. | Kur'ânın İktisadî (ekonomik) Tefsiri
BAKARA
SURESİ Bakara Suresi /
Ayet: 1–5 “Elif lam mim. Bu
kitabın içinde şüphe yoktur. Muttakiler için bir hidayettir. Onlar gabya iman
ederler. Salâtı ikame ederler ve kendilerini rızıklandırdıklarımızdan infak
ederler. Onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler. Onlar ahirete de
inanırlar. İşte onlar, rablerinden olan bir hidayet üzeredirler ve işte onlar
kurtuluşa ermişlerdir.” Kitab : Ketben
diye iki deriyi çift sırım ile dikmeye derler.[1]
Dikmekte olduğu gibi, kâğıt üzerinde harfleri sıra, sıra dizip yerli yerine
yerleştirmek, toplayıp cem etmek demek olan yazmaya da Ketben denilmiştir. Sonraları
nazım ve nesir gibi hafızalarda belli şekilde nakşedilip dilden dile intikal eden
ifadelere de kitab adı verilmiştir. Kitab
aslında yazmak anlamına ise de yazılan şeyler için de kullanılır. Kitab, Kuran’da
hüküm, delil, ecel, sözleşme… gibi birçok manalarda kullanılmıştır.[2]
Bunlardan bilhassa hüküm, delil ve sözleşme anlamları Kitab’ın aynı zamanda kanun
demek olduğunu ifade eder. Burada kendisinden
kitab diye bahsedilen nesne Kuran’dır. Kuran-ı Kerim’im isimlerinden biri de
Kitab’dır. Bu isim onun yazılı bir metin olduğunu ifade eder.[3]
Kitab aynı zamanda mukavele yani yazılı sözleşme anlamına geldiği için[4]
Kuran’ın, sözleşmeyi yapan müntesiplerini bağlayıcı bir metin olduğu
anlaşılmaktadır. Bundan sonraki
ayette ise Kuran’ın muttakiler için bir yol gösterici olduğu bildiriliyor. Bu
suretle Kuran’ın bağlayıcılığının dini olduğu, bundan dolayı da kazai
olmadığı belirtilmiş bulunmaktadır. İsteyen insanlar bu kitaba inanıp onun
getirdiği hükümlere tabi olurlar; istemeyenler de zorla ve baskı ile inandırılarak
onlara bu hükümler uygulattırılmaz. Çünkü Kuran doğru yolu sadece muttakilere
gösterir. İttika : Vikaün
kelimesi, viaün gibi, bir nesnenin konulup saklandığı kaba denir.[5]
Vikaye, kötülük, zarar ve ziyanlardan korumak ve sakındırmak demektir. Yola çıkan
kimseye Araplar, düşme tehlikesi olan yerlerde “ittekı” (kendini vikaye et, koru)
derler.[6]
İttikaün
kelimesinin aslı ivtikaün olup iftial babından gelmektedir. İftial babının binası
mutavaattır. Yani bir şeyi kabullenmektir.[7]
Bunun için ittika, başkasının korumasını kabul etmek ve kabullenmek demek olur.
Böylece bu kelime ile cümlenin anlamı şöyle olur: Kuran, korunmak ve kurtulmak
isteyenler ve bunu kabul edenler için yol gösterici bir delildir. Demek ki Kuran-ı
Kerim, herkese değil, sadece kendilerine gösterilecek olan doğru yolu kabul
edebilecekler için bir hidayet olup onların bu doğru yoldan gitmeleri için
indirilmiştir. Yoksa Kuran-ı Kerim, onu kabul etmeyen ve peşin olarak reddeden kimseler
için bir hidayet olmaz[8]
ve onlara bir fayda da vermez. İman :
Güçlü yavuz deveye emun denir.[9]
Böyle develerle yola çıkmak ve yeteri kadar yük yüklemekte endişe edilecek bir durum
olmadığından ve insana güven verdiğinden emn
maddesi güvenmek anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Böylece emn bir işte
tehlike olmadığına kanaat getirmek demek olur. Eman, bir kimsenin korkusuz ve
güvenilir bir ortamda bulunmasına denir.[10]
Emanet ise korunması ve saklanması için bir kimseye bırakılan eşyaya derler.[11] Âmene bihi: Onunla
kendisini emniyete aldı. Âmene aleyhi: Onun
emniyetini birisine havale etti. Âmene lehu: Onun
sözüne güvendi. Emene: Güven. Burada korunmak ve
kurtulmak isteyenlerin vasıfları sayılırken, onlardan kendilerini emniyete-güvene
alanlar diye bahsedilmektedir. Böylece bunlar, besmele ile sosyal mukavele yapıp Fatiha
ile hizmete koyulan ve kendilerine inam edilen kimseler olmaktadırlar. Ğayb :
Güneşin gözden kaybolmasına[12]
dağların ve yüksek tepelerin arkasına geçip gözükmemesine denir.[13]
Bunun ğurub’dan farkı, ğayb’da güneş ışınları vardır; ğurub’da ise
ışık ve aydınlık yok olmuştur. Buna göre varlığı ve mevcudiyeti tesirleri ile
bilinip belli olmakla beraber kendisi görünmeyen şeylere ğayb denir. Sonraları gözden ırak olan
şeylerin hepsine ğaib denilmiştir. Halen mevcut olmayan fakat gelecekte meydana gelecek
olan şeylere de ğaib derler. Zaten her gelecek bizim için bir gaiptir. İşte böylece
ayetteki onlar gabya inanırlar ifadesi, onlar geleceklerini
güven altına alırlar anlamına gelir diyebiliriz. Çünkü bugünkü hal, geçmişin
bir sonucudur. Hali hazırdaki yaptıklarımız da bize geleceğimizi hazırlar. Onun
için günün zevklerini, heva ve heveslerini terk edip geleceğini düşünen ve ona
göre hareket eden ve böylece doğru hareket etmiş olan kimseler, geleceklerini emniyet
ve güven altına almış kişiler olurlar.
İkame : Bu
kelime kıyam kökünden gelir. Ayağa kalkıp dikelmek anlamına olduğu Fatiha’da müstakim kelimesini açıklarken geçmişti.
İkame, bir şeyi yapmak, meydana getirmek, anlamında mecazi olarak kullanılır. Birçok
kimsenin bir araya gelerek bir diğeri dikmelerine “diğeri ikame ettiler”, denir. Salat : Bir
şeyi ateşte ısıtıp pişirmeye sıliy denir.[14]
Et, ısıtmak suretiyle pişirilerek kebap yapılır ve yenilecek hale getirilir.[15]
Allah’a dua eden kimseler de kendilerini pişirerek olgunlaştırdıklarından dolayı
duaya salât denilmiştir. Kuran’da
insanların cehenneme gireceklerini orada kebap olacaklarını bildiren ayetler[16]
aynı kökten saly maddesinden gelmektedir.
Sonra salât kelimesi, Müslüman’ın günde beş defa yaptığı bedeni ibadetin adı
olmuştur. Namaz, insanın
vakitlerini, dolayısıyla mesai saatlerini tanzim eden aynı zamanda sosyal bir kurumdur.
Böylece “salâtı ikame ederler” ifadesini, ekonomik açıdan onlar
çalışmalarını düzenli bir şekilde yaparlar şeklinde yorumlamak mümkündür.
Öyleyse bu kitap, geleceklerini güven altına alan ve çalışmalarını düzenli bir
şekilde yapan kimseler için bir yol göstericidir. İnfak : Toprak
altında olan köstebek (tarla faresi ve Arap tavşanı) yuvalarına nafak adı verilir.[17]
Bu yuvalar, toprak altında bir tarafı kapalı, diğer tarafı ise açık olmak üzere
iki kapılı olurlar. Kapalı tarafı dışarıdan görünmez. Yılan çıyan gibi
herhangi bir düşman yuvaya girecek olsa, köstebek öbür kapıdan gizlice kaçar.
Böylece kendisini kurtarmış olur. İlk defa pazarlar,
giriş ve çıkış kapıları olan üstü derilerle örtülü hol gibi kapalı yerlerde
kurulmuştur. Satıcılar böyle bir dehlizin veya sokağın iki tarafına dizilirler;
alıcılar da bir kapıdan girer, alış-verişlerini yapar ve öbür kapıdan çıkıp
giderler. Bu pazaryerleri köstebek yuvasına benzetilmiş ve nafak denilmiştir. Daha sonra buralardan alınan
nevalelere nafaka denildiği gibi, buraya götürüp bir şey satmaya da infak denilmiştir. Demek ki infak, bir fayda
amacıyla mevcut malı her ne şekilde olursa olsun elden çıkarmaktır. Bu değiştirme
mübadele için olabileceği gibi, üretim veya tüketime yönelik de olabilir. Zaten
nafak azalmak, tükenmek anlamlarına da gelir.[18]
Rızk :
Razkiye, Irak ile İran arasında bulunan bir memleketin adıdır. Buradan Arabistan’a
parmak üzümü ve ak keten bezi giderdi. Birincisine razaki, ikincisine ise razkiye
denilmiştir.[19]
Sonra da yiyecek ve giyecek gibi faydalanılan her türlü şeye rızk denilmeye
başlamıştır. Ragıp rızk kelimesinin kendisiyle faydalanılan şey anlamına
konulduğunu, sonra nasip, hediye, mideye ulaşan gıda, azık ve yağmur anlamlarında
kullanıldığını söyler.[20]
Şu halde rızk, mideye ulaşan nasipten başka genel olarak insan ihtiyacını tatmin
eden yiyecek, içecek, giyecek ve kullanacak maddeleri ifade eder, diyebiliriz. “Kendilerine
rızk olarak verdiğimiz şeyleri infak ederler” cümlesi, yaşama düzeninin esasını
ifade etmektedir. Onun için bunun üzerinde biraz durmak istiyoruz. Namaz kılanlarla
yani düzenli çalışanlarla kendilerine rızk olarak verilen şeyleri harcayanlar, bir
tek harf vav atıf harfiyle birbirine bağlanmış ve bir ellezi ism-i mevsulünde toplanmıştır. Vav
harfi, yukarıda geçtiği gibi, birlikte oluşu gerektirir. Öyleyse bu cümleden şöyle
bir anlam çıkarabiliriz. Sadece yaşama düzeninin kurulması yeterli değil; ayrıca
çalışma ve iş hayatının da düzenlenmesi gerekir. Namaz sosyal bir kurum, infak ise
ekonomik bir düzendir. Vav harfinin gelmesi ile birlikte bu iki kurumun bir arada
toplanması, sosyal düzenle ekonomik düzenin ancak iç içe birlikte
yaşayabileceklerinin bir zaruret olduğunu ifade eder. Bu sebeple sosyal düzeni ile
ekonomik düzeni uyumlu ve ahenkli olmayan sistemler, değişim ve başkalaşım geçirmek
zorunda kalırlar. Bu durum bugün ve az geçmişte uygulamalarda kendisini açıkça
göstermekte, sosyalistler totaliter, kapitalistler de ekseriyetçi olmaya mecbur
kalmışlardır. İslam’ın
ekonomik düzeni ise bugünkü iktisat düzenlerinden hiçbirisine benzemez. Onun
kendisine mahsus sui jenerist bir düzeni vardır. Kapitalist ve sosyalist sistemlerin iyi
tarafları İslam ekonomik düzeninde zaten var, kötü tarafları ise dışarıda
bırakılmıştır, diyebiliriz.[21]
İslam düzeninin hem ferdiyetçi ve hem de toplumcu bir sistem olduğunu söyleyebiliriz.[22]
İslam’ın
kendisine özgü bir ekonomik sistemi olunca yine kendisine mahsusu bir sosyal düzeni de
olması gerekir. İşte bundan dolayı namaz kılanlarla infak edenlerin bir tek vav harfi
ile bir araya toplandıklarını söyleyebiliriz. Nasıl bir vücudun organları özel bir
yapıya sahip iseler ve böylece aralarında bir ahenk bulunuyorsa bir düzenin sosyal ve
ekonomik sistemleri de kendi aralarında uyumlu olması gerekir. Onun için birçok
sitemlerden oluşturularak ortaya konan karma bir ekonomik düzenin ne kadar doğal
olduğu tartışılabilir bir konudur. Ayette önce
namazdan sonra da infaktan bahsedildiğine göre sosyal düzenin ekonomik düzenden önce
geldiğini söyleyebiliriz. Çünkü ekonomik
düzen sosyal düzene dayanır. Buna göre sosyal düzenini kuramamış toplumların
ekonomik düzenlerini kuramayacakları açıktır. “Rızıklandırdığımız
şeylerden harcarlar”, denirken kelimenin başına min cer harfi getirilmiştir. Şimdi
burada min harfinin ifade ettiği manaları yazarak bunlardan her birini ayrı, ayrı
uygulamaya çalışalım. Min harf-i ceri şu
anlamlara gelir.[23]
1- Mekânda
başlangıcı gösterir. 2- Zamanda
başlangıcı gösterir. 3- Maddede
başlangıcı gösterir. (Bir şeyin hammaddesini dile getirir.) 4- Maddenin
aslını gösterir. (Bir şeyin nereden alındığını gösterir) 5- Fi harfi
anlamında zarfiyet için gelir. 6- Bedelliği
gösterir; bir şeyin neye karşı yapıldığını gösterir. 7- Lam harfi
anlamına gelir. Bir şeyin illet ve sebebini gösterir; niçin yapıldığını bildirir. 8- Ba harfi
anlamında sebebi gösterir; neden ve niçin yapıldığını bildirir. 1-
Rızıklandırdığımız yerden itibaren harcamaya başlarlar demek, verginin üretim
yerinde ödenmesi esasını getirmektedir. İşte bu durum, vergilerin aynı zamanda
üretim yerinde alınacağına, mükellefin vergisini vergi dairesine kadar getirmek
zorunda olmadığına işaret eder. Buna göre vergi memuru öşür vergisini mesela
harman yerinde teslim alabilir. Bunun için halk, verecekleri öşrü hükümetin
ambarlarına kadar götürmekle mükellef değildirler, diyebiliriz.[24]
Önceleri Hz. Peygamber vergisini getirip verenlerden alıyordu. Fetih’ten sonra ise
bazı yerlere vergi tahsil memurları gönderdi. Bu memurlara verdiği emirlerden onların
mükellefin ayağına kadar gittiği anlaşılmaktadır.[25]
Böylece harcama üretim yerinde başlar ve taşıma masrafları da devlete ait olur. 2-
Rızıklandırdığımız zamandan itibaren harcamaya başlarlar ifadesinden verginin ne
zaman verileceği prensibini anlayabiliriz. Zaten başka bir ayette de bu esas,
“ürünün kaldırıldığı gün” ifadesiyle açıkça söylenmiştir.[26]
Bunlardan
anlaşıldığına göre İslam ekonomisi, tasarrufa değil, daha çok sarfa-harcamaya
dayanmaktadır, diyebiliriz. Bu yüzden mal, harcamak için üretilir; o sebeple de hiç
bekletilmeden ihtiyaç duyulan yerlerde kullanılır. 3-
Rızıklandırdığımız maddeden harcarlar denilmesinden verginin nakde değil, mala
dayandığını yani para olarak değil, ayni olarak alınacağını anlayabiliriz.
Vergilerin ayni olarak alınması gerektiği konusunda Elmalılı şöyle demektedir:
“Her malın vacip olan vergisi kendi cinsindendir. Mesela altına altın, gümüşe
gümüş, paraya para, hayvana kendi cinsinden hayvan, deveye deve, sığıra sığır,
davara davar, ata at, hububatta kezalik buğdaya buğday, arpaya arpa… madenler ve saire
hep böyledir.[27]
Böylece vergiye konu olan nesne ne ise ondan ayni olarak alınması esastır. Fakat bunun
değerini ödemeye de cevaz verilmiştir. Vergi memuru olarak Yemen’e gönderilen Muaz,
kolaylık olsun diye, değer olarak da almıştır. Bu hususta Süfyan, Evzai ve Malik
arasında farklı görüşler de vardır.[28]
Şafii de bu görüştedir. Vergi hangi maldan alınıyorsa, aynen ondan alınır.
Nakitten-paradan alınıyorsa yine nakit-para olarak alınır.[29]
Vergilerin ayni olarak alınması mükelleflere kolaylık sağlar.[30]
Burada
açıklanması gereken başka bir husus daha vardır. Böylece burada rızık olarak
verilmeyen şeylerin harcanmayacağı da ortaya çıkmaktadır. Onlar bu sebeple ne
başkalarının mallarını harcarlar ve ne de kendilerine yasaklanmış olan şeyleri
harcarlar. Ancak kendileri için rızık olan şeyleri harcarlar. 4-
Rızıklandırdığımız şeylerin bir kısmını harcarlar demek, bireyin kendi
rızkından bir kısmını ayırıp vergi olarak vermesi demektir. Bu bir taraftan
verginin hâsıladan alınacağını bildirirken diğer taraftan da zekâtın sermayeden
olacağına işaret etmektedir. Çünkü kar etsin, zarar etsin herkes, her yıl kendi
gelirinden bir kısmını ihtiyaçları için ayıracağı gibi, yine kar etsin veya
etmesin sermayesinden bir kısmını devlete vergi olarak verecektir.[31]
Alış-veriş yapılan şeylerden yani sermayeden vergi olarak verileceği hakkında
hadisler de vardır.[32]
5-
Rızıklandırdığımız yerlerde harcarlar, ifadesinden geçim temin edilen, çalışıp
üretim yapılan yerlere yatırım yapılacağına işaret edilmiş olabileceğini
çıkarmak mümkündür. Böylece buradan iki esası ortaya koymak mümkündür. a) Tüketimden
artan malların israf edilmeksizin yatırıma kaydırılmaları gerekir. b) Bir mala sahip
olup ondan yararlanma o mala bakma ve hizmet etmeyi gerektirir. 6- Kendilerini
rızıklandırdığımızdan dolayı bunun karşılığını vermek üzere harcarlar. Yani
kazandıklarından vergilerini veririler veya yeniden üretime aktarırlar. 7- Kendilerine
verdiğimiz rızıkları temin etmek için harcarlar. Mallarını geçim temin etmek ve
üretim yapmak için harcarlar. 8- Kendilerine
rızık verip güçlendirmemiz ve üretim imkânları tanımamız sebebiyle harcama
yaparlar. Görülüyor ki,
buradaki min harfi sayesinde üretim, tüketim, mübadele, yatırım ve vergi hakkında
birçok esaslar çıkarmak mümkündür. Ma : Şey,
nesne. Türkçemizde ma kelimesinin en güzel karşılığı nesnedir. Ancak biz bu
kelimeyi kaybetmek üzere olduğumuzdan şey diyoruz.[33] Bu ma harfi, ellezi ism-i mevsulünün nekresidir. Yalnız
maarife olan ellezi kelimesinin erkeği,
dişisi, tekili ve çoğulu bulunmadığı halde bu ma harfinin şuurlu olanı vardır. Bu
ise men kelimesidir. Yani ma kelimesi şuursuz
varlıklar, eşya ve nesneler için kullanılır.[34] “Rızıklandırdığımız
şeylerden” denilmiş de; rızıklandırdığımız kimselerden denilmemiştir. Bu
rızık olarak yaratılan şeylerin eşya olduğunu ifade eder. İnsan, sahip ve malik,
eşya ise mal ve mülktür. İslam hukukunda insanın şahsiyeti, ana rahmine düşmekle
başlar ve ölümle sona erer.[35]
Ölüm dışında insanın şahsiyeti elinden alınamaz. Kölelik ve ücretli işçi
olmak, hiçbir zaman şahsiyeti ortadan kaldırmaz. İslam hukukunda bir köle sahibi ile
sözleşme yapma yetkisine sahiptir.[36]
Roma Hukukuna göre ise kölelerin şahsiyeti yoktur. Köle bir mamelektir ve canlı bir
resden-maldan ibarettir. Onlar hiçbir zaman şahsiyetli, personarum sayılmazlardı.[37] İşçi de
başkasının işinde çalışmakla kendisini satmış olmaz. Ancak o bedeninde var olan
emeğini satar. Çünkü insanın şahsiyeti satılmaz ve insan başka bir insan için
rızık değildir. İnsanlar, insanlar için yaratılmamış ve biri diğeri için mubah
kılınmamıştır.[38]
Bütün bunları “minmen” denilmeyip de “minma” buyrulmasından anlayıp
çıkarmaktayız. Ma harfinin diğer
bir özelliği de umum ifade etmesidir.[39]
Böylece rızıklandırdığımız her şeyden harcarlar, demek olur ki, bu bize aynı
zamanda her şeyin insana ve onun için verildiğini gösterir. Burada minma kelimesi takdim edilmiştir. Meful fiilden
sonra geleceği yerde önce getirilmiştir. Böylece bu hasr ve tahsis ifade eder. Yani
onlar ancak rızıklandıklarından harcarlar, başka şeylerden değil, anlamı çıkar.
Min harfinin anlamını açıklarken buna özellikle işaret etmiştik. Ayrıca bu
anlamlar, min harfinin bu takdim edilmiş şekli göz önünde tutularak verilmiştir.
Bunun için cümleyi meal olarak rızıklandırdığımızdan infak ederler, şeklinde
değil de infakı-harcamayı rızıklandırdığımız şeylerden yaparlar şeklinde
kurmak bize göre daha uygun olur. Verdiklerimizden
harcarlar denilmeyip de rızıklandırdıklarımızdan harcarlar, buyrulmasının sebebi
ise iktisadi faaliyette gayenin, üretimden daha çok tüketim olduğuna işaret eder.
Elmalılı merhum böyle bir ayetin tefsirinde üretimin gayesinin infak ve tüketim
olduğunu ifade etmiştir.[40]
Zaten Kuran-ı Kerim de yeryüzündeki her şeyin insan için, insanın ihtiyaçları
için yaratılmış olduğunu söylemektedir.[41]
İktisatçılar da ekonomik faaliyetin temel gayesinin maddi refah ve ihtiyaçların
giderilip tatmin edilmesi olduğunu söylüyorlar.[42]
Gayeyi gerçekleştiremeyecek bol üretim faydadan çok, zarar getirir, diyebiliriz.
Öyleyse üretim ile tüketim arasında bir denge bulunmalı ve üretim ancak tüketim
kadar olmalıdır. Arapçada fiiller,
mazi ve muzari olmak üzere ikiye ayrılırlar. Emir ve nehiy kipleri mazi ve muzariye
dâhildirler. Muzari, hali ve gelecek zamanı içine alırken, mazi de sadece geçmiş
zamanı içine alır.[43]
Burada muzari kalıbı değil de mazi kalıbı kullanılarak “rızıklandırdık” buyrulmaktadır.
Böylece bu ifadeden her türlü harcamaların ancak üretimden sonra yapılacağı
esasını çıkarabiliriz. Önce üretilir, sonra tüketilir, önce kazanılır, sonra
harcanır. Bunun için bütçe yapılırken de geçmiş yılın gelirleri gelecek yılda
harcanacak şekilde denk bütçe esası ekonominin temel felsefesine daha uygundur,
diyebiliriz. Böyle bir uygulama zaten aynı zamanda Hz. Ömer’in de bir tatbikatıdır.
Hz. Ömer vergi gelirlerinin ne yapılacağı hususunda şura meclisi (danışma kurulu)
ile istişare ettiği zaman Hz. Ali’nin teklifi üzerine bunların bekletilmemesi, hemen
halka dağıtılması prensip ve esası üzerinde icma ve ittifak (oy birliği) hâsıl
olmuştur.[44]
Artık bundan sonraki uygulamalarda vergilerin toplanıp ondan sonra harcamalara
geçilmesi hususu bir usul ve yöntem olarak benimsenmiştir. İslam ekonomisinde
bütçenin esasını gelirler teşkil eder. Onun için de ne kadar harcama
yapılacağını yine gelirler tayin eder.[45]
Mükelleflerden de
vergi alınırken aynı metot uygulanırsa ekonomik faaliyetler arasında ahenk meydana
gelir. Bu yüzden vergi, üretimden sonra alınır. Ticari mallarda, altın, gümüş ve
varaklarda (kâğıt para ve kıymetli evraklarda) bir yıl geçtikten sonra vergi
alınır.[46]
Çünkü “biz onları rızıklandırdık” cümlesi mazi fiil kalıbı ile “infak
ederler” cümlesi ise muzari fiil kalıbı ile getirilmiştir. Yüce Allah,
Kuran-ı Kerim’de kendisinden söz ederken ben, biz veya o gibi şahıs zamirleri ile
bahseder veya Allah diyerek zatının ismini ya da sıfatlarının ismini zikreder.
Bunlardan her birinin söylendiği yer diğerinden farklı olmalıdır. Allah zamandan,
mekândan, maddeden, sayıdan… uzak olduğu için ona izafe edilen her şey, mecazi
olarak anlaşılmalıdır. Allah kelimesi, O’nun zatının ismidir. Üçüncü şahıs
zamiri olan “O” da onun zatına işaret edebilir. Allah, kendisi ben derken de kendi z
atını ifade etmiş olur. Kuran’da Allah’tan bahsederken yalnız Allah kelimesi veya
O zamiri söylenmiş olsaydı, bunu başkası da söyleyebileceği için, Kuran’ın
Allah sözü değil, bir başkasının da sözü olabileceği anlaşılabilirdi.
Kuran’da hep ben veya biz kelimeleri kullanılmış olsaydı, o zaman da Hz.
