.

TOPLUMSAL YAPI NEDİR ve DEĞİŞİM NASIL OLUR

                                                       Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

  

Varlıklar âleminde, canlı ve cansızlarda insan ve hayvanlarda ölçü, kural ve kanunlar esastır.[1] Bu sebeple kâinatın, bir kanun ve kurallar bileşkesi olduğunu söyleyebiliriz. İnsan, hayvan, bitki ve cansızlar hep kendileri için konulmuş olan kanun ve kurallar üzere yürüyüp yollarına devam ederler.[2] Yalnız insanoğlu, irade sahibi olmakla diğer varlıklardan ayrılır. Hayvan, bitki ve cansızlar programlanmış bir hayata sahip olup aralarında, bilhassa tür ve türlerde bazı küçük farklılıklar olsa bile değişim olmaz ve onlar, bir robot gibi hayatlarında hep aynı hareketleri yaparlar. İnsan ise böyle değildir. İnsan, irade sahibi olduğu için adeta bir zıtların bileşkesidir. İnsan, iyi ile kötüyü, faydalı ile zararlıyı, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini ve sevap ile günahı işleyebilir bir durumdadır.[3] Çünkü o, irade sahibidir, o istediği şeyi yapabilir. Ancak doğru veya yanlış kuralı, faydalı ya da zararlı kanunu uyguladığı zaman rahat eder veya sıkıntıya düşer; eğer o, özü için konulmuş kanunun dışına çıkarsa kendisine, zulmetmiş olur.[4]

İnsanın yalnız başına, toplumdan uzak bir şekilde bireysel olarak yaşaması mümkün değildir. Hatta ıssız bir adada yalnız başına yaşayan Robinson Cruose buna örnek verilir. “Yalnızlık Allah’a mahsustur” sözü ne kadar güzeldir. Birey, bir aile içinde dünyaya gelir. İnsanlar, evde anne, baba ve yakın akrabalarla birlikte otururlar.[5] Evimizin penceresinden dışarıya baktığımız zaman başka evlerin yanında okul-öğretmenler, cami-imam, kışla-askerler, ihtiyaçlarımızı karşılamak için mal üreten fabrikalar-işçiler, içinde kanun yapılan meclis ve vekilleri görürüz. İşte bunlar, hepsiyle birlikte sosyal yapıyı meydana getirirler.

Bireyler fotokopi olmadığı gibi,[6] toplumlar ve hatta medeniyetler de fotokopi değildir; aralarında benzerlikler olsa da farklılıklar mutlaka vardır. Dün bugünden farklı olduğu gibi, sonraki medeniyet de öncekinden farklıdır. Toplumda zamanla insana bakışta, eşyaya bakışta ve varlık âlemine bakışta meydana gelen değişmeler, insanın insanla, insanın eşya ve diğer varlıklarla ilişkilerinde de değişmeler meydana getirir. Toprağın temel olduğu tarım toplumundan, demir, çelik ve petrolün zemin olduğu sanayi toplumuna ve bilginin ticari bir meta gibi alınıp satıldığı bilgi toplumuna kadar büyük değişmeler olmuştur.

Batı medeniyetinde bilgi inançtan koparıldığı için, bilgi toplumunda zemin kayması olmuş, birey ve toplumlar, seküler hale getirilmiş ve hayat amacından saptırılmıştır. Hâlbuki hayatın amacı, ibadet ve kulluk, başka bir ifade ile hayatı Allah’ın isteğine tabi kılmaktı.[7] Batı dünyası böylece yalnız sosyoloji, ekonomi ve psikolojiyi dinden koparmakla kalmamış aynı zamanda insan hayatını da adeta dinden arındırmış, bir çeşit “homo economicus”   (ekonomik hayvan), yani üreten, tüketen ve yiyen içen, biraz da ölçüyü kaçırıp obez  hale gelen yeni bir insan, yapay insan ve bir çeşit biyonik insan üretilmiştir.

  Aydınlanma felsefesi, insanı, bilimi ve toplumu Allah’tan ayırdı. Böylece yeni bir insan tipi ve yeni bir toplum ortaya çıktı. Empirist düşünce, her şey deneydir deyince, akıl, vahiy ve kutsal kitaplar ötelendi. Artık deneye girebilen hayvan, bitki ve maddeden alınan bilgiler ışık tutmaya başladı ve yol göstermeye başladı. Yol bu olunca insan da yiyen, için ve çiftleşen bir mahlûk haline geldi. Nikâh deneye giremeyince kutsallığını yitirdi ve iki ayaklılar, dört ayaklı mahlûklar gibi serbest çiftleşir oldu. Artık o insanilikten uzaklaştı, hayvanların seviyesine, belki daha aşağılara geriledi.[8]  Çünkü insana “homo homini lipus” dediler ve onu birbirini yer hale getirdiler.

