.

 

SAĞCILAR ve SOLCULAR ya da İYİLER ve KÖTÜLER

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

   

Tabiat aleminin mevsimden mevsime yenilenip değiştiği gibi, dil de medeniyetten medeniyete, hatta kültürden kültüre değişip yenilenir. Böylece ortaya yeni, yeni isim, terim, tarif ve tasnifler çıkar. Çünkü dil, tabiatın, varlıkların, hayatın, hareket ve davranışların adeta bir aynasıdır, ekranlara onları aksettirir.

Tabiatta sanki bir gelenler ve gidenler mücadelesi vardır. Nitekim mevsim giriş ve çıkışlarında yazın başlangıcı ve sonu, kışın başlangıcı ve sonunda bu didişme sahneleri açık bir şekilde görülür. Hatta mevsim giriş ve çıkışları, insanların da çokça hayatlarını kaybettikleri zamanlardır, diyebiliriz. Hayat sahnesinde de karşıt takımların birlikte sahneledikleri oyunlar seyredilir. Bir tarafta sağcılar ve iyiler yerlerini alırken, diğer tarafta da solcular ve kötüler mevzi alıp konuşlanırlar. Onun için tabiat ve hayatta canlı ve cansızlar var; gece ile gündüz, aydınlık ile karanlık var. Olumlu ile olumsuz, müspet ile menfi var. İman ile küfür var. Yani eşyanın tabiatında yapıcılar ve yıkıcılar var; düzene yani bu doğal-ilahi düzene sadık olanlar ve hem onun için ve hem de onun içinde çalışanlar var ve bir de ona karşıt olanlar, düzenin dışına çıkıp onu yıkmaya çalışanlar var. Bir tarafta Rahman’ın evliyaları, dostları ve sahipleri var; karşı tarafta da şeytanın velileri, dostları ve sahipleri var. Eğer tabir caiz ise dünya ve böylece tabii ki dünyadaki olaylar, iki merkezli ve iki kutuplu yörüngeye sahip olan bir elips zemininde cereyan edip gitmektedirler. Bunları ifade ettikten sonra şimdi dildeki isimlendirmelerin, ilim dallarının, siyaset ve ekonominin… istiklallerini ilan etmelerinden sonra müstakil hale gelen alanların nasıl yeni, yeni isimler ve terimler ürettiklerini araştırmaya çalışalım.    

Din, insanoğlunun irade ile yapmış olduğu bütün hareket ve davranışlarını kapsayan sosyal bir kurumdur. İslam anlayışına göre bu yerküresinde ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’in bir din getirmiş olduğu malumdur. Böylece ilk toplumlarda insanlar adeta peygamberler tarafından, onların bulunmadığı zamanlarda ise onların eğitip yetiştirdiği havariler ve tilmizler tarafından yönetilmiş oluyordu. Yani ruh ve beden yönüyle insanı meydana getiren unsurlar olan fikir, his, irade ve ünsiyet gibi melekelerin toplumda bilim, din, ekonomi ve siyaset gibi kurumlara dönüşebilmesi, epeyce bir zaman almıştır. Onun için önceleri insanların dini temsil eden bir peygambere veya onun yetiştirdiği tilmizine kayıtsız şartsız itaati zorunlu idi. Hatta böyle dini temsil eden bir din adamına itiraz etmek, onların söz ve görüşlerine yorum getirmek olamazdı. Onlar hep doğru söylerler ve doğruyu yaparlar, halk da onlara uyup itaat ederlerdi. İşte buna “dogma” adı verilir. İnsanları bu şekilde sevk ve idare etme işi ancak Hz. Peygamber dönemine kadar devam etmiştir. Artık Hz. Muhammed’den sonra bir daha peygamber gelmeyeceği için insanların kendi kendilerine yönetebilmeleri söz konusudur. Nitekim Hz. Peygamber Muaz b. Cebel’i Yemen’e yönetici olarak gönderirken nasıl yapacaksın buyurduklarında Muaz’ın Kuran ve Sünnete göre dediğinde onlarda bulamazsan sorusuna karşılık kendi reyime göre karar veririm ifadesine karşılık Hz. Peygamber’in bu durumdan çok memnun olup Allah’a hamd ettiği tarihi bir gerçektir. Yine Hz. Peygamber’in askerlerini Bedir’de konuşlandırdığı zaman sahabeden Habbab İbn Münzir’in gelip ya Rasülellah bunu vahiy ile mi yaptınız yoksa kendi fikriniz mi diye sormuştu. Hz. Peygamber de hayır bu kendi görüşüm dediklerinde Habbab hayır ya Rasülellah! Böyle değil, şöyle yapalım dediği zaman Hz. Peygamber de onun bu teklifini kabul etmişti. Buradan anlaşılıyor ki Hz. Peygamberle birlikte insanın kendi düşüncesi ve kendi kararı önemli hale gelmiştir. Başta Ahmet Hamdi Akseki, Afzalurrahman ve Hüseyin Atay olmak üzere birçok araştırmacı İslam’da “dogma” bulunmadığını eserlerinde yazmışlardır. Dini temsil eden birinin olmadığına göre doğmanın da yok olacağı tabiidir. Çünkü Hz. Peygamber kendi yerine vekâlet etmek üzere hiçbir kimseyi bırakmamıştır.               

