.


GÖREVİMİZ ve GÖREVLERİMİZ

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

 

Burada makalenin başlığında birisi tekil diğeri ise çoğul olmak üzere aynı kelimeyi iki defa kullanmış bulunuyorum. Bunun sebebi ise insanoğlunun birisi ferdi, diğeri içtimai; biri bireysel, diğeri de toplumsal olmak üzere iki görevi bulunmasıdır. Gerçekten bir tek insan, hem birey ve hem de toplumdur. Bir tek kişinin üzerinde hem kendisine ait bireysel davranışlar ve hem de mensup olduğu topluma ait olan toplumsal davranışlar birleşmiş durumdadır. Biz bunu kendi istek ve arzumuz olarak söylemiyoruz. İstek ve arzular, hukuk ve kanun olmadığı gibi, ahlak ve din kaide ve kuralları da olmaz. Hâlbuki bugünkü kanunlar kanun yapıcıların istek ve arzularından ibaret değil mi? Allah Teala bir tek kişi olan Hz. İbrahim’e “Gerçekten İbrahim kendi başına bir ümmet-toplum idi” (Nahil 16/ 120) buyurduğu için biz bunları söylüyoruz.  Bugün insanlarda ve toplumda maalesef farz-ı ayn ve farz-ı kifaye kültürü bulunmadığı için, üzülerek söylemek zorundayım ki, bu işin farkına varılmamakta, bu bilinmemekte ve birey ile toplum, fert ile devlet arasındaki iletişim, irtibat ve birliktelik yeteri kadar anlaşılmamakta ve uygulanmamaktadır. Tabi böyle olunca da bunun sıkıntısını, azap ve ıstırabını hep birlikte toplum olarak beraberce çekiyoruz.

    Aslında her şey birey ile başlar ve yine birey ile biter. Birey ile toplumu başka bir ifade ile farz-ı ayn ile farz-ı kifayeyi tam olarak anlamayanlar, insanın görevlerini de gereği gibi anlayamamışlardır. Ben bu konuda size bisikleti örnek vermek istiyorum. Bisikletin ön ve arka tekerleri birey ile toplumu ya da fert ile devleti temsil ederler. Bu iki teker birbirine ne kadar bağlı ise birey ile toplum ve fert ile devlet de biri diğerine o derece bağlıdırlar. Onun için bunlar arasında öyle bir uyum vardır ki, hep birlikte olurlar ve aralarında ahenk sağlarlar. Biri hasta olursa diğeri de hasta olur; birisi yanlış yaparsa diğeri de zarar görür; velhasıl birisi kazanırsa diğeri de kazanır, birisi kaybederse diğeri de kaybeder. Çünkü bunlardan her biri hem kendisi ve hem de diğeri için vardır ve öyle de çalışırlar. Onun için bilhassa toplum ve devlet hata etmemeli ve yanlış yapmamalıdır. Toplumu etkileyecek yanlış kararlar vermemelidir.

Bu açıdan baktığımızda Allah aşkına bana söyler misiniz, bu başörtüsü veya türbanın toplumla veya devletle ne alakası var ki, bunu kanun ve mahkeme işi haline getirdiler. Üstelik adını yüksek mahkeme dedikleri bir mahkeme, hayır, kızlar ve kadınlar başlarını örtemezler, bu anayasaya aykırıdır, diye karar verdiler. Bu husus toplum açısından güzel bir ilkellik örneği ve öyle birey ve öyle bir toplum için de pirimitiv bir davranış modelidir. Çünkü bu iş, devletin işi değildir. Böylece bu halde bisikletin tekerlerinden birisi patlamış ve diğerinin dönmesi için de bir engel teşkil etmektedir. Bu patlak lastikleri tamir etmedikçe birey ve bireyler, hayat yolunda, mutluluk yolunda bir arpa boyu ilerleyemezler. Ancak şunu herkes bilsin ki, zaman her şeyi halledecektir. İleriki bir zamanda tabi onun ne zaman olacağını kimse bilemez; bu ülkede hiçbir güç ve hiçbir makam, hiçbir kimsenin giyim kuşam ve kılık ve kıyafetine karışamayacaktır. Çünkü öyle bir kültür oluşacak ve öyle bir toplum oluşacak ki, bunu yapmak isteyenler, ayıptır, günahtır, yazıktır; sen hangi hak ve salahiyetle bireylerin kişilik haklarına el ve dil uzatıyorsun duvarı ile karşılaşacaklardır.   