Oysa insan, Allah’ın halifesi, memuru, onun yeryüzünde bir görevlisi idi. Toplum, bilim toplumu olunca insan da bilim insanı olmuştu. Oysa İslam insanı ise hem bilim[9] ve hem de din diyordu.[10] Onun için insan, bilim ile bulduğunu, niçin, nasıl ve nerede diyerek dinen yaşamalıydı. İslam medeniyetinde iradeli her hareket din olduğu için de insan yaptıklarından sorumluydu[11]

Birey ve toplum açısından insan hayatı, değişme ve gelişme, değişme ve gerileme kanunlarına tabidir. İnsan ve toplumların doğal ömürleri vardır. Hiçbir varlık, birey ve toplum, bu doğal ömrünü aşamaz.[12] Çünkü dünyada ebedi kalma şansı kimseye verilmemiştir.[13] Bir imparatorluk, hayatına bir ilçe veya il olarak başlar; sonra genişler, bölgelere sahip olur, devlet kurar, kıtaları alır ve en büyük daireyi çizer. Sonra da yavaş, yavaş geriye döner, inişe geçer ve aldığı yerleri birer, birer kaybeder. En sonunda başladığı yere geri gelir, şartlara göre ya küçük ve önemsiz bir devlet olarak hayatına devam eder ya da tarih sahnesinden silinip gider. Roma İmparatorluğu ile Osmanlı, buna birer örnektir. Ancak burada önemli olan, hem fert, hem devlet ve hem devletler toplulukları için, yapıcı olmak, adaleti uygulamak ve eşyanın tabiatına uygun hareket etmektir. Zaten devlete düşen de vatandaşlar arasında ancak adaleti uygulamaktır.[14] Uluslar arası ilişkilerde de adalet ilkesi, esastır.[15] Elmalılı’nın ifadesiyle iç siyasette de dış siyasette de adalet olup[16] yapılan herhangi bir haksızlık yüzünden birey ve toplumlar, adaletsizliğe sapmamalıdırlar.[17]

Oluş, bir nokta ile başlar, ölüş veya yok oluş da yine böyle bir noktadan başlar. Oluş bir süreç olduğu gibi, ölüş veya yok oluş da bir süreçtir. Birey doğar, yaşar, büyür, ömrünü tamamlar ve ölür. Toplumlar da böyledir.[18] En küçük toplum ailedir. En büyük Toplum ise bir dili konuşan ve o dilin sahip olduğu kültür ile yaşayan devlet-millettir.[19] Toplumlar, doğal-ilahi bir yapıya sahiptirler. Nasıl bir insan, bebek, çocuk, gençlik, olgunluk, yaşlılık ve ihtiyarlık çağlarını yaşıyorsa toplumlar da böyledir Her çağın ve her kuşağın kendi şartlarına göre kanun ve kuralları vardır. Ruh-beden sağlığına önem veren ve kendisine iyi bakan kişiler, uzun ömürlü oldukları gibi, yapısını iyi yapan ve çatısını iyi çatan yukarıda adlarını saydığımız mektep, medrese, kışla, cami, fabrika ve aileyi tam yerli yerine oturtan toplumlar da huzurlu olurlar, mutlu olurlar ve uzun ömürlü olurlar. Roma imparatorluğunu buna örnek olarak gösterebiliriz. Zira orada kardeş katline fetva vermeyen ve bunu kellesiyle ödeyen İmam Azam Ebu Hanife gibi büyük hukukçular, Papinianuslar ve Paulus, Ulpianus ve Modestinuslar vardı.[20] Fakat birey ve bireyleri, toplum ve devlete feda eden ve halklarına baskı sultası kurarak zulmeden kavimler, kısa ömürlü olurlar. Böyle olan devletler, çökmeye ve yok olmaya mahkûmdurlar. Zaten tarihin toplum mezarlığı, böyle olan kavim ve toplumların mezarlarıyla doludur. 

İnsan için birey ile toplum, fert ile devlet, birlikte yaşanır; biri diğerine tercih edilmez; biri diğeri için feda da edilmez. Bundan dolayı da bir birey, hem kendisi açısından bir birey; hem de toplum açısından bir devlettir.[21] O sebeple birey ile toplum, fert ile devlet iç içedir, ayrılmazlar ve birbirine kesinlikle ters düşmezler. Hatta aile hukuku bile toplumun denetim ve gözetimi altında yardımlaşma ile yürütülür.[22]

Bugün demokrasi ile cumhuriyeti bölenler, bölücülük yaptılar; halk ile devleti karşı karşıya getirdiler, devlet ile milleti birbirine düşman ettiler. Bir evin temeli ile çatısı, tavan ile tabanı biri diğerinden ayrılabilir mi? Bundan dolayı da özel hukuk ile kamu hukuku birbirinden ayrılmaz ve asla biri, diğeri ile çelişmez. Eğer bugün devlet gelip gecekonduyu yıkıyorsa, cahil olduğu için bunu yapıyor ve zalim olduğu için yapıyor. Zira evin dokunulmazlığı vardır; değil onu yıkmak, sahibi izin vermedikçe bir eve girilemez.[23] Eğer doğru kanun varsa, eğer doğru kural varsa ve eğer gerçek hukuk varsa, üç beş polis değil, dünya askerleri birleşse bir eve izinsiz girilemez. Evet, İslam kültüründe ve İslam hukukunda izin verilmeyen bir eve girilmez ve girilemez. Ev, aile ve hane, cami kadar kutsal bir yuvadır. Çünkü mekân olarak birey ve bireyleri ev, toplum ve devleti de İslam yurdunda cami temsil eder.