İşte böylece artık bundan sonra kimse kimseye bağlı değildir, herkes kendisi düşünüp araştırıp kendisi karar verecek ve bunu uygulayacaktır. Yani din adamlığı kurumu (dini temsil etme işi) Hz. Muhammed’le birlikte yürürlükten kaldırılmıştır. Veya meseleye bir başka açıdan da bakarak şöyle demek daha güzel olup fayda sağlayacaktır. Artık herkes din adamıdır; herkes kendi dinini kendisi seçtiği gibi, yine kendisi arayıp araştıracak, bilmiyorsa bilenlere soracak ve yine kendisi kendi karar ve ictihadına uyacaktır. Kendi içi, iç dünyası ve ictihadı başka iken, büyüğümüz, önderimiz liderimiz ve kanaat önderimiz diye kendi görüşünden farklı olan bir görüşe uyarsa yaptığı bu amel yerine getirilmiş olmaz; iade edilmesi ve bunun yeniden yapılması gerekir. Mesela istikbali kıble meselesinde kendi görüşü kıblenin güneyde olduğunu söyleyen bir kimse, bu görüşünü terk ederek ağabeyinin veya hocasının ya da şeyhinin görüşü olan kuzeye doğru namaz kılarsa onun bu namazı kabul olmaz; artık o bunu yeniden kılması gerekir.

Gelip geçen bu zaman içinde de felsefe de dinden ayrılmıştır. Daha sonraları da fizik, kimya, biyoloji, sosyoloji, ekonomi ve politika da felsefeden ayrılmışlardır. Artık her ilim kendi kendini yönetmeye ve bir takım yeni, yeni kelime, isim, deyim ve terimler üretmeye başlamıştır.

İşte bugün zaman, zaman kullandığımız “sağcı” ve “solcu” kelimeleri de böyle siyasi ve sosyal hayatta üretilmiş olan yeni terimlerdir, diyebiliriz.  Yani “sağcı”, bu bir yeni kelime olup siyaset ve fikir hayatında muhafazakârlıktan yana olan, gelenek ve göreneğe, mevcut düzenin değerlerine bağlı kalan kimse, birey ve toplum (hakiki ve hükmi şahsiyet) demektir. Mesela “sağcı yazar” ve “sağcı parti” ifadelerinde olduğu gibi. “Solcu” kelimesi de yeni bir kelime olup düşünce, siyaset ve ekonomide sol görüşü benimseyip gelenekçiliği ve muhafazakârlığı reddeden, sosyalizm taraftarı olan (kimse ve parti…) demek olur. (Misalli Büyük Türkçe sözlük)

