.


İSLAMİ MUAMELE GÖRMÜŞ MAL VE SERVET FAYDALI GÖRMEMİŞ OLAN İSE ZARARLIDIR  

 

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

  

Tüm hayatımızı meydana getiren dini, ilmi, içtimai, idari, siyasi, iktisadi ve ailevi alanların kendine mahsus bir takım elaman ve unsurları vardır. Mal ile para da ekonomik hayatın obje ve nesnelerindendir. Biz ekonomiyi, çalışma ve yaşama düzeni diye tarif ettiğimize göre mal ve para da çalışma hayatımızda ve yaşama düzenimizde kullandığımız ve kendilerinden faydalandığımız birer vasıtadan ibarettir. Ancak tabiatta var olan her şeyin bir var oluş amaç ve gayesi vardır. İşe bu sebeple varlıklar bu var oluş gayelerine göre bulundukları alanlarında bir fonksiyon icra ederler. Daha doğrusu her varlık kendisine verilen görevi yerine getirmeye çalışır. Mal bir varlıktır, para bir varlıktır, onları var edip yaratan onlara birer görev yüklemiştir. Bundan dolayı onları yaratılış gayelerinde kullanmak adalet yapmak ve dolayısıyla fayda sağlamak demektir. Fakat doğru olanı bırakıp adalet yolundan sapmanın da zulüm demek olduğu ve dolayısıyla onun da zarar getireceği açıktır.           

Burada bizim maldan kastımız insanla pek alakası olmayan mesela dağ başında kendiliğinden çıkmış ve büyümüş bir ağaç değildir. Bilakis insanın kendi ihtiyaçlarını tatmin etmek için eli ile ürettiği, naklettiği veya alıp sattığı mallardır. O nedenle malların bir de insana bakan tarafı vardır. İnsan ruh-beden, din-bilim ve fizik-metafizik bileşkesi olduğundan müslümanlar açısından malın İslami muamele görmüş bir mal olması bir mecburiyet ve bir zarurettir. İslami muamele görmüş mal demek, üretimi, ambalajı, nakli, alınıp satılması, biriktirilip depo edilmesi ve tüketimi hep İslami esaslara göre yapılmış bir mal demektir. Ayrıca insanların mallarının haksız yere yenilmemesi, alış verişlerin karşılıklı rızaya dayanması, faiz ve ihtikâr yasağı, fiyat koymamak, müşteri kızıştırmamak, ticaret mallarının pazaryerine gelmeden yolda satılmaması, malların üreticiler adına satılmaması, pazarlık üzerine pazarlık yapmamak, malın teslim alınmadan satılmaması gibi bir takım esaslar da vardır. (Bak. O.Eskicioğlu, İ.Açısından Enflasyon ve Çözüm Yolları, s. 175–182) Mesela domuz üretimi, içki ve uyuşturucu gibi maddelerin üretimi ve kullanımı meşru olmadığı için bunlara mal veya servet demek mümkün değildir. Bundan başka teknik ifadeyle dile getirildiği üzere bir şeyin mal olabilmesi için onun mütekavvim yani kıymetli olması gerekir. Zaten İslam hukukçuları bir ihtiyacı giderecek kadar olan ve kullanılması meşru olan mallara değerli mal anlamında mütekavvim adı verirler. Buna göre bir kibrit çöpü mal olmadığı gibi, tüketimi haram olan şeyler de mal sayılmazlar. Mal sayılmayan şeyler de üretime, satıma, tedavüle ve herhangi bir akde konu olamazlar.     