Bugün gece kondu adı altında ev yıkmalar, toprak kanunundan kaynaklanıyor. Toprağın hukukunu bilmeyen, onun kanununu yapabilir mi, onun taksimini ve kullanma evrelerini tayin edebilir mi? Değişen bu dünyada daha doğrusu bozulan bu kürede serbestler yasak, yasaklar da serbest oldu. Toprak, helal iken haram; serbest iken yasak oldu. Onun için de gündüz dururken gece kondu. İşte kanun koyanlar, gerçek kanun koyana ters düşünce olanlar oldu, böyle iki taraf da birbirine düşman oldu.

Toprağı kim üretti ise onun gerçek sahibi de odur.[24] Bir şeyi sahibinin izni ve onun koyduğu şartları dışında kullanamazsınız. O sebeple ülke toprakları üzerinde oturan sakinler, fert, devlet, mevlet kim olursa olsun, ona tamamen egemen olduklarını sanmasınlar[25] Onun için daha ziyade toprağın doğal hukukunu korumaya çalışsınlar. Çünkü topraklar, bize gelecek nesillerin emanetinden başka bir şey değildir. Zira üretmeden sahiplik olmaz; emek olmadan yemek olmaz. [26]  İşlenen toprak, işlendikçe bireyin, savunulan toprak da savunduğu müddetçe devletindir. Fakat ne fert ve ne de devlet onu boş tutma yetkisine sahip değildir. Nasıl su, kimsenin malı olmayıp insan, hayvan ve bitkiler arasında sırayla kullanılıyorsa[27] toprak da önce yol için, sonra ev için, sonra bahçe için sonra da orman için kullanılır. Boş bir arsaya kim ev yaparsa o arsa onun olur. Ben şu ormanı açacağım,  pamuk ekeceğim diyen vatandaşa engel çıkarmak, toprağın hukukuna saygısızlıktır. Bana göre, insan ürünü olmayan bu su ile toprağın doğal hukukunu bulup öğrenen ve onları buna göre işleyip kullanan toplumlar, geleceğini teminat altına almış olan gerçek hukuk toplumlarıdır.

 Bugün toprak hukuku bilinmediği için, bu kanunu gayrimenkul ile menkul arasındaki farkı bilmeyen cahiller yaptığı için, hukukuna ters düşen toprak kanunu, devlet ile vatandaşı karşı karşıya getiriyor ve gece kondu yıkma gibi bir zulmün işlenmesine sebep oluyor. Bu zulmün işlenmesinin asıl sebebi, yol, su ve elektrik gibi alt yapı hizmetlerinin vatandaşa vaktinde götürülmemesi, devletin görevini bilmemesi ve yapmamasıdır. Vatandaşın evini başına yıkan bir devlet, devlet olur mu? Vatandaşın evini başına yıkan devletin başı yıkılır. Devlet fertle, fert de devletle çatışır mı? Hücre doku ile doku hücre ile kavga ediyor mu? Hangi vücut gelip bir organını yok ediyor? İşte bütün bu çelişkiler, değişim değil, zulümdür; zulüm ise çözülme getirir, çöküş getirir ve toplumların sonunu getirir.

 Devlet gelip dairesinde oturan masum bir hukukçuyu öldürür mü? Dün şehzadeleri, beşikteki bebekleri batıl bir inanç uğruna öldürenler, ölüp gittiler. Devlet-i ebed müddet safsatasının rüzgârına kapılanlar, yok oluş kasırgasıyla tarumar oldular. Bu konuda hiçbir bahane ve mazeret üretilemez. Masum ve günahsız bir kimseyi devlet değil, tüm dünya devletleri birleşse öldüremez. Öldürür derseniz,  bunun adı da cinayet olur. Bir kimse, ancak bir kişiyi öldürmüş veya ülkede fesat çıkarmış ise öldürülür. Çünkü suçsuz ve günahsız bir kişiyi öldürmek tüm insanları öldürmek demektir.[28]