İşte bugün sağcılık ve solculuk, sağcılar ve solcular dediğimizde daha çok siyasi eğilimleri dile getiren bu iki kelimenin renklerinin tonlarında her ne kadar zaman, zaman değişmeler meydana gelmişse de asıl bunların içeriğini dolduran şey, 1789 Büyük Fransız İhtilalinden sonra toplanan 1. Cumhuriyet Meclisi yani Milli Meclis olmuştur. Bu mecliste başkanlık kürsüsüne göre sağ taraftaki sıralara ihtilale karşı oldukları bilinen aristokratlar ve kilise temsilcileri, sol taraftaki sıralara da ihtilali yapan liberal burjuva temsilcileri oturmuşlardı. İşte bu oturuş durumuna bakarak kralcı aristokrat ve kilise temsilcilerine (yani eski düzen taraftarlarına) sağcı, ihtilalci burjuva temsilcilerine (yani yeni düzen taraftarlarına) da solcu denilmiştir. Böylece siyasi literatür de yepyeni bir kelime ve yeni bir terim kazanmış bulunmaktadır. Ancak bu tabirlerin zamanımıza kadar devam ede gelen kaypaklığı, onların menşeinde mevcuddur. Nitekim kralcıların meclisteki sayıları azalıp burjuvalarla sosyalistlerin siyaset mücadelesi başlayınca, bu defa burjuvalara sağcı, sosyalist ve komünistlere solcu denilmiştir.

Batı demokrasilerinde sağcılık genel olarak liberal kapitalist siyasi programlara bağlılığı, yani iktisadi hayatta özel mülkiyet ve özel teşebbüse, siyasi bakımdan klasik hürriyetlere taraftarlığı ifade eder. Solculuk da muhtelif derece ve şiddetlerde özel mülkiyete, özel teşebbüse karşı çıkan, iktisadi hayatta devletçi ve kolektivist görüşleri savunan siyasetlere taraftarlık etmektir, diyebiliriz.

Felsefi bakımdan sağcılık, materyalizme (maddeciliğe ve inkârcılığa) karşı olmak, madde ile beraber ruhun varlığına, Allah’a ve dine inanmaktır. Solculuk ise madde dışında ve ötesinde bir değer tanımamak, dini ve Allah’ı inkâr etmektir. Bu açıdan solculara göre sağcılık gericilik sayılır.

Sosyal değişme ve gelişme açısından, tekâmülcü (evrimci), toplumu ıslahat ve reformlar yaparak, büyük sarsıntılara uğratmadan kendi şartları ve kurulu düzenin mantığı içinde değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışan görüşler sağcı sayılır.

Dine dayalı veya dindar siyasi görüşler (Hıristiyan Demokrat v.b.) ve devleti din esaslarına göre kurmak isteyen (şeriatçı) siyasi programlar da sağcılığın kapsamı içinde yer alır, denilmiştir.

Kuran-ı Kerim’de de “sağcı” ve “solcu” tabirleri vardır. Yalnız Kuran’da sağcılar ve solcular diye çoğul olarak geçmektedir. Orijinal şekliyle “ashab-ül yemin” (sağcılar, sağ sahipleri ve sağda olanlar) (Vakıa 56/ 27), “ashab-üş şimal” (solcular, sol sahipleri ve solda olanlar) (Vakıa 56/ 41);  bundan başka “ashab-ül meymene” (sağcılar, sağ sahipleri ve sağda olanlar) (Beled 90/ 18) ve “ashab-ül meşeme” (uğursuzlar) (Beled 90/ 19) kelimeleri geçmektedir. Şimdi bu kelimelerin üzerinde biraz durarak Kuran anlayışındaki sağcıları ve solcuları tanımaya çalışalım.