Peygamber’in kendisi her şeyin yaratıcısıymış gibi gözükebilirdi. İşte bu
yanlış anlamaya meydan vermemek için, bazen aynı cümlede bile hem Allah diyerek kendi
zatından bahseder, hem de biz deyip mütekellim kalıbı (birinci şahıs kipi) ile ifade
eder. Belagat dilinde bu birinci şahıstan ikinci veya üçüncü şahsa geçmeye ya da
üçüncü şahıstan ikinci veya birinci şahsa geçmeye iltifat adı verilir.[47] Allah bazı
işleri, araya hiçbir vasıta koymadan bizzat kendisi yapar. O zaman kendisinden ben diye
bahseder. Nitekim Allah Kuran-ı Kerim’de “İnsanı iki elimle yarattım”[48]
ve “Ona kendi ruhumdan üfledim”[49]
buyurmaktadır. Eğer Allah vasıta
kullanarak bir şey yapıyorsa, o zaman vazifelendirdiği bir melek veya insanı telmih
ederek, biz tabirini kullanır. Mesela “Elbette biz diriltiriz, öldürürüz ve
hepsinin varisleri de biziz”[50]
ve “Biz Musa’yı Tur dağı yanında sağ tarafından nida ettik”[51]
buyrulmaktadır. Aslında Allah sayı açısından ne birdir ve ne de çoktur. Havanın
sıcaklığı, deniz suyunun tuzu az mı veya çok mudur? Yani şunu demek istiyoruz ki,
Allah sayılır değildir. O, yalnız O’dur. O’nun misli gibi (yani O’na benzer)
hiçbir şey yoktur.[52]
Zaten işte bunun için Ebu Hanife Allah birdir, fakat sayılır değildir, demiştir.[53]
Bu ayette de
Allah’ın zat ismi yerine “biz” zamirinin seçilmiş olması ile Kuran’ın
Allah’ın sözü olduğuna işaret edilmiş, rızıklandırma işinin de sebepler
aracılığı ile gerçekleştirildiğine dikkat çekilmiştir, diyebiliriz. Yani Allah,
insanı kurduğu bir düzen içinde maddi sebepler aracılığı ile rızıklandırır. Bu
düzen de toplumların sahip olduğu ekonomik ve sosyal düzenlerdir. Bu fiilin meçhul
kalıbında gelmeyip malum olarak gelmesi ise toplumun ve devletin geçindirme gibi bir
görevle yükümlü olduğunu gösterir, diyebiliriz. Bu sebeple İslam ekonomisinde
bireylerin hayatları karşılıksız olarak devletin teminatı altındadır.[54]
Nitekim bir devlet başkanı olan Hz. Ömer’in devletin vazifelerini çok iyi bilmesi
sebebiyle koca karı ile aralarında geçen olay, çocuklara yemeleri için bir çuval un
götürüp vermesi İslam tarihinde pek meşhur bir olaydır.[55]
İslam ekonomisinde fakirlerin hayatları devlet gelirleriyle teminat altına
alınmıştır. Zira Hz. Peygamber, Muaz’ı Yemen’e gönderdiği zaman ona
zekâtı-vergiyi zenginlerinden alıp fakirlerine vermesini emretmişti.[56]
Bunun için devlet bireylerin yaşamaları için gerekli olan sosyal düzeni temin edip
kurmakla vazifelidir. İşte ancak böyle bir devlet Allah’ın verdiği görevde temsil
vazifesini yerine getirmiş sayılabilir. Kendilerine rızık
olarak verdiğimiz şeyleri harcarlar buyrulurken burada kullanılan “hum” (onlar)
amiri de özel mülkiyetin esas olduğuna işaret eder diyebiliriz. Bu zamirin çoğul
kullanılması ise özel mülkiyet bulunmakla beraber üretim veya tüketimin bütün bir
toplum içersinde birbirine bağlı, kendi aralarında zincirlemeli ve kolektif olduğuna
bir işaret olabilir. İnfak ederler
buyrulurken de bu fiil geniş zaman kalıbı ile getirilmiştir. Bu her ne kadar bir haber
cümlesi olsa da burada inşa anlamını ifade etmektedir. Çünkü bu, infak ediniz demek
olur. Böylece bu hal, infakın, adeta ayette anlatılan bütün vasıflarına sahip
olarak yapılmasını emretmektedir. Bunlardan başka
yukarıda da belirttiğimiz gibi, burada harcamaların ancak kazandıktan sonra
yapılması gerektiğine işaret edilmiştir. İnsanlar, evvela harcarlar sonra
kazanırlar yerine, önce kazanırlar sonra da harcarlar prensibi getirilmiştir. Bu önce
harcarlar, sonra kazanırlar sistemi bir çeşit faizdir. İslam ekonomisinde faiz sitemi
yoktur. Onun için önce mal kazanılır, sonra o mal harcanıp tüketilir. O nedenle
İslam ekonomisinde devlet böyle bir faizsiz düzende tüketim yardımı yapabilir; fakat
tüketim kredisi açamaz. Çünkü infak kelimesi muzari olarak geldiği halde rızık
kelimesi mazi-dili geçmiş zaman kipi ile getirilmiştir. Ortaklık esası üzerine
kurulmuş olan İslam bankaları da tüketim kredisi açamazlar.[57]
Böylece devlet bütçesinden de önce harcamalar yapıp sonra gelir temin etmeye
çalışmaktan ziyade bunun tam aksine önce gelir sağlamak, sonra da harcamalar yapmak
esas olmalıdır. Burada infak
kelimesi kullanılmakla hem üretime ve hem de tüketime yönelik çalışmalara işaret
edilmiş, rızık kelimesi ile de asıl amacın tüketim olduğu belirtilmiş olmaktadır.
İnfak kelimesinin
şuurlu varlıklara mahsus olan bir çoğul kalıbı ile getirilmiş olması harcama
işinin, hep birlikte yapılan bir çalışma mahsulü olduğunu ifade eder, diyebiliriz.
Böylece bu, üretim ile tüketimin topluca ve kolektif olarak yapılacağına işaret
olduğu gibi, vergilerin de devletçe toplanıp ve yine devletçe dağılacağına dikkat
çekilmiş olabilir. Bunun başka bir anlamı da devlet bütçesinin bir birey veya
gruptan daha çok toplum tarafından birlikte hep beraber kolektif olarak hazırlanacağı
demek olabilir. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- İslamiyet
kurtuluş yolunu sadece göstermiş olup oraya gitmeyi zorlamaz. 2- İslamiyet
yazılı ve yazısız bir kural, kaide ve kanunlar düzenidir. 3- Tüm hareket ve
davranışlar ve her türlü ekonomik faaliyet, geleceğe, yarına uyacak şekilde
yapılır, böylece gelecek güven altına alınır. 4- Çalışma
düzeni namaz vakitleri ile düzenlenmiş ve içtimaileştirilmiştir. 5- Yaşama düzeni,
zekât-vergi sistemi ile düzenlenmiş ve içtimaileştirilmiştir. 6- Ekonomik düzen
ile sosyal düzen birbiriyle iç içe ahenkli olup belki sosyal düzen daha önemlidir. 7- Yaşama düzeni
ile çalışma düzeni ve iş hayatı iç içe ahenkli olup belki çalışma düzeni daha
önemlidir. 8- İslam ekonomisi
daha çok bir harcama ekonomisi olup tasarruf etme, biriktirme ve saklama ekonomisi
değildir. 9- Vergi ancak
üretim yapıldıktan sonra alınır. 10- Vergi üretimin
yapıldığı yerde alınır. 11- Vergi, vergi
alınacak mal ve paradan ayni olarak alınır. 12- Vergi verilecek
ayni bir malın vergi miktarı nakde çevrilerek para olarak verilmesi de geçerli olur. 13- Herkesin
kendisine yarayacak, faydalanacağı mal ve eşyaları vardır. Onun rızası olmadan
malını alıp kullanmak helal değil, haram olur. Biz buna helal ve haram esası diyoruz. 14- Herkesin
kendisine ait malları vardır. İslam ekonomisinde üretimde mülkiyet esastır. 15- Üretimin bir
kısmı tüketime, bir kısmı da üretime ayrılır. Vergi, ürünün tüketime
ayrılmış olan kısmından verilir. 16- Binaların,
tesislerin ve yatırımların vergisi yoktur; bunlardan vergi alınmaz. 17- Bir mala sahip
olmak, ondan faydalanma ve meşru bir şekilde tasarrufta bulunma hak ve salahiyetini
sağlamakla birlikte bakım mükellefiyetini de beraberinde getirir. 18- Toplum, cemiyet
ve devlet için önce geçindirme, sonra da çalıştırma esastır. 19- Mükellefler
için önce çalışma sonra da çalıştığının ücretini alma esası vardır. 20- Çalışma ve
yaşama ayrı, ayrı bir düzene sahip olup bunlar birbiriyle ahenkli bir şekilde beraber
yürütülür. 21- Mülkiyet
hakkı, üretme gücünü çalışıp kazandırmak için tanınmış doğal bir haktır.
Onun için üretimde mülkiyet esastır; herkes çalışıp elde ettiğinin sahibi olur. 22- İnsana
ekonomik açıdan çalışan ve yaşayan bir varlık, mal ve eşyanın ise üretilen ve
tüketilen şeyler olduğu söyleyebiliriz.
23- İnsan sahip ve
malik eşya ise mal ve mülktür. 24- İnsan
başkasına kendisini, kişilik ve şahsiyetini değil, ancak emeğini verebilir. 25- Bütün mal ve
eşyalar mülkiyete mevzudur. 26- İslam
ekonomisinin gayesi gerçek ihtiyaçları gidermektir. 27- İslam
ekonomisinin gayesi, daha ziyade insanı hayatta daha güçlü bir şekilde yaşatmaktır.
İnsanın yaşaması çalışmasından önce gelir ve ondan daha önemlidir. 28- Vergi,
üretimden sonra alınır. (Üretim tamamlanıp sona ermeden vergi alınmaz. Emeklerden ve
iş gücünden vergi alınmaz.) 29- Geçmiş
yılın gelirleri gelecek yılda harcanır. Böylece gelir kadar gider olacağı için
denk bütçe esası sağlanmış olur. 30- Herkes
geçmişte kazandıklarını gelecekte harcar. Önce harcama ve sonra kazanma sistemi bir
çeşit faiz sistemidir. İslam’da faiz sistemi yoktur. İslam ekonomisi faizsiz sisteme
dayanır. 31- Devlet ve
toplum kendi çalışma ve yaşama düzenini kurup çalıştırmakla vazifelidir. 32- Bireyler ancak
bir devlet ve toplum düzeni içersinde çalışıp yaşamak zorundadırlar. 33- Birey
çalışıp yaşama faaliyetlerini yaparken devletle doğrudan ilişkiler yerine diğer
bireyler ve diğer mal ve eşyalar ile ve onlar arasında bir ilişki kurar. 34- İslam
ekonomisinde özel mülkiyet vardır. Bununla beraber çalışma ve yaşa faaliyetleri
diğer bireylerle birlikte yapılır. 35- İslam
ekonomisinde fiyatı artırarak veresiye alışveriş yapmak olmadığı gibi, faiz
sistemi de yoktur. Ancak yaşamak için devletten yardım almak ve çalışmak için de
kredi alma sistemi vardır. 36- Çalışma ve
iş hayatı, bir plan içinde yürütülür. Devlet bütçesi toplumsal bir birliktelik
ile içtimai olarak hazırlanır. 37- Tüketimden
arta kalan malların israf edilmeksizin yatırıma kaydırılması İslam ekonomisinin
esaslarından birisidir. 38- Tüketim ancak
üretim kadar olmalıdır. 39- Üretimde ancak
tüketim kadar yapılmalıdır. 40- Namaz, insanın
vakitlerini ve dolayısıyla mesai saatlerini tanzim eden sosyal bir kurumdur. 41- İslam’ın da
bir iktisadi sistemi vardır. 42- İslam düzeni
ekonomisiyle birlikte hem bireyi ve hem de toplumu içersine alan bir düzendir. 43- İslam düzeni
ne yalnız bireyi ve ne de sadece toplumu tutan bir sistem değil, tam tersine hem bireyi
ve hem de toplumu, her ikisini aynı derecede ele alıp koruyup kollayan bir sistemdir. 44- Vergi, toprak
ürünlerinde ürün kaldırıldığı zaman verilir. 45- Vergiler devlet
tarafından tayin edilen memurların mükelleflerin ayaklarına kadar gitmek suretiyle
alınıp toplanır. 46- Kişinin sahip
olduğu mülkiyet hakkı ona malından faydalanmayı sağlarken aynı zamanda o mala bakma
ve ona hizmet etme vazifesini de yükler. 47- İktisadi
faaliyetlerin gayesi, üretilen malları tüketerek ihtiyaçları gidermektir. Bu sebeple
üretim, tüketim için yapılır. 48- Ticaret
mallarının üzerinden, altın, gümüş ve varakların (kâğıt para ve kıymetli
evrakların) üzerinden ancak bir yıl geçtikten sonra vergi alınır. 49- İslam
ekonomisinde bütçenin temelini vergi gelirleri teşkil eder. Bütçedeki harcama
kalemlerinin miktarlarını bu gelirler tayin eder. Bakara Suresi 2/
Ayet: 29 “Yeryüzünde
olan şeylerin hepsini sizin için yaratan o’dur” Halkan ;
Yaratmak. Halka, yuvarlak değirmi şeye denir. Kesmeden önce deri üzerine kalıbı
koyup istenilen şekilde ölçüp işaretlemeye halk
denilmektedir. [58]
Sonraları bir şeyi yapmadan önce onun mahiyetini tespit edip şekillenmesini ve
biçimlenmesini ayarlayıp planlamak “hilkat”
kelimesi ile ifade edilmiştir. Kuran-ı Kerim’de
insanın yaratılışından bahsedilirken ayette “Biz insanı karışmış bir nutfeden
(yani sperma ile yumurtacığın karışmasıyla meydana gelen zigottan) yarattık”[59]
“İnsan neden yaratıldığına bir baksın. Atılan sudan yaratıldı. O su bel ile
göğüslerin arasından çıkar”[60]
buyrulmaktadır. Fahreddin Razi, “(İnsan) dökülen meniden olan bir nutfe (zigot)
değil miydi?”[61],
ayetinin yorumunda şöyle diyor: “Allah buyuruyor ki, o insan erkeğin sulbünde ve
kadının teraibinde (yani erkeğin spermi ve kadının yumurtacığında olan) az bir su
değil miydi?”[62] Bundan sonra
insanın yaratılışı, otomatik bir oluşla, kendi kendine olmakla, artık varlık kendi
kendine devam etmektedir. Böylece hilkatin takdirden farklı bir şey olduğu ortaya
çıkmaktadır. Çünkü takdir kâğıt üzerinde işlenen bir plan ve tespit edilen
şekilledir. Hâlbuki hilkat ise deri üzerinde işlenmiş olan şekillerdir. Takdirde
yaratma işi, henüz daha fiilen başlamamış ve mahlûkat yaratılmamıştır. Hilkatte
ise yaratma işi fiilen başlamış ve yaratmaya başlama gerçekleşmiştir. Yalnız
tezahürü için zamana ihtiyaç olabilir. Allah bu ayette
yeryüzünde olan her şeyi bizim için yaratmış olduğunu bildiriyor. Yani her şey
bizim olacak şekilde sünnetüllah: Allah’ın koyduğu doğal kanunlara tabi tutulmuş
olup zaman, bu kanunların gereklerini yerine getirmekten ibarettir. İşte Allah deriyi
ölçülendirmiş, bizim usulüne göre faydalanmamız için yani varlıkların uyması
gereken kanunlara ters düşmeden, onların en doğal bir şekilde hizmet etmeleri için
tabiat bize sunulmuştur. Leküm : Sizin
için demektir. Buradaki “siz” den maksat, yeryüzüne halife kılınan ve Allah’ın
Kuran’da anlattığı ve muhatap kıldığı insandır. Nitekim bundan sonra gelen
ayetler[63]
bu hususları açıklığa kavuşturacaktır. Buradaki lam harfi[64]
istihkak için gelmişse yeryüzünde olan her şeyin bizim hakkımız olduğunu ifade
eder ki, bu, bizim yeryüzünde Allah’ı temsil etmemize karşılık olarak verilmiş
olan bir ücrettir, diyebiliriz. Lam ihtisas için
gelmişse yeryüzünde olan her şeyin yalnız bize ait olduğunu bildirmiş olur ki,
birinci manada insanın malik olduğu, ikinci manada ise insandan başka hiçbir
varlığın mülkiyet hukukuna müstahak olmadığı ifade edilmiş olur. Lam talil için
gelmiş ise yeryüzünde mevcut olan her şeyin, insanın var edilmesi sebebiyle
yaratılmış olduğunu gösterir ki, o zaman her şey insan içindir esası ortaya
çıkar. Fahreddin Razi bu
ayeti ibahacıların (yani İslam’ın haramlar ve yasaklar konusundaki bütün
kısıtlamalarını kaldırarak her türlü davranışı helal ve serbest sayan aşırı
gidenler ekolünün) delil getirerek, Allah her şeyi herkes için yaratmıştır.
Böylece hiçbir şey asla bir kişiye mahsus olamaz, demelerine karşı şöyle bir cevap
veriyor: Bu zayıf bir görüştür. Çünkü Allah Teala bu ayette kül ile külü
mukabele etmiştir. Onun için bu bireyin birey ile mukabelesini gerektirir. Cemiye
karşı cemi, çoğula karşı çoğul sığası kullanıldığı zaman bu, bir şeye
karşı bir şey demek anlamına gelir. Neyin kime ait olacağı meselesi ise başka
tafsili delillerle ortaya çıkar. Fıkıhçılar bu ayetten usul-ü fıkıhta da
bahsettiğimiz gibi, eşyada asıl olan şeyin mubahlık olduğunu çıkarmışlardır.[65] Yalnız bu iki
görüşü bağdaştırmak ve aralarını bulmak da mümkündür. Her fert her şeye
ayrı, ayrı değil, bütün insanlar, yeryüzündeki bütün mallara ancak kendilerine
düşen pay kadar sahip olurlar. Herkesin özel mülkiyeti, toplumun mülkiyeti içinde
mütalaa edilir. Yani İslam ekonomisinde mutlak mülkiyet yok, ancak sınırlı bir
mülkiyet hakkı vardır. Ma : Şey
veya şeyler demektir. Bu kelimenin anlamı az önce yukarıda geçti. “Minma razaknahum” ayetinde uygulanan anlamlar
aynen burada da geçerlidir. Herkes kendi
payına düşen şeyin sahip ve malikidir. Çünkü çoğul kalıbı, çoğul kalıbına
mukabil kullanılmıştır. Şu halde insan malik, eşya ise mülktür. Zaten bütün
mallar mülktür. Buna karşı bütün insanların da malik olacakları açıktır. Esasen
eşyada asıl olan, onun mülk olmasıdır. Binaenaleyh hiçbir kimse sahip olduğu bir
şeyin maliki olduğunu ispat etmekle mükellef tutulamaz. Belki onun sahip ve maliki
olmadığını başkalarının ispat etmesi gerekir. Fi : Zarfiyet
için olup “de” anlamına gelir. Bundan başka maiyet, talil ve üzerine anlamlarına
da gelir.[66]
Fi harfinin burada
zarfiyet olduğunu kabul edersek o zaman mana, yerin içinde olan her şey demek olur ki,
bu da kara, deniz, hava ve yeraltı servetleri demektir. Arz, yeryüzü demek olduğundan
saydığımız bu tabakaları içersine almaktadır. Nitekim Elmalılı da bunların
hepsini saymıştır. [67]
Bazıları da yeraltı servetleri gibi, genel bir tabir kullanmaktan çok mesela madenler
deyip isim olarak tasrih etmişlerdir.[68]
Fi harfine
“üzerine” manası verdiğimiz zaman arz yuvarlağı olarak ifade edilmiş olur ki,
yeryuvarlağının üzerinde olan her şeyin insanlar için yaratılmış olduğu ve
onların mülkiyeti altında bulunduğu anlaşılmış olur. Burada Allah yeri
sizin için yarattı denilmeyip de yerin içinde olanları sizin için yarattı
buyrulması, arzın kendisinin bizim için yaratılmış olmadığını gösterir.[69]
Bu da insanların arzda aynı menkul mal mülkiyetinde olduğu gibi bir mülkiyet hakkına
sahip olmayacaklarını gösterir. İnsanlar arza, arazinin kendisine değil de ancak
üzerindeki olan şeylere sahip olabilirler. İşte bu husus İslam ekonomisinde toprak
anlayışı ve toprak düzeninin temelini teşkil etmektedir. Aslında bütün
topraklar, toplum adına ve toplum olarak devletindir.[70]
Çünkü toprağı kimse istihsal etmemiştir. Zira Allah ayette “Doğrusu insanın
çalışmasından (ürettiğinden) başka bir şey yoktur” buyuruyor.[71]
Hatta bu durum mesela Henry George gibi, bazı batılı düşünürleri, her şey
hakkında mülkiyeti kabul ettikleri halde toprak mülkiyetini kabul etmemeye ve toprak
mülkiyetini gayr-i meşru saymaya sevk etmiştir.[72]
Eski Yunan’da ve Roma’da da toprak hakkında birtakım görüşler ileriye
sürülmüş ve kanunlar çıkarılmıştır. Isparta’da Likürk kanunları, toprağın
mülkiyetini devlete vermiş, Sezar da toprağa sahip olanların devlete vergi vermeleri
gerektiği prensibini getirmiştir.[73] İslam ekonomisinde
toprak düzeni de yine kendine mahsus bir özellik arz eder. Toprağa sahip olmanın ilk
şartı onu ihya etmektir. Bu konuda muhtelif varyantlı birçok hadis rivayet
edilmiştir.[74] Toprak işlenilip kullanıldığı müddetçe ona
olan sahiplik de devam eder. Hz. Peygamber’in sahipsiz boş toprakların her şeyden
evvel devletin malı olduğunu, fakat buraları ihya edenlerin ona sahip olacağını,
ancak toprak üç yıl kullanılmayıp boş bırakıldığı takdirde bu hakkın
düşeceğini dile getiren hadisi vardır.[75]
Bunun dışında bireylerin arazilerini ellerinden almak, ancak onların kendi rızaları
ile mümkündür. Hz. Ömer devrinde uygulanmaya başlayan “ikta” usulü[76]
bile devlet başkanına fazla bir yetki vermemiştir.[77]
“Devlet başkanı, kişilere ancak kendi tasarrufu altında bulunan ve emirlerinin
hüküm sürdüğü yerlerden ikta yapabilir; sahibi ve müstahakkı meydanda olan
toprakları ikta yapması sahih değildir.”[78]
Ancak toprak sahibi arazisini kullandığını, ekip biçtiğini ispat etmesi demek olan
vergisini (öşür veya haracını) devlete verecektir. Böylece İslam ekonomisinde arazi
mülkiyeti ödenen vergi ile sabit olup elde bulunan tapu senetlerinin İslam’ın
getirdiği bu anlayışa göre bir anlam taşımasa gerektir. Çünkü Allah, arzın ve
arazinin kendisini mülkiyete mevzu yapmamıştır. Böylece mülkiyete konu teşkil eden
şeyler, yerin üzerinde bulunan şeylerdir, diyoruz. El-Arz : Yere
denir.[79]
Bundan sonraki ayette açıklanacağı üzere arz etrafı sularla kaplı olan
yeryuvarlağının insanların yaşamalarına elverişli bulunan tabakasıdır. Bu tabaka
dört kısma ayrılır: a) Denizler: Bunlar
tam su tabakalarıdır. b) Karalar:
Üzerinde hava, su ve toprak karışımı olan yerlerdir. c) Yeraltı
sahaları: Toprak ve su karışımı olan yerlerdir. d) Yerüstü
Sahaları: Toprak ve hava karışımı olan yerlerdir. Suyun
bulunmadığı yerler, hayat için elverişli değildir. O halde arzın diğer
sahalarında insanların mülkiyet hakları yoktur. Bu ayette
arazilerin pay edilerek bireylerin özel mülkiyetine girdiği ifade edilmiştir. Bu pay
edilme işleminin nasıl yapıldığını bundan sonraki ayetler açıklayacaktır. Cemian : Bir
yere yığılmış olan hurma yığınına cem’ denir. Hurmayı değişik ağaçlardan
toplayıp bir yere yığmaya cem’an: cem etmek denilmektedir. Buna benzetilerek
avuçlamaya, parmakları bir araya toplamaya ve dağınık şeyleri bir araya getirmeye
el-cum’ denilmiştir.[80]
Bugün artık ne olursa olsun bir araya getirip toplamaya cem’ denilmektedir. Cemi’
ise bir araya getirilmiş ve bir arada toplanmış olan şeye denilmektedir. Böylece
yeryüzünde mevcut olan malları ayrı, ayrı değil de hepsini birden
düşündüğümüz zaman işe daha çok yarayacağı açıkça ortaya çıkmaktadır.
Zira mallar bir araya getirilince birbirini tamamlarlar ve böylece fayda daha çok artar.