Siyaseten öldürmeye bazı mezhepler tazir cezası açısından fetva vermişlerdir. Ancak bunların hepsi de ülkede isyan çıkarmak, bozgunculuk yapmak veya casusluk gibi suçlara dayanır. Yoksa beşiğinde yatmakta olan 1,5 yaşındaki bebeğin öldürülmesi, siyaseten katil değil, bir cinayettir, zulümdür ve fecaattir.  Osmanlı yaptı diye bu cinayet, asla caiz gösterilemez.  Buna siyaseten katil, diyenler, yoksa Yahudilerin Filistin’de öldürdükleri bebeklere ve PKK’nın öldürdüğü çocuklara ve kadınlara da mı siyaseten öldürme diyorlar? Yoksa bizim terörist iyidir felsefesini mi taşıyorlar. Hayır, hayır, hayatlarında adaleti uygulayan eşya; bu topraklar, bu zaman ve bu mekân, artık bugün zalim insanların günahlarını, zalim toplum ve devletlerin zulmünü taşıyamaz hale geldi. Bugün dünyadaki kuş gribi, kene ısırması ve domuz gribi gibi olaylar bundandır; kriz, stres, sıkıntı, mafyalar, insan öldürmeler, boşanmalar ve her türlü olumsuzlukların ortaya çıkması ve giderek artması bundandır. Hâlbuki hukuk, insan ve toplumları, fert ve devletleri her türlü bela ve musibetten,  kavga ve çatışmadan korur. Ağırlık merkezi cismin dışına taşmış olan bir taş bulunduğu yerde duramaz, düşer, yuvarlanır ve bir yere çarpıp parçalanır. Zulüm ve haksızlık sınırını aşan bir toplum ve devlet de çözülür, çöker, yıkılır ve tarih sahnesinden silinir.

Onun için biz, hem millete ve hem de devlete diyoruz ki, gelin din ile bilimi birleştirelim, gelin birey ile toplumu, fert ile devleti kardeş edelim. Çünkü bu sıkıntıdan, stres, kriz, anarşi, terör, çözülme, bölünme, parçalanma ve dağılmadan bizi koruyup kurtaracak tek yol, budur. İslam’ın din ve ibadet yönünü müslümanım deyenler işleyip amel etsinler. Ama İslam’ın ilim yönüne herkesin ihtiyacı vardır. Francis Bacon “bilgi güçtür” demiş, biz de İslam’ın ortaya koyduğu bilgi, koruyucudur, birleştiricidir, kalpleri yatıştırandır, huzur ve mutluluk vericidir, diyoruz. Bunun için de ilkokullara seçmeli Kuran, ortaokul ve liselere de seçmeli yabancı Arapça dili öğrenme derslerinin konulmasını istiyoruz. Çünkü kurtuluşu, din ile bilimin birleştirilmesinde ve İslam’ın bilim tarafının ihyasında görüyoruz ve gerçek sosyal değişimin de ancak böyle olacağına ve buradan başlayacağına inanıyoruz.         

Bu Rönesans medeniyeti, birey ile toplumu zedeledi, bireyin elini kolunu kesti; devleti de bir tüccar zannetti ve onu tüccarların ve sermayenin emrine verdi. Devlet sanki artık aile gibi doğal bir uzviyet değil, para ile iş gören bir şirkettir. Artık devletler bugün bundan dolayı çaresizdirler. Emir eridirler, paşalarının emrinden çıkmazlar ve çıkamazlar. İşte fert-devlet çatışması bundandır. Devlet sömürü aracı olur mu? Toplum ve devletten bihaber olanlar, “bu memlekette bizim dediğimiz olur”, diyorlar. Beyni cehaletle yıkananlar, bireyi ve toplumu tanımadıkları için, devletin tapusu kendi ceplerinde sanıyorlar. Onu bir araç yerine koyarak amaçları uğrunda kullanmak istiyorlar. Bunu belki bir zaman yapabilirler; fakat bu devam etmez; zulüm abad olmaz. Hâlbuki devlet, kaynağından çıkan ve herkesin kendi hakkını aldığı bir adalet pınarıdır. Hâlbuki devlet veya toplum, tüm bireylerin bir toplamı ve bir bileşkesidir. Bireyin de devletin de dokunulmazlığı vardır. Bireyin hem bedeni hem de ruhu, duygu ve düşüncesi, din ve inancı dokunulmazdır. Devletin bedeni yoktur; onun da düşüncesi yani danışma kurulunun ortaya koyduğu kanunu dokunulmazdır; değiştirilinceye kadar uygulanır, karşı çıkılamaz. Ama bir yanlış kural, kanun olmaz; kanun da eşyanın tabiatına ters düşemez; bunun için kanunu bilginler yapar, cahiller toplanıp kanun yapamaz; öğretimin önü imtihan engeli ile kesilemez; boş oturan kişilere memuriyet adı altında devlet bütçesinden maaş ve ücret verilemez; tüm topluma ait olan bir değer, kredi adı altında bir kesime ve kısma peşkeş çekilemez; demokrasi adına, parti diyerek, bölücülük yapılamaz; birey devlete, devlet de bireye karışamaz; sivil toplum kuruluşları, dışarıdan gazel okuyamaz; netice olarak, şimdiki gibi toplumda yanlışla doğru, birleştirilerek bir melez ve karma yapılamaz.