“ashab-ül yemin” derken “ashab” kelimesi “sahib”in çoğuludur. “Sahib” ise ister insan veya hayvan, ister yer ve zaman olsun, bir şeyden ayrılmayandır. Bu birliktelik ister bedenle olsun –ki bu asıl ve en çok olanıdır- isterse yardım ve destekle olsun fark etmez, aynıdır. (Rağıb, Müfredat). Bu kelimeye bazı sözlükler dostluk, arkadaşlık ve sahip anlamları vermişlerdir. “el-yemin”e gelince bu aslında sağ el demektir. Sağ el, sol elden daha kuvvetlidir, onun için sağa bu ad verilmiştir. El-yümnü, uğur ve bereket manasına olan kelime de buradan gelir. Çünkü araplar hayır ve bereketi yemine (sağa) nisbet ederler. İslam’dan önceki dönemlerde araplar önemli işlerinde neticenin iyi mi kötü mü, hayırlı ve uğurlu mu, yoksa hayırsız ve uğursuz mu olacağını anlamak için kuş uçururlardı. Kuşların uçuş yönlerine ve uçuş biçimlerine bakarak gelecekten haber verirler ve kehanette bulunurlardı. Gelecek hakkında böylece yorum yaparlar ve bilgi üretmeye çalışırlardı. Eğer bu kuş sağ tarafa uçarsa işlerin iyi gideceğine hayır ve uğurlu olacağına hükmederler, eğer sol tarafa uçarsa o zaman da bunu bir kötülük ve uğursuzluk sayarlardı.

Rağıb, Yüce Allah’ın “ashab-ül yemin ma ashab-ül yemin” (sağın adamları, nedir o sağın adamları!)(Vakıa 56/ 27) ayeti, saadet ve bereketlere mazhar olan kişileri anlatır. Bu da, insanların hayır ve bereketi sağ ile, kötülük ve uğursuzluğu sol ile ifade etmeleri esasına göre söylenmiştir. “yemin” kavramı, aynı zamanda bereket ve saadet için de kullanılır. Yüce Allah’ın “ve emma in kane min ashab-il yemin” (Eğer o, sağın adamlarından ise,) (Vakıa 56/ 90) “fe selamün leke min ashab-il yemin” (Ey sağcı) sana sağcılardan selam!)(Vakıa 56/ 91) sözü de bu anlamdadır, demiştir. (Bak. Müfredat, yemin maddesi).   

Yemin etmede kullanılan “yemin” (sağ el) sözcüğü, elin istiare yoluyla kullanılmasıdır. Bu, sözleşen, yemin eden ve bu gibi kişilerin sağ ellerini kullanmalarındandır. Araplar ahitleşme ve sözleşme hususunda sağ elini arkadaşının sağ eline vurması ve dokundurup sürmesi alakasıyla yemin etmeye yemin adı verildi. Yani böylece sağ el aynı zamanda yemin etmek ve yemin demektir. Yeminin çoğulu “eyman” gelir. Nitekim şu ayetlerde bu kelime yemin anlamında kullanılmıştır. “Yoksa ne hükmederseniz mutlaka sizindir diye sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş, kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler (yeminler) mi var?” (Kalem 68/ 39). “Ötekiler (münafıklar), sen hakikaten kendilerine emrettiğin takdirde mutlaka (savaşa) çıkacaklarına dair en ağır yeminleri ile Allah’a yemin ettiler.” (Nur 24/ 53).

Bazı İslam âlimleri “ashab-ül yemin”i  “Böylece kitabı sağ eline verilen kimse, kolay bir şekilde hesap verecek” (İnşikak 84/ 7–8) ayetine dayanarak, amel defteri denilen kitapların kıyamet gününde sağ tarafından verilecek olan kimseler olarak anlamışlardır. Elmalılı bunu naklettikten sonra ashab-ı yemin hakkındaki kendi görüşünü şöyle açıklamaktadır: Ashab-ı yemin, yeminine sadık, sözünü tutan, işine sahip mutlu kişi manasını ifade edebilir ki, mukabili yemini bozan demektir. Ayrıca bu tabirin, Allah için yeminine sadık ve vefakâr anlamında kullanıldığı da söylenebilir. (Elmalılı, VII, 398).