Burada eski Diyanet İşleri Başkanlarından merhum Ahmet Hamdi Akseki'nin  çalışıp kazanmak, mal ve mülk sahibi olup zengin olma ve servet hakkındaki düşünceleri ile insan ürünü sistemlerin ne kadar zararlı olup her türlü sıkıntıdan kurtuluş çaresinin İslam esaslarında olduğu hakkındaki fikirlerini açıklamakta fayda vardır. O bu konuda şöyle diyor:

 "İslam fıtrata dayanan bir din olduğu cihetle ferdi ve içtimai tekâmüle hizmet eden her türlü sebeplere başvurmayı meşru olarak kabul etmiş ve iktisadi tekâmül için her fert üzerine çalışmayı da farz kılmıştır. Bu uğurda bütün tabiat kuvvetlerinden istifade etmek kudretini de bahşetmiştir. Eşyada asıl olan ibahadır kaidesi külli bir esastır… Her insanın istediği kadar zengin olması, mal ve mülk edinmesi meşrudur. Mülkiyet ve tasarruf hakkı taarruzdan masundur. Bunlara tecavüz, insanın tabii ve zati haklarına tecavüz sayılır… Kendi servetinde memleketin muhtaçları için bir hak olduğunu kabul etmeyen bir kapitalist ne ise, Allah'ın tayin eylediği hudutta durmayan ve bütün sermayeyi hırsızlıkla ve zorla almış bir mal sayan,  arazi hiçbir insana mülk olamaz diyen, komünizm de odur. İslam iktisadi esaretten ve mali tahakkümden doğan içtimai hastalıkları bir dereceye kadar önlemiştir. Garp ve şarkta bugüne kadar, birbirine aykırı olan içtimai meslekler yüzünden ne kadar kan döküldüğü ve hala dökülmekte olduğu herkesin malumudur. Kapitalizmin fenalıklarını ortadan kaldırmak isteyen mesleklerin dünyada doğurduğu mihnetlerin, ıstırapların bir türlü önüne geçilememiş ve beşeriyetin ıstırabı her gün biraz daha artmıştır. Milletlerin akılları tarafından buna esaslı bir çare bulunmasını candan arzu ederiz. Fakat hemen ilave edelim ki, bunun yegâne çaresi Müslümanlık esaslarını ciddi bir suretle incelemekle elde edilecektir." (A. Hamdi Akseki Ebedi Risalet, s.24–25) 

İslam'ın aynı zamanda bir ekonomik düzen getirdiği bizce kesindir. Ancak yöreler, bölgeler ve iktisadi yerleşim birimleri, bu ekonomik düzenlerini ortam şartlarına bağlı olarak kendileri kuracaklardır. İslam ekonomisinin iskeletini meydana getiren faiz yasak, ticaret serbest, vergide zekât, üretimde mülkiyet, tüketimde şüyuiyet ve eşyada mubahlık esasları sistemin temelini teşkil eder. Aslında mal üretimi, helal mallar ürettikten sonra tamamen serbest olup bu konuda hiçbir yerden izin alamaya da ihtiyaç yoktur. Böylece insanlar ürettikleri mallara ve onların mülkiyetlerine de sahip olurlar. Yalnız üretim her ne kadar bireyler tarafından yapılmış olsa da üretimin yapılmasına imkân veren toplumdur. Çünkü üretimi yapanlar mesela yol gibi kamu araç ve gereçlerinden, devletin sağladığı güvenlik ve mülkiyeti koruma gibi fonksiyonlarından yararlanmaktadırlar. Bunun için toplumun   hakkı ve üretime yapmış olduğu katkının karşılığı olarak kendine düşen payı alacaktır ki, bu da İslam devletine verilen zekâttır; yani İslam devletinin vergisidir. Yalnız toplumun hakkı sadece vergiden ibaret değildir. Bunu Hz. Peygamber'in iki hadisiyle biraz daha açıklamaya çalışalım.