 İşte bunun için birey bireyliğine, toplum da toplumluğuna yeniden kavuşmalıdır. Bir defa bireyin vazgeçilmez özellikleri olan onun his, fikir, irade ve ünsiyet sıfatlarına aynı derece önem verilmeli ve bunlar arasında bir çelişki olmamalıdır. Çünkü insan ve birey, tek merkezli değil, çok merkezli bir varlıktır. Bu merkezlerden birisi ağır diğeri hafif, birisi uzun diğeri ise kısa olursa, denge kurulamaz, yamukluk olur; toplum çatısı da tam yerine oturamaz. Çatısını tam kuramamış bir toplum ise bugün olduğu gibi, yağmur, yaş ve kış altında kalır. Hâlbuki toplumun toplum olması için insanın bu dört melekesi toplumda din, bilim, iktisat ve idare kurumlarını meydana getirir. Bunun anlamı, birey ile toplum aynı çalışır ve birlikte çalışır, biri diğerinin fonksiyonelidir; yoksa batı anlayışında oldu gibi opoziti değildir, demek olur. Onun için biz, batının psikoloji ve sosyoloji anlayışını yani birey ve toplum görüşünü eksik ve aksak olduğu için asla kabul etmiyoruz. Toplum organik bir yapıya sahiptir, zaten batının sözleşmeli toplum teorileri de tartışmalıdır.

  İnsanı Allah’tan koparan ve “insan merkezli bir dünya” deyen bir medeniyetin psikoloji anlayışından da hayır gelmez. Ruh, psikoloji ve duygular, dinin yani metafizik varlığımızın tezahürleri değil midir? Sadece fizik üzerine oturan bir anlayışın fizik ötesinden bir haberi olabilir mi? Asıl insan psikolojisi, bu Batı aydınlanmasının karanlığında kaybolmuştur. Onun için insan, bugün kendisini, özünü, aslını ve esasını aramaktadır. Çünkü bir taraftan hayvan, bitki ve cansız maddeye tam yaklaşan, laboratuarlarda onlarla uğraşıp duran Rönesans medeniyeti, diğer taraftan insana gelince, ondan da tamamen uzaklaşmış ve onu kendi insanlığından da uzaklaştırmıştır. 

Bu toplumdaki dört kuruma bir de aileyi ilave edecek olursak beşe ulaşacağı için, bunlardan her biri yüzde yirmilik bir alanı kaplar. İnsanın, alanı daraltma veya genişletme yetkisi ve gücü olmadığı için, bu alanları küçültmek veya büyütmek son derece sakıncalıdır. Zaten insanlık bugün bunun musibetine uğramıştır. Dini alanı daraltanlar, onun öğretimini toplumdan kaldırdılar. Böylece insanın hissini ve onun duygu dünyasını dumura uğrattılar. Yoksa bir kameraman, ateşte yanmakta olan bir bebeğin filmini nasıl çekebilirdi. Artık ilk basamaktan son basamağına kadar mekteplerde okutulan ve öğretilen hep bilimdir. Artık, dinin adı yoktur. Artık din, sadece din adamlarının işidir. Başkalarının dinle ilgilenmeleri yasaktır; onlar, mekteplerde veya başka bir yerde din öğretemez ve din anlatamazlar. Oysa din herkese gerekliydi; çünkü din, irade demekti, iradeyi kullanmak ve iradeden sorumlu olmak demekti.   Dini yok edenler, böylece aynı zamanda iradenin de katili oldular.  

Dini toplumdan uzaklaştıranlar bireyi iradesiz hale getirdiler. O sanki sadece bir beden ve yalnız fiziksel bir maddeden ibarettir. Yoksa kendilerini kasap görmeyen cerrahlar, organ mafyası kurabilirler miydi? Netice olarak, bilim, dini ötelemiş ve onun alanını gasp etmiştir. Çünkü sabah akşam, gece gündüz laboratuarda oturan ve sadece duyuları ile ulaştıklarına inanan pozitivist filozof, böyle buyurdu. İşte aydınlanma felsefesinin Rönesans medeniyetinde insana sadece beden gözüyle bakanlar, onun ruhunu katlettiler, kendisini de bilim putuna kurban ettiler.  Hâlbuki insanı insan eden, onun şuurlu bir varlık olan ruhuydu. Hâlbuki ilimle din arasında denge vardı; onun ruhu ile bedeni arasında bir denge vardı.

Bütün bu açıklamalardan sonra Batı anlayışında toplum yapısı ile İslam anlayışındaki toplum yapısı hakkında ilim, din, ekonomi ve yönetim bakımından bir mukayese yapacak olursak şu neticelere varmak mümkündür.  

 

            İLİMDE:

        1- İslâmiyet'te ilim, halkın Hakkı bulabilmesi için bir araçtır. Oysa Batıda ilim, sermayenin halka tahakküm aracıdır. Çünkü ilim sermaye tekelinin kıskacı altındadır.

        2- İslâmiyet'te ilim, halkın çalışıp yaşamalarını düzenleyen dini kurallara uyabilmek için halka sağladığı bir güçtür. Oysa Batıda ilim, sermayenin halkı köleleştirip işçi haline getirmesi için kullanılan bir araçtır ve bir sömürü aracıdır.

        3- İslâmiyet'te ilim, halkın analizlerden senteze gidebilmesi ve hayatı genel olarak kavraması için bir araçtır. Oysa Batıda ilim, analizleri sermayenin sentez edip onu kendi çıkarlarına kullanması için araçtır.