Aslında Allah, ruhlar âleminde ve görevlendirdiği Peygamberler vasıtası ve gönderdiği kitaplar yardımı ile tüm insanlardan söz almıştır, ahit almıştır. Onun için ilahi kitapların bu sözleşmenin metinleri olduğunu söylemek mümkündür. Tevrat ve İncil’e eski ahid ve yeni ahid adı verilmesi de bunu gösterebilir. Ayette “Onlar o Allah’a verdikleri sözlerini tutmayanlar, Allah’ın yerine getirmelerini istediği emirleri yerine getirmeyenler ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlardır. İşte gerçekten zarar edecek olanlar da onlardır” (Bakara 2/ 27) buyrulmuştur. Bu ayetin tefsirinde M. Hamdi Yazır şunları söylemektedir: İlk yaratılışta “ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz” (Fatiha 1/ 5) kavramı üzere akıl ve yaratılış olarak, Allah ile aralarında yapılmış olan ezeli antlaşmayı, iman ve kulluk antlaşmasını, bu yaratılışa ait genel kanunu, yukarıda görüldüğü üzere, her iki taraftan antlaşma ile belgelenip tekit edildikten: bir taraftan kitaplar indirme ve peygamber gönderme ile takviye, diğer taraftan da kalb ve dil bakımından iman ve ikrar ile kuvvetlendirdikten sonra bu ilahi antlaşmayı ve misakı kendi kendilerine bozmaya ve kaldırmaya, çözmeye kalkışırlar. İman etmemeye ve imandan çıkmaya çalışırlar. (Hak Dini, I, 245)      

“Şimdi Rabbinden sana indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen bir kimse, kör olan bir kimse gibi olur mu? Fakat bu anacak üstün akıllı ve temiz vicdanlı kimseler idrak ederler. Onlar ki, Allah’ın ahdini yerine getirirler ve antlaşmayı bozmazlar.” (Ra’d 13/ 19–20). Bu “ülu’l elbab” denilen üstün akıllı kimselerin devam eden ayetlerde 8 çeşit özellikleri zikredilmiştir. Ancak burada bizim konu ile ilgili olan “Allah’ın ahdini ifa ederler” ifadesi birinci sırada anılmıştır. Allah’a verilen söz, yemin ve ahid, Araf suresinin 172. ayetinde Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demiştir. Onlar da “Evet buna şahidiz, demişlerdir.” İşte bu ilahi ifadede açıklandığı üzere, Allah Teala’nın rabliğini itiraf edip hükümranlığını kabul etmek şeklinde kendi öz benliklerinde taahhüt ettikleri tevhit ahdine vefa ederler. Ve bu misakı, sözleşmeyi bozmazlar. Vefasızlık edip sözlerinden dönmezler ve yeminlerini bozmazlar. (Elmalılı, V, 140).  

Burada Kuran’ın sağcılar dediği kimseleri daha iyi ve daha kolay anlamak için biz, başka bir açıklama getirmek istiyoruz. O da “ashab-ül yemin” (sağcılar, sağ sahipleri ve sağda olanlar) derken “el-yemin” kelimesinin bilinen belli bir yemin olmasıdır. Arapçadaki teknik ifadesiyle bu Marife-bilinen malum bir kelimedir. Bu da insanların yaratılışta Allah’ın koymuş olduğu düzeni yaşama ve yaşatma konusunda Allah’a verilmiş olan ahit, söz ve yemindir. İşte bu söz ve yemin sahipleri, Allah’ın koyduğu hayat tarzını, sosyal, siyasi, iktisadi ve ailevi…düzenleri yaşamak ve yaşatmak için yeminine sahip çıkarak, sözünde duran kimselerdir. Bunlar iman ederler yani nizama girmeyi ve onun için ve onun içinde çalışmayı kabul ederler; böylece bunun faydasını hem dünyada görür ve hem de ahirette görürler. Solcular ise iman değil, “ayetlerimizi inkâr edenler ise işte onlar soldakilerdir.” (Beled 90/ 19) ayetinde ifade edildiği gibi küfrederler. Allah’ın koyup kurduğu düzeni kabul etmezler; O’nun emir ve nehiylerini dinlemezler. Onun için de dünya ve ahirette rezil ve rüsvay olurlar.   