Bundan dolayıdır ki, kapalı ekonomi sistemini uygulamak bugün imkânsız hala
gelmiştir, diyebiliriz. Bunun için herkes az çok açık ekonomiyi tatbik etmek
zorundadır. Bir taraftan herkesin kendisine mahsusu bir malı varken diğer taraftan da
bütün mallarla bir birlik şartı koşulmuş gibi olur. İşte mübadele, kiralama,
ithalat ve ihracat sistemleri herkesin mülkiyetini korurken bir yandan da mallar
arasındaki birliği sağlamak için konulmuş iki kurumdan başka bir şey değildir. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar 1- Kara, deniz hava
ve yeraltı sahalarında olan şeyler, mülkiyete mevzudur. 2- Yeryüzünün
kendisi ile ona ait olmayan şeyler mülkiyete mevzu değildir. 3- Herkesin ve her
topluluğun kendisine ait bir mülkü ve malları vardır. 4- Yeryüzündeki
mallar birbirini tamamlayıcı mahiyette olduklarından ülkelerin kapalı ekonomi
sistemini uygulamaları kendileri açısından zararlı olur. 5- Bir taraftan
özel mülkiyet korunup kollanırken diğer taraftan da mübadele, icar, kiralama, ithalat
ve ihracat gibi mal değiş tokuşunu ve malların dünyanın bir tarafından diğer
taraflarına da hareket edip nakledilmesini sağlayan esasların konulup böylece mal
bütünlüğünün gerçekleştirilmiş olması gerekir. Buna karşı konulmuş olan
gümrük ve buna benzer her türlü engel ve muameleler İslam ekonomisinde gayri meşru
olup yarardan daha çok zarar getirirler. 6- Kullanmayan,
ekip dikmeyen kimselerin toprak ve arazileri ellerinden alınır. Bunun dışında
rızaları olmadan kişilerin toprakları ellerinden alınmaz. Onların bu mallarını
ellerinden almak hukuka aykırı olup özel mülkiyet hakkını zedeler. 7- Özel
mülkiyetin, malların meşru yollarla başka kimselere devri ve nakledilmesi açısından
aynı zamanda sosyal bir yönü de vardır. 8- İnsandan başka
mülkiyete layık ve müstahak bir varlık yoktur. Her şey insan içindir. 9- Malların
vasıflarına, ayrıcalıklarına ve türlerine göre, ayrıca bölge ve kıta
şartlarına göre mübadele, ithalat ve ihracat gibi ekonomik olaylar doğal olup fayda
sağlarlar. 10- İslam
ekonomisinde toprak devletindir. Ancak bireyler onu kullanma hakkına sahip olurlar. Onlar
bu toprağı elde tutup kullandıkları için kaldırdıkları ürünün onda birini
devlete vergi olarak verirler. 11- Tarlasını
üç yıl boş bırakan, ekip dikmeyen kimsenin arazisi elinden alınır ve bedeli
kendisine ödenerek, toprak başka bir kişiye verilir. 12- İkta usulü
ile devletten toprak alan kimseler, onu ihya etmek suretiyle sahip olurlar. Bu toprağın
onda bir vergisini devlete verdikleri müddetçe onların bu sahipliği ve mülkiyet
hakları da devam eder. Bakara Suresi 2/
Ayet: 30 “Ben arzda bir
halife yapacağım” İnni : Ben
demektir. Allah, insanı halife yapacağından bahsederken, biz veya Allah demiyor da
“ben” diyor. Bu suretle Allah insanı hilafet vazifesi ile görevlendirirken bir
aracı ve vasıta kullanmayacağını ifade etmiş oluyor. Ancak burada aracı yapılan
insanın bizzat kendisidir. Artık o, Allah tarafından aracı tayin edilmiş bir
görevlidir. İnsan, Allah’ın yeryüzü görevlisidir. Bu konuda Kuran-ı Kerimde
şöyle buyrulmaktadır. “Şüphesiz ki, yeryüzü Allah’ındır; O kullarından
dilediğini ona mirasçı kılar.”[81]
Böylece insanın doğrudan doğruya Allah’ın halifesi, yeryüzü görevlisi olması,
onu bir yandan üstün mertebelere yükseltirken diğer yandan da çok ağır görevler
yüklemiş bulunmaktadır. İnsanın bir
kişiliği vardır. Ona bu kişilik ve şahsiyet Allah tarafından verilmiştir. Hiçbir
kimse insanın bu kişiliğini onun elinden alma gücüne, hak ve salahiyetine sahip
değildir. Kişilerin şahsiyetleri ellerinden alınamaz. Bu sebeple kölelik bile sadece
vatandaşlık hak ve vazifelerinden bir mahrumiyet olup asla kişilikten mahrumiyet demek
değildir. Bunun için köle zimmet ve zilyet hukukuna sahip olup yaşama, evlenme,
davacı - davalı olma ve kısas… gibi bir takım haklara sahiptir. Zaten köle en
kemaliyle dini hakların hepsine sahip bulunmaktadır.[82]
Küçük çocuklar da kişiliğe sahiptirler. Yalnız onlar bir tasarrufta bulunamazlar.
Onlar velileri tarafından temsil edilip velilerine her alanda onları temsil etme yetkisi
verilmiştir. Ancak hiçbir velinin çocuğun kişiliğine dokunma yetkisi yoktur.[83]
Halifelikten
maksat, Allah adına bütün yeryüzünü imar etmek, insanları idare etmek ve insanlar
arasında Allah’ın emir ve tavsiyelerini uygulamaktır.[84]
Bu Allah’ı temsil etme yetkisi ve devleti temsil etme yetkisi herkese verilmiş olan
bir yetkidir.[85]
Devlet içinde her birey, hiçbir aracı bulunmadan ve kullanmadan doğrudan doğruya
devleti temsil etme yetkisine sahiptir. Bunun için her birey devlete karşı sorumludur.
Amirlere karşı sorumluluk ise ancak mevzuata uygunluk çerçevesi içersinde olur. Onun
için İslam ekonomisinde amirlere karşı sorumluluk yoktur. Yazılı da olsa amirlerin
gayri meşru olan emirlerine uyup yerine getirenler sorumlu olurlar. Çünkü İslam
ekonomisinde gayri meşru şeyleri emreden bir amire uyup itaat etmek yoktur.[86]
Onun için ülü’l-emr olan hükümetler devleti her yerde temsil edemez. Yani
hükümetler devlet demek olmayıp onlar sadece kendilerine yetki verilmiş olan yerlerde
devleti temsil edebilirler. Mesela ekonomideki fiyatlar meselesi hükümetlerin işi
olmayıp fiyatlar düşüp yükseldiği zaman bu konuda görevli olan hükümetler değil,
teker, teker devletin temsilcisi olan bireylerdir. Hükümetlere fiyatlara müdahale etme
hakkı verilmemiştir; onların böyle bir hakları yoktur. Bu konuda Hz. Peygamber’den
çok şiddetli bir hadis rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber zamanında bir ara pahalılık
oldu. Sahabiler Hz. Peygambere gelip ya Resülellah, fiyatlar yükseldi ve pahalılık
oldu. Onun için fiyatlara müdahale edip narh koymaz mısınız, dediler. Hz. Muhammed bunların ise onların bu teklifin şu
sözleriyle karşılık verdi "Fiyat koyan, kıtlık ve bolluk yapan ve rızık veren
Allah’tır. Allah'a yemin ederim ki, ben size kendiliğimden ne bir şey verebilirim ve
ne de men edebilirim. Ben ancak bir hazinedarım; işleri emir olunduğum gibi yaparım;
veren ise Allah’tır. Ben mal, can ve kan hususunda hiç kimsenin hakkını üzerime
geçirmeden Allah'a kavuşmak istiyorum"[87]
Bu yüzden hükümetlerin fiyat koyup narh tayin etmesi zulümdür. Çünkü fiyatların
düşüp yükselmesi bireylerin üretim ve tüketim, böylece toplumda arz talep
dengesinin kaybolmasından ileri gelir. Bu ise herkese yani devlete ait bir şeydir. O
sebeple hükümetler buna karışamaz. Diğer taraftan bir malın fiyatını koyma hakkı
sadece onun sahibine aittir. Kişiler mallarını kendi rızaları ile diledikleri
fiyattan satabilirler. Onun için fiyat koyma hakkı mal sahiplerine verilmiştir. Bu hak
onlara hükümetler tarafından verilmiş değildir. Bu sebeple hiçbir hükümetin
kişilerin bu haklarını ellerlinden alıp fiyatlara müdahale etmesi meşru olamaz. Câilün : Ca’len yapmak
demektir. Bu fiil, iki meful alır. Bir mefule teaddi ettiği zaman halk: yaratmak
anlamına gelir.[88]
Ca’l, tencereyi bezle tutup ocaktan indirip yerine koymaya denir. Bunun için
kullanılan bezlere el-cuaale adı verilmektedir.[89]
Sonraları bu kelime bir şeyi bir yerden alıp başka bir yere yerleştirmek anlamında
kullanılmıştır. Bugün bir şeye bir hususiyet kazandırmak istediğimiz zaman bu
kelimeden faydalanırız. Bu ayette insanın
yeryüzüne halife yapıldığından bahsedilmektedir. İnsanın esas bulunacağı yer,
yeryüzü olduğu için onun buraya getirilip yerleştirildiğini ifade etmek üzere bu
kelime kullanılmış olabilir. İnsan cennette bulunuyordu. Sonra tencerenin ocaktan
alınıp sofraya konduğu gibi getirilip yeryüzüne konmuş ve kendisine bir takım
görevler verilmiştir. Bu cailün kelimesinden bu anlamları çıkarmak mümkündür. Diğer taraftan da
zaten var olan insan yeryüzünde hilafet görevi ile vazifeli kılındı denilmektedir.
Gerçekten burada ca’l kelimesi kullanıldığı halde başka yerlerde “Ben topraktan
bir insan yaratacağım”[90]
buyrulurken “halk” kelimesi kullanılmıştır. Bu kelimenin kullanılması ile
insanın bir taraftan devletin bir uzvu, diğer taraftan da kendi kişiliğini koruyan
ayrı ve müstakil bir varlık olduğu açıklanmış olmaktadır. Burada ca’l
kelimesi ism-i fail kalıbında kullanılmıştır. İsm-i fail kalıbı daha çok gelecek
zamanda sürekli olarak yapılacak işler için kullanılır. Bu suretle Allah, meleklere
hem ileride yapacağı bir şeyi önceden haber verdiğini ifade etmiş hem de insanın
bir defa var edilip bırakılmayacağına ve onun devamlı olarak bir gelişme içinde
olacağını bildirmiş oluyor. Allah, arıları da
yüksek bir düzeyde yaratmıştır. Ancak arılar ilk yaratıldıkları günlerde ne
biliyorlarsa bugün de onu biliyor ve onu yapıyorlar. Hâlbuki insanoğlu devamlı olarak
değişip gelişmektedir ve her geçen gün bir başka yenilikler içinde olur. Dünü
bugüne uymamaktadır. İşte bunu ifade etmek için ca’l kelimesi ism-i fail kalıbı
ile getirilmiş olabilir. İnsanın yeryüzündeki hilafet görevi gittikçe genişlemekte
ve her gün insanoğlu dünyaya daha fazla hâkim olabilmekte ve yeni, yeni hâkimiyet
alanları da keşfetmektedir. Bu hal kıyamete kadar devam edecek; insanoğlu hiçbir
zaman hâkimiyetin sonuna gelemeyecektir. İşte Allah insanın bu dinamizmini ca’l
kelimesini, bu ayete ism-i fail olarak getirmekle bildirmiş oluyor. Bu gerçek bizi
planlama ve standartlama sahalarında sınırlı davranmaya ve kayıtlar koymaya
götürür. Planlama ve standartlama bahaneleri ile de olsa gelişmeyi önleyici, insanın
teşebbüs kabiliyetini kırıcı buluş ve icatlara engel olucu kural ve kaideler
konamaz. Hiçbir kimse insanın elindeki mutlak hilafet yetkisini kısıtlayamaz. Ekonomiyi insanın
daha çok malı tasarruf etmesi şeklinde kabul edecek olursak, onu hilafet görevini
genişletmek biçiminde de tarif etmemiz her halde mümkün olur. Daha önce de geçtiği
üzere halifelik, Allah adına bütün yeryüzünü en güzel bir biçimde imar etmek,
insanları idare etmek ve insanlar arasında Allah’ın emirlerini uygulamaktan
ibarettir.[91]
Câilün
kelimesinin nekre olarak gelmesi Allah’ın insanı yalnız halife olarak var etmesiyle
kalmayıp ona bizim bilmediğimiz başka şeyler de verdiğini belirtmektedir. Esasen
gelecek zamana delalet eden bir ism-i failin nekre olarak gelmesinden daha tabii bir şey
olamaz. Çünkü yapılacak olan şey, gelecekte olacaktır ve bu sebeple de bizim bunu
bilmemiz mümkün değildir. Zira mevcut olmayan bir şey bilinemez. Öyleyse bu maarife
değil, nekre olarak gelmesi uygundur. Burada “innî” denilmesi de önemlidir. Ene: Ben
denilmeyip de innî: gerçekten ben diye tekitli
olarak getirilmesi hilafet görevini verme işinin ancak Allah’a mahsus bir şey
olduğunu belirtmektedir. Fi : Aslında
bu kelime zarfiyet için olup “de” anlamına gelmekle beraber yukarıda geçtiği gibi
başka manalara da gelir.[92]
a) Zarfiyet için
gelir. O zaman yerin içinde bir halife koyacağım demek olur. Dolayısıyla yeraltı ve
yerüstü sahaları insanın hükümranlığına verilmiş olur. Zarfiyette miyarda
olduğu gibi istiap gerekmediği için[93]
insanın her yere varmış olması gerekmez. Yalnız bu ifade ile insanın varma
imkânına sahip olduğu anlaşılabilir. Bu bize kara, deniz, hava ve yeraltı
sahalarının insanların emrinde olduğunu gösterir. Allah Kuran-ı Kerim’in birçok
yerlerinde güneşi, ayı ve gökte olanları, denizleri, ırmakları ve yerde olanları,
gece ile gündüzü insanoğlunun hizmetine sunduğunu ve bunların ücretsiz olarak onun
için üretim yaptıklarını açıklamaktadır.[94]
b) Fi bazen lam
manasında kullanılır. Bu takdirde “Ben inanı yer için halife yapacağım” onu
yerin işlerini yapmak için görevlendireceğim, demek olur. O zaman burada insanın
yeryüzünü imar etmedeki görevine işaret edilmiş olur. c) Fi bazen de
“ala” anlamına gelir. Bu takdirde ben insanı yerin üzerine halife kıldım anlamı
çıkar. Böylece insanın yerin merkezine değil de sadece sathına halife olduğu ve
orasını istilaen hâkimiyeti altına alacağı ifade edilmiş olur. Böyle olunca da
insanın yeryüzünü imar etmek ve daha fazla yaşamaya elverişli hale getirmek
gayesiyle kara deniz, hava ve yeraltı sahalarında görevli kılınmış olduğuna
işaret edilmiş olur. Arz : Yer
demektir. Bunun Türkçedeki yurt, hatta yer kelimeleri ile akrabalığı olsa gerektir.
Almancada “Erde”, İngilizcede “Earth” denilmektedir. Bu kelimenin Fransızcadaki
tere kelimesi ile de yakınlığı olabilir. Arz esasen
davarların bacaklarından alt tarafa doğru olan kısmına denir.[95]
Atın sırtına da sema adı verilir.[96]
Yani aşağı yukarı bir vücudun bel hizasından alt tarafına arz, yukarı kısmına da
sema denir diyebiliriz. Bunlar sonraları yeryüzünün ve gökyüzünün adları
olmuşlardır. Daha sonra ise yer yuvarlağının ve gök boşluğunun adları olarak
kullanılmaya başlanmışlardır. Burada eğer fi
harfinin zarfiyet için olduğunu kabul edersek, yeryüzü manası; istila için olduğunu
kabul edersek, yerküresi manasının kastedilmiş olduğunu anlarız. Arz kelimesi
bütün yeryüzünü içersine alacağı gibi, yeryüzünün bir parçasına da arz
denilmektedir. Hatta daha küçüklerine kullandığımız arsa kelimesi de herhalde
buradan gelmiş olabilir. İşte insan güneşin etrafında bulunan gezegenlerden
üçüncüsü olan bu arzın yüzünde kara, deniz, hava ve yeraltı sahalarında halife
kılınmıştır. Arz kelimesinin
harf-i tarifle gelmiş olması onun bilinen arz olduğuna delalet eder ki, bu bize
insanın başka arzlar için yaratılmadığını gösterir. Nitekim başka yerlerde[97]
“sizin için arzda yerleşme yeri ve meta vardır” buyrulmaktadır. Yine bu kelimenin
maarife ve tekil olarak gelmesi, insan (Âdem) oğlunun göklere gidip yerleşme
imkânını şimdilik bulamayacağına işaret etmiş bulunmaktadır. Ancak bu yasak
insanın oralarda seyahat edip dolaşmasına mani olmasa gerektir.
Halîfeten : Half, arka taraf
demektir. Mukabili ise kuddam: Ön taraftır. [98]
Bununla beraber karşı yöne de “half” denilmektedir. Buna göre “Yemin” (sağ)
kelimesinin halfi “yesar” (sol) dır. Fevg (üst taraf) kelimesinin halfi ise taht
(alt)dır. Önce geçene selef, sonra gelene ise halef denir. Bir görüşün
karşısında olan görüşe de hilaf denilmektedir. Burada “halife”
kelimesi ism-i fail anlamında kullanılmıştır. Çünkü aynı kalıpta gelen ism-i
mefullerin sonuna “t” harfi gelmez.[99]
Bu harf, kelimenin ism-i meful olmayıp ism-i fail olduğunu belirtmek için gelmiş
olabilir ve manada mübalağa ifade etmektedir.[100]
Öyleyse bu kelimenin manası başkasının yerini alan halef olan demektir. Muhalif olan
ve karşı çıkan anlamı da verebiliriz. İnsan yeryüzünde
Allah’ın vekili ve onun memuru durumundadır. Çünkü Allah, yeryüzünü bir vasıta
ile idare etmeyi murad etmiş ve insana kendi adına yeri idare ve imar etme görevini
vermiştir. Artık insan yeryüzünde Allah’ın halifesi olmuştur. Bunun için bireyler
kendi görevlerinde Allah için [101]vekâlet
edecekleri gibi topluluklar da devlet olarak Allah’ı temsil ederler. Allah kelimesine
toplum, cemiyet ve devlet anlamı verilmesi bu gibi ayetlere dayanır. Bununla beraber
insan Allah’a haleflik yaparken aynı zamanda ona muhalefet de etmekte ve ona karşı
gelmektedir. Zaten Allah’a isyan edebilen ve ona karşı çıkabilen tek varlık da
inandır. Şeytan ise insandan değil, cinler âlemine mensuptur. İnsanlar ayrıca
birbirlerine muhalefet etmekte de tek varlık durumundadırlar. Çünkü insanlar
birbiriyle savaşmakta çeşitli fikirler yüzünden zıt cepheler kurmak suretiyle
karşı karşıya gelmekte ve böyle ardı arkası kesilmeyen sonsuz bir çatışma
içinde bulunmaktadırlar. Hatta bir tek insanın bile iç ve dış âlemi daima iki zıt
kutbun çekişmesi ve çatışmasına benzer diyebiliriz. “İşte bizzat insanın
kendisinde savaş olmaktadır. İnsan savaş meydanıdır; orada ya kazanır veya
kaybeder.”[102]
İşte bütün
bunların halife kelimesi ile ifade edildiğini söyleyebiliriz. Allah yeryüzüne insanı
kendisine halife yapmış onu böylece aynı zamanda en üstün bir mertebeye çıkarmış
ve birbirleriyle çatıştırarak muvazeneyi sağlamış ve dengeyi kurmuştur. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Yeryüzünün
sahipleri ortaklaşa ve kolektif olarak insanlardır. 2- Her bireyin ve
her topluluğun bir kişiliği vardır. 3- Hükümetler
devleti ancak kendi görevli oldukları yerlerde temsil ederler; her yerde temsil
edemezler. 4- Hiçbir birey
kişilikten mahrum edilemez. 5- Ekonomi,
insanın hâkimiyet alanını geliştirip genişleten bir kurumdur. 6- Ekonomi insan
nüfusunu artıran ve dolayısıyla yeryüzünün imar edilmesini sağlayan faaliyetler
zinciridir. 7- İnsan devamlı
olarak gelişme halinde bulunan bir varlıktır. 8- İnsan, kara,
deniz, hava ve yeraltı sahalarına sahiptir. 9- Toplumlar,
savaş yapmak suretiyle hâkimiyet alanları paylaşırlar. 10- Herkes kendi
mülk ve mülkiyetinde düzenin icaplarına uygun olarak tasarruf yapabilir. 11- İnsan bir
taraftan devletin bir uzvu ve organı, diğer taraftan da kendi şahsiyetini koruyup devam
ettiren bir varlıktır. 12- Bireyler,
amirlerin ve hükümetlerin gayri meşru olan emirlerini dinleme durumunda değildirler. 13- İnsan (Âdem)
oğlu için yaşayıp hayat sürülecek yer yeryüzüdür. 14- İnsanın
halifelik görevi, Allah adına bütün yeryüzünü, en güzel bir biçimde imar etmek,
insanları idare etmek ve insanlar arasında Allah’ın emir ve tavsiyelerini
uygulamaktan ibarettir Bakara Suresi2/
Ayet: 36 “Bazınız
bazınızın adüvvüdür.” Bazuküm :
Ba’z, bir nesnenin bir kısmı demektir.[103]
Bir şeyin bir parçasına ba’z denildiği gibi, bir topluluğun bir kısmına da ba’z
denir ki, Türkçede bunun karşılığında “kimi” kelimesi kullanılır. Ba’udat, aslında
hayvanların, canlılar âleminin en küçük parçası demektir.[104]
İçi boş, çok küçük bir hortuma sahip olduğu için ve yine küçük bir yapısı
bulunduğundan sivrisineğe de baudat adı verilmiştir.[105]
Bu kelime böylece Kuran-ı Kerim’de geçmektedir.[106]
Bu kelime Türkçe meallerde sivrisinek diye tercüme edilmiştir. Bununla beraber kelime
mübalağa kalıbında olduğu ve sonunda bulunan “t” harfi ile mübalağa ism-i meful
kalıbında geldiği anlaşılmaktadır.[107]
Bunun için bu kelime ziyade küçük, en küçük anlamlarına gelebilir. Bu sebeple baudat kelimesi bir canlının en küçük
parçası veya canlılar âleminin en küçük canlı varlığı anlamına gelir ki, bu da
en küçük hücre bakteriyi veya en küçük
canlı olan virüsü[108]
hatıra getirmektedir. Nitekim bu ayetin tefsirinde bazı müfessirler mikroptan söz
etmektedirler.[109] Bu ayette
insanların birbirlerine karşı düşman olacakları ifade edilmektedir. Canlılar
âleminde bir denge vardır; bu denge onların birbirlerine karşı olan hareket ve
davranışlarıyla sağlanır. Canlı varlıklar diğer canlı varlıklardan faydalanarak
ve onları yemek suretiyle hayatlarını devam ettirirler. Eğer bu faaliyetlerini
yapmazlarsa varlıklarını sürdüremezler. Daha kuvvetli olan canlılar kendilerinden
daha aşağı ve çok daha zayıf olanları yiyip yok ederler. Kendileri de bir
başkaları tarafından tüketilip yok edilirler. Diğer canlı
varlıkların kendi türleri arasında da savaş vardır. Fakat onların bu kavga ve
savaşları insanlardaki kadar fazla değildir. Onlardaki bu mücadele insanlara göre
daha az olup fazla savaş görülmez. Böylece bir tür, başka bir tür hayvanla
savaşını sürdürür. Eğer başarılı olursa o, bu başarı derecesine göre
hayatına devam eder. İnsan ise aklı sayesinde varlıkların en güçlüsü ve en
kuvvetlisi olduğu için ve insan en donanımlı canlı bir varlık olduğu için
hayatını devam ettirmek üzere mücadele vereceği bir başka tür bulunmadığından bu
mücadele ve çatışma onların kendi aralarında olmakta ve bu durum hep böyle devam
edip gitmektedir. İşte canlılar arasında bulunması lazım gelen denge, insan neslinde
böyle sağlanmaktadır. İnsanlar arasındaki bu mücadele, çatışma ve savaşın,
nüfusu düzenleme, insanları devamlı olarak çalışmaya sevk etme ve yarış yapmaya
sürükleme gibi birçok faydaları da vardır. Bu meseleye tabiatta canlılarda var olan
doğal ayıklama açısından bakacak olursak şöyle söyleyebiliriz. Bu doğal ayıklama
ve tasfiye, diğer canlılarda türler arasında olurken insanlarda ise onların kendi
aralarında olmaktadır. Onun için savaş gücünü kaybeden toplumlar yeryüzünden
çekilip gider ve onların yerine daha kuvvetli olan nesiller gelir. Savaş korkusu
insanları birbirlerine yaklaştırır ve hatta birleştirir. Böylece de sosyal düzende
büyümeler ve gelişmeler meydana gelir. Yalnız burada savaş derken bundan sadece harbi
anlamamak gerekir. Çünkü insanlar arasında dini, ilmi, içtimai, iktisadi ve teknik
savaşlar da cereyan etmektedir. Hz. Peygamberin bu konudaki hadisi bize mücadele,
çatışma ve savaşın kıyamet gününe kadar devam edeceğini bildirmektedir. “Ümmetimden
bir taife kıyamete kadar hak yolda mücadele etmeye devam eder; hatta onlardan sonuncusu
Deccal ile mücadele eder”[110] Burada ba’z
kelimesi muhatap çoğul zamirine izafe ederek geldiğinden bütün insanlığın bu
mücadele, çatışma ve savaş düzeni içinde olduğunu söyleyebiliriz. Bazınız
bazınıza (bazınız için) düşmandır, denilmiştir. Burada “ala”: üzerine
kelimesi daha uygun gibi gelirse de düşman olanların aslında kendi aleyhlerinde
olduklarını, fakat bu düşmanlığın, kendilerine düşmanlık yapılan kimseler için
ise onların lehinde olduğunu ifade etmek üzere lam (için) kelimesi kullanılmıştır,
diyebiliriz. Aslında karşımızda bir düşmanın bulunması bizi motive etme
açısından bizim lehimizedir. Çünkü düşman bizim uyanık olmamızı, iyi
çalışmamızı ve çeşitli tedbirler almamızı, aramızda birlik ve beraberlik
kurmamızı sağlar. Hâlbuki biz güçlenirsek, düşman bize düşmanlık ettiği için,
onun bize olan bu düşmanlığı kendisine zarar verir. İşte bu yüzden “li ba’zın” : (bazınız için) denilmiş de
“ala ba’zın” (bazınız üzerine) denilmemiştir, diyebiliriz. Böylece burada
kendilerine nimet verilen kimselerin düşmanlık etmedikleri, ancak onların
düşmanlığa uğradıkları ifade edilmiş olduğunu anlamak istiyoruz. Zaten “size
kim saldırıda bulunursa, siz de ona yaptığı saldırının misli ile saldırın”[111]
şeklinde gelen ayetin bu anlayışı desteklediğini, söyleyebiliriz. ‘Adüvv : ‘Adv,
bir yere koşmak, seğirtmek demektir.[112]
Bir köpeğin avına koşması ‘adivdir. Birisini dövmek ve öldürmek gibi fiillerle
onun üzerine seğirtmeye ‘udvan, denmiştir.