       4- İslâmiyet'te ilim, beşikten mezara kadar herkesin her zaman öğrenebileceği bir imkândır. Onun için öğrenmeye bir engel yoktur. Fakat bilmeme bazı yerlerde bir engel sayılır. Oysa Batıda ilimde belli yaşlardaki kişileri eğiterek bir makine gibi onları cehalet içinde işçi olarak çalıştırma hedeflenmiştir. Bunun için de bilmeme değil, öğrenmeme engelleri konmuştur. Batıda gelişmiş olan ilmi kuruluş ve mekanizmalar, hep belirttiğimiz bu ilkelere dayanmaktadır.   Oysa Kuran, ilimde kendi ilkelerini koymuş ve ona göre mekanizmalar üretilmesini istemiştir.

           DİNDE:

        1- İslâmiyet'te din, sosyal bir eğitim aracıdır. Sosyal yapı bu eğitimden geçen kişiler tarafından oluşturulur. Zaten siyaset de sosyal bir düzendir. Din yapı malzemesini üretir, siyaset de bu malzemeyi kullanıp yapısını yapıp çatısı kurar. Bir taraftan din, sosyal yapıya karışmazken; diğer taraftan yönetim de eğitime karışmaz. İslam’da asla dinde zorlama yoktur. Batıda ise din, sosyal yapının dışında bırakılmıştır. Dinin kişileri eğitme hak ve görevi yoktur. Din sadece sosyal bir ilişkisi olmayan soyut ibadetler yapma yetkisine sahiptir. Onun için din sosyal yapının dışında bırakılmıştır.

         2- İslâmiyet'te bir toplumda dinde çoğulculuk esası vardır. Herkes serbestlik içinde inandığı kendi dinin sosyal eğitimini görür. Böylece değişik din ve mezheplerin görüşleri aynı yerde yaşanıp uygulamaya konulur. Bu suretle toplum, adeta değişik dinlerin görüşlerinin bir çeşit sentezinden oluşan bir bileşkeden ibarettir. Hâlbuki Batıda sosyal düzen, dinin toplum dışına itilmesi sebebiyle din dışı bir yapıya bürünmüş ve hayat dinin dışına çekilmiştir.

        3- İslâmiyet'te din devlet işleri, dinde zorlamanın olmaması ve bir din veya mezhebin ülkenin yönetimine hâkim olmamasıdır. Oysa Batıda lâiklik sistemi getirilmiş, buna göre laiklik, dinin yönetimde, eğitimde ve iş hayatında devre dışı bırakılması olarak anlaşılmış ve öyle uygulanmıştır. Yani din, gönüllere ve kiliseye hapsedilmiştir.

        4- İslâmiyet'te dinde çoğulculuk vardır. Yani toplumda birçok dinlerin yaşama hakkı tanınmıştır. Toplumdaki kişiler, bu çokluk içersinde istedikleri dini seçeme ve yaşama hakkına sahiptirler. Oysa Batıda üniter bir din anlayışı vardır. Bundan dolayı Roma'da dine bağlı devletler, Bizans'ta da devlete bağlı din vardı. Bugün Avrupa ise ateizm ile dinde üniterliği sağlamış bir düzen içinde bulunduğu görüntüsünü vermektedir. Batıda tüm hukuki düzen, kendi din siyasetine uygun olarak düzenlenmiş ve ona göre mekanizmalar oluşturulmuştur. Hâlbuki İslâmiyet kendi ilkeleri doğrultusunda bir mekanizma ve ahkâm ortaya koymuştur.

         EKONOMİDE:

      1- İslâmiyet'te ekonomik faaliyetler, tümüyle serbest olup malın, emeğin ve maddenin serbest bir şekilde dolaşımı esas alınmıştır. Bunun için yerküresi, emek, mal ve paranın, serbest dolaşım alanı olarak kabul edilmiştir. Hatta bunu sağlamak için bu serbestliği engelleyip önleyen bir devlete karşı savaş bile açılabilir.[29] Oysa Batı dünyası, gümrük duvarları çekerek ve vizeler koyarak malların ve emeklerin dolaşım ve akışlarını sınırlamıştır.

     2- İslâmiyet'te yönetim, ekonomik alanda sadece mevzuat içinde krediyi dağıtır ve vergisini alıp kamu hizmetlerini yapar. Oysa Batıda devlet, ekonomide istediği her türlü kararları alma yetkisine sahip olup karşılıksız olarak para basabilir. Ekonomik alanda istediği her çeşit düzenlemeleri yapabilir ve yasaklar koyabilir.

       3- İslâmiyet'te halk ekonomisi vardır. Kamu, bu ekonominin varlığını sürdürmesi için bir karar alamaz ve yasaklar da koyamaz. Fakat yetkisi dâhilinde olan bir yardım kaleminin gereken yerlere aktarılması hususunda destek yapabilir. İslam’da faiz, karşılığı olmayan bir fazlalık olup yasaktır. Faiz alıp verme yerine faizsiz kredi alıp verme vardır. Oysa Batıda sermaye veya devlet tekeline dayalı bir ekonomi vardır. Ekonominin tümü, sömürü düzenini koruyan faizli bir sisteme dayandırılmıştır.