Konuyla ilgili olarak Hz. Muhammed'in çelişik gibi görünen iki hadisi bulunmaktadır. Hz. Peygamber, "Gerçekten malda zekâttan başka bir hak yoktur" (İbn Mace, Zekât, 3) ve "Gerçekten malda zekâttan başka bir hak vardır." (Tirmizi, Zekât, 27, No: 659; Darimi Zekât, 13) buyurmuşlardır. Fıkıh usulünde çelişen iki delil telif edilebiliyorsa o iki delilin ikisi de kullanılır. Edilemiyorsa birisi alınır, diğeri ise bırakılır. İşte biz, bu iki hadisi de kullanarak bunlardan birisi resmi, diğeri ise gayr-i resmi olan hakkı dile getiriyor deyip malda zekâttan başka bir hak yoktur hadisinin devletin aldığı hukuki, şer'i, kazai ve mecburi olan zekâtı (vergiyi) ifade ettiğini, malda zekâttan başka bir hak vardır hadisinin ise dini, ahlaki, vicdani ve ihtiyari olan sadakayı ve insanların kendi gönüllerinden koparak verdikleri  hayırları ifade ettiğini söylüyoruz. Burada hadis metninde dikkat edilirse hak kelimesi kullanılmıştır. Yani gerek devletin aldığı zekât-vergi, gerekse kişinin fakir ve muhtaçlara kendiliğinden verdiği sadakalar bir atıfet, lütuf ve ihsan değil, bilakis karşı tarafın bir hakkıdır. Çünkü üretim ve kazanmalarda o toplumda bulunan herkesin az-uz, görünür ve görünmez bir katkısı vardır. Hukuk, uygulanma açısında ancak tüm vatandaşların katılım ve yardımlarıyla ayakta durabilen bir olgu olduğu gibi, ekonomi de çalışsın çalışmasın, üretsin veya üretmesin toplumda bulunan herkesin en azından bir tüketici olarak bile kendisini hissettirdiği bir alandır. Onun için hiçbir kimse dışarıda bırakılmadan hem hukuki ve hem de ahlaki yardımlaşma ve sosyal dayanışma olarak herkesin hayatı garanti altına alınmıştır. Bu sayede mal ve servet sahipleri, üzerlerine düşen hukuki, ahlaki ve vicdani görev ve sorumluluklarını böylece yerine getirirler.

Bu suretle hem hukuki ve hem de ahlaki vecibelerden dolayı bugün kapitalist dünyada görüldüğü gibi dev mega zenginler İslam düzeninde olmaz. Küreselleşmeden bahsedip dünyayı sömürenler servetlerini de küre haline getirerek zenginliklerini katlıyorlar. Küreselleşme, zengini daha da zengin, fakiri ise daha da fakir yapıyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı'nın yıllık raporuna göre dünyanın en zengin 200 kişisinin serveti 2,5 milyar kişinin toplam varlığına eşitmiş. Hâlbuki Kuran’ın “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın en güzellerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak edin” (Bakara 2/ 267) emri karşısında müslümanlar artan servetlerini fakirlere verirler. Onun için İslam’ın ekonomisi birr ekonomisidir. Çünkü Allah, “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe birre nail olamazsınız” (A.Imran 3/ 92) buyuruyor. Bakara Suresi 2/ 177. ayette adeta birrin tarifi verilmektedir ki, buna göre birr, iman, ibadet, infak, zekât ve ahde vefa bileşkesinde en güzel hayatı yaşayarak refah toplumu olmaktır. “Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz birr (iyilik) değildir. İyilik ancak Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere iman eden, sevdiği maldan yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere veren, namaz kılan, zekat veren, söz verdiklerinde sözlerini yerine getiren, dar ve zor zamanlarda ve savaş anında sabredenler(in yaptığı)dır. İşte doğru olanlar onlardır ve işte muttakiler ancak onlardır.” (Bakara 2/ 177). 