Sonraları daha geniş anlamda karşı tarafı caydırmak, sindirmek ve yıldırmak
maksadı ile yapılan her türlü davranış, “udvan” olarak tarif edilmiştir.
İslam’da ve İslam ekonomisinde savaş dışından adavet etmek meşru
sayılmamıştır. Sadece az önce bir ayette geçtiği üzere misli ile mukabele etmek
vardır. Bu bakımdan bir tüccarın diğerini iflas ettirmeye çalışması, bir
işletmenin diğerini veya bir fabrikanın diğer bir fabrikayı devre dışına
çıkarması bir udvanlık sayılır. Hâlbuki bir tüccarın diğer bir tüccarı daha
ucuz bir fiyattan satışa mecbur bırakması ise bir rekabet sayılır ve rekabet İslam
ekonomisinde meşrudur. İslam ekonomisinde
“Allah alış-verişi helal kıldı”[113]
ayeti ile ticaret ve alış-veriş serbest hale gelmiştir. Alış-veriş böyle olunca
haliyle ticarette de rekabetin esas olacağı açıktır. Alış-verişte ve fiyatlar
konusunda herhangi bir baskı ve yönlendirme kesinlikle normal olamaz. Hatta fiyatların,
serbest rekabet prensiplerine göre arz ve talep kanunlarına uyarak gerçekleşmesi için
malların serbestçe satılmasına mani olan engeller ortadan kaldırılmıştır.
Çünkü Hz. Peygamber, malların Pazaryerine gelmeden yarı yolda karşılanmasını bile
yasaklamış ve “Satılmak üzere pazaryerine getirilmekte olan ticaret mallarını
yolda karşılamayınız”, buyurmuştur.[114]
Hatta Buhari “Mal Sahibi Fiyatı Söylemeye Daha çok Hak Sahibidir, başlığı
altında Hz. Peygamberin “Ey Naccar Oğulları, bana duvarınızın fiyatını
söyleyiniz, buyurduğunu nakletmektedir.[115]
Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Muhaliflerin
düşmanlık yapmaları doğru yolda olanların lehine çalışır. 2- Doğru yolu
tutanlar, kendi aralarında savaşmazlar, yarış yaparlar, rekabet yaparlar. 3- Doğru yolu
tutanlar için düşmanlık yapmak asıl değildir. 4- Bir tüccarın
başka bir tüccarı iflas ettirmek için çalışıp uğraşması, bir fabrikanın başka
bir fabrikayı devre dışı bırakmaya çalışması bir düşmanlık sayılır ve bu
kötü bir davranış olur. 5- Bir tüccarın
malını diğer bir tüccardan daha ucuza satması veya onu daha ucuz bir fiyatla satmaya
mecbur bırakması ise bir rekabet sayılır ve iyi bir davranış olur. Bakara Suresi 2/
Ayet: 36 “ve sizin için
arzda bir zaman kadar bir müstakar ve meta vardır” Lekum : Sizin
için. Bu sizin için hitabı yine insanoğlunadır. Aslında burada insanın lehine
yaratılmış olan bir şeyden bahsedilmektedir. Buradaki lam harfi mülkiyet için
gelmiştir. Bu mülkiyet, geniş anlamdaki mülkiyet olup intifa hakkının da içersine
alır. Fi’l-arzı :
Yeryüzünde demektir. Daha önce açıklanan anlamların hepsi burada da geçerli
olabilir. Müstakar :
İstikrar kelimesi “karar” veya “kurr” kökünden gelen bir kelimedir. Kurr ise sakin olmayı, donmayı gerektiren
soğuğa denir.[116] Piyasa fiyatının
gerçekleşmesinde amil olan arz ve talep değişmezse tam rekabet piyasasında
istikrarlı bir dengeden bahsedilir.[117]
İstikrarlı dengenin özelliğinden dolayı fiyatlar değişir; yükselir veya düşer.
Fakat sonunda yine eski yerine gelir. İstikrarsız dengeler ise böyle değildir.
İslam’ın getirdiği ekonomik düzende istikrarlı bir dengenin varlığından söz
edebiliriz. Güneşin kendi
istikrarını temin etmek için akıp gittiğini bildiren ayet[118]
istikrar kelimesinin anlam ve kavramını en güzel bir şekilde dile getirmektedir.
Çünkü burada böylece hem donmak ve hem de durmaktan bahsediliyor. Hem hareket etmek ve
hem de akmaktan söz ediliyor. Bu hareket etmek ve akmak, durmak için olan harekettir ve
denge durumuna gelmek için yapılan bir akmadır. Bu şekilde güneş düşüp diğer
yıldızlarla çarpışmamak için, onların çekimini (cazibesini) yenebilmek ve böylece
kendi yerini koruyabilmek için yörüngesi üzerinde akıp gider. İşte güneş bu
suretle istikrarlı dengesini sağlamış olur. İşte insan da
yeryüzünde karar kılmış ve burası onun duracağı ve yaşayacağı bir yer
olmuştur. Bu sebeple onun burada bir yer işgal etme hakkı vardır. Müstekarr ve
meta’ kelimeleri tekil olarak kullanıldıkları halde sizin için denilmek suretiyle
buradaki zamirin çoğul olarak getirilmesi, bütün inanların yeryüzüne ortak ve
kolektif olarak sahip olacaklarına işaret edilmiştir, diyebiliriz. Bu hususta onların
mutlak ve ayrı (parçalara bölünmüş) bir mülkiyetleri yoktur. Ancak bildiğimiz harp
ve mübadele vasıtaları ile bu yeryüzünün parçalarından ve kısımlarından ebedi
değil, geçici olarak faydalanma hakkına sahiptirler. Yani yalnız geçici olarak
faydalanabilirler. Çünkü ülkesinin iç düzenini sağlayamayacak kadar aciz düşmüş
olan devletler, başka devletler tarafından işgal edilir. Artık böylece sosyal ve
ekonomik düzen yeniden kurulur. Mesela Osmanlıların Bizanslıları ortadan
kaldırmaları bu doğal kanun ve kurallar neticesinde olmuştur. Kar getirmeyen
kurumlar da başka rakip kurumlar tarafından ortadan kaldırılarak malları daha çok
yararlı hale getirilir. İslam ekonomisinde mutlak mülkiyet de olmadığı için hiçbir
kimse geçmişteki mülkiyet hakkını gelecek için de sebep sayamaz ve gelecek için de
devam ettiremez. Biz bu hususları müstakar ve meta’ kelimelerinin tekil olarak
getirilmelerinden çıkarıp anlamak istiyoruz. Meta’ : Kuyudan
su çıkarmak için faydalanılan ipe mutat denir. Sonraları kullanılıp işe yarayacak
ipe matı’ adı verilmiş ve kendisinden faydalanılacak her türlü şeye de meta
denilmiştir.[119]
Meta maldan farklı
bir özelliğe sahiptir. Mülkiyete mevzu olsun olmasın, meta’da nedret sıfatı ve
nadir bulunma özelliği söz konusu değildir. Mal ise Hanefiler tarafından şöyle
tarif edilir. “Mal, insan tabiatının meylettiği, ihtiyaç vaktinde kullanılmak için
depo edilebilen şeydir.”[120]
Şafiiler malda depo edilme sıfatını şart koşmazlar.[121]
“Allah, malı dünyada insanların ihtiyaçlarını gideren bir vasıta olarak
yaratmıştır.”[122]
Şu halde mal, insanın kendisine ait olmasını istediği, dolayısıyla talebe konu
olabilen ve alınıp satılabilen her şeydir. Karı ile kocanın
birbirleri için meta’ olduğu Kuran-ı Kerim’de zikredilmektedir.[123]
Fakat bunlar hiçbir zaman bir mal değildirler. İstimta’, eşyayı kullanmak demektir.
Bazen meta’, da bu anlamda kullanılır. Ayette “sizin için yeryüzünde müstakar:
karar kılınacak yer ve meta’, İstimta edeceğiniz şeyler vardır” buyruluyor. Bu
iki kelimeyi Allah, bir leküm: sizin için zamirinde toplamıştır. Bu husus, yer işgal
etmekle o yerden faydalanma, aynı zamanda birlikte olacağını ifade etmektedir
diyebiliriz. Bu iki kavramı da ayrı, ayrı kelime ile getirmekle bunların farklı
şeyler olduğu belirtilmiş olmaktadır.
İstikrar, bir
mekânda sadece yer işgal etmektir. Bu durumda o yere hiçbir zarar verilmez. Meta’ ise
bir şeyi kullanıp faydalanmaktır. Burada faydalanılan şey, yıpranır veya tükenir.
Bu malın tekrar eski halini alabilmesi için üzerinde emek sarf edilmesi gerekir. İşte
burada bir şeyden faydalanma ona emek verme ile mümkün olduğu ortaya çıkıyor ki, bu
İslam ekonomisindeki mülkiyet anlayışının esasına işaret etmektedir. Zaten
insanın çalışmasından, emeğinden başka bir kazancı olmadığını bildiren ayet[124]
de bunu teyit etmektedir. Böylece bir yere emek sarf etmek, o yerden faydalanmayı, o
yerden faydalanmak da onun mülkiyete mevzu olmasını gerektirir. Meta’ın zail olması
halinde mülkiyet hakkı da zail olur. Sadece istikrar hakkı kalır. Bu hak da ancak
işgal müddeti kadar devam eder.[125]
İşgal müddeti sona erince bu hak da düşer. Böylece burada gayrimenkul mülkiyetinin
esası da istikrar ve meta’ kelimeleri ile ifade edilmiş olmaktadır. Az yukarıda
meta’yı mal ile karşılaştırmıştık. Burada da intifa ile istimta’yı
karşılaştırabiliriz. İntifa, daha çok tüketim mallarından faydalanmaktır.
Şarapta insanlar için menfaat bulunduğunu, fakat zararı daha çok olduğunu bildiren
ayet[126]
dikkate alınacak olursa, bu anlamın daha galip olduğu görülür. İstimta’ ise daha
çok tükenmeyen mallardan faydalanmaktır. Burada “sizin için arzda müstakar ve
meta’ vardır, buyrulurken daha çok gayrimenkullerden bahsedilmiş olmaktadır. Menkul
malların elde edilmesi için gayrimenkulleri kullanmak da bir istimtadır. Bir gayrimenkulü
elde bulundurma, faydalanmak içindir. Toprak, imar edilip işletilmeden önce işgal
edilir. (Tahcir). Üç yıl boş tutulan bir topraktan işgal ve faydalanma mülkiyet
hakkı düşer.[127]
İşgal, toprağın etrafını sınır taşları ile veya çukur kazarak ya da baraj
açarak çevirmek suretiyle olur.[128]
İhya (imar) ise toprağı ziraata elverişli, işlenir hale getirmek demektir.[129] Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- İnsanlar,
yeryüzünde yerleşirler ve orada yaşarlar. 2- İnsanların
imar edilmemiş boş yerleri-toprakları işgal etme hakları vardır. 3- İnsanların
imar ettikleri yerlerden faydalanma hakları vardır. İmar da işgal sayılır. 4- İmar işgal ile
beraber olur. (Ayetteki bir tek vav harfi buna delalet eder.) 5- Yeryüzü ortak
ve kolektif olarak bütün insanların yurdu sayılır. İnsanlar yeryüzünün kısım ve
parçalarına ancak istihkak kazanarak sahip olurlar. 6- Yeryüzü
parçalarına istihkak ve mülkiyetin sınır savaş ve müdahalelerle çizilir. (Bu
anlam, ancak ayetin baş tarafından anlaşılan mana ile birlikte düşünüldüğü
zaman çıkarılabilir.) 7- Her şeyin bir
ömrü vardır. Hayatta kalma süresi sınırlıdır. Bu sebeple bütün düzen o ömür
içinde düşünülmelidir. 8- Gayrimenkul
malları kullanmak istimtadır. Menkul alları kullanmak ise intifadır, diyebiliriz. 9- Gayrimenkul
(toprak) mülkiyeti istimta (kullanıp faydalanma) ile beraber devam eder. Kullanıp
faydalanma sona erdiği zaman mülkiyet hakkı da işgal müddeti olan üç yılın
sonunda düşer. 10- İşgal
(Tahcir) toprağın etrafının taşla sınır çizerek, çukur kazarak veya baraj açarak
çevrilmesidir. 11- İhya (imar),
toprağı ziraata elverişli, kullanılıp işlenir hale getirmektir. Ekilip dikilir ve
faydalanılır bir duruma getirmektir. Bakara Suresi 2/
Ayet: 43 “Salâtı ikame
edin, zekâtı ita edin ve rükû edenlerle birlikte rükû edin” Bakara Suresinin
başlangıcında “Onlar salâtı ikame ederler ve kendilerini
rızıklandırdıklarımızdan harcarlar” şeklinde bir ayet geçmişti.[130]
Burada ise geniş zaman kipi yerine “ikame edin, ita edin ve rükû edin” diye emir
kalıbı kullanılmıştır. Böylece namazın (yani zamanı değerlendirmenin) ve
zekâtın (yani malları değerlendirmenin) farz olduğuna işaret edilmiştir. Zekat : Yaz ve
kış mevsimlerinde ekinin yaprakları sıcaktan ve soğuktan sararıp kurur. Bahar
gelince de o eski yapraklarını atar, yenilerini yetiştirip yeniden canlanmaya başlar.
İşte bu canlanma haline “zekâ’z zer’u” (ekin canlandı, ekin yetişip gelişti)
denir.[131]
Zekât, sonraları hem ekinin eski yapraklarından, toz ve paslardan arınmasına
benzetilerek temizlenip arınma, hem de bir şeyin gelişip büyümesi anlamında
kullanılmıştır.[132] İslam
terminolojisinde “zekât” tabiri, her yıl devlete verilen vergi anlamında
kullanılmıştır.[133]
Kuran-ı Kerim’de “sadaka” kelimesi zekât anlamında da kullanılmıştır.[134]
Hatta Maverdi Ahkâm-üs Sultaniye adlı eserinde sadaka zekât, zekât da sadaka
demektir; her ne kadar kelimeler farklı olsa da maksat ve mana birdir, demektedir.[135]
Hak kelimesi de böyledir; o da zekât anlamında kullanılmıştır.[136]
Bunu da Muhammed Hamidullah söylemektedir.[137]
Çünkü Kuran-ı Kerim’de ürün kaldırıldığı zaman onun vergisinin verileceği
emredilerek “onun hasat günü hakkını verin”, buyrulmuştur.[138]
Buradaki hak’tan maksat toprak ürünlerinden alınan onda bir nispetindeki vergilerdir.[139]
Hak kelimesi zekât anlamında olup zirai mahsullerden onda bir oranında alınır.[140]
Zekâtın yıllık
olarak devlete verilen bir vergi demek olduğunu gösteren başka bir delil de malların
vergiye tabi tutulabilmesi için üzerinden bir yıl geçmesinin şart olduğunu gösteren
hadis[141]
ile Hz. Peygamber’in amcası Abbas’ın zekâtını-vergisini sene sonunda verecek iken
Hz. Peygamber’e gelip yılın evvelinde vermesi için izin istemesi üzerine kendisine
müsaade edildiğini bildiren hadistir.[142]
Zekâtın terim
olarak vergi anlamında kullanılması onun kelime anlamında geçen her iki kavramı da
içine alır. Birinci kavram bir
yıl bekleyen sermaye ve mal, kirlenip pislenmiştir. Onu temizleyip arıtmak gerekir.[143]
Bir yıl işletilmeden depo edilip bekletilmiş olan mallarda toplumun hakkı var
denektir. Bu malların kırkta birinin vergi olarak devlete verilmeyle mal, hem bekleme
kirinden ve pasından arınmış, hem de toplumun haklarından kurtulup temizlenmiş olur.
İşte bunun için topluma-devlete verilen vergiye zekât adı verilmiştir.[144]
İkinci kavrama
yani vergiye zekât adı verilmesinin ikinci sebebine gelince, aslında vergi demek,
mallarda meydana gelen üreme ve artmanın topluma-kamuya (yani devlete) verilmesi
demektir. Mesela normal olarak yüzde beş çoğalıp artmış olan bir malın yüzde iki
buçuğu bireye kalırken, yüzde iki buçuğu da vergi olarak topluma-devlete gider.
Maliye konularında bir otorite olduğunu Kitab-ül Emval adlı eseriyle gösteren büyük
âlim Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam bu kitabında sadakanın ve zekâtın emirlere ve
sultanlara yani devlete verilmesi konusunda bir başlık açıp bu konudaki görüşleri
açıklamıştır.[145]
Orada görüldüğü gibi vergilerin devlete verileceği hususunda pek çok hadis vardır.
Ancak bazı durumlarda devlete verilip verilmeyeceği konusunda ihtilaf edilmiştir.[146]
Üretim bir toplum tarafından tüm bireylerin katkılarıyla yapılmaktadır. Vergi,
toplumun üretime yapmış olduğu bu katkının bir karşılığı olduğuna ve devlet de
toplumu temsil ettiğine göre bize görüşümüze göre zekât-vergi devlete verilir
görüşünü tercih ediyoruz. Vergi niçin
alınır ve bu vergi verme yükümlülüğü nereye dayanıyor diye sorduğumuz zaman
karşımıza malın üretimi ve onun üreme kabiliyeti çıkmaktadır. Onun için nâmi
olan yani üreyen ve üretilen mallardan vergi alınır.[147]
Bu konuda Şevkini, şöyle diyor: Zekâtın sözlük anlamı nemalanma: üremedir;
temizleme anlamına da gelir. Bu birinci anlama dayanarak zekâtın sebebinin, malın
nemalanması yani onun üreme kabiliyeti olduğu kabul edilmiştir.[148]
İslam hukukçuları parayı hükmen nami saydıkları için paradan da vergi
alınmaktadır.[149]
İşte böylece
zekât, yıllık artış, yıllık nema demek olduğundan, artan bu nemanın vergi olarak
verilmesi anlamına gelir. Eğer mal artmasa ve nemalanmasa bile yine de verginin
verilmesi, mesela sermaye kar etsin veya etmesin, hatta sermaye zarar etse bile yine de
zekâtın-verginin verilme mecburiyeti parların ve malların boş bekletilmeyip
çalıştırılmaları içindir, diyebiliriz. Bu suretle zekât vergisi ekonomik hayatta
birçok fonksiyon icra eder. Mesela bir taraftan sermaye sahiplerini iş yapmaya ve
yatırıma zorladığı gibi, diğer taraftan da tekrar halka dönen ve fakir-fukaraya
verilen bu zekât insanların satın alma gücünü artırarak bilhassa ekonomik kriz
dönemlerinde piyasaya canlılık gelmesini sağlar ve krizin ağırlaşmasını önler.
İşte bunun için de vergiye zekât adı verilmiştir diyebiliriz. Zekât kelimesinin
burada maarife: belirli olarak getirilmesiyle, verilecek olan vergilerin belli şeylerden
ve belli oranda alınacağı ifade edilmiş olur. Böylece hangi mallardan ve ne miktarda
alınacağı şâri’ (yani kanun koyucu) tarafından tayin edilmiştir. Buna göre
zekât ticari mallardan ve paralardan kırkta bir oranında alınır ve daha çok
alınmaz.[150]
Zekât, mal ve paralardan alınır, ücret ve kira gelirlerinden alınmaz. Şâri’
tarafından tayin edilmiş bulunan bu vergi oranları değiştirilemez. Bu sebeple İslam
ekonomisinde hükümetler yeni bir vergi koyamazlar. Çünkü bu konuda Hz. Peygamber’in
çok şiddetli bir hadisi vardır. “Meks yapan[151]
(yani vergi oranını yükselten veya düşüren kimse) cennete giremez; meks yapan
cehennemdedir.” “Aşir (kırkta bir yerine onda bir vergi alan memur) ile
karşılaşacak olursanız, onu öldürünüz.”[152]
Bu hadislerin açıklamasında Ebu Ubeyd, haksız yere aldığı bu vergiden dolayı
öldürülür, der.[153]
Ebu Yala ise “vergiyi artırmak halkın hukukuna zulümdür. Vergiyi azaltmak da
Beyt-ül Malin (yani bütçenin) hukukuna zulümdür.” Şeklinde bir açıklama
getirmiştir.[154]
Madenlerden beşte
bir oranında vergi alınır. Fakat Kuran-ı Kerim’de bu nispeti bildiren bir ayet
yoktur. Ancak bu oran, beşte bir nispetinde olması bakımından Kuran’da zikredilen
elde edilen ganimetlerin beşte birinin vergi olarak devlete verilmesi oranına eşittir.[155]
Böylece madenlerden ve yeraltı definelerinden beşte bir oranında vergi alınması
hadisle sabit olmuş bir esastır.[156]
Zirai
mahsullerden vergi alınacağı hususu ayetle sabit olup[157]
ne kadar vergi alınacağı meselesi ise hadislerle tespit edilmiştir. Hz. Peygamber,
yağmur, nehir ve göze suları ile kendiliğinden sulanan toprak ürünlerinde onda bir,
havuzlarla ve emekle sulanan ürünlerden ise bunun yarısı, yani yirmide bir vergi
alınacağını bildirmiştir.[158]
Meralarda otlayan
hayvanlardan[159]
ticaret mallarından[160]
altın, gümüş ve paralardan[161]
bir de depo edilen yiyeceklerden olmak üzere vergi alınır.[162]
Yalnız bunlardan vergi hâsıladan alınmayıp sermayeden yani üretim vasıtalarının
bizzat kendilerinden alındığı için kırkta bir oranında alınır. Zaten Hz.