Her zaman ve her yerde söyledik ve yazdık ki, giyim kuşam, kılık ve kıyafet, iş, eş ve aş seçme İslam toplumunda yani İslam kanun ve kurallarıyla yönetilen bir devlet ve toplumda asla kanun mevzuu olmayacaktır. Çünkü bir İslam toplumunda Yahudi, Hıristiyan, inanmayan ateistler ve müslümanlar vardır ve bunlar vatandaşlık nimetini birlikte paylaşırlar. Eğer devlet kişilerin giyimlerine karışacaksa ve bu işi hukuk ve kanun mevzuu yapacaksa, bu dört çeşit vatandaşın hepsine karışması lazım gelir ki, bu da muhalden başka bir şey değildir. Zira devlet denilen devlet, ancak tüm vatandaşların ortak noktalarında çalışıp faaliyet gösteren bir kurumdur. Hem de her zaman laiklik, laiklik ve laiklik ilkesi deyip durulan bir ortamda laikim diye övünen bir devlet, nasıl olur da ahlak ve din işlerine karışır? Evet, beyler! Şunu bilin ki, örtünme veya giyim, kuşam, kılık ve kıyafet asla hukuk ve kanun konusu değildir; bunlar sadece din ve ahlak konusudurlar. Öyleyse soralım: laik bir devletin ahlak ve din alanında ne işi var?       

Evet, hem görevim var, hem de görevimiz var, hem görevimiz var ve hem de görevlerimiz vardır. Bizim anlayışımıza göre yukarda da ifade ettiğimiz gibi bir tek kişi bir toplumdur. Zaten toplumun ihtiyaçları bireylerin ihtiyaçlarının toplamı değil midir? Toplum veya devlet denilen şey de bireylerin toplamından ibaret değil midir? İşte onun için Hz. İbrahim ümmet (toplum) olarak nitelenmiş bulunmaktadır. Elmalılı üstadımız “ümmet” kelimesini şöyle açıklamaktadır: Ümmet, imam maddesinden alınmış bir çoğunluk ismidir ki, çeşitli insan gruplarına önder olan ve kendisine uyulan bir cemaat demektir. Yani bir imamın çevresinde sağlam bir birlik oluşturup, düzenli bir şekilde faaliyet gösteren ve bu şekilde çeşitli insan grupları üzerinde hâkim olan bir topluluktur. Diğer bir tabirle ümmet, imamet-i kübra sahibi cemaattir. Cemaatlere göre ümmet, hâkim bir milletin fertlerinden meydana gelmiş olan bir sosyal toplumdur. (Hak Dini I, 419). Bu açıklamalar bize toplum ve cemaatler arasındaki karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma bulunduğunu göstermektedir. Buna göre birey ve bireyler toplum ve toplum hukukunu koruduğu ve onu daima denetim ve gözetim altında bulundurduğu gibi, toplum da birey ve bireylerin haklarını korur ve onları her zaman denetim ve gözetim altında bulundururlar.

Bir kişinin yapmakla yükümlü olduğu işe görev denir. İster görev deyin, ister vazife deyin fark etmez; çünkü burada önemli olan şey, insan olarak omuzlarımızda bir yük taşıdığımızın farkında olmamızdır. Yükümüz var sırtımızda, çünkü yükümlüyüz; külfetimiz var omuzlarımızda çünkü mükellefiz; mükellef Arapça, yükümlü ise Türkçe bir kelime olup bir şeyi yapmaya ve bir şeyi ödemeye mecbur olan kimse demektir.

Farz-ı ayn demek, muayyen ve belli bir birey ile ilgili ve yapılması zorunlu olan şey demektir. Bunun klasik tarifi şudur: Bu, teker teker her müslümanın yerine getirmesi lazım gelen, Allah’ın bir emridir. Farz-ı kifaye ise toplumla ilgili ve toplumu ilgilendiren ve toplum tarafından yerine getirilmesi zorunlu olan bir şeydir. Bunun da klasik tarifi şudur: Bu, bir kısım Müslümanların yerine getirmesiyle, diğerlerinden sakıt olan, Allah’ın emirleridir. 