Bugün dünyayı yöneten sermayenin şükrü eda edilmediği, fakir fukaranın ve muhtaç ülkelerin hakları verilmediği, tüyü bitmemiş yetimlerin hakları yenildiği, hak hukuk ve haram helal tanınmadığı için, tek kelimeyle eşya amacından saptırıldığı için, tüm canlılar, insan hayvan ve bitkiler için hayat bir zehir olmuştur. İslam devletinde vatandaşlar zengin fakir diye ikiye ayrılıp zenginler zekât-vergi verdiği, fakirlere ise kendilerine bütçeden fakirlik payı verildiği gibi, BM ülkeleri ikiye ayırıp zengin ülkelerin fakir ülkelere haklarını vermesini sağlamalıdır. Bu küresel sermaye, eğer bu yanlış yolunu bırakmazsa sahabeden Salebe b. Hatıb el-Ensari misali başkalarının haklarını vermeyip zulmettiği için kendi eliyle kötü akıbetini hazırlamış olacaktır. “Onların arasında eğer Allah lütuf ve kereminden bize mal verirse biz de kesinlikle sadaka vereceğiz ve Salihlerden olacağız diye Allah’a söz verenler var. Fakat Allah onlara zenginlik lütfedince cimrilik ettiler ve yüz çevirip verdikleri sözden döndüler” (Tevbe 9/ 75–76).  İbn Arabî rivayetlerin en doğrusuna göre bu ayet Salebe b. Hatıb hakkında nazil olmuştur diyor. (Ahkâm-ül Kuran II, 980). Salebe bir gün Hz. Peygamber’e gelip “Ya Rasülellah, Allah’a dua et de bana biraz mal versin” demiş. Resulüllah da “Ey Salebe, hakkını eda ettiğin az mal, güç yetirmeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır.” buyurmuş. Salebe tekrar gelmiş ve “Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki,   bana mal verirse, her hak sahibinin hakkını kesinlikle veririm” demiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber dua etmiş, o da bir davar sahibi olmuş derken o hayvan üredikçe üremiş, onun hayvanlarına Medine dar gelmeye başlamış, bir vadiye gitmiş, önce cemaat namazlarından, sonra da cumalardan uzak kalmış. Hz. Peygamber onu sormuş, “Malı çoğaldı, vadiye sığmaz oldu” demişler. Bunun üzerine “Eyvah yazıklar oldu Salebe’ye!” buyurmuş. Sonra zekât için ona iki tahsildar göndermiş, yazılı emri ona okuduklarında Salebe “Bu cizye de neyin nesi oluyor? Bu istediğiniz şey cizyenin kendisi değilse bile kardeşidir. Hele siz şimdi gidin de ben bir düşüneyim demiş. İşte ayetteki cimrilik ettiler ve yüz çevirdiler ifadesi buna delalet etmektedir. Tahsildarlar geldiklerinde daha bir şey demeden Hz. Peygamber iki defa “Eyvah, yazıklar oldu Salebe’ye” buyurmuş. Daha sonra Salebe zekâtı alıp getirmiş, fakat Resulüllah “Allah Teala, beni, senin sadakanı kabul etmekten men eyledi” buyurmuş. Hz. Peygamberin irtihalinden sonra Ebu Bekir’e getirmiş, kabul etmemiş, daha sonra Hz. Ömer’e getirmiş o da kabul etmemiş ve Hz. Osman zamanında önce malları sonra da adamın kendisi telef ve yok olup gitmiş. (Elmalılı M.H. Yazır, IV, 385).   

Bizim terimlerimiz diyebileceğimiz iddihar, ihtikâr ve kenz gibi kelimeler üretilmiş bir malın tüketiciye giderken mübadele yolunda yapılan yanlışları dile getirmektedir. Hemen hemen bu anlamlarda olup da batıdan gelenler ise istifçilik, tekelcilik, karaborsa ve stokçuluk gibi kelimelerdir. Fiyatların yükselmesini bekleyip malları saklamak ve tedavülden alıkoymak, piyasayı zor duruma sokmak için mal depolamak, malları gizlice daha yüksek fiyatla el altından satmak ve her ne suretle olursa olsun malın tüketiciye doğru giden yoluna engel koymak ekonomi için de zararlı bir harekettir. 

İddihar, ihtikârdan bazı noktalarda ayrılır. İhtikâr (karaborsacılık), bir şeyi fiyatı yükselsin diye bekletmek ve tedavülden alıkoymak demektir. Karaborsacılığın amacı fiyatların yükselmesini sağlamak veya bunu beklemektir. İddihârda ise doğrudan fiyatların yükselmesi amaç değildir. Biriktirilen malın zekât, hayır ve hasenat hakkının ödenmemesi iddihârın en belirgin özelliğidir. Kenz ise Kur'an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde geçer ve bu vesile ile biriktirip mal yığanlar kötülenir.