Bu sağcılar kesimine lafız ve söz olarak sağcı deyip de anlam olarak dürüst ve erdemli bir hayat yaşayanlar anlamını verenler de vardır. Bazı müfessirlere göre bu sağdakiler “inanıp doğru ve yararlı işler yapmakta” her zaman fazla önde olmayan, ama hata yaptıktan ve günah işledikten sonra tedricen dürüstlüğe ve erdemliliğe ulaşanlardır. (Razi). Ama bunlar “önde olanlar” kadar iyi bir hayata sahip olamasalar da nihai kazançları, onları ötekiler ile aynı ruhi doygunluk seviyesine ulaştırır. (M. Esed, III, 1105). Buradaki “önde olanlar” ise ayetteki “sabikun” grubudur. “ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman” (Vakıa 56/ 7) buyrulduktan sonra “ashab-ül meymene”, “ashab-ül meşeme” ve “es-sabikun” olmak üzere burada üç sınıf insandan bahsedilmektedir. Bunlar, sağcılar, solcular ve öne geçenlerdir. Burada hitap her ne kadar Kuranın indiği zamanki muhataplara ve şimdiki okuyuculara gibi görünüyorsa da aslında bu ifade tüm insanlığı kapsamaktadır. Yani ilk insandan itibaren kıyamet gününe kadar bütün insanlar bu üç grup içinde mütalaa edileceklerdir. (Mevdudi, Tefhim-ül Kuran, VI, 93). Medarik, bu üç sınıftan ikisinin cennete, diğer bir sınıfın da cehenneme gideceğini söylemiştir. (H.B.Çantay, K.H. ve Meal-i Kerim, III, 972).   

Görüldüğü gibi buraya kadar biz, hem bugün halk dilinde kullanılmakta olan sağcı ve solcu tabirleri ile Kuran’ın ifade ettiği sağcı ve solcu kelimeleri üzerinde durup bunları açıklamaya çalıştık. Bugün dilimizde geçerli olan sosyal, siyasi ve ekonomik anlamdaki “sağcı” ifadesi, XVIII. Asırdan sonra batıda kullanılmaya başlamış olan kelimenin tercümesinden başka bir şey değildir. Yani dine inanmakla beraber bunun, insan ürünü düzenlerin mensubu olan ve sosyal, siyasal ve ekonomik yapıyı değiştirme değil, onların devam etmesini isteyen bir tip olduğunu söyleyebiliriz. Bizim kanaatimize göre Türkçemizdeki sağcı ile Kurandaki sağcı ifadesi bir birinden tamamen farklıdır. Kurandaki sağcı kelimesinin zamanımızdaki dilimizde kullanılmakta olan kelimelerden hangisi ile tercüme edebiliriz diye araştırma yapıp şöyle bir düşündüğümüzde bunu ancak “dinci” kelimesinin karşılayabileceğini görürüz. Dinci demek her şeye ama her şeye din gözlüğü ile bakan, ilahi vahyi ve kutsal emirleri merkeze alan kimse demektir. Hayata ilahi buyrukların hâkim olmasını isteyen kişilere bugün “dinci” diyorlar. Hâlbuki sağcıların genel olarak söylemek gerekirse böyle bir dertlerinin olmadığını ifade edebiliriz. Zira onlar, liberalizm ve kapitalizm gibi dünya düzenlerinin, demokrasi, insan hakları, serbest piyasa ekonomisi ve kadın erkek eşitliği gibi batı değerlerinin arkasında koşturup duruyorlar. Maalesef müslümanların bugün şunculuk ve bunculuktan ileriye giderek İslam’a ve İslami esaslara gelemedikleri gibi, sağcıyız diyenler de batı değerlerini ellerinin tersiyle itip henüz ilahi değerlere gelememişlerdir. Ben şeriatın aleyhindeyim diyen bir müslüman, müslüman olabilir mi? Behey şaşkın, bu nasıl bir Müslümanlık! Şeriat, Allah’ın emirleri, nehiyleri, buyruk ve tavsiyeleri demektir. Hiçbir kimsenin kanun koymaya ve bir kural getirmeye hak ve salahiyeti, güç ve kudreti yoktur. Onun için batı değerleri ve doğu değerleri diye bir şey olamaz. Ama var denirse, biz hayır, yok deriz ve uyum ve ahenkten ziyade, taazzuv etmiş, organik olarak organizmalaşmış bir düzenden ziyade bir çelişkiler dünyası var, diye cevap veririz.  Toplum adına ve hayat adına bugün doku uyuşmazlığı içinde, bir takım acılar ve sancılar çeken krizden krize düşen bir yapıdan, yani bozuk düzenden başka bir şey yoktur. Bunların demokrasileri de ekonomileri de hep çelişkilerle doludur. Paralarını kiraya verip oturduğu yerden hiçbir ek emek veya risk ilave etmeden bedavadan paraya para kazandıranlar, vergi adına zulüm yapanlar, başkanlarının gözünün içine bakarak o parmak kaldırınca parmak kaldıran, adına milletvekili denen şu robotların davranışlarını sergileyenler… Sahi şu çalışan milletvekillerinin dışındaki sadece parmak kaldırma görevlisi olanların aldıkları maaşları neyin karşılığıdır hiç düşündünüz mü ve bu paraların helal olduğunu söyleyebilir misiniz?  