      4- İslâmiyet'te karşılıksız para yoktur. Sadece karşılığı olan mal senedi vardır. Böylece para bu mal senetlerinin karşılığı olur. Faiz yoktur, onun yerine "selem farkı" vardır. Kredi alıp vermenin karşılığı olarak faiz değil, karşılıklı olarak kredileşme vardır. Oysa Batıda devlet, karşılıksız para basabilmekte ve sermaye sahipleri de karşılıksız olarak senet çıkarabilmektedir. Böylece hemen, hemen tüm ekonomik olaylar kredili satışlara dayandırılmıştır. Bu şekilde Batıda tüm mevzuat ve mekanizmalar, kendi koydukları kriterlerine göre geliştirilmiş bulunmaktadır.

          İslâmiyet ise kendi sahip olduğu kriterleri içinde bu hususlardaki hükümlerini koymuştur.

       YÖNETİMDE:

       1- İslâmiyet'te merkezi değil, "yerinden yönetim sistemi" vardır. İçtihat ve mahalli icmalar mevzuatı oluşturur. Merkez, taşranın iç düzenine karışamaz. Merkez, yerel yönetimin izni olmadan silahlı güçle oraya giremez. Merkezin mevzuatı taşrada geçerli değildir. Oysa Batıda "merkezi yönetim" vardır. Merkezde alınan kararların, taşranın iç düzeninde de uygulanma zorunluluğu vardır.

        2- İslâmiyet'te "biat sistemi" vardır. Yani kişiler istedikleri kimseyi temsilci yapma ve gerektiğinde onu azletme hak ve salahiyetine sahiptirler. Bu temsilciler sadece siyasi yönetimi oluştururlar. Kararlar "ma'şeri karar usulleri" ile alınır. Oysa Batıda dört veya beş senede bir yapılan seçimle oluşan parlamenterlerin ekseriyet sistemi ile alınmış kararlar uygulanır.

          3- İslâmiyet'te "hakemlerden oluşan tarafsız ve bağımsız yargı" sistemi vardır ve kuvvet, yargı kararlarının uygulanıp gerçekleştirilmesi hususunda bir bekçi ve bir takipçi durumundadır. Oysa Batıda merkezden atanmış ve merkezin mevzuatını denetlemekle görevli hakemler vardır ve yargı mekanizması merkezin emrinde çalışmaktadır.

          4- İslâmiyet'te; ilim teşri; din denetleme; ekonomi yürütme ve siyaset de hakem kararlarını uygulatma gibi hizmetleri yürütürler ve bu kurumlar arasında tam bir denge vardır. Bu dengeyi de "ma'şeri karar sistemi" ile seçilmiş başkanlar sağlar. Batıda ise her şeyi hükümet yani siyasi güç sağlamaktadır. Parlamentolar sadece hükümetlerin getirdiği kanunları onaylar veya onlar üzerinde revizyon yapar. Böylece Batı tüm mekanizmaları kendi hedefleri içinde düzenlemiş bulunmaktadır.

Kur'ân da kendi ilkelerine göre düzenleme yapmıştır.

Değişim hakkında da vardığımız neticeleri şöyle özetleyebiliriz.

İnsan bünyesi, dışarıdan gelen müdahaleleri, yapısına ters düşen değişimleri kabul etmez. Eğer böyle bir şey olmuşsa, zaman içersinde onu egale etmeye çalışır. Mesela parmağımıza batan bir dikeni vücudumuz içine alıp eritip yok edebilirse eder, yoksa onu dışarıya atar. İşte sosyal bünye de böyledir. Yapılan değişiklikler sosyal yapının bünyesine uygun ise, toplumun inancına, kültürüne ve geleneğine uygun ise bir şey olmaz, daha da faydalı olur. Ancak bir terslik varsa, ele diken batma ve eldeki bir dikeni çıkartma kadar toplumda sıkıntılar ve işkenceler meydana gelir. Tarihteki zorba kralların ve zalim tiranların yaptıkları ve hatta günümüzdeki yaşanan bazı olaylar, bundan başka bir şey değildir.

Ancak yine insan vücudu hasta olduğu gibi, toplumun bünyesi ve/veya bir kurumu da hasta olabilir. İnsan hasta olduğunda doktora gittiği gibi, toplum hasta olduğu zaman da bir doktora ihtiyaç vardır. Tarihte hastalanmış toplumlara ve kurumlara Peygamberler gelip tedavi etmişlerdi. Bazen din, inanç ve itikad bozulur o zaman Nuh Peygamber gelir; aile ve kadın-erkek ilişkileri bozulur Lut Peygamber gelir; ekonomi bozulur Şüayb Peygamber gelir; siyaset ve yönetim bozulur Hz. Musa gelir ve her şey bozulur, bunun için yeni bir düzenleme gerekir, o zaman da Hz. Muhammed gelir. Fakat bundan böyle bir peygamber gelmeyeceğine göre, bu görev onların yerini tutan ve onların varisi olan ilim adamlarına düşmektedir. Toplumun bilginleri hastalığı teşhis edip tedaviyi göstereceklerdir. Bugün olduğu gibi, eğer eğitim-öğretim kurumu yani bilginler de hasta olmuşsa, bu tuzun kokması demek olacağından artık böyle toplum veya toplumların işi zor demektir.