Peygamber’in malınızın onda birinin dörtte birini yani kırkta birini veriniz
şeklinde bir hadisi vardır.[163] Yukarıda da
belirttiğimiz gibi, zekât kelimesinin maarife olarak gelmesi, verginin belli mallardan
ve belli bir nispet dâhilinde alınacağını ifade eder. Öyleyse vergiye mevzu olacak
ve olmayacak olan mallar ve vergi oranları başka ayetler ve başka hadisler ile ya da
ictihad yöntemi ile belirlenip tespit edilecek demektir. Nitekim az önce
açıkladığımız gibi bu durum, hadisler yardımı ile aydınlığa kavuşmuştur. Yine burada
“zekât” tekil olarak kullanılmış, “verin” emri ise çoğul kalıbı ile
getirilmiştir. Bu da aynı namazda olduğu gibi, zekâtın kendi başlı başına bir tek
kurum olduğu ve bu kurumun toplum tarafından birlikte yaşatıldığı esasını ortaya
çıkarır. Bunun için vergiler, devlet tarafından toplanır ve yine devlet tarafından
sarf yerlerine dağıtılır. Yani vergiler, belli mallardan, belli oranda, belli
kuruluşlar tarafından toplanıp belli yerlere belli şekillerde dağıtılır. İtaen :
el-Etvetü, gelmek, yürümek demektir.[164] El-Etvetü kelimesi ile el-mecietü kelimesi
birbirine yakın olmakla beraber, farklıdırlar. el-Etvetü, bir maksat ve gaye ile
gelmektir. Meciet ise daha çok meydana gelmiş bir şeyin, bir durumun açıklanmasıdır
ki, bu bir yer, bir iş ve bir zaman ile ilgili olduğunda kullanılır.[165]
Îtâ kelimesi getirmek anlamınadır. Yalnız bu getirmek, bir yerden ve bir
yönden getirmekten çok bir şeyi bir gaye için getirmektir. İ’ta ise yetiştirmek,
ulaştırmak demektir.[166]
Devenin ağaçtaki yapraklara yetişmesi için başını kaldırmasına i’ta denir. Yani
i’ta bir şeyin bir kimseye verilmesidir. İta da bir şeyin bir kimseye bir gaye için
verilmesi demek olur. Kuran-ı Kerim’de[167]
cizye (baş vergisin)den bahsedilirken bu vergiyi verecek olanların sadece bir intikal ve
ulaştırma görevi yapmadıklarına işaret etmek için i’ta kökünden gelen kelime
kullanılmıştır, diyebiliriz. Çünkü bu vergiyi veren azınlıklar, toplanan meblağ
üzerinde herhangi bir tasarruf yetkisine sahip değildirler. Onlar sadece bu vergilerini
devlete intikal ettirmekle görevlerini yerine getirmiş olurlar. Burada zekâtın
verilmesi ise îtâ kelimesi ile ifade edilmiştir. Yani vergiyi zekât vergisini vermek
bir gaye için olur. Çünkü zekâtı vermek demek, bir malı sadece bir yere götürüp
vermek demek değildir. O mal verildiğinde nerelere ve nasıl harcanacağını da
nazar-ı itibara almak demektir. Bir nevi zekât kurumunu yaşatmak anlamı taşıyan bu
ifade vergilerin toplanması ve dağıtılması yani bütçenin yapılması işleriyle
bütün Müslümanların birlikte çalışacaklarına işaret eder diyebiliriz. Bu
maksatla ita kökünden gelen bir emir çoğul kalıbında kullanılmış buna karşı
zekât kelimesi de tekil ve maarife olarak getirilmiştir. Böylece zekâtın kamu
tarafından yürütülüp yaşatılan bir kurum olduğuna, bu kurumu çalıştıracak
hükümetleri ammenin, kamu ve toplumun destekleme ve murakabe görevlerini yapacağına
işaret edilmiştir. Mesela Muhammed Hamidullah’ın ifadesiyle söyleyecek olursak[168]
devletin bütçe giderlerinden bahseden ayette geçen[169]
fakirler ve miskinler faslını kimlerin teşkil edeceğini ve bunların tespiti hususunda
asıl hükümetlerin değil, halkın görevli olduğunu ve bunlara düşecek miktar ve
meblağı halkın bizzat teslim edebileceğini anlamak mümkündür. Zaten bunun bir
örneğini Hz. Ömer’in uygulamasında görmekteyiz. Hz. Ömer devrinde kimlere
devletçe yardım yapılacağı ve kimlerin fakir olduğu tespit edilip divan: defter adı
verilen kütüklere yazılarak buna göre hak sahiplerine taksim yapılıyordu.[170]
Hz. Osman devrinde
vergiye tabi malların zahiri ve Batıni diye ikiye ayrılmasından sonra[171]
mükellefler altın, gümüş ve diğer paralarının zekâtlarını bizzat kendileri hak
sahiplerine dağıtmaya başladığından, bu durum yanlış anlaşılmaya sebep olmuş,
zekâtın bir iane ve atiyye olduğu zannedilmiştir. Hâlbuki bu ayette zekât
kelimesinin tekil ve maarife olarak getirilmiş olması ve i’tâ yerine de iytâ
kelimesinin çoğul olarak kullanılması herkesin kendi başına zekât dağıtması
değil, bunun topluca yapılması gerektiğine ima edilmiştir, diyebiliriz. “Rükû edenlerle
birlikte rükû edin” cümlesi ile de bu söylediklerimiz adeta teyit edilmiş,
“beraber” denilmek suretiyle bu işlerin aslında topluluk tarafından yapılmasının
sanki bir zaruret olduğu dile getirilmiştir. Zaten bazı âlimler bu ifadeye dayanarak
namazda cemaatin farz olduğunu ileri sürmüşlerdir.[172] Rükûan : Belin
eğilmesine, yaşlı bir kimsenin ihtiyarlıktan dolayı belinin bükülmesine denir.[173]
Rükû’ namaz kılarken ayakta elleri dizlere koyup öne doğru eğilmektir. Tevazu
ifadesi olarak başı eğmek ve boyun eğmek anlamlarında da kullanılır. Burada namaz
kılın ve zekât verin denildikten sonra “rükû edin” buyrulmuştur. Biz burada
namazdan söz edildikten sonra tekrar “rükû edenlerle birlikte rükû edin”
denilmesini, bu ifadenin ibadet ediyoruz, itaat ediyoruz demek olduğu gibi, birlikte
hareket etmeyi ve işleri beraber yapmayı öğretmek için gelmiş olabileceğini
anlıyoruz. Cemaatle kılınan
namazda imama uyulur ve onun vereceği emirlere göre hareket edilir. Bu sebeple onun
meşru olan emirlerine uyulur. Burada aynı imamın ibadetteki emir ve komuta vazifesi
gibi hükümetlerin sosyal ve ekonomik hayattaki görevleri hatıra geliyor. Böylece
hükümetler önceden tespit edilmiş şeylerin emirlerini verip halka bunların
uygulamasını yaptırırlar. Mesela burada konu zekât vergisi olduğu için hükümetin
vazifesi, vergiyle ilgili olur. Hükümetler cinsi ve nispeti belli olan vergileri
toplayıp sarf yerlerine harcarlar. Bunları toplama ve dağıtım zamanını tespit
edebilirler. Ancak daha önce de geçtiği üzere hükümetler yeni bir vergi ihdas
edemezler ve vergi nispetlerini de değiştiremezler.[174] Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar 1- Zekât vergisi,
topluluğun hakkı olarak nemalanan-üreyen mallardan alınır. 2- Zekât vergisi,
topluluğun mallarının işgal edilmesine karşılık olarak alınır. 3- Zekât vergisi,
zenginleri sermayelerini işletecek, onları işe sevk edecek ve çalışmaya zorlayacak
bir şekilde konulmuştur. 4- Zekât vergisi,
halkın satın alma gücünü artıracak bir şekilde konulmuştur. 5- Zekât vergisi
sosyal bir kurum olup bütün toplum tarafından yerine getirilir. 6- Vergilerin
toplanıp dağıtılmasında herkesin kendine göre bir görev ve yetkisi vardır. 7- Toplum
çalışma ve yaşamayı nasıl birlikte ve ortaklaşa yapıyorsa vergiyi de yine hep
beraber topluca ifa eder ve yerine getirir. Halk, vergilerin verilmesi ve toplanıp
dağıtılmasında hep birlikte hareket eder. 8- Birlikte
çalışma ve yaşama düzeninin kurulmasıyla vergilerde de topluluk halinde hareket etme
adeta zaruri bir hal alır. 9- Vergi,
zenginlerin fakirlere dağıttığı bir iane olmayıp devletin zenginlerden aldığı bir
toplum payıdır. Bu pay, zenginlerden onların toplumun imkânlarını kullandıkları
için alınır. 10- Zekât vergi
sistemi alınış ve dağılış yöntemi sayesinde ekonomik krizleri önler ve piyasaya
canlılık getirir. 11- Vergiler
mallardan 1/5, 1/10, 1/20 ve 1/40 oranında alınır. 12- Şari
tarafından tayin edilmiş olan vergi oranları değiştirilemez; yükseltilemez veya
düşürülemez. 13- Hükümetler,
yeni bir vergi kaynağı ihdas edip yeni bir vergi koyamazlar. 14- Vergiyi
artırmak halkın hukukuna zulümdür. Azaltmak ise Beytülmalin yani bütçenin hukukuna
zulümdür. 15- Vergiler,
madenler ve yeraltı definelerinden 1/5, yağmur, nehir ve göze suları ile
kendiliğinden sulanan toprak ürünlerinden 1/10, havuz suları veya çekme kuyu suları
ile emek sarf ederek sulanan ürünlerden 1/20, meralarda otlayan hayvanlardan, ticaret
mallarından, altın, gümüş ve paralardan ve depo edilen yiyeceklerden 1/40 oranında
alınır. 16- Vergiler
yıllık olarak alınır. 17- Vergiler
devlete verilir. 18- Vergiler
mükelleflerden devlet tarafından toplanır ve yine devlet tarafından sarf yerlerine
harcanır. Bakara Suresi 2/
Ayet: 83 “Allah’tan
başkasına ibadet etmeyeceksiniz. Ana-babaya, hısımlara, yetimlere yoksullara iyilik
edin. Namazı kılın, zekâtı verin” Bunlar, İsrail
oğullarına, Yahudilere verilmiş olan emirlerdir. Ancak bizden önceki dinler ve
şeraitler de bizim dinimizde ve bizim kitabımızda yadırganıp kötülenmeksizin
zikredilip anlatıldığı zaman bu anlatılan kısımlar bizim için de delildir ve
hüccettir.[175]
Onun için bu ayet-i kerimeyi buraya almış bulunuyoruz. Bu ayette kulluğun
sadece Allah’a yapılacağı, ondan başka kimseye yapılmayacağı açık bir şekilde
bildirilmektedir. Fatiha suresinde “İbadeti yalnız sana yaparız”[176]
ayetinde de geçtiği üzere ibadet, niçin ve nedenini sormadan emre boyun eğmektir;
mutlak itaattir. Bu da yanız Allah için olur. Buna kıyasen, öyleyse bütün
davranışlarımız toplum için olmakta münasebetlerimizi doğrudan toplumla kurmakta ve
diğer varlıkları toplumun birer temsilcisi olarak görmekte büyük yarar vardır. Veled :
İnsanların ve diğer hayvanların yavrularına veled denir.[177]
Mesela kendisini doğuran devenin yanında gezip dolaşan deve yavrusuna “veled”
denir. Doğurmaya veladet denildiği gibi ana-babaya ikisine birden vâlidân veya
vâlideyn adı verilir. Ayette tensiye-ikil
olarak kullanılmış olan bu vâlideyn kelimesinin kapsamına sadece ana ve baba girip
büyük anne ve büyük babalar dışarıda kalır. Veled: oğlu kelimesine de torunlar
dâhil değildir. Abb: Baba, Ümm: anne kelimeleri ise büyük baba ve büyük anneleri de
içine alır. İbn: oğul ve bint: kız kelimeleri de torunları içine almaktadır. Bu
hususta Kuran-ı Kerim’de açıklayıcı ayet vardır. “Babalarınız ve
oğullarınız… faydalı olma bakımından onların hangisi size daha yakın
bilemezsiniz.”[178]
Burada geçen “Babalarınız ve oğullarınız” ifadesine müfessirler usul ve füru
manası vermişlerdir ki, bu da bilindiği gibi, babanın babası, babasının… oğlun
oğlu, oğlunun oğlu demektir. Öyleyse ebb: baba denilince hem baba ve hem de büyük
baba ifade edilmiş olur. İbn denilince de hem oğul ve hem de oğlun oğlu söylenmiş
olur.[179]
Kuran’da
özellikle ana ve babaya ihsan edilmesi emredilmektedir.[180]
Ana ve babanın çocuklarını yetiştirme görevleri olduğu gibi[181]
çocukların yani evlatların da yaşlandıkları zaman ana ve babalarına bakma
görevleri vardır. Anne ve babalar çocuklarına Allah’ın bir emri olduğu için onun
adına bakarlar. Çocuklar da yine anne ve babalarına Allah’ın bir emri olduğu için
ve onun adına bakarlar. Yani aslında bu görev, çocuklara ve ihtiyarlara bakma görevi
devletin olup devlet bu görevi, yakın akrabaları vasıta yapmak suretiyle yerine
getirmektedir. Biz İslamiyet’in bu konudaki teori ve pratiğinin bu ve böyle olduğu
görüşündeyiz. Böylece İslam,
çocukları bireyin kendi malı gibi kabul ettiğinden onlara ancak bir ücret
karşılığı baktırma statüsünü uygulayan kapitalizmden ve aileyi ortadan kaldıran
ve çocukları anne ve babaların elinden alarak devletin malı haline getiren
komünizmden de ayrılmaktadır.[182]
Zikrettiğimiz ayetlerden anlaşıldığına göre burada ayrı bir yol tutulmuştur.
Çünkü çocuklara, yaşlılara ve düşkünlere bakma yükümlülüğü devlete
verilmiş bir görevdir. Ancak devlet bu görevini, o yaşlı ve düşkünlerin
yakınları vasıtası ile yerine getirir. Bu suretle ibadet, gerçek kulluk ve hizmet
Allah’a, ihsan ve iyilikler ise insanlara yapılmış olur.[183] Burada hazfedilmiş
bir fiil olduğunu “ihsânen” kelimesinin mensup-üstün olmasından anlıyoruz. Bunun
birkaç takdiri olabileceği, birinin de ahsinû: ihsan edin, şeklinde olduğu
kaynaklarda nakledilmektedir.[184]
Bu ana ve babaya ihsan edileceği hususunda evlatlara yapılmış olan bir emirdir ya da
onların iyi bakılması hakkında kamuya-topluma verilmiş bulunan bir emirdir. Bu ikinci hususu
ile çocuk yetiştiren kimselere devletin yardım edeceği husus ortaya çıkar. Nereden
fon ayrılacağını daha sonra sırası gelince anlatacağımız bu hüküm ile
yaşlı-güvenlik kurumu (veya akile sistemi) getirilmiş olur. Bugün ihtiyarlık veya
yaşlılık sigortası adı verilen bu sosyal probleme İslam ekonomisinde şöyle bir
çözüm getirilmiş bulunmaktadır. İslam çocuklara, ana ve babalarına bakmalarını
emretmiş ve ana ve babalarına bakanlara gerekirse devlet bütçesinden yardım
yapılacağı öngörülmüştür. Diğer taraftan da burada nüfusun artmasına bir
teşvik de vardır. Ayette ana ve baba
kastedilerek açıkça bu kelimeler kullanılmayıp da “vâlideyn” (doğuranlar)
denilmesi ile ihtiyarlıkta bakılma hakkına sahip olmanın çocuk yetiştirme
karşılığı tanınmış bir hak olduğu ifade edilmiş olmaktadır. Bu esasın
varlığından dolayıdır ki, İslam kültüründe evlenip çoluk ve çocuk sahibi
olanlar övülmüş olmayanlar ise yerilmiştir. İslam’da nikah: evlenmekten maksat
çocuk sahibi olmaktır. Bu konuda Hz. Peygamber’den nakledilen bir hadiste onun
doğurmayan kısır bir kadınla evlenmeyi yasakladığını ve kocalarını seven ve
doğurgan kadınlarla evlenin diye emir verdiğini görüyoruz. Bir sahabi Hz.
Peygambere gelip asil, güzel ve fakat kısır bir kadın gördüm. Ben onunla evlenebilir
miyim, diye sordu. Hz. Peygamber “hayır!” dedi. Adam, sonra ikinci defa geldi. Hz.
Peygamber, yine izin vermeyip yasakladı. O, üçüncü defa geldi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber, çok sevdiğin doğurgan biriyle evlen. Çünkü ben, diğer ümmetlere
karşı sizin çokluğunuzla öğünürüm, buyurdular.[185] Burada ana ve baba
denilmiş olması da insanlar için evlenme kurumunun doğal olduğunu ve evlenme akdinin
nesebi tespit etme gayesiyle yapıldığını ortaya koymaktadır. Bu konuda Kuran’da
annelerin çocuklarını emzireceklerinden, annelerin yiyecek ve giyeceklerinin çocuğun
kendisi için doğmuş olan baba üzerine olduğunu söyleyen başka bir ayet daha
vardır.[186] İhsân : Bu
kelimenin kökü husn’dür. Hasene, dağın insan başı gibi öne çıkmış olan
kısmına denir.[187]
Ayrıca güzel yüzlü kadına da “hasnâ” adı verilir. İnsanın hislerini
hoşlandıran ve ilerinde acısı çıkmayacak olan her türlü hale “hasen” denir. Bu
bakımdan bu kelime, insanın bütün duyu organları için kullanılabildiği gibi
söylenen bir söz ve yapılan bir iş için de kullanılır. Hasene kelimesinin zıddı
olan seyyie: kötü, çirkin de hislerimizin ölçüsüdür. Nitekim savap ve hata
kelimeleri de fikirlerimizin ölçüsüdürler. İhsan, ifâl
babından gelir. İnâm kelimesinden daha geniş bir manaya şamil bulunmaktadır.[188]
Nimet’te maddi refah esas olduğu halde ihsan denilince maddi ve manevi bütün, bütün
hayat ve davranış bu kelimenin kavramı içersine girer. Mesela tatlı söz söylemek
inâm değil, ihsandır. İhsan, iyiliğin son derecesi olup riayet edilmesi ve
yapılması gerekli olan iyi ve güzel bir şey yapmak demektir.[189]
Allah bu ayetle
anne ve babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara ihsan etmemizi emretmiş oluyor. Yani
mükellefler, bunların yanız maddi ihtiyaçlarını gidermekle kalmayacak aynı zamanda
manevi yönleri ile de ilgilenecek ve onların içyapılarını rencide edecek şeylerden
sakınarak yakınlık ve saygı göstereceklerdir. Esasen bu sosyal kurumların yalnız
maddi yardıma bağlanmayıp akrabalık bağları ile de takviye edilmesinin sebebi de bu
olsa gerektir. Yoksa bir muhtaçlar yurdu açılır, onların giderleri devlet
bütçesinden karşılanır, böylece bu iş sanki daha kolay bir şekilde çözüme
kavuşturulmuş olurdu. Çocuklar için de bir çocuk bakım yurdu açılır ve onlar da
orada yetiştirilirlerdi. Ancak böyle olmamış şefkatin, merhametin, sevginin kaynağı
her türlü maddi ve manevi ihtiyaçların giderildiği yer olan bir aile düzeni
kurulmuştur. İşte İslamiyet sadece inâmı: maddi yardımı değil, ihsanı esas
aldığı için biyolojik ve psikolojik gerçeklerle desteklenmiş olan bir ana-baba ve
çocuk ilişkilerini (yani aileyi) düzenlemiş, küçüklük ile yaşlılık
problemlerini bu suretle bir çözüme kavuşturmuştur, diyebiliriz. Ana ve babanın
çocukları tarafından bakılmasının sebebini, onların hayata gelmelerinde vasıta
olmalarına bağlayanlar vardır. Ancak bu doğru bir bakış değildir. Ana ve baba
çocuklarını yetiştirdikleri için sonra onlar tarafından bakılmaya hak
kazanmışlardır, dersek daha doğru olur.[190]
Böylece çocuğun ana ve babası tarafından bakılması, sonra ana ve abanın da
çocukları tarafından bakılmaları doğal bir yol olarak kabul edilmiştir. Ancak her
zaman herkesim çocuğu olmayabilir. Bazen de çocukların anne ve babaları hayatta
bulunmayabilirler. Bu sebeplerden dolayı çocuklar ana ve babalar bedeni ve mali
düşkünlük ve sıkıntı içinde olabilirler. İşte bu takdirde toplumun böyle
çocukları ana ve babaları yetiştirip bakacak bir kuruma sahip olması gerekir. İşte
bu ayette bu sosyal kurumlara işaret edilmiş ve yakınlar, yetimler ve yoksullar olarak
isimlenip sınıflandırılmıştır. Diğer bir durum da
ana ve babalar olabilir, çocuklar da bulunabilir. Ancak bunların yetişip gelişmesi
için gerekli olan mali külfetin karşılanması hususunda bu üç kurum ile de
desteklenmelidir. Ayetin tahliline devam ederek meseleyi biraz daha açıklamaya
çalışalım. Ana-baba ve çocuk
yani aile kurumu, yakınlar, yetimler ve bir de yoksullar olmak üzere burada dört kurum
vardır. Bu sosyal kurumlar birlikte mütalaa edildiği takdirde bir anlam taşır.
Nitekim bunların hepsi bir “ihsân” kelimesinde toplanmış ve vav harfi ile
atfedilmişledir. Zekât ayetindeki[191]
sekiz kurum da bu harf ile birbiri üzerine atıf yapılmıştır. Yalnız burada aile
kurumu adını verdiğimiz analık ve babalık olgusunu ifade eden “vâlideyn”
kelimesi bunun diğer üç kurumdan daha önemli ve temel bir kurum olduğunu göstermek
için, önce getirilmiş, sonra “ihsân” kelimesi getirilmiş, daha sonra da diğer
üç kurum arka arkaya zikredilmiştir. Bu husus bize ana-baba ve çocuk yani aile
kurumunun asıl olduğunu, diğer kurumların ise bir takviye mahiyetinde olduğunu
göstermektedir.[192]
O halde devlet bütçesi yapılırken ve fonlar ayarlanırken bunların da göz önünde
bulundurulması gerekir. Zi’l-kurbâ : Zi
(zu) sahip demektir. Ancak buradaki sahiplik, mâlik anlamına gelen sahiplik değildir.
Burada zî alaka ve münasebet bağları ile birbirine bağlı olanı ifade eder ki,
mülkiyeti de içersine alır. Yalnız mülkiyet, başkasına devredilebilen eşya için
kullanılır. Zî kelimesinin izafe ettiği şeylerin devredilebilir olması şart
değildir. Zî, tekil bir kelimedir. Bunun bu ayette tekil getirilmesinin sebebini Alusi
şöyle açıklıyor: Burada cins murat edildiği için zî tekil olarak getirilmiştir.
Mastar olan kurbâ kelimesine izafe ederek gelmesi de her bir akrabayı içine ve
kapsamına alması içindir. Böylece sanki burada akrabaların sayısı çok ola bile
onların bir tek şey gibi olmalarına, binaenaleyh kendilerine yapılan ihsandan
sıkılmamalarına bir işaret vardır.[193] Kurbâ : Kurub,
vücuttaki boş veya böğür adı verilen uzuvdur.[194]
Yakınlık ifade eder. Bu yakınlık aman, mekân ve nesep itibariyle olabilir. Burada ise
nesep itibariyle olan yakınlık kastedilmektedir. Buna sıhrî yakınlık da girebilir. İslamiyet’te
akrabalık kurumu, ana ve babalık ile evlatlık kurumunu takviye için kurulmuş olan bir
kuruluştur. Bunların miras ve evlenme bakımından durumlarına bir takım dereceler
getirilmiştir. Birinci derecede
yakın olanlar: Ana, baba, oğul ve kızdır. İkinci derecede
Yakın olanlar: Anne ve babaların anne ve babaları ve onların anne ve babalarıdır.
(Dedeler ve neneler). Torunlar ve onların çocuklarıdır. Üçüncü derecede
yakın olanlar: Kardeşlerdir. Dördüncü
derecede yakın olanlar: Amca, dayı, hala ve teyzeler; kardeşin çocuklarıdır.
(Yeğenler). Bu akrabalar, nesep
yönünden yakın olup aralarında evlenmeleri haram kılınmıştır. Mirasa, bu derece
ve kadın-erkek olmak bakımından farklı olarak varis olurlar. Beşinci derecede
yakın olanlar: Amca çocuklarıdır. Bunların arasında evlenme yasağı yoktur. Fakat
bunlar mirasçı olabilirler. Aynı şekilde eş ve onun yakınları da sıhrî akraba
sayılırlar.[195]
İşte yaşlanan
ana ve babalara çocuklarının bakması gerekir. Eğer çocukları yoksa ya da zayıf
durumda iseler, bu görevi daha yakın akrabalar yüklenir. Kimsesiz fakirlere de devlet
hazinesinde ayrılan özel fondan yardım edilir.[196]
Sahipsiz mallar ve varisleri olmayan miraslar bu fonda toplanır. Kasani böyle malların,
fakirlerin ihtiyacında hastaların tedavisinde malı mülkü olmayan ölülerin teçhiz
ve tekfininde harcanacağını söylemektedir.[197] Zi’l-kurbâ derken,
zî : sahip kelimesinin tekil gelmesi, kurbâ : yakınlık kelimesinin de mastar olarak[198]
gelmesi ile yakını bulunan kimselerin ihsan göreceği anlaşılmaktadır. Çünkü
karîb denilmemiş, zi’l-kurbâ buyrulmuştur. Bunun başka bir anlamı da yakını olan
kimselerin devletçe yardım görmesidir ki, yetim ve yoksullarla birlikte zikredilmesi
bunu ifade eder diyebiliriz. Çünkü yetim ve yoksulların devlet bütçesinden yardım
görecekleri ayet ile sabit olan bir husustur.[199]
Yoksul kimse almış olduğu maaşı ile çocuklarını geçindirir. Yetimler de yine
aldıkları maaşları ile annelerinin yanında büyütülürler. Düşkün ve zayıf olan
bir akrabasına bakan kimse de devletten yardım almaya hak kazanmış bulunmaktadır. Yakın akrabalara
biri bedeni, diğeri de mali olmak üzere iki türlü yardım yapılabilir. Bunun birine
hizmet yardımı, diğerine de mali yardım diyebiliriz. Nafaka yardımı daha çok erkek
akrabalara hizmet yardımı ise daha çok kadın akrabalara yüklenmiş bir
mükellefiyettir. Bu hususta erkeklere düşen vazife kadar kadınlara da görev
düşmektedir.[200]
Nafaka verme görevinin erkek üzerine olduğunu gösteren ayetler vardır.[201]
Çocuk bakımı[202]
ekmek yapımı, yemek pişirmesi ve ev işlerinin de kadın üzerinde bir görev olduğu
da Hz. Peygamberin Hz. Ali ile Fatıma arasında görev taksimi yapmış, buna göre Hz.
Fatıma iç hizmetleri ev işlerini yapacak, Hz Ali de dış işleri yapacaktı.[203]
Bu iş bölümü bazı İslam hukukçuları tarafından da tespit edilmiştir.[204]
Fakat kadının hizmet yükümlülüğü yoktur veya vardır konusunda fıkıhçılar
ihtilaf etmişlerdir. İmam Malik, Şafii ve Ebu Hanife kadının çalışma mecburiyeti
yoktur, derler.[205]
Bu hususlar zaman ve zemine, kültür, adet, gelenek ve göreneklere göre değişebilecek
bir husustur diyebiliriz. Mesela bugünkü düzenlerde bu yakınlar kurumunun görevleri
hastalık veya malullük sigortaları ile karşılanmaktadır. Anlattığımız üzere
İslam ekonomi düzeninde hastalık veya malullük sigortasının yerini yakınlar kurumu
almaktadır, diyebiliriz. Ancak burada önemli fark, bu muhtaçların akrabaları
tarafından bakılmalarının şart olduğudur. Yetâmâ : Yetîm
kelimesi hem insanlar ve hem de hayvanlar için kullanılabilir. Yalnız hayvanlar için
anasız kalan bir yavruya denirken, insanlar için babasız kalan çocuğa denir.[206]
Burada çoğul
olarak getirilen “yetâmâ” kelimesi, bir topluluk ifade eden çoğul kalıbı ile
değil de çokluk bildiren cemi mükesser kalıbı ile getirildiği için, her yetim kendi
payına düşen hakkını ayrı olarak yalnız başına alır, diyoruz. Babasız kalan
yetim çocuklara mallarına dokunulmadan aynı babaları hayattaymış gibi bir yaşama
ortamı sağlanır. Bunun için önce malları şahitler huzurunda tespit dilerek bir
veliye teslim edilir. Veli, bu malları çalıştırıp gelirinden yetim çocukları
geçindirir. Eğer kendisi zengin ise bu işi hiçbir karşılık almaksızın yürütür.