“Ey iman edenler! Şüphesiz hahamlardan ve papazlardan birçoğu, haram yollarla insanların mallarını yerler ve onları Allah'ın yolundan men ederler. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlara acıklı bir azabı müjdele. O gün o altın ve gümüşlerin üstü cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak; "işte bu, kendi canınız saklayıp biriktirdiğiniz şeydir. Haydi, şimdi tadın bakalım şu biriktirdiğiniz şeyin tadını" denilecek.  (et- Tevbe, 9/34–35; Diğer ayetler için bk. Hûd, 11/12; Kehf, 18/82; el-Furkan, 25/8; eş-Şuara, 42/58; el-Kasas, 28/76).

Abdullah b. Ömer, bu ayetteki "kenz"i "zekâtı verilmeyen mal" olarak tefsir etmiştir. Buna göre, zekâtı verilen servet, iddihar edilmiş sayılmaz. Toprağın derinliklerine saklanmış olması da hükmü değiştirmez. Hz. Ömer'den de benzeri görüş nakledilmiştir.

İddihârcıları şiddetli azap ile korkutan ayetin gelişi Ashabı-ı kiramı endişeye sevk etti. Onların çoğu artık mirasçıya bir mal bırakılamayacağı kanaatine vardılar. Hz. Ömer, işin hafif yönlerini tespit için Sevbân (r.a) ile birlikte Resûlüllah'a geldi ve sahabenin endişesini nakletti. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah zekâtı, mallarınızı temizlemek için farz kıldı. Ancak sizden sonra devam edecek mallarınızda da mirası farz kıldı." Hz. Ömer bunu da büyük görünce Nebi (s.a.s) O'na şöyle dedi: "Kişinin biriktirdiği şeyin en hayırlısını sana haber vereyim mi? Bu kalıcı hazine şudur: Öyle bir saliha kadın ki, kocası ona baktığı zaman, kocasına sevinç ve neş'e verir. Ona bir şey emrettiği zaman kocasına itaat eder. Kocasının bulunmadığı zamanda da onun malını korur" (Ebû Dâvud, Akdiye, 13; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 29, 157).

Bütün bu yazdıklarımızdan sonra bugünkü dünya şartları içersinde Müslümanların zengin olması, çalışıp kazanması, mal-mülk ve servet sahibi olması lazım geldiğini söylemek istiyoruz. Çünkü fakirlik İslam’da kutsiyet atfedilen bir olay değildir. Yusuf Karadavi’nin dediği gibi, bunu yapanlar arasında bazı zoraki zahit, sofi ve rahipler vardır. Hadislerde ve ayetlerde yerilen zenginlik kapitalist anlayışın ve hak-hukuk tanımayan bir zenginliktir ki, bunu da temsil eden Hz. Musa’nın amcazadesi olarak bilinen ve ona serkeşlik eden Karun’dur. Allah ona öyle hazineler vermişti ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşıyordu. “Kavmi ona şöyle demişti: Şımarma! Bil ki, Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiği (maldan harcayıp) ahiret yurdunu iste, ama dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Ülkede bozgunculuğu (ve ekonomik krizi) isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas 28/ 76–77)

Hadislerde fakirlikten, yokluktan, kıtlıktan, zilletten, zulmetmekten ve zulme uğramaktan Allah’a sığının diye emredilmiştir. (İbn Mace, Dua, 3, no: 3842). Ayrıca Hz. Peygamber’in “Nerde ise fakirlik, kâfirlik olayazdı.” dediği de rivayet edilmiştir.(Y.Karadavi, Fakirlik Problemi Karşısında İslam, s. 21).

Hz. Peygamber hakkında da Kuranda “Allah seni yoksul bilip zengin etmedi mi?” (Duha 93/ 6) buyrulmuştur.  