Bizim anlayışımıza göre insanlığın muhtaç olduğu bir ilim adamını yetiştirecek bir mektep yeryüzünde mevcut değildir. Çünkü branş adı altında ilimde bölücülük yapılmış ve din ile bilim ayrılmıştır. Oysa dinsiz ilim olmadığı gibi, ilimsiz de din olmazdı. Hele böyle “bilim çağı” denilen bir zamanda ve problem olarak karşımıza insanın çıktığı bir dünyada din ile bilimin bir bileşkesi olan yeni bir hayata zaruret derecesinde ihtiyaç vardır. Din ile bilimin kesiştiği noktada bulunmayan bir sosyal bilimci, çağın problemlerine çözüm getiremez. Bu günkü eleştirilerin ve “her kafadan ayrı bir ses çıkıyor” şeklinde yapılan itirazların asıl sebebi burada yatmaktadır.    

 Değişim azimetlere yani normal olana doğru gitmekle olacaktır. Değişim, insanın doğal-ilahi birey ile toplumu yeniden inşa etmesi yönünde olacaktır. Rönesansla bozulan ve merkezinden ayrılan kurumların yeniden yatağına konması ve çığırına sokulması şeklinde olacaktır. Birey ile toplumun, fert ile devletin asli görevlerine dönmesi yönünde olacaktır.

Toplum için en önemli konu, ona ait olan hizmetlerin en ucuza ve en kaliteli bir şekilde yerine getirilmesi olduğundan, devlet yapısındaki israf ve masrafa sebep olan lüzumsuz olanların ve fazlalıkların atılmasında zaruret vardır. Mesela bugün dünyada mevcut sigorta sistemi tamamen yersiz, toplumun doğal bünyesine bir ek, ilave, fazlalık ve bir yamalıktan ibarettir. Çünkü bizzat toplumun ve devletin kendisi bir sigortadır. Zaten toplumun ve devletin varlık sebeplerinden birisi de budur. Onun için biz bu sigorta anlayışı ve uygulaması yerine “akile” veya “maakil” sistemini öneriyoruz. Bu pahalı hayat ve zor hayatın, ucuzlatılması ve kolay kılınması gerekiyor. Çünkü doğal olan, daha ucuz, daha sağlam ve daha kolaydır. İşte bunun için devlet yapısından tutunda her türlü bireysel ve toplumsal hareket ve davranışlara varıncaya kadar her yer ve alanda sağlıklı bünye ile hasta bünyenin doğal kanunlarını bilip bulup uygulamak gerekir.    

----------------------------------------------------------------------- 

[1] Furkan 25/ 2; Kamer 54/ 49.

[2] Fussılet 41/ 11.

[3] İsra 17/ 11

[4] Talak 65/ 1

[5] İsra 17/ 23

[6] Leyl 92/ 4

[7] Zariyat 51/ 56

[8] Araf 7/ 179

[9] Taha 20/ 114

[10] Kafirun 109/ 6

[11] Nalh 16/ 93

[12] Hıcr 15/ 5

[13] Enbiya 21/ 34

[14] Şura 41/ 15; Nisa 4/ 135.

[15] Maide 5/ 8. 

[16] Hak Dini, II, 1593

[17] Maide 5/ 8.

[18] Hıcr 15/ 5

[19] İbrahim 14/ 4.

[20] H. Cahit Oğuzoğlu, Roma Hukuku, s. 37–38

[21] Nahl 16/ 120

[22] Nisa 4/ 35

[23] Nur 24/ 27

[24] Müminun 23/ 84–85

[25] Yunus 10/ 24

[26] Necm 53/ 39

[27] Şuara 26/ 155

[28] Maide 5/ 32

[29] “Göklerin ve yerin yönetim hakkı Allah’ındır.”(A.İmran 3/ 189, Maide 5/ 17–18). “ Ey insanlar, yeryüzünde bulunanların helal ve temiz olanlarından yiyin” (Bakara 2/ 168). “Allah, yeryüzünde ne varsa onların hepsini insanlar için yaratmıştır.” (Bakara 2/ 29).Bu ayetler ışığından ekonomik alanın küresel olduğu anlaşılmaktadır. Fakat bireysel alan ile kamusal alanı bilemeyenlerin, yöresel olan ile küresel olanı bilmeleri beklenemez. Onun için bir ülkede üretilmiş bir sebze veya meyveyi ya da herhangi bir malı, potansiyel olarak bütün insanların satın alabilme hakları vardır. Kime ait olursa olsun bir hakkı engellemek zulümdür. Zulmü ortadan kaldırmak ise İslam’a göre bir savaş sebebidir.(Hac 22/ 39).

   

 


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.