Eğer muhtaç ve fakir ise örfe göre bir miktar ücret alır. Yetim çocuklar rüşte
erip büyüyünce böyle korunmuş ve muhafaza edilmiş olan malları kendilerine geri
verilir. Bunlar aynı zamanda ayetlerle sabit olmuş olan hükümlerdir.[207]
Şayet yetimler işletilen mallarının geliri ile babaları sağlığında yaşadıkları
bir hayat düzeyine sahip olamazlarsa o zaman bunlara devlet bütçesinden de maaş
bağlanabilir.[208]
Yetimlere bu
şekilde maaş bağlanması bugünkü hayat sigortalarının faaliyetlerine
benzetilebilir. Ancak bu sigortalarla yetimler kurumunun arasında çok fark vardır.
Sigortalı olan kişi, belertilen zamanlarda sigortaya periyodik olarak bir meblağ aidat,
prim ödemektedir. Hâlbuki yetimler kurumunda böyle bir şey söz konusu değildir. Sigorta kurumu,
kuruluş bakımından, çalışması bakımından ve dayandığı prensipler bakımından
İslam’a göre ve İslam’ın ekonomi anlayışına göre gayri meşrudur. Mesela bir
hayat sigortasında akit yapan her iki taraf neyin akdini yaparlar. Bu konuda Kahire’de
toplanan 7. İslam âlimleri kongresine takdim edilmiş bulunan güzel bir etüt vardır.
Dr. Abdurrahman Tac tarafından yapılan bu çalışma daha sonra el-Va’yü’l-İslami
mecmuasında makale olarak yayınlanmıştır.[209] İslam
hukukçularından İbn Abidin kendi zamanında cereyan eden bir sigorta muamelesini
yabancı ülkelerden mal getiren bir tüccarın malını nakil esnasında
sigortaladıklarını, İslam nazarında bunun hükmünün ne olduğunun çokça
sorulduğunu söyledikten sonra kendi görüşünü açıklamaktadır. Ona göre böyle
bir sigorta İslam’a aykırıdır.[210]
Aynı görüşte olan şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de sigortayı kumar ile
karşılaştırarak sanki ona benzetmiştir.[211]
Yetimler devlet
bütçesinden doğrudan doğruya hiçbir aidat ödemeden ve bir prim yatırmadan
maaşlarını alırlar. Bu zaten onların haklarıdır. Gerçekten bu ödemeler onlara
hiçbir zaman bir şeyin karşılığı olarak verilmemektedir. Aslında buradaki
“ihsân” kelimesi, bu yardımın onlara hem velileri tarafından ve hem de devlet
tarafından yapılacağını ifade eder. Mesâkîn :
Sükûn, rüzgar ve fırtınadan sonra ağaçların sallanmayıp durmalarına ve dingin
olmalarına denir. Hayvanlar da koşuştuktan sonra durularsa bu sükûnet kelimesi ile
ifade edilir. Hareketten sonra meydana gelen durgunluğa veya hareketsizliğe sükûnet
adı verilir. Bilindiği üzere mesken de ev demektir. Dışarıda orada burada
koşuşturup bir takım faaliyetlerde bulunduktan sonra eve gelip orada durup sükûnet
bulunduğu için eve bu ad verilmiştir, diyoruz. Mesâkîn, miskîn
kelimesinin çoğuludur. Miskin ise hiçbir şeyi bulunmadığı için ve
imkânsızlıklarından dolayı iş yapma ve hareket etme imkânına sahip olmayan kimse
demek olur.[212]
Fakir ve miskinin kim olduğu konusunda birtakım görüşler ortaya atılmıştır.
Fakir, hasta ve muhtaç, miskin ise sıhhatli ve muhtaç olan kimsedir. Fakir Müslüman
olan fakir, miskin ise gayri Müslim olan fakirdir. Fakir nisaba malik olmayan, miskin ise
hiçbir şeyi bulunmayan kimsedir. Fakir hiçbir şeyi bulunmayan, miskin ise bir sanat
sahibi olup parası az olduğu için alet ve makineleri bulunmayan bir kimsedir.[213]
Kasani de Hz. Ömer’den naklederek miskin’in gelir ve kazancı olmayan bir kimse demek
olduğunu söylüyor.[214] Biz bu kelimelerin
kök manalarını nazar-ı itibara alarak yukarıda Katade’nin görüşü olan fakir,
hasta ve muhtaç; miskin ise sıhhatli muhtaç olandır, sözünü tercih ediyoruz. Buna
göre fakir, çalışma gücü bulunmayan, miskin ise para gücü olmayan kimse demek
olur. Bu miskinlere
ihtiyaçlarını giderme, kendilerine hareket etme ve iş yapma gücü kazandırılır.
Böylece miskinler kurumu da devlet bütçesinden kendilerine yardım yapılacak olan
kimseler arasında zikredilmektedir. Miskinler yetimlerden daha fazla bir avantaja sahip
oldukları için onlardan sonra getirilmişlerdir. Çünkü miskin, herhangi bir işte
çalışma hususunda birisi ile anlaşma yapıp kendisine kazanç sağlayabilir. Fakat
yetim ise bu imkândan uzaktır.[215] Yoksullara yardım
onların geçmişte yapmış oldukları faaliyetlerine bir karşılık olmak üzere
değil, gelecekte kendilerinden yararlanma imkânının doğması için yapılır. Bunun
verilecek bir kredi, tüketim kredisi ile de sağlanabileceğini düşünenler olabilir.
Bize göre İslam ekonomisinde buna kredi verme yerine bu işin sosyal yardım şeklinde
ve böyle bir yöntemle bir çözüme kavuşturma yolu tutulmuştur. Kredi bir ödünç
olup sonra ödenmesi gerektiğinden herhangi bir iş yapacak kimseye verilir. Zaten
tüketim için ödünç verme gayri prodüktif olduğundan İslam bankasının böyle
masraflar için bir kredi açması söz olamaz.[216]
İslam ekonomisinin
getirdiği bu yoksullar kurumunun karşılığında bugün işsizlik sigortaları
kurulmuş bulunmaktadır. Ancak İslam düzeninde olduğu gibi bunlar, karşılıksız,
âlemşümul yani herkese açık ve serbest iradeye bağlı değildirler. Çünkü
sigortaya kayıt ettirme mecburiyeti vardır. Hâlbuki İslam ekonomisinin sahip olduğu
kurumlarda böyle bir zorunluluk durumu yoktur. Ayrıca bu kurumlardaki yardımın bir
prim karşılığı olmadığı zaten ayette geçen “ihsan” kelimesinden rahatlıkla
anlaşılmaktadır. Çünkü ihsan demek, bir karşılık beklenmeden yapılan bir iyilik
demektir. Nitekim bunun için de İslam ekonomisinde karşılıksız ödünç vermeye ve
faizsiz kredi vermeye “karz-ı hasen” adı verilmiştir. Hasen ve ihsan aynı kökten
gelir.[217] Bütün bu
açıklamalardan sonra şöyle bir esasa varabiliriz: Fakir çalışma gücü olmayan,
hasta olup çalışamayan kimse demektir. Miskin ise parası olmayan onun için de bir iş
yapamayan kimsedir. Bu sebeple fakire devlet bütçesinden geçim yardımı, miskine de
sermaye yardımı yapılır. “İnsanlara
güzellikle söyleyin” Nâs, ünâs :
Bunlar insan kelimesinin çoğullarıdır. Ok attıkları yayın, atıcıya bakan
tarafına insiyyün, karşı yöne bakan tarafına da vahşiyyün denir.[218]
Yabancı olan birisine vahşi, yabancı olmayan kimseye de “enîs” denmesi
buradandır. Birbirinden kaçmayıp yekdiğerine yaklaşan, böylece topluluklar meydana
getirip bir hukuk düzeni kurmuş bulunan insana bu isim bundan dolayı verilmiş
olabilir. Nâs kelimesi
çoğul olup çokluk ifade eder. Mükesser cemi olduğu için de teşkilatlı bir
topluluğu ifade etmez. Dolayısıyla nâs, denilince Müslüman olsun olmasın, her
insan, ayrı, ayrı kastedilmiş olur. Kavlen : Söz
söylemek demektir. Kavl ile kelam arasında fark bulunduğunu söyleyen dilciler vardır.
Kelamın kavl’den daha dar kapsamlı olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi, bunun
tamamen aksini söyleyenler de vardır.[219]
Kavl (söz)
ağızdan çıkan anlamlı seslere denir. İnsanlar, karşılarındaki kişiler fikir ve
hislerini sözle aktarırlar. Söylenen bu söz mutlaka bir anlam taşıdığı için,
sözle bu sözün ifade ettiği fiil arasında bir uygunluk bulunmalıdır. Çünkü
ayette “Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz”,
buyrulmaktadır.[220]
Söz vermek demek bir şeyi adamak demektir İnsan söz verdiği zaman bir şeyi adamış
olur. Verilen bir söz ve adanan bir adak yerine getirilmediği zaman kişi sorumlu olur.[221] Hüsn : Bu
kelime yukarıda geçtiği üzere iyi şeyleri söylemektir, onun için iyi şeyleri ifade
eder ve kötü şeyleri ifade etmez. Allah’a ibadet
etmekten ve sosyal kurumlardan bahsedildikten sonra burada insanlara hüsnün: iyiliğin
ve güzelliğin söylenmesi emredilmiş bulunmaktadır. Alusi’nin naklettiğine göre
İbn Cüreyc, “İnsanlara iyilik söyleyin”, ifadesinden, onlara Peygamber’in
kitabınızda (Kuran’da) bulunan sıfatlarını öğretin, demek olduğunu dile
getirmiştir.[222]
Yani burada insanlara bir şey söylemekten maksat ilim öğretmektir, denilebilir.
Öyleyse herkes, bildiğini bir başkasına öğretecektir. Kûlû: söyleyin kelimesi bir
emir olduğuna göre, insanların öğretmek mecburiyetleri ve yükümlülükleri vardır.
Bu söyleme işi de husnâ olarak yapılacağından eğitim ve öğretim de bir ibadet
olup karşılıksız olarak ve hiçbir karşılık almadan yapılmalıdır. Bu bakış
açısıyla burada iki önemli husus orta çıkmaktadır: Birincisi ilmin ve bilginin bir
ücret karşılığı öğretilmemesidir. Bunun için doğruyu söylemek ve gerçeği
anlatıp öğretmek karşılıksız olmalıdır. Bu işi yapanlar yani halka ilim
öğretenler insanlardan bir ücret de almamalıdırlar. Zaten peygamberler de irşad ve
davetlerinden dolayı insanlardan bir ücret istemediklerini ve onlar ücretlerini
Allah’tan alacaklarını söyleyip durmuşlardır.[223]
Gazali İhya adlı eserinde âlimlerin ilmi katiyen bir ücret karşılığında
öğretmeyeceklerini savunmuştur.[224]
Çünkü âlimler, insanlara hüsnü söylemekle mükelleftirler. İslam tarihi
talebelerini hem okutan, hem de iâşe ve ibatelerini üstlenen ve bunları bizzat kendi
servetlerinden karşılayan âlimlerle doludur.[225]
İkinci bir husus
ise telif ve buluş haklarının İslam ekonomisinde meşru sayılmamsıdır. Herkes
bildiğini ve bulduğunu öğretmek, anlatmak ve gizlememek zorunda olduğuna göre telif
ve icad hakkı diye alınan ücretler, neyin karşılığı olmaktadır. İlim ya da bilgi
elle tutulur, gözle görülür bir şey olmadığı için, bir mal alınıp satılması
her halde İslam ekonomisinde meşru ve mubah olmasa gerektir. Bu bakımdan ilim
para ile satılmayacağına göre icad ve keşiflerle meşgul olanlar, hemen, hemen
bütün zamanını bu meşgalelerle geçirenler ve mesela öğretmenliği meslek edinen
kimseler nereden geçineceklerdir? Hâlbuki Allah kimseye kendi gücünden fazlasını
yüklemez.[226]
Oysa bir âlimin hem ilim yaması ve hem de geçimini temin etmeye çalışması ona bir
külfet değil midir? Bu, kişiyi kendi gücünün üstünde olan bir şeyle mükellef
tutmaktan ibarettir. İşte bundan dolayı icad ve keşif sahiplerini ve ilim ve telif
sahiplerini yani tüm bilginleri yetiştirip yaşatmak, onlara her türlü maddi ve manevi
imkânları sağlamak devletin görevi olmalıdır. Zaten bugünkü uygulamalar da her ne
kadar biraz farklı tarafları da olsa bunu göstermektedir. Muhammed Hamidullah, ilim
adamlarına Hz. Peygamber zamanında devlet bütçesinden bir maaş bağlandığına dair
herhangi bir delile rastlamadığını söylüyor.[227]
Fakat sonraları ilim adamlarına devlet bütçesinden aylık ve ücretler bağlandığı
da tarihi bir gerçektir.[228] Âlimlere ilim
öğrettikleri için değil, bu bilgiye sahip oldukları için, bu konuda millete ve
devlete hizmet ettikleri için, devlet bütçesinden kendilerine maaş bağlanabilir.[229]
Zekâtın fi sebilillah faslından ilim adamlarına harcama yapılabileceği hakkında
görüşler vardır.[230] İcad ve
keşiflerini ortaya koyan kimseler, bunları bütün dünyaya arz etmiş olurlar. Böylece
onlardan herkes faydalanır. Artık onlar kimsenin malı değildir. Eğer ihtira hakkı
caiz görülecek olursa mal olmayan bir şeyde mülkiyet iddia etmek gibi bir şey olur
ki, bu da mümkün değildir. Buna göre ilmin tapusunun olmadığını söylemeliyiz.
İkinci bir husus da keşif, icad ve telif haklarını kabul ettiğimiz zaman toplumu bu
eserlerden faydalanmaktan mahrum etmiş oluruz. Bu da insanlara “güzel söylemekle
memur” olan kimselerin görev sorumluluğuna aykırı düşer. Ayetin son
bölümünde çalışmaların ve yaşamaların düzenlenmesi anlamında anladığımız,
“salâtı ikame ve zekâtı ita” emirleri gelmektedir. Böylece burada sosyal
yardımlaşmanın başka kurumlarla meydana getirileceği anlaşılmaktadır. Bu namaz ve
zekât kurumlarının ibadet ve ihsandan sonraya alınarak tehir edilmesi de namaz ve
zekâtın gayesinin sosyal düzen olduğuna işaret edebilir. Bunların bir vav harfinde
toplanması ise bütün hepsinin bir arada yapılması ile neticeye varılabileceğine ve
her hangi birinin yalnız başına kurulup bir fonksiyon icra edemeyeceğine delâlat
eder, diyebiliriz. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar 1- Herkes, yalnız
devlet düzeninin içinde çalışır ve topluma bağlı olarak mal ve hizmet üretir. 2- Birey, toplumun
kendisine verdiği emirleri yerine getirirken diğer bireylere karşı da birtakım hak ve
vazifeleri doğar. Bu hak ve vazifeler aslında tüm devlete karşı olan hak ve
vazifelerdir. 3- Çocuklar ana ve
babaları tarafından yetiştirilip büyütülürler. 4- Ana ve babalar
yaşlandıkları ve bakıma muhtaç hale geldikleri zaman çocukları tarafından
bakılırlar. 5- Diğer akrabalar
da yaşlanmış ana ve babalara ve bakıma muhtaç çocuklara bu bakım konusunda
yardımcı olurlar. 6- Bu bakıma
yardım etme hususunda ana, baba veya çocuklar yoksa diğer akrabalar hemen devreye
girerek bakım hizmetini üstlenirler. 7- Yakınlar
akrabalarına bakarken devlet bütçesinden yardım alırlar. 8- Yetimler, ana ve
babaları sağmış gibi yetiştirilip beslenip büyütülme hakkına sahiptirler. 9- Yoksullar, hangi
sebeple yoksul olurlarsa olsunlar, devlet bütçesinden yardım alma hakkına sahip
olurlar. 10- Yaşlı, hasta,
çocuk ve yoksullara devlet bütçesinden yapılan bu yardımlar karşılıksızdır. 11- Herkes kendi
bildiğini öğretmekle görevlidir ve bu onun doğal bir vazifesidir. 12- Sosyal
güvenlik, halk eğitimi, çalışma ve yaşama düzenleri hep birlikte devlet düzeni
içersinde gerçekleştirilir. 13- Fakir,
hastalık gibi bir sebepten dolayı çalışma gücü olmayan, miskin ise parası
bulunmadığı için, sermayesi, alet ve edevatı yok olması sebebiyle boş oturan
kimsedir. Fakire devlet bütçesinden geçim yardımı, miskine de sermaye yardımı
yapılır. 14- Bugünkü
hastalık ve malullük sigortalarının yerini İslam ekonomik düzeninde yakınlar kurumu
alır. 15- Hizmet ve
bakım açısından sosyal kurumlar arasında esas olan aile kurumudur. Akrabalar,
yetimler ve miskinler kurumları ise ikinci derecede olan yardımcı kurumlardır. 16- Aba ve babalar
çocuklarına toplum ve kamu adına bakarlar. 17- Çocuklar da
ana ve babalarına yine toplum ve kamu adına bakarlar. 18- Toplumdaki
çocuk, yaşlı, fakir ve düşkünlere bakma görevi esas itibariyle devlete aittir. 19- Nimet, maddi
ihtiyaçların giderilmesi ve tatmin edilmesini ve maddi refahın sağlanmasını esas
alır. İhsan ise maddi ve manevi bütün hayatı içersine alıp bütün hareket ve
davranışlarda iyilik ve güzelliği esas alır. Bakara Suresi 2/
Ayet: 85 “Yoksa siz
kitabın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İşte içinizden
böyle yapanların cezası, dünya hayatında rezil olmak, ahirette ise onlar en şiddetli
bir azaba sokulurlar” Bu ayete ekonomik
açıdan bakıldığı zaman düzenin bir kısmını benimseyip diğer kısmını kabul
etmeyip uygulamayan kimselerin ve toplumların eninde sonunda eziyetli, sıkıntılı ve
krizli bir hayatın ve çekilmez bir yaşam şartlarının içine giderecekleri kesin
olduğu görülür. Her sistem kendi bünyesi içersinde geçerlidir.
Onun için ekonomik düzen veya sosyal düzen ve neticede birey ve toplum olarak insan
hayatı ancak bir bütün olarak mütalaa edildiği zaman bir işe yarar. Bu bakımdan bir
düzenin kendi içinde çelişkileri olmamalıdır. Ayrı, ayrı ve başka, başka
düzenlerden alınan parçalar, düzen içinde uyum ve ahengi önler, böylece bir takım
doku uyuşmazlıkları meydana gelir. Eziyetler, sıkıntılar, krizler ve çatışmalar
doğar. İşte bu sebepten dolayı tarihten bugüne düzenleri iyi ve kötü diye iki
kısma ayırabilir ve iyi bir düzenin tüm olarak alınması ve uygulanması lazım
geldiğini söyler, kötü düzenin ise yine tüm olarak itilip uzaklaştırılması
gerektiğini dile getirmek isteriz. Bu ayetten ekonomik
olarak anladığımız esas, karma ekonomilerin kendi aralarında bir uyum ve ahenk
olmaması dolayısıyla faydalı olamadıkları ve hatta zararlı olduklarıdır. Nitekim
karma ekonomi kurallarını uygulayan ülkeler bir ilerleme ve gelişe
sağlayamamışlardır. Bu açıdan baktığımız zaman Avrupa ve Amerika’nın ekonomik
ilerlemelerinin kapitalizm ve liberalizm dönemlerinde olduğunu ve o devirlere
rastladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. İslam ekonomisi de İslam düzeninin bir
parçası ve onun bir iktisadi düzenidir. Bu İslam’ın ekonomik düzeni toplum
tarafından tüm olarak kabul edilir veya reddedilir. Yoksa onun bir kısmını alıp
uygularken diğer kısmını almayıp atmak fayda yerine zarar getirir, çöküş ve
yıkılışa götürür. Ancak temel esaslardan ayrılmamak üzere düzen içersinde
değişik görüş ve farklı uygulamalar da olabilir. Bundan dolayı ayette bir
kısmını kabul edip bir kısmını reddetmek diye söz edilmiştir. İşte bu sebeple
Allah’ın varlığı ve birliği konusunda İslam inanç ve itikadında bir tek mezhep,
hak mezhep bulunduğu halde amel ve uygulamada pek çok mezhepler vardır ve bunlar hak
mezhep olarak kabul edilmişlerdir. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- İslamiyet’in
getirmiş olduğu düzen kül halinde bütün olarak kabul edilir. 2- İlahi emirleri
bütünüyle benimseyip kabul etmemiş bir sistemin kural ve kaideleri ile ve onun teori
ve pratik esaslarıyla İslam düzenine ulaşmak mümkün değildir. 3- İslam
ekonomisinde bazı görüş ve uygulamalarda bir takım farklılıklar olabilir. Bu
farklılıklara karma ekonomi denemez ve böyle bir hüküm verilemez. 4- Herkes bir düzen içersinde düşünüp
araştırma yapmaya ve buna dayanarak vardığı sonuçlara göre hareket etmek
zorundadır. Bakara Suresi 2/
Ayet: 104 “Ey iman edenler,
“bizi güt” demeyiniz, “bize nezaret et” deyiniz ve dinleyiniz” Bu ayetin “Ey
iman edenler” hitabıyla başlaması, ilgili hükümlerin herkese ait olmayıp sadece
Müslümanlara ait olduğuna işaret eder. Ayrıca “müminune” (inananlar) denilmeyip
de “amenu”(iman edenler) buyrulması, isim-fiil farkı sebebiyle bu hükmün daha çok
dünya ile ilgili olduğunu gösterir, diyebiliriz. Bir ekonomik ve
hukuk düzen baştan kabul edildikten sonra artık ona uymak zorunlu hale gelir.
İnsanların Müslüman olup olmamaları serbesttir. Ancak bir defa İslamiyet’i kabul
ettikten sonra onun dünyaya ait olan hükümlerine dünya hayatında uyup uygulamak
zorunlu hale gelir. İsteyen herkes istediği
düzeni benimseyip uygulayabilir. Fakat herkes ancak bir düzen içersinde yaşamaya
mecburdur. Bu sebepledir ki, bir nevi şirk diyebileceğimiz, anarşizm ve düzensizlik
yasak olmalıdır. Onun için bu ayette insanların iradesi ve çalışmaları ile ilgili
esaslar getirilmiş olmalıdır. La tekûlû :
Söylemeyin. Bu ifade demeyin anlamında bir nehiydir. Daha önce açıklandığı üzere[231]
kavl maddesi, kişilerin ağızlarından çıkan ve kendilerini bağlayan sözdür. Bu
ayette önemine binaen söze ilk önce nehiy ile başlanmıştır. Çünkü insanlar
gevşek ve tembel olduklarından, kendi görüşleri ile değil, başkalarını taklid
ederek hareket ederler, diyebiliriz. Hâlbuki
insan olmak demek, kendi iradesini kullanmak demektir. İrade ise başkalarını taklid
ederek değil, ancak kendisi araştırıp içtihad etmek suretiyle gerçekleşir. İşte
bunun için burada bundan dolayı, başkanlar muhatap tutulmamış ve onlara “sakın
gütmeyin, nezaret edin” denilmeyip bütün halk ve bütün insanlar muhatap tutularak
“El iman edenler, bizi güt demeyin, bizi murakabe et, deyin” buyrulmuştur. Razi, “onların
kandıkları onların olur, sizin kazandığınız ise sizin olur” ayetini[232]
tefsir ederken herkesin çalışıp kazandığının faydası kendisine ait olduğundan
başkalarını taklid etmenin batıl olduğunu, söylemiştir.[233] Böylece herkesin
aracı kullanmaksızın kendi görüş ve ictihadına göre hareket etmekle mükellef
tutulmuş olduğu anlaşılmaktadır. Zaten Kuran-ı Kerim’de mukayese edip akıl
yürütme ve kendi görüşü ile amel etme hususunda emirler de vardır.[234] Burada ikide bir
soru sorup durulması, her işi yaparken başkana danışılması, düşünmeden ve
araştırma yapmadan ne söylenirse söylensin ona uyulması gibi şeyleri yasaklamak
için, “demeyin” şeklinde bir nehiy getirilmiştir. Çoğul kalıbının
kullanılması ile de bu işin, genel olarak bir düzen işi olduğu ve bu yasağa topluca
uyulması, düzenin ona göre kurulması gerektiği belirtilmiş bulunmaktadır. Yani bu
iş, bireyler tarafından ayrı, ayrı yapılacak yükümlülüklerden olmayıp topluca
bir düzen ve bir sitem içersinde gerçekleştirilebilecek bir husustur. Onun için
yasaklanan muhataplar hepsine birden çoğul olarak hitap edilmişlerdir. Ra’y : Hayvanı
otlatmak ve düşmanını kovmak suretiyle korumak demektir.[235]
Ri’y, hayvanın otladığı şey, ot ve çayıra denir. Riayet ise verilen talimata
uymak, koyunların çobanlarını dinledikleri gibi dinleyip söylenenleri yapmak
demektir. İşte böylece devlet düzeninde bu türlü bir güdülmeyi istemek,
yasaklanmış bulunmaktadır. İnsan kanun, tüzük ve yönetmeliklere uyacaktır, ancak
o, bunlara uyarken ve bunların açık olmayan tarafları ve boşluklarda kendi yorumuna
göre hareket edecektir. Nasıl bir hâkim karar verirken kendi görüşüne göre karar
veriyorsa insanlar da yaptıkları işlerde kendi görüş ve düşüncelerine, anlayış
ve kavrayışlarına göre hareket ederler. Hz. Peygamber Muaz’ı Yemen’e vazifeli
olarak gönderdiği zaman Kuran’da ve hadiste açık olarak bulunmayan mesellerde kendi
görüş ve düşüncesiyle hareket edeceğini söylediği zaman Hz. Peygamber’den
tasvip görmüşlerdi.[236]
Bugün yeryüzünde
birisi a) merkezden yönetim, diğeri ise b) yerinden yönetim olmak üzere iki türlü
sistem uygulanmaktadır. Merkezi yönetim her türlü kararların ve emirlerin merkezden
alınıp verildiği bir sistemdir. Diğer sistem ise kararların mahallinde ilk yetkililer
tarafından verilmesi sistemidir. İslam ekonomisinde yerinden yönetim sistemi
benimsenmiş ve esas alınmıştır, diyebiliriz. Hatta bu konuda Muhammed Hamidullah
aynen şöyle demektedir: “Adem-i merkeziyet ve “dolaylı idare” usûlü kaide gibi
durmaktadır.”[237]
Yukarıda
söylediğimiz Hz. Peygamber ile Muaz’ın arasında geçen konuşma bu konuda açık bir
delil teşkil eder. Muaz, Yemen’den başkan olarak size sorarım, demiyor; kendi
görüşüme göre hareket ederim, diyordu. Buna göre her birey hareket ve
davranışlarında tamamen kendi görüş ve kanaatiyle hareket eder. Eğer bir
müçtehidi taklit etmek söz konusu olsa bile herkes müçtehidini kendisi seçecektir.