İnsanın yüklendiği görev, üzerine aldığı emanetlerdir. İlk başlangıçta insanın kendisi kendisine emanettir. En yakın çevresinden anne ve babasından, evlat ve iyalinden, eş ve akrabalarından tutun da tüm varlıklar ve onların haklarını korumak, insan, hayvan, bitki ve cansızların hukukunu korumak insanın görevidir. Çünkü bunların hepsi ona emanettir. Allah Teala bu emanetler hakkında Ahzab suresinde şöyle buyuruyor: “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. (Sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim ve çok cahilidir.” (Ahzab 33/ 72).  

Emanet aslında mastar olup eminlik, yani başkasının hakları güvenilip inanılabilir, inanç olmak, inançlık huyu demektir. Sonra güvenilip inanılan şeye de isim olmuştur ki, “şüphesiz ki Allah, size emanetleri ehline vermenizi emrediyor” (Nisa 4/ 58) ayetinde bu anlamdadır. “Emanet”in “vedia”dan daha geniş olduğu söylenmektedir. Burada her iki mana da olabilirse de önceki anlam daha uygundur. Çoğunlukla tefsirciler, bunu “yükümlülükler” ve “farzlar” diye tefsir etmişlerdir. Bunu şöyle anlamak gerekir: Allah’ın gerek kendi hakları ve gerek insanların hakları ile ilgili emirlerinin ve yasaklarının, hükümlerinin yerine getirilmesine Allah’ın emini, inanç memuru olmak demek olan emanetini, yani Allah’ın diğer eşyada olduğu gibi zorlama ile cebren değil, hoşnutluk ve gönülden tercihle yaptırmak istediği serbest fiillerden emrine itaatle halifeliği demek olan görev ve yükümlülüğü, o göklere ve yere ve dağlara, yukarıda ve aşağıda, o ağır ve büyük varlıkların ve gök cisimlerinin hepsine teklif eyledik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve çekindiler. (Hak Dini, VI, 342)

Buradan da anlaşıldığı gibi, insanın görev ve yükümlülüğü var, hilafet görevi var, Allah’ın haklarından başlamak üzere insanların ve tüm varlıkların hukukunu korumak insanın boynunun borcudur. Bu arada insanın hem cinslerine karşı da tebliğ ve uyarı gibi bir görevi vardır. Müslüman bir taraftan bizzat kendi üzerinde İslam’ı temsil edip yaşayarak gösterirken diğer taraftan da onu tebliğ etme ve duyurma gibi bir görevi vardır. Onun için büyük ecdadımız Osmanlılar, ilayı kelimetüllah felsefesinin arkasında at sırtında asırlarca koştular, hem temsil ve hem de tebliğ etmeye çalıştılar.

Bugünkü ülke ve dünya şartları içersinde kanaatim odur ki, müslümanlar kültür ve düşünce birliğe varmadıkça, yöre ve küre çapında asgari veya azami müştereklere sahip olmadıkça, çözüm İslam’dadır diyerek müslüman ve Allah’cı olmadıkça bir yere varacaklarını sanmıyorum.

Onun için ben şahsen bütün okurlarımızdan ve tüm ziyaretçilerimizden şunu rica ediyorum. Bizim sizlere www.enfal.de sitesinden başka bir ulaşma vasıtamız yoktur. Radyo ve televizyonumuz yok, gazete ve mecmuamız yoktur. Bu sitede ise bütün görüş ve düşüncelerimizi Müslümanların daha çok uygulamaya ait olan tüm ihtiyaçlarını açıklamaya çalışıyoruz. Aktüel, güncel ve çağdaş olmaya çalışıyoruz. Zaten bütün inancımız odur ki, bugün insanları düşündüren çağdaş problemler karşısında şartlara göre çözümler, İslami çözümler üretmedikçe hem müslümanlar ve hem de insanlık başarıya ulaşamayacaktır. Bu sebeple herkesi ama herkesi sitemize davet ediniz, buradaki düşünce ve fikirleri paylaşınız. Böylece belki bir kültür ve düşünce birliğine varılır, maksat hâsıl olur ve hedefe giden yola girmiş oluruz. Yoksa bu Rönesans medeniyetinin çıkmaz sokaklarında daha ne zamana kadar huzur ve mutluluk arayacağız? Bugünkü kurum ve kuruluşların yolu yanlıştır. Bu iş bölümü, bu paylaşım biçimi, yaşadığımız bu hayatın dinamikleri eksik veya yanlıştır. Bu mektep, bu medrese ve bu kışla; bu fabrika, bu aile ve bu meclis derde deva olamıyor. Bir yerlerde yanlışlık var. İşte onun için yeniden yeniden iman, amel ve ahlak diyoruz. Sadece imanla olmadığı gibi, imansız amel de olmaz; ahlak olmadan da üçlü sacayağı kurulamaz ve böylece insan ile toplum da ayakları üzerinde duramaz. Batıdan tercüme edilen din felsefesi, din sosyolojisi ve din psikolojisi değil, bizim yani Müslümanların üreteceği İslam felsefesi, İslam ekonomisi, İslam psikolojisi, İslam sosyolojisi ve İslam ailesi dediğimiz gün ve İslam esaslarına gönül verdiğimiz gün, İslam’ı yaşama ve yaşatma bizim ilk işimiz, amacımız ve hedefimiz budur, dediğimiz gün; işimizin besmelesini çekmiş, insanlık binasını yeniden inşa etmeye başlamışız demektir. Biz, göklere bir hoparlör asarak, bu İslami gerçekleri yeryüzüne ve tüm insanlara anons etmek istiyoruz. Bu hayat hayat değil, bu yol çıkmaz sokak, gerçek hayata, doğal ve ilahi olana geliniz, faydaya, huzur ve mutluluğa geliniz diye ün salmak istiyoruz.  