Dikkat edilirse Karun’a yapılan tavsiyede ahiret ile dünya arasında bir denge kurulması istenmiştir. İşte İslam’ın ekonomide ve hatta bütün hayatta getirdiği bu denge prensibi bütün problemleri ve her türlü meseleleri çözüme kavuşturacaktır. Nasıl insan vücudunda bir üretim, paylaşım ve tüketim varsa, organizma bunu çok adil bir şekilde yapıyor, tüm hücreler ve dokular kan üretimine katkıda bulunup sonra bu üretimi her birim kendi ihtiyacına göre hissesine düşen payı alıyorsa işte İslam’ın önerdiği ekonomik toplumda da mal üretimi, paylaşımı ve tüketimi öyle olacaktır. Tüm bireylerin katkısı ile üretilmiş olan malların ve meydana getirilmiş olan artı değerlerin yine tüm bireyler arasında paylaşılmasından daha doğal ne olabilir. Bu paylaşımın yolu da teknik ifade ile zekât ve sadaka yollarıdır. Yani bir müslüman zenginin İslam devletine vereceği zekât ile fakir ve muhtaçlara, sivil toplum kuruluşlarına, dernek ve cemiyetlere yapacağı yardım ve bağışlardır. Bunu yapanlar ne kadar zengin ve büyük servet sahibi olurlarsa olsunlar, asla kınanmazlar ve ayıplanmazlar. Bilakis daha bunlar, ağniya-i şakirindir (şükreden yani ödül veren, yardım eden zenginlerdir)  denilerek iltifat görüp alkışlanırlar. İslam tarihi sahabilerden tutun da bugüne kadar böyle zenginlerin örnekleriyle doludur, diyebiliriz. Artık böylece mal ve servet sadece zenginler arasında tedavül edip dolaşan bir güç olmaktan çıkmış olur.

Son zamanlarda küresel sermayenin yenidünya düzeni veya küreselleşme politikaları mukabilinde yani bütün dünyayı sömürerek bilhassa İslam âlemini düşünemez ve doğru hareket edemez bir duruma düşürüp hepten uydu ve oyuncak haline sokmak isteyenlerin bu kötü emelleri karşısında bizim çok dikkatli ve dengeli olmak mecburiyetimiz vardır. Biz her şeyden önce dinimizi doğru anlamalıyız. Zira bizi yükseltecek, güç verip motive edecek ve hatta başarıya ulaştıracak, belki yeryüzünün varisleri olmamıza vesile olacak tek kaynak müntesibi olmakla şeref duyduğumuz kâmil ve eksiksiz dinimiz İslam’dan başka bir şey değildir. Şunu herkes bilmelidir ki, dün üç kıtada etkinliğini İslam sayesinde göstermiş olan bu ehl-i hizmet millet dün olduğu gibi, bugün de yine İslam aydınlığında tüm insanlığa Allah’ın izniyle ışık tutacaktır. Onun için İslami olan her şey, doğru, faydalı, güzel, kolay ve adildir. Bunun zıddı olarak İslam’a ters düşen her şey de yanlış, zararlı, çirkin, zor ve zulümdür. 

Aslında Kuran-ı Kerim’de malın özellikleri açıklanmıştır. Bunları anlayıp görebilmek için mal kelimesinin geçtiği ayetler üzerinde varyantları da nazar-ı itibara alarak düşünmek gerekir. Burada bir örnek vermek gerekirse mesela Nisa suresinin 5. ayetinde malın iki özelliğine işaret edilmektedir. Bunlardan birisi insanları ayakta tutan amilin mal olduğu, diğeri ise malın aslında topluma ait bir nesne olduğudur. Çünkü ayette mallarınızı saçıp savuranlara vermeyin denilmek suretiyle saçıp savuranların malları muhatap çoğula izafe edilmiş ve Allah’ın sizin için ayakta tutan kıldığı mallarınızı buyrulmuştur. Bu ayetin açıklamasında Mevdudi merhum da şunları söylemektedir: Bu ayetin anlamı çok geniş kapsamlıdır. Müslüman topluluğa, hayatın devam ettirilmesi için çok gerekli olan servetin, hiçbir zaman beyinsizlere ve onu doğru dürüst kullanmayı başaramayacak ehil olmayan kişilere verilmemesi gerektiği, çünkü bu tür kişilerin serveti israf ederek toplumun ekonomik ve kültürel sistemini, uzun dönemde de ahlaki düzenini bozabileceği öğretilmektedir. Özel mülkiyet hakları mutlaka korunmalıdır, fakat aynı zamanda kişinin onu istediği şekilde sınırsızca kullanıp toplumu ifsat etmesine de izin verilmemelidir.      

 


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.