Yoksa din, mezhep ve inanç bir mal gibi miras olarak intikal edemez. Yani miras
Müslümanlığı veya evin, mahallenin, vilayet ya da bölgenin mezhep mirası bireylere
fayda vermez. “Nezaret
(murakabe) et, deyin” emri ile yasaklanan merkezi sistem yerine adem-i merkeziyet veya
yerinden yönetim sistemi getirilmiştir. “nazara” kelimesi başını bir yere
çevirip bakma anlamına gelir. Zaten bunda murakabe anlamı vardır.[238]
Nezaret düşünmek, tefekkür etmek, birisini zihinde tutup beklemek anlamlarına da
gelir. Bu kelimeyi if’al babından okuyan kıraat de vardır.[239]
O zaman bunun anlamı “mühlet ver, deyin” demek olur. Başka bir yerde sülâsi
kökünden gelerek yine aynı anlamda kullanılmıştır. Mesela bir ayette eğer borçlu,
borcunu ödeyemeyecek kadar fakir ise o, kazanıp zengin oluncaya, ödeyecek duruma
gelinceye kadar ona mühlet vardır, buyrulmaktadır.[240] Ra’y kelimesinde
devamlı olarak bakmak, takip etmek ve gütmek anlamları vardır. Nezaret kelimesinde ise
bakmak, murakabe etmek ve mühlet vermek anlamları vardır. Yani bunda serbest bırakmak
asıl anlamdır, diyebiliriz. Adem-i merkeziyet
veya yerinden yönetim sistemi, asla anarşik bir durum meydana getirmez. Bu sistemde de
birliğin temin edilmesi gerekir. İşte bu birlik nezaret ile yani devletin kontrol ve
denetlemesi ile sağlanır. Mesela başkan çalışanların işlerine bir müdahalede
bulunmadan bakıp gözetler ve denetleyip kontrol eder. Eğer yanlış davrananlar ve
uygunsuz hareket edenler çıkarsa sadece gerekli bilgiyi vermekle yetinir. Yani yine
karışmaz ve onları hiçbir zaman gütmeye kalkmaz. Burada başkan otomatik bir dokuma
tezgâhını çalıştıran bir kimse durumundadır. Bir taraftan tezgâh kendi kendine
çalışırken diğer taraftan nezaretçi de sadece kontrol eder ve gözetler. Ancak o,
bir arıza meydana gelirse o zaman gerekli müdahaleyi yapar. Sonra faaliyeti yine
otomatik hale, kendi kendine yürüme şekline getirir. Yoksa kontrol eden kişi arıza
meydana geldi diye kendi eliyle çalışıp düzeltmeye başlamaz. Bu müdahaleden sonra
da iş yine iyi gitmez, aksaklık ve bozukluk devam ederse artık memurun görevine son
verilir. Bizim bu açıkladıklarımızın bir kısmını zaten Ebu Yusuf da Harun Reşit
için yazmış olduğu Kitab-ül Harac adlı eserinde dile getirmiştir.[241]
İşte bir işin,
bir kuruluşun ve bir toplumun başında bulunalar da böyle hareket ederler. Onlar
hiçbir zaman işe müdahalede bulunmazlar. Kişilere sadece hata ve yanlışlarını
söylemekle yetinirler. Eğer görevliler hatalarını kendileri düzeltirlerse mele yok,
şayet devam ederler ve bir düzelme olmazsa, artık Ebu Yusuf’un da dediği gibi, onlar
görevden azledilirler. Yukarıda amirin
memurları, başkanın iş verip çalıştırdığı kimseleri murakabe ve kontrol
edeceğini söylemiştik. Hz. Peygamber, İbn-ül Lütbiyye (veya İbn-ül Utbiyye) yi,
zekât memuru olarak Beni Süleym yöresine gönderdi. Bu adam Beni Süleym zekâtlarını
toplayıp da Medine’ye gelince “Bu size aittir, bu da bana hediye edilendir”, dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber minbere çıktı. Allah’a hamd ve sena ettikten sonra
şöyle buyurdu: “Benim gönderdiğim bu memura ne oluyor ki, “Bu sizindir; bu da bana
hediye edilmiştir”, diyor. Acaba o, basının ve anasının evinde otursaydı, ona bu
mallar hediye edilir miydi? Canım kabzasında bulunan Allah’a yemin ederim ki, eğer bu
kimse zekât mallarından bir şey alırsa, kıyamet gününde omuzlarında kükreyen bir
deve veya böğüren bir öküz ya da meleyen bir koyun taşır olduğu halde Allah’ın
huzuruna gelir.”[242] Bu ayette “Bizi
murakabe (kontrol) et, deyin ve dinleyin”, buyrulmaktadır. Sem’ kulaktaki işitme
özelliğine, denir.[243]
Kulağa da sem’ adı verilir.[244]
O halde sem’ işitmek, dinlemek ve dinleyip itaat etmek demektir. Öyleyse halk
başkanlarını dinleyecekler ve onlara itaat edip uyacaklardır. Zaten Kuran-ı
Kerim’de “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan
ülü’l-emre (idareciler) de itaat edin”[245]
buyrulduğu için emir sahiplerine itaat edip uymak farzdır. Kişinin kendi görüşüyle
hareket etmesi demek hiçbir zaman başkanı dinlememek anlamına gelmez. Burada
“dinleyin” emri çoğul olarak söylenmiştir. Toplum bir nezaretçi tayin etmeye ve
bir başka seçmeye ve işlerini bu başkanın denetimi altında yapmaya mecburdur.[246]
Buna işaret etmek için fiil, emir kalıbında ve çoğul olarak getirilmiştir,
diyebiliriz. Bu emrin topluma
verilmiş olması, toplumla başkan irtibatını ve başkanların halk tarafından
seçileceğini ifade edebilir. Seçim yolu da biat usulüdür. Biat, itaat etmeye söz
vermek demek olup seçmen seçeceği kimsenin elini sıkarak başkanını seçmiş olur.[247]
Kuran-ı Kerim’de başkana biat edenlerin Allah’a biat etmiş olacakları dile
getirilmektedir.[248]
Hadislerde de Ubade b. Samit’in de biz Peygamber’i dinleyip itaat etmek üzere biat
ettik, dediği nakledilmektedir. Hadisin metni şöyledir: "Biz Allah
Resulüne zorluk ve kolaylıkta, dinlemek ve itaat etmek üzere, emir sahipleri ile
çekişmeyeceğimize, her nerede bulunursak bulunalım muhakkak orada hakkı yerine
getireceğimize ve Allah yolunda hiç kimsenin kınamasından ve zemminden
korkmayacağımıza dair biat ettik.”[249]
Bu biat işi, daha
çok siyasi-idari olduğu için burada tafsilata girmiyoruz. Ancak şu kadar söyleyelim
ki, İslam’da herkesin, tüm kadınların ve erkeklerin bir başkana biat etmeleri
mutlak görevleri olduğunu, Hz. Peygamber’in cemaatten ayrılıp boşta kalan kimseyi
cahiliye üzere öleceğini haber verdiğini hatırlatmakla yetineceğiz.[250] Bütün bunlardan
sonra İslam ekonomisinde iş hayatının tanziminde merkezi sistem (gütme sistemi)
yerine adem-i merkeziyet (murakabe ve kontrol sistemi ve yerinden yönetim) sisteminin
getirilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Belirlenecek bir statü dâhilinde herkes, mesleki
ve siyasi kurumunu ve başkanını seçer. Seçilen bu başkanlar da aralarında birini
ittifakla başkan seçerler, İşte böylece genel başkan seçilmiş olur. Esasen
ekseriyet istemine dayanmayan, belki tam tersine herkesin kendi görüşüne göre katıda
bulunduğu bir halk idaresi böylece kurulmuş olur.
Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Devlet idare
sisteminde merkeziyetçilik yok, yerinden yönetim vardır. Başka bir kimseyi taklid
etmek ve başkanın talimatını bekleyip ona uymak da yoktur. Görevliler araştırarak
vardıkları görüş ve verdikleri kararı uygulamaya koyarlar. 2- İdare
sisteminde adem-i merkeziyet ve yerinden yönetim esastır. 3- Düzenin
gereklerine uymayanların görevlerine son verilir. İstemedikleri halde zor ve baskı
kullanarak uydurma yoktur. 4- Kişilik sahibi
olan her topluluk başkanını kendisi seçer. 5- Bir düzeni
kabul ettikten sonra artık onun gereklerine uymak zorunluluğu vardır. 6- Herkes kendi
başkanını aynı zamanda değiştirme hakkına da sahiptir. Bir başkan da kendi emri
altında çalışan birisini değiştirebilir, onu çıkarabilir. 7- Herkes, kendi
görüşüne göre hareket eder. Merkezi sistemde olduğu gibi, başkanın talimatını
bekleyip ona uyma esası yoktur. Bir birey herhangi bir yanlış yaparsa başkan uyarıda
bulunur. Başkana sormak suretiyle iş üretme ve çalışma esası yoktur. 8- Herhangi bir
hata yapıldığı zaman başka bu yanlış yapanların görevlerine son verebilir. Fakat
onlar çalışıp iş yaparken işlerine müdahale esası yoktur. Bakara Suresi 2/
Ayet: 110 “Namazı ikame
edin, zekâtı itâ edin, kendiniz için hayırdan neyi takdim ederseniz onun Allah’ın
yanında bulursunuz.” Çalışma
zamanını ve mesai saatlerini düzenleyen namazı kılmak, yaşama düzenini ve
yardımlaşmayı tanzim eden zekâtı vermek emredildikten sonra şimdi burada çalışma
ve iş hayatının temel esaslarından biri daha açıklanmaktadır. Bireyler
yaptıkları işleri, iyi işleri toplumun nezdinde hazır olarak bulacaklardır. Birey
bir insan olarak yaptıklarının karşılığını Allah’ın katında bulacağı gibi,
ekonomik olarak yaptıklarını da yine Allah’ın yeryüzündeki halifesi, memuru ve
temsilcisi olan toplumun yanında bulur. Ve : Bu vav,
atıf veya hal vavı olabilir. Bu harf sayesinde namaz kılmanın ve zekât vermenin şu
temel şeklini anlamış oluyoruz: Namazı kılınız ve zekâtı veriniz; çünkü
hayırlı ve faydalı olarak takdim ettiğiniz şeyleri Allah’ın yanında
bulacaksınız. Veya her takdim ettiğiniz şeyi, Allah’ın yanında bulacak şekilde
namazı kılın ve zekâtı verin, demek olur. Her şey, toplum
içinde ve toplum adına yapıldığına göre, karşılığın da yine ondan
beklenmesinden daha normal bir şey olamaz. Besmele ayeti ve Fatiha suresinde geçen temel
prensiplerin burada değişik ve farklı bir ifade ile desteklendiğini söyleyebiliriz.
Burada namaz, zekât ve takdim edilen hayrın vav harfiyle atfedilmesi, bunların hep
beraber bir arada bulunması ve aynı düzen içersinde işlenip cereyan edeceğini
gösterir ve biz de böyle anlarız. Mâ : Bu,
ism-i mevsûldür ve her ne ki anlamına gelir. Bu kelime ism-i mevsûl anlamına geldiği
zaman bir sıla ile sılalanmaya ihtiyacı vardır.[251]
Onun bu ayetteki sılası da “tükaddimû” fiilidir. Burada takdim
edilen şeyin, insanın kendisi olmadığı, onun malı veya emeği olduğu bir
gerçektir. İnsan kendisini takdim edemez; çünkü o kendisini harcama yetkisine sahip
değildir. Bunun için kim kendisini takdim ederse denilmemiş, “kendiniz için takdim
ettiğiniz şeyler”, denilmiştir. Bu mâ harfi umum ifade eden kelimelerden olduğu
için[252]
hem tekil ve hem de çoğula ait olabilir. Burada ise çoğul manasında olup takdim
edilen her şey anlamına gelir. Li enfüsikum: Bu
kelime “nefs”in çoğuludur. Nesf ise can, kan, ruh ve kendisi anlamlarına gelir.[253]
Bu kelime burada kendiniz anlamına olup lâm harfiyle beraber “kendiniz için takdim
ettiğiniz şeyler” demek olur. Lâm harfi de
temlik için gelir. Böylece burada herkesin yaptığına yine kendisinin sahip
olacağını ifade eder. Ayrıca hasr ve tahsis ifade ettiği için burada emeğin
dokunulmazlığına ve vergiden de muaf olduğuna delalet ettiğini söyleyebiliriz.
Çünkü daha önce geçtiği üzere vergi maldan alınır, fakat menfaatten alınmaz.[254]
Bunun için emeğin karşılığı olan ücretlerden kesinti yapılması ve vergi
alınması İslam ekonomisi açısından doğru olmayıp yanlış bir uygulamadır. Burada
“leküm” : sizin için denilmeyip de “li enfüsiküm”: kendiniz için,
buyrulması, mâ harfinin tekil olmayıp çoğul ve genel olduğunu gösterdiği gibi,
herkesin kazancının ve elemeğinin tamamen kendisine ait bir şey olduğunu
bildirmektedir, diyoruz. Buradaki muhatap da
insan yani çalışan ve sahip olan kişidir. İnsanlar yeryüzüne topluca sahip olurken
bu ortak bir mülkiyettir. Ancak herkes, çalışıp kazandığına ve böylece meydana
getirdiği şeylere bizzat kendisi doğrudan doğruya birey olarak sahip olur. Takdîm : Kadem
ayak, adım ve ayağı öne atmak anlamlarına gelir. Takdîm ise bir şeyi öne geçirmek
demektir.[255]
İnsanın gelecek için işlemiş olduğu herhangi bir şey, önceden yapıldığı için
takdim edilmiş olur. Burada fiil veya
amel kelimeleri kullanılmayıp da takdim kökünden gelen bir fiilin kullanılmış
olması, önce çalışmanın ve sonra sahip olmanın esas olduğuna işarettir
diyebiliriz. Böylece önce borçlanıp sonra sahip olma yerine önce çalışıp kazanıp
sonra sahip olma düzeni getirilmiştir. Böylece çalışma, kazanma ve harcama yani
burada önce çalışma sonra da yaşama düzeninin esas olduğu ifade edildiğini anlamak
mümkündür, diyoruz. Buna göre herkes gelecek için çalışacak, fakat halde ise
geçmişte çalışıp kazandıklarıyla geçimini sağlayacaktır. Burada takdim
fiili, tefil babından getirilmiştir. Bu bab ise fiilde, failde veya mefulde bulunan bir
çokluğu bildirmek için kullanılır.[256]
İşte takdim kelimesinin bu babtan gelmesiyle bunun aman zaman ve peyderpey yapılan
işler olduğu belirlenmiş olmaktadır. Bu bize takdim işinin maldan ziyade iş
yapmanın ve çalışmaların-hizmet etmenin takdimi olduğunu gösterir. Çünkü insan
günlük çalışır, her gün çalışır, bunun karşılığı olan ücretini ve veya
hâsılayı ise ancak ay sonun ya da yılsonunda alır. Bu ayet üzerinde
düşündüğümüz zaman üyeleri her ay periyodik olarak bir miktar para yatırmak
suretiyle meydana getirilen bir ortaklık hatıra gelebilir. Bu ortaklık küçük
olabileceği gibi, bütün bir toplumu içersine alabilecek kadar büyük de olabilir.
Bireyler emek, mal ve paralarıyla bu kuruma herkes yapabildiği kadar değerlerini
yatırırlar. Neticede hepsinin değerlerinin birleşmesiyle meydana gelen hâsıla veya
mamulât, her üyenin yaptığı katkısı oranında aralarında ortak olur. Tecidûhu : Onu
bulursunuz. Vücd, çoğulu vicâd, sızıntı halinde akan bir su için bir çukur kazıp
suyu böyle bir çukurda toplamak manasınadır.[257]
ki, aslında mevcut olup fakat dağınık bir halde bulunan veya gizli olan şeyleri bulup
ortaya çıkarmak demektir. Takdim edilen
şeyler başlangıçta peyderpey yavaş, yavaş verildiğinden dağınık durumda olup
göze görünmez. Fakat suların oradan buradan gelip çukurda toplandığı gibi, bu
kurumda toplanmakta ve orada (toplum ve Allah’ın yanında) hazır bulunmaktadır.
Takdim edilen şeyler kastedilerek “onu bulursunuz” denilmekte böylece burada zamir
tekil olarak gönderilmekte, bu şekilde o takdim ettiğiniz şeyleri bir arada birikmiş
bir bütün olarak bulursunuz demek olur. Bulma fiili çoğul olup bulunan şey ise tekil
olmasıyla sanki hâsıla bir tek bir bütün olup ondan herkesin bir payı
bulunmaktadır. Eğer bu ürün bölünebilir cinsinden ise onu hak sahipleri kendi
aralarında pay ederler. Burada yapılan benzetme ile ifade edecek olursak herkes,
çukurda toplanan sudan kendi payına düşen hissesini alır. Eğer bu ürün
bölünebilir cinsinden değilse, o takdirde hisse sahipleri müşterek olan bu
mülkiyette kendi hakları kadar bir pay sahibi olurlar.
I’ndallâhi :
Allah’ın indinde, nezdinde ve onun yanında. Yani yaptığınız hayırlı işleri
Allah katında bulacaksınız, demek olur. İnsan olarak yapılan hayırlar, geniş manada
Allah’ın yanında bulunacak; insanın ekonomik varlık olarak yaptığı hayırlar yani
faydalı şeyler[258]
ise Allah’ın yeryüzündeki görevli memurları ve temsilcisi olan cemiyetin ve
toplumun yanında bulunacaktır. Böylece bu kayıt ile yukarına sözü geçen kurumun
ortaklaşa kurulmuş olan bir halk kurumu olduğu ortaya çıkar. Bu kurum bu şekliyle ne
özel sektöre ve ne de devlet sektörüne benzer. O müşterek bir halk sektörüdür. Bu
kuruluşun özellikleri ilerideki ayetler ışığında daha açık bir şekilde ortaya
çıkmaktadır. Bununla beraber biz burada sadece bu ayete dayanarak bazı hükümleri
düşünüp onların belirlenmesine çalışabiliriz. Burada mâ
tükaddimû cümlesi mübteda, li enfüsikum cümlesi de haber olur, tecidûhu cümlesi de
ikinci bir haber olur. Haber yalnız bir tane olmaz, birkaç tane olabilir.[259]
Veya li enfüsikum tükaddimû fiilinin car ve mecruru yani mefulüdür. O zaman tecidûhu
cümlesi mübtedanın haberi olur. Her iki şekilde de ekonomik bakımdan anlamlarda pek
fark yoktur. Çünkü bu her iki yol da aynı sonuca yani bu takdim edilen şeylerin
mülkiyeti onları takdim edenlere aittir neticesine götürür. Min : Den. Bu
kelime beyaniye veya tebiz için gelmiş olabilir.[260]
Eğer “min” burada beyan için gelmiş ise, takdim edilen şeyin hayırlı–faydalı
olmasının şart olduğu anlamı ortaya çıkar. Min harfi burada
tebiz için de gelmiş olabilir. O zaman hayrın hepsinin takdim edilmeyeceği, ancak bir
kısmının takdim edileceği anlaşılır. Böylece herkes hayırdan kısım, kısım,
parça, parça bir şeyler yapmış olur. “Hayr” kelimesi burada nekre olarak
getirildiği için, belli ve bilinen faydalı bir iş değil, hayırlı ve faydalı
olduktan sonra ne tür bir iş olursa olsun, bireyler istedikleri her hayırlı-faydalı
işleri yapıp takdim ederler, demek olur. Hem bu suretle serbest teşebbüs
gerçekleşmiş ve bireysel rekabet de ortadan kalkmış olur. Burada min harfinin tebiz
için gelmiş olması ve hayr kelimesinin de nekre olarak söylenmiş olmasıyla serbest
bir iş bölümüne işaret edilmiş olabilir. Eğer belirlenmiş bir iş bölümü
esasına göre çalışma ve iş hayatı olsaydı, o zaman hayr kelimesi nekre değil,
maarife olarak getirilirdi. Kuran-ı Kerim’in
pek çok yerinde nef’i ve zarar, husn ve sû’ hayr ve şerr, hakk ve bâtıl
kelimeleri kullanılmaktadır. Bunların kullanıldıkları yerler ve ifade ettikleri
manalara bakıldığı zaman şu husus ortaya çıkar. Husn ve sû’ ile, hak ve batıl
kelimeleri daha çok afaki esaslarla ilgilidir. Yani bunlar insanın varlığı ile
yakından ilgili olmayıp genel düzenin gereği olan hususlarla ilgili ayetlerde geçen
kelimelerdir. Nef’i ve zarar ile hayr ve şerr kelimeleri ise insanla ilgili olup
insanın başına gelen iyilik ve kötülükleri içersine alırlar. Nef’i ve zarar daha
çok bir tek kişinin menfaati ve zararı olsa gerektir. Hayr ve şerr kelimeleri ise daha
çok toplumla ilgili olup toplumun içersinde faydalı ve toplumun içersinde zararlı
olan hususları ifade eder diyebiliriz. Onun için burada nef’i ve zarar geçici fayda
ve zararları içine alır; hayr ve şer kelimeleri ise sürekli ve daha genel iyilik ve
kötülükleri içersine alır, demek istiyoruz. Hayr : Bu kelime develer
içinde en çok doğurup ve en çok süt veren ve iyi olan yavuz develer sıfat olarak
kullanılır. Sonraları sevilip tercih edilen her şeye hayr denilmiştir, ayrıca maddi
varlığa ve çok mala da hayr denilmektedir.[261]
Çünkü çok mal insanların tercihine mazhar olur. İşte yine buna dayanılarak şerrin
karşılığı olan iyiliğe de hayr adı verilmiştir. Buradaki hayr
kelimesi mallar anlamına da gelebilir. O zaman bu, tasarruf edip de yatırım için
verilmiş olan mallar anlamına gelir diyebiliriz. Veya şerrin karşılığı olan hayr
manasınadır. O zaman da malı ve faydalı şeyi meydana getiren her hareket ve
davranış demek olur. Yani hayr kelimesi Zilzal suresinde geçtiği gibi mala sıfat
olabileceği gibi amele-emeğe de sıfat olabilir. Böylece insanlar için yararlı olan
veya kendiniz için yararlı olan mal ve emekten-hizmetten ne takdim ederseniz onu
Allah’ın nezdinde bulursunuz, demek olur. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Namazla kurulan
çalışma ve mesai düzeni, zekât vergisiyle kurulan yaşama düzeni, bireylerin gelecek
için çalışmaları sayesinde ve onlarla birlikte kurulup gerçekleşir. 2- Herkes, gelecek
için çalışır ve tasarruf eder. Herkes isterse tasarruflarını bir devlet bankasına
(Mudarebe halk şirketine) emanet edebilir. 3- Çalışmalar ve
üretim işleri özel mülkiyet ve serbest teşebbüs esaslarına dayanarak ortaklaşa,
zincirin halkaları gibi birbirine bağlı olarak, toplu bir şekilde yapılır. 4- Zincirlemeli ve
ortaklaşa bir çalışma sonunda elde edilen hâsıla ve meydana gelen üründe herkesin
katkısına göre bir hissesi vardır. 5- Bireylerin,
çalışmalara yaptıkları katkı, emek, sermaye veya mal şeklinde olabilir.
Çalışmalara yapılan katkılar, faydalı olma özelliğini taşımalıdırlar. 6- Çalışıp
ortaklaşa olarak üretim yapma düzeni, kolektif olarak çalışan bir düzen olup bir
çeşit halk ortaklığı olan bu kuruluşa ne bireyler ve ne de hükümetler müdahale
edemezler. 7- Böylece İslam
ekonomisinde kendisine mahsus bir üretim düzeni vardır. O nedenle bu üretim alanında
bireyler, hükümetler ve diğer görevliler görevlerini bu düzene uygun olarak yerine
getirirler ve kendi görüş ve kanaatlerine göre hareket etmede serbesttirler. Bakara Suresi 2/
Ayet: 134 “Onlar birer
ümmet idi. Gelip geçtiler. Onların kazandıklarının kendilerinin, sizin
kazandığınız da sizindir. Onların yaptıklarından siz sorumlu değilsiniz.” Bu ayette her
toplumun kesp ettiğinin-kazandığının kendisine ait olduğu bildirilmektedir. Biz daha
çok “sizin kesbettiğiniz sizindir”, cümlesi üzerinde durmak istiyoruz. Kesb : Yağın
posasına, posa yığınına denir. Kesb, yaban meyvelerini, bir araya getirip yığmak,
orada burada dağınık bir halde bulunan malları toplayıp yığmak demektir.[262]
Bu kelime bize ekonomik olarak birçok esasların tespit edilmesine yardımcı olacaktır.
Çünkü kesb, tabiatta mevcut olan faydalı şeyleri elde edip toparlayıp bir araya
getirmektir.[263]
Buradaki ümmet,
cemaat ve toplum demektir.[264]
Toplumun elde ettiği şeyler kendisine aittir denilmekle özel mülkiyetin bir esası
konulmuş olur. Menkul mallarda mülkiyetin esası, onları ihraz etme ve elde etmedir.
Yani serbest bulunan şeyleri kim toplayıp kendi malları arasına katarsa bunlar o
kişinin olmuş olur. Artık başka kimseler bunları bir bedel karşılığı devralmak
suretiyle sahip olabilirler. Gayrimenkul mallar için mülkiyetin sebebi ihya etmek kabul
edildiği halde menkul mallar için ihraz: elde etme mülkiyetin sebebi kabul edilmiştir.[265]
Bu malı elde
ederken harcanan emeğin az veya çok olması malın kolay veya zor elde edilmesi önemli
değildir. Burada önemli olan kişinin o malı yerinden alıp kendi malları arasına
katmış olmasıdır. Mülkiyet konusunda menkul mallarda mülkiyet için kesb: kazanıp
elde etme yeterli olduğu halde gayrimenkullerde mülkiyet için işgal veya tesahüp
kâfi gelmemektedir. Bir kimsenin toprağı taş, çukur, arık veya barajla çevirmesi
mülkiyet için yeterli bir faaliyet değildir.[266]
Çevrilen bir yer o haliyle ancak üç yıl kalabilir.[267]
Yine burada arzın,
yeryüzünün mülkiyeti değil de yeryüzünde olan şeylerin mülkiyeti ve onlara sahip
olmanın esası daha açık bir şekilde görülmektedir.
Ayette elde edilen
şeylerle onlara malik olanlar çoğul olarak kullanıldığı için menkul mallarda özel
mülkiyetin esas olduğu anlaşılır. Böylece herkesin kendi kazancı ve emeğinin
kendisine ait olduğu açıklanmış olmaktadır. Burada failin çoğul olarak getirilmesi
üretimin ortaklaşa toplu olarak yapılacağına işaret eder diyebiliriz. “Onların
amellerinden siz sorumlu tutulmazsınız” ifadesiyle de mülkiyetin sadece bir hak
kurumu olmayıp aynı zamanda sorumluluk taşıyan bir kuruluş olduğu bildirilmektedir.
Yani elde edilen malların kullanılması, elde ediliş yolları ve bir başka kişiye
intikali bir düzen ve esaslar dâhilinde cereyan eder. Malların kendilerine göre ne
hakları varsa verilir ve mallar hiçbir zaman heder edilmez ve israf edilmez. Ayette kesbin amel
ile tavsif edilmesiyle kesbin: elde etme hakkının kaynağının amel olduğuna işaret
edilmiş olabilir. Böylece mülkiyetin esas kaynağının emek olduğu ortaya
çıkmaktadır. Mülkiyetin esas kaynağının emek olduğu hususu “İnsan için kendi
çalışmasından-emeğinden başka bir şey yoktur” ayeti[268]
geldiği zaman daha geniş bir şekilde açıklanacaktır. Aynı zamanda
ayette gelir dağılımının adil bir şekilde yapılmasına, herkese kendi
kazandığının aynısının verilmesine gelir dağılımını adil olarak ayarlamayan
ülkelerin çabuk çöküp yok olacağına ve böyle ülkelerin hiçbir zaman ilerleyip
önder bir ülke olamayacağına işaret edilmektedir.[269] Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Birey menkul
malları elde etmekle onların sahibi olur. 2- Menkul mallar
toplumda hep birlikte beraber olarak üretilip elde edilir. 3- Menkul mallar
kim ve kimler tarafından üretilmiş ise onun ve onların olur. 4- Mülkiyet aynı
zamanda sorumluluğu gerektiren bir kurumdur. 5- Mülkiyet Allah
tarafından konulmuş olan kural ve kaidelerle yani şeriat çerçevesi dâhilinde
tanınmış olan bir haktır. Onun için mutlak bir mülkiyet anlayışı yoktur;
sınırlı ve kısıtlı bir mülkiyet hakkı vardır. 6- Gelir
dağılımını adil bir şekilde ayarlamak herkesin ve her milletin kendi faydasına
olur. 7- Gayrimenkul
mallar için mülkiyetin sebebi, ihya ve imar, menkul mallarda ise ihraz ve elde etmedir. 8- Menkul mallarda
özel mülkiyet esastır. 9- Özel
mülkiyetin asıl kaynağı emektir. 10- Toplumda gelir
dağılımı adil bir şekilde ayarlanır. 11- Gelir
dağılımını adil bir şekilde ayarlamayan ülkeler kalkınıp ilerleyemez, çabuk
çöküp yok olmaya mahkûm olurlar. Bakara Suresi 2/
Ayet: “…O bizim de
Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, siizn amelleriniz de sizedir.” ‘Amel :
Hareketli, işlek ve eşkin deveye ‘amle, denir.[270]
Süngülerin göğsüne de ‘âmile adı verilmiştir.[271]
Amel ise bilhassa bir maksatla yapılan iradi hareket ve davranışlara verilen bir
isimdir.[272]
Buna göre düşünmek ve üzülmek amel olmadığı gibi bir gaye ve maksat taşımayan
hareket ve davranışlar da amel olmazlar. Bunlar olsa, olsa ancak fiil olurlar.
Hayvanların hareketleri de amaçsız ve gayesiz olacağı için onlara da fiil denilir.[273]
İnsanların birbirleri ile yaptıkları ekonomik münasebetlere de muamele adı
verilmektedir.[274]
Müfâale kelimesi ise daha çok hissi davranışlarla ilgili olan bir kelimedir,
diyebiliriz. Burada “O, hem
bizim Rabbimiz, hem de sizin Rabbinizdir” denilmek suretiyle Allah’ın toplulukları
ayrı, ayrı terbiye ettiği; fakat terbiye eden bu varlığın tek olduğu ifade
edilmektedir. Bundan önceki
ayette kesb: kazanıp elde etmek için de hayatta olanlarla daha evvel göçüp gidenler
birbirinden ayrılmış; yaşayanlar bir zamir altında toplanmış olduğu halde, burada
ise yaşayanların gruplara ayrılmış ve ayrı, ayrı oluşturulmuş kümeler
olduklarını görüyoruz. Bütün insanlık âlemi yek pare bir varlık, tek bir varlık
ve bir bütün değildir. Her bir toplum ayrı, ayrı varlıklardır. Dolayısıyla
onların işleri de ayrı, ayrı olacaktır. Bu onları ayrı olmaları aynı Rabbin ve
aynı yetiştiricinin eseri olmalarına engel değildir. Bir usta bile rahatlıkla
birbirinden ayrı iki ev yapabilir. O halde Rab ve terbiye edici tek ve birdir. Bunun
için her ne kadar düzenler birbirine benzese de toplumlar ayrı ayrıdırlar. Zaten
ayrı, ayrı olan bu toplumlar kendi özelliklerini de koruyarak yaşamak
durumundadırlar. Ayette “Bizim
amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir” buyrulmakla çalışma ve iş
hayatı bakımından her toplumun kendi işini kendi arasında yapacağına işaret
edilmiş olabilir. Diğer tarlatan da
bütün insanlar yerküresinde üretim yapmaktadırlar. İşte bu üretimler her ne kadar
yöresel olsa da onların bir de küresel tarafları da vardır. Bu yönüyle müşterek
bir çalışma sonucu beynelmilel olarak üretilmiş olan bu mallar, mübadele yoluyla
bütün bir beşeriyete ve tüm insanlığa şamil bir hal alır, diyebiliriz. Bu sebepledir ki,
İslam ekonomisinde bütün yeryüzü, mübadele alanı olarak kabul edilmiştir. Öyleyse
mübadele beynelmilel olmalıdır, diyebiliriz. Zaten bu husus ilgili olan ayetler de
vardır.[275]
Hatta hac için dünyanın dört bir tarafından bir noktaya, Mekke’ye Kâbe’ye gelen
hacılara mübadele yapmaları müsaade edilmiştir.[276]
Hac aynı zamanda bir panayır ve beynelmilel bir ticarettir. Haccın ayrıca kültürel
bir yönünün de varlığında şüphe yoktur. İslam’ın ortaya
koyduğu mübadele kanun ve kuralları ile ekonomik düzen ile siyasi sistemleri arasında
tam bir ahenk ve uyum vardır. Mübadele konusunda milli sınırlar bir engel teşkil
etmediği gibi, siyasi hayatta da iyilik ve yardımlaşma sınırları da dünya çapında
genişleyebilir. “İslami devlet, toplumlar ve milletler arasındaki engelleri
kaldırır. Aralarındaki bütün düşmanlıkları ve ihtilafları kaldırır ve hepsini
bir kardeşlik- bir milletler ailesi haline getirmek ister.”[277] Ayette “bizim
amellerimiz bizedir” denilmekle her birimizin çalışması kendimize ait olduğu, yani
herkesin kendi emeğine sahip olduğu ifade edilmektedir. Buna karşılık “sizin
amelleriniz de sizedir” denilmekle ayrı, ayrı ameller üzerinde her grubun müşterek
olarak sahip olma hakları olduğu anlaşılabilir. İşte burada birbirine zıt gibi
görünen bu iki esasa dayanan bir düzene ihtiyaç olduğu bildirilmektedir, dersek
aşırı gitmiş olmayız. Bu anlayış da mesela ortak yapılan bir işte herkesin kendi
emeğini ve gücünü koyması, neticede elde edilen malların kesb haline dönüşmesi
(yani malın o malı elde edenlere ait olması) ve serbest mübadele ve serbest piyasa
sayesinde bütün dünyada dönüp dolaşan bir mal özelliğini kazandıran bir sistemin
varlığını zaruri kılmaktadır. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- İnsanlar
tek bir terbiyeci tarafından var edilip yetiştirilirler. 2-Toplumların ayrı, ayrı varlık ve şahsiyetleri
vardır. 3- Çalışıp
üretme her toplumun kendi içinde yapılır. 4- Herkes
kendi emeğini ve gücünü toplumdaki çalışmalara katarak üretime katkıda bulunur ve
yardım eder. 5- Ortaklaşa
bir üretim sonunda meydana gelen hâsıla ve ürün toplum tarafından kazanılıp elde
edilmiş olur. 6- Üretilip
elde edilen mallardan herkes, kendisine düşen payı alır yani ürün ayni olarak
paylaşılır. 7- Herkes,
üretimden kendisine düşen payı istediği kimseye devredebilir. 8- Yeryüzündeki
bütün mallar mübadele vasıtasıyla bütün insanların olma özelliğine sahip olur. 9- İslam
ekonomisinde mübadele alanı bütün yeryüzüdür ve bütün yeryüzü olmalıdır. Bakara Suresi 2/ Ayet: 148 “Herkesin
yöneldiği bir kıblesi vardır. Siz hayır işlerinde yarışın. Nerede olursanız
olunuz, sonunda Allah hepinizi bir araya getirir” Küllün : Bıçağın
sırtına, kesmeyen tarafına “kellün”, denir.[278]
Bir işin sonuna kadar varmaya benzetilerek işin tamamına “küll”, denilmiştir.
İşe-güce yaramayan faydasız şeye de kellün adı verilir. “Kelâle” ise usul ve
füruundan kimsesi bulunmayan, ana ve babası, çoluk ve çocuğu olmayan kimseye denir.[279] Küll kelimesi daha
sonraları bütün veya hepsi anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bu belirsiz
olarak geldiği zaman her biri anlamına gelir. Burada bir düzen içersinde yaşayan
bireylerden veya gruplardan her biri demek olur. Zaten bu hususta birçok görüşler
vardır.[280]
Her grubun ve her şahsın düzen içinde bir yönü ve bir işi vardır. Herkes kendi
istikametine yönelir ve kendi işini görür. Bu ayette özel
teşebbüsün serbestliği ile mesleki teşekküllerin serbestliğine işaret vardır.
Bireyin dilediği bir teşekküle girip çıkması serbest olduğu gibi, mesleki bir
teşekkül kurması veya kurulu bulunan teşekküle son vermesi de serbesttir. Yalnız bu
hareketlerin hep meşru bir düzen içersinde olması gerekir. Buradaki lam harfi
tahsis için gelmiştir. Yani her grubun ve her kesin kendisine mahsus bir yönü ve
yöneti vardır yani bir işi vardır. Herkes ona yönelir ve görevi olan işini yapar.
Bu suretle birey ve toplum, zincirlemeli bir şekilde yapılan çalışma düzeni ile
kazanılıp elde edilen mallara kendisi sahip olacağı gibi, hareket ve
davranışlarını, çalışmasını ve üretim yapmasını tamamen serbest teşebbüs
içersinde yapacaktır. Böylece herkes kendi işini kendisi seçecek ve yine kendi
görevini kendisi yerine getirecektir. Viche : Vech,
yüz demektir. Viche ise kişinin yöneleceği, yüzünü çevirip gideceği yere denir.
Yön, taraf, yöneti, semt demektir.[281]
Ayette insanlardan her birinin bir yönü olduğu bildirilmektedir. Viche kelimesi burada
nekre olarak gelmiştir. Onun için herkesin bir yönü ve bir yöntemi olacağı ifadesi
tekit edilmiş olmaktadır. Bu ayet herkesin
kendi işini kendisinin seçmesini dilediği hedefe yönelmesini esas almakla beraber
burada herkes için tek yön kabul edilmiş bulunmaktadır. Yani herkes her işi
yapmayacak herkes işini kendisi seçecek, birer iş yapacak ve bir işi neticelendirmeden
başka bir iş yapmayacaktır. Böylece işbölümü esas olarak kabul edilmiş, bir iş
yaparken diğer işleri de kendi inhisarı altına alıp başkalarına engel olmaz. Bunun
için “Viche” kelimsi belirsiz olarak gelmiş ve tekil olarak kullanılmıştır. Herkesin bir işi
vardır, denileceği yerde, herkesin bir yönü vardır, buyrulmuştur. Çünkü bir yön,
tektir. Fakat bu bir yönde giden çeşitli işler olabilir. O işlerin hepsini bir tek
kişi de yapabilir. Mesela bu yön buğday üretimi olsun. Buğday üretiminde
işbölümü vardır. Anacak burada birey değişik işler yapabilir. Burada iş bölümü
teşvik edilmemiştir. Çünkü mallarda geçerli olan fiyat dengesi emekte kurulamaz ve
işbölümü de her zaman gerçekleştirilemez. İslam âlimleri
mal ile emeği ayrı ve farklı kabul ederek onları ayrı, ayrı kanun ve kurallara tabi
tutmuşlardır. Fıkıhçılar da malları alış-veriş bahsinde alıp satarken, emeği
de icâre bahsinde yani ayrı bir bölümde ele almışlardır. Emek asla mal gibi telakki
edilemez ve ona benzetilemez. Aynı mal gibi alınıp satılamaz, emeği bedeli olan
ücretlerin düşmesi veya yükselmesi için arz talep dalgalanmalarına tabi tutulamaz.[282]
Emekte işbölümü
ancak ortaklık şeklinde gerçekleştirilebilir. Çünkü bir ortaklıkta işbölümü
yapıldığı zaman ortakların tek hedefi olmuş olur. Bu takdirde küll kelimesi birey
olarak değil, bir grup olarak anlamlandırılmış olur. Nitekim buna grup manası
verenler de olmuştur.[283]
Böylece aralarında bir ortaklık kurmuş veya bir kurumda birleşmiş olan kimselerden
her birinin ayrı, ayrı işleri bulunmakla yani bir işbölümü olmakla beraber bir tek
hedefleri bulunacağı anlaşılmış olur. Küll kelimesine
toplumlar anlamı verdiğimiz zaman ortaklaşa üretimde bulunan kimselerin tek hedefi
olacağı ortaya çıkar. Bireyler manası verildiğinde ise herkesin üretimde bir hedefi
olacağı ifade edilmiş olur. Neticede bu, ister birey halinde ister toplumlar halinde
olsun, herkes veya grup birlikte mal üreterek topluma vermiş olurlar. Onlar kendi
ihtiyaçları olan malları da toplumdan temin ederler. İşte bu anlamı ifade etmek
için amel: işyerine viche: yön kelimesi getirilmiş, hem de tekil olarak ve belirsiz
olarak getirilmiştir, diyebiliriz. Vely : Bir
yağmur yağdıktan sonra arkasından ikinci bir yağmurun yağmasına, denir.[284]
Birisinin arkasından gitmek, peşini takip etmek manasına gelir. Tevelli ise bir işin
arakasından başka bir iş yapmak veya bir şeyin arkasından başka bir şey koymaktır.
Konuştuktan sonra dönüp gidenler için vellâ müdbiran: sonra arkasını çevirerek
dönüp gitti, denilir. Bu tabirden de anlaşılacağı gibi, bu kelime, geçişsiz bir
fiildir. Fakat babının binası geçişli olmaya yeterlidir. Geçişsiz olduğu
zaman bu ayetin anlamı şöyle olur: Herkesin bir yönü vardır; kendisi oraya döner,
yönünü kovalar, peşini takip eder, demek olur ki, bu, herkesin istediği işi
seçeceğini ve herkesin kendi teşebbüsü ile serbestçe iş yapacağını ifade etmiş
olur. Mesela planlamada pek çok hedef tespit edilir. Bireyler veya gruplar o hedeflerden
birisini seçerler. Eğer tevelli
kelimesi geçişli olarak kabul edilirse o zaman herkes yönünü kendisi tayin eder,
demek olur. Yani burada belli işler ve belli bir plan yoktur. Herkes kendisine göre bir
plan yapar ve o plana göre hareket edip kendi yönünü tayin eder. Bütün bunlar
serbest teşebbüs ve serbest plan esaslarını dile getirir. Ayetin ikinci bir
yönü de vardır. Buradaki “hüve” zamirini Allah’a gönderebiliriz.[285]
O zaman yönü tayin edecek makamın kamu, toplum ve devlet olduğu ortaya çıkar ki, bu
da devlet planlamasının varlığını ortaya koyar. Ancak devlet planlamasının
nerelerde olup olmadığı hususu yeri geldikçe başka ayetler yardımı ile tespit
edilir. Burada bir usul
kaidesinden bahsetmek yerinde bir hareket olacaktır. Eğer bir ayet gerek kıraat
sebebiyle ve gerekse kelimelerin manası itibariyle farklı anlamlara delalet ediyorsa, o
zaman anlamın birini bir hale, diğerini de diğer hale çevirmek gerekir. Mesela
kadınların hayızdan temizlenmelerini bildiren ayetteki kıraat farkındaki durum
böyledir. Mesela ayette “temizlenene kadar onlara yaklaşmayın” buyrulmaktadır.[286]
Bu ayetteki
kelimeyi şeddeli ve şeddesiz yani “yattahharne” ve “yathurne” şeklinde okumak
mümkündür. Mesela şeddeli okunursa kirlilik hali bitip temizlendikten sonra,
yıkanmadan önce münasebetin haram; ancak kelime şeddesiz okunursa ilişkinin helal
olmasını ifade eder. Şeddeli kıraat hayız müddetinin 10 günden az olmasına,
şeddesiz kıraat ise 10 günde kesilmesine çevirmekle böylece iki kıraat arasındaki
çelişki kaldırılmış olur.[287]
Bu şekilde her iki anlam da kendi şartları içinde ayrı, ayrı doğru olmuş olur. Bu ayette de iki
mana vardır. Birisi plana göre hareket etmek, diğeri ise plansız, serbest hareket
etmektir. Yani ekonomide özel teşebbüs mü yoksa devlet planlaması mı uygulanacak,
sorusuna biz bunların ikisi de vardır diyoruz. Hangisinin nerede olduğunu, alanlarını
ve sınırlarını başka ayetler ışığında tespit etmeye çalışacak, eğer
ayetlerde bulamazsak istihsan metoduna
başvurarak kendi görüş ve düşüncemize göre faydalı bir ayrım yapmaya gayret
ederiz.[288]
Mesela yol, su, elektrik, ibadethane ve park… gibi yerleri şehir planlamasına,
bireylerin yiyip içmelerini, giyip kuşanmalarını ise serbest teşebbüse örnek
verebiliriz. Festebikû :
İstibak edin, yarışın. es-Sebaku ve sebkatü koşu yarışlarında aralarında tespit
ettikleri öndele tabir olunan uç noktaya ve bir koşu atının diğerlerinden önce
buraya varmasına denir.[289]
Buna göre herkes, tespit edilen hedefe ve noktaya doğru koşar ve ilk varan kişi
yarışı kazanmış olur. Bununla beraber herkes yine oraya varmaya çalışır. Burada
müsabaka ve yarış başkalarını geri itmekle değil, bütün gücünü sarf ederek,
ilk önce hedefe varmaya çalışmakla kazanılır. Toplumda herkes,
refah ve mutluluğa vesile olan şeye doğru yönelecek ve koşacaktır.[290]
Böylece herkes, kendi derecesini almış olur. Mesela herkes, malını daha iyi, daha
kaliteli ve daha ucuza üretmeye çalışır. Fakat kimsenin daha pahalıya ve daha
düşük kaliteli mal üretmesini istemez. Başkasının zayıflığından ve
beceriksizliğinden faydalanmaya kalkmaz ve bunu düşünmez. Birinin yenilmesiyle değil,
koşu yarışlarında olduğu gibi, birbirini geçmek suretiyle müsabaka ve yarış
yapılır. İşte İslam bu şekilde olan bir yarışı emretmiş ve başkalarını
geriletme şeklindeki bir yarışmayı ise yasaklamıştır. Burada sebkat: öne
geçme emri, iftiâl babından getirilmiştir. Bu, kendi kendine yarışma yani bugün
dün yaptığından daha iyi ve daha ucuza yapma yarığı demektir. Malların maliyetini
düşürme ve kalitesini yükseltmek için yapılan yarışma, neticede daha az kar ile
yapılan yarışma kendi kendine yarışmadır. Herkes kendi yönünü tayin ettikten
sonra da ekonomik yarışa devam edecektir. Bu emrin çoğul
olarak getirilmesi de bu yarışmanın hep birlikte ve herkes tarafından yapılması
gerektiğine işaret eder diyebiliriz. Yani herkes bir taraftan kendisiyle yarışırken
diğer taraftan da kendi meslektaşları ve komşuları ile de yarışacaktır. Böylece
bütün toplum hep birbiriyle yarışmış olur. Bugün sınıflar arasında mevcut olan
çatışma sadece yıkıcı bir rekabetten ibarettir. Bunun yerine yapıcı rekabet
getirilmelidir. Bu suretle sınıfları çatıştırmak yerine kitle ve toplum içinde
herkes hayırda ve iyi işlerde yarışırken bütün toplum da gelişme ve ilerleme
sürecine girer ve neticede bir kalkınmışlık ortaya çıkar. Hayrât : Bu
hayrat kelimesinin çoğuludur. Böylece anlam hayırlarda yarışın demek olur. Burada
hayrât kelimesi hem çoğul ve hem de belirli olarak getirilmiştir. Bu şekilde bir
toplulukta çeşitli hayır işleri olacak, hem aynı işte çalışanlar o işte hem
birbirileriyle yarışacak hem de ayrı, ayrı iş yapanlar birbirileriyle
yarışacaklardır. Mesela hayvancılık yapanların pamukçuluk yapanlarla hangimiz
işini daha iyi yapacak ve görevini yerine getirecek diye aralarında yarışması buna
örnek verilebilir. Çünkü zaten dişi kelimeler çoğul mana ifade ederler. Böyle
olduğu halde bu kelimenin sonradan tekrar bir ek ile edilerek çoğul yapılması ve bir
de belirli olarak getirilmesi ile bu çoğulun çoğulu olmuş ve istiğrak anlamını
kazanmış olur ki, bu suretle bunda üç defa çoğulluk alameti belirlenmiş olur. Hayr : Daha
iyisi ve daha üstünü olan demektir.[291]
Buna göre mana hepiniz daha iyi yapmak için yarışın demek olur. Daha iyi olan şey de
üstün kaliteli olmakla birlikte fiyatı da daha ucuz olan şey demektir.
Burada hayr
kelimesi getirilmiş de menfaat kelimesi getirilmemiştir. Yukarıda da belirttiğimiz
gibi nefi’ kelimesi bireysel ve geçici olan bir iyiliği ifade eder. Mesela toplumun
mallarını o toplumu meydana getiren bireyler, kendi aralarında paylaşsalar ilk
bakışta sanki bundan herkes fayda sağlamış gibi görülür. Ancak ileride o topluluk
dağılacağından ve bireyler de toplum olmadan yaşayamayacağından bu onlar için
yarar değil, zarar; iyilik değil, kötülük; hayır değil, şer olur. Eğer herkes,
toplum için kendi malından bir parça verse ve hayır yapsa bu da ilk bakışta bireyin
zararına gibi görülebilir. Hâlbuki verilen bu parçalar toplanıp bir değer teşkil
ederler ve toplumun yol, su, elektrik ve bir başka şey ve yerde yine toplum için
harcanmış olur. Böylece bireyler de bu verdiklerinden kat kat fazlasıyla faydalanmış
olurlar. İşte burada hayr kelimesinin kullanılmasıyla bireyin kendi şahsi
çıkarında ve menfaatinde yarış yapmak değil, hayırda yarış, iyi ve faydalı