Özetleyecek olursak birey ve toplum olarak, insanoğlunun yeryüzünde bir takım görev ve yükümlülükleri vardır. Doğan herkesin yeryüzünde bir toprağı vardır ve o çalışıp üretmese de yaşama hakkına sahiptir. O, insan, hayvan, bitki ve cansızları asla sömürmez, bilakis onların hak ve hukukunu korur. İslam toplumunda insan iradesine saman çöpü kadar baskı yapılmaz. Onun iş, eş, aş ve meslek seçmesine, giyim-kuşam, kılık ve kıyafetine, hele hele türban ve başörtüsüne asla müdahale edilmez. Birey ile toplum ve fertle devlet arasında tam bir uyum ve ahenk vardır. Eğitim ve sağlık işleri, yönetim ve kamu görevi asla para kazanma aracı yapılamaz. Kamuda çalışma, seçme ve seçilme bir hak değil, vazifedir. Kamu için olan tüm çalışmalar, hak değil, bir görevdir. Kamu görevi yapan zenginler, bunun için kamudan görev almazlar. Mahalleler, bucaklar, iller ve devlet kişiliğe sahip olup buralarda görevliler seçimle iş başına gelirler. Köy, kaza ve bölgelerin kişilikleri yoktur, bunların yöneticileri de üst kuruluş tarafından tayin edilir. Bucaklar onda bir vergileri, iller kırkta bir vergileri, devlet de beşte bir vergileri toplar ve gereken yerlere dağıtırlar. Hükümetler vergi koyamaz ve memurların ücret ve maaşlarını düşüremez ve yükseltemezler. Onlar vergiden kendilerine düşen paylarını yaş ve tahsil baremlerine göre aralarında pay ederler. İç güvenlik iller, dış güvenlik ise devlet düzeyinde sağlanır. Eğitim ve öğretim halkın işi olup vakıflar eliyle yürütülür, devlet sadece denetleyip kontrol eder. Yerinden yönetim ve yönetimde nsibi temsil esastır. Devlet ekonomiye karışmaz; narh koymaz, fiyat tayin etmez. Ekim dikim ve her türlü mal üretimi serbest olup hiçbir makamdan izin alınmaz. Para ve banka işleri ise devletin olup bunların özel olanları yoktur. Vatandaşlar bir çizgile ikiye ayrılıp üstteki olanlar vergi verir, alttaki olanlar ise vermez, bilakis daha bunlar devlet yardımı alırlar. Bütün dinler ve her türlü inançlar serbest olup devletin koruması altındadır.

İslam toplumunda Yahudiler, Hıristiyanlar, müşrikler-ateistler, müslümanlar ve tüm diğer vatandaşlar İslam bayrağının altında serbest ve özgür olarak, huzur ve mutlu olarak, ayrım ve kayırımsız olarak vatandaşlık nimetini birlikte paylaşırlar. Böyle bir düzeni kurmak için tüm Müslümanların ve hatta bütün insanların görevli olduğuna inanıyorum. Çalışanlara, zaman harcayıp fikir üretenlere, Allah’a dua edip yakaranlara yani bu yolda maddi ve manevi katkıda bulunanlara Allah razı olsun der ve başarılar dilerim. Allah’a emanet olunuz.      

  


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.