi kadroları etkilemek suretiyle kendi çıkarlarını veya kendi yakın ve adamlarının menfaatlarını korumaya çalışan onun için çabalayan kimseler değil midir? Kimin çıkarını malını ya da menfaatını kime aktaracaksınız? Ahmedin hakkını veya şu bölgenin çıkarını ya da falan yörenin menfaatını nasıl nereye neden havale ettiriyorsunuz. Sebep ne? Bunun sebebi nedir? Sebebler, nedenler ve niçinler dünyasında böyle heva ile başıboş hareket edilir mi? Hani siz sebepçi, sebep netice bağıntısına bakan yani ilimci idiniz yani bilimci idiniz? Bilimsel davranış bunun neresinde? İşte din bilgisini terkedenler sadece eşyayı sömürmekle kalmazlar aynı zamanda çelişkiler içinde kalan şaşkınlar gibi bir taraftan birey birey derler diğer taraftan da onun kişiliğini kemirip yok ederler. Ellerinde Kutsal kitapların ölçüleri olmayanlar kişiliği olan toplumlarla olmayan toplumları ayıramazlar. Birey, mahalle, bucak, il ve devlet bunlar kişiliği olan insan ve insan toplumlarıdır. Bucak il ve devlet meclis üyelerine dışardan gazel okuyanlar baskı yaparak şu veya bu yönde kural ve kanun çıkaramazlar. Eğer siz yetkisiz olduğunuz bir yerde yöneticileri veya üyeleri sınırsız yetkilerle donatırsanız,  demokrasi tiyatrosunun  baş oyuncusu şu sınıfın maaşları artırlacak, artırılsın dediği zaman derhal artırılır. Halbuki vergiler bellidir, yani devletin bütçe gelirleri bellidir, bunlar yaş ve tahsil baremlerine göre hak sahiplerine dağıtılır. Bunda asla başkanın değil, tüm dünya başkanları toplansa   bile onların ellerinde yapabilecekleri bir yetkileri yoktur. Kutsal kitabı okumayanlar kimin nerede ve ne kadar hakkı var bilemezler. Onun için bugün mal ile parayı, para ile emeği de ayıramıyorlar. İnsanın adresini Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'anda aramayanlar işte böyle armutlarla elmaları birlikte toplamaya başlarlar, ya fertçi olurlar ya da devletçi, ya bireyci olurlar ya da toplumcu; halbuki bunlar her ikisi de birbirlerini dengeleyen unsurlardır. Onun için bir hiç uğruna bireyi yok ederseniz tüm insanlığı yok etmiş olursunuz. Bize göre bireylerin düşünce ve fikirlerine, hüküm ve kararlarına, inanç ve kanaatlerine saman çöpü kadar   baskı yapılan bir yerde dinden, hukuktan ve insanlıktan bahsedilemez. Kişinin duygu ve düşünceleri, inanç ve kanaatleri hüküm ve kararları onun eli kadar, gözü ve kulağı kadar kutsaldır ve dokunulmazlığı vardır. Ancak tabii ki tebliğ var, tabii ki anlatma açıklama beyan etme ve iletme var, ama asla asla baskı yok. O yüzden bugün reklamcılık adı altında ekonmicilik oyununun yaptığı gözboyama faliyetlerine bile teknik terim ile ifade edecek olursak mekruh derler.
        

Bütün bu yanlışlar iş bölümünün doğru yapılmadığından kaynaklanıyor desek meseleyi teke indirgemiş olmayız sanıyorum.  Çünkü insanla ilgili her alanda her şey tam yerliyerine oturunca  tam bir iş bölümü sağlanmış olur. İşte o zaman başkan bey biz maaşları hangi kural ve kanuna göre yapacaz diye sormaya başlar ve devletin bir tür vakıf olduğunu yüreğinde hissederek bu organizasyon bana ait değil, kıyamete kadar gelecek olanların burada hakkı var diyerek hareket eder.
 

İşte her hak sahibinin hakkının kendisine verildiği bir toplumda sınıfa dayalı bir düzen olmadığı için çatışmalara, sen ben kavgası yaparak karşılılklı çıkar çekişmelerine ve baskı gruplarına yer yoktur. Gerçek ölçüyü ve ölçeği kaybedenler insanları ve yerleşim birimlerini fotokopi zannederek kalıpçılık yapıp tektipleştirmek isterler.   İşte bu zavallılar, gerçek iş bölümünden uzak bu acınacak kişiler, gözleriyle koklamaya ve burunlarıyla görmeye başladıkları için Ankara'nın Çankaya'sından ve İstanbul'un Fatih'inden rahatsız olarak "mahalle baskısı var!" "mahalle baskısı var!" diye ciyak ciyak öterler. Halbuki bunlar birisi eski tarihin, diğeri de yeni tarihin, birisi geleneğin öbürüsü de modernitenin örnekleri değil mi?


     Neticede yapaycılığa sapmadan ve baskı maskı yapmadan, "doğal olarak bir mevsim gelir, diğer mevsim gider; "üzüm üzüme baka baka kararır" sosyolojisi içersinde ve sosyal değişmede din ile bilimi yeniden yerlerine koyarak değişim ve gelişim diyecek olursak hiçbir zorluk önümüze çıkmadığı gibi, kılık kıyafetle uğraşmak pirimitivliğinden de kurtulmuş oluruz. Böylece dün olduğu gibi büyük millet ve büyük devlet olarak tüm insanlığa ışık tutacak hale geliriz. Bunun için çalışanlara başarı dileklerimi iletirken en samimi selam sevgi ve saygılarımı sunuyorum.      

 


*DEÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.