Tüm güç, kuvvet, izzet ve şeref Allah’ındır. Kim ululuk, şan ve şeref istiyorsa bilsin ki, şan ve şeref, ululuk ve değer tümüyle Allah’ındır. (Fatır 35/ 10). Başka bir ayette “ama asıl şeref, Allah’a, O’nun elçisine ve inananlara aittir. Fakat ikiyüzlüler bunun farkında değildirler” (Münafikun 63/ 8) buyrulmaktadır.  Yani şeref ancak Allah’a mahsustur. Hz. Peygamber Risalet-elçilik görevi, inananlar da iman etmeleri nedeniyle şereflidirler. Fakat kâfirlerin, fasık, facir ve münafıkların şereften bir payları yoktur. (Mevdudi, VI, 332)

    Onun için Türkiye’deki sağcılık düşüncesinin İslami gerçeklerle uyuştuğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü aralarında değerler farkı bulunmaktadır. Ekonomileri faiz üzerine oturan, demokrasileri ise Allah’ın muradının ne olduğuna değil, insan istek ve iradesine dayanan, içtihat ve icma ile değil, kendi istek ve arzuları ile kanun yapan bir sistemin mensupları İslama hizmet etmiş olamazlar. Olsa, olsa bunlar, günü kurtarmak için geçici hevesler peşinde koşmaktan başka bir şey yapmış olmazlar. Kanuniden beri kanun yapan bu kanun mensupları, her geçen gün aşağıya ve her geçen gün tükenmeye doğru sürüklenmektedirler. O nedenle yapılacak tek şey, eşyanın tabiatına uygun hareket ederek insan şeref ve onurunu ön plana alarak Allah’a kullukta birleşip herkesin eşit temsil edildiği kişiliğini yaşadığı, bir hukuk toplumunu, tüm organları ile uyum içinde olan, taazzuv etmiş tek bir uzviyet olan, iman, amel ve ahlak toplumunu yeniden kurmaktır.       

  Eğer bir gün müslümanlar, Kuranın öngördüğü sağcılık zihniyetine ererlerse yamalı bohçaya dönüşmüş ve birbirinden kopup parça, parça olmuş sistemlerin peşinde koşmayı bırakıp merkezde Allah var diyerek, kâinattaki tevhit birliğine erip bir iman toplumu olarak ilahi düzeni yeniden kuracaklardır. Bizim bu husustaki tavsiyemiz tüm müslümanların Kuran ve sahih sünnet ışığında yeni bir dünya kurmaya çalışanlara köstek değil, destek olmaları, yolun ortasındaki küçük bir taş parçasını kıyıya uzaklaştırmak gibi bir katkıda bulunmalarıdır. İyilerin iyilikleri, kötülerin kötülüklerini silip süpürür. (Hud 11/ 114) Çalışanlara başarılar diliyorum.    

 

 

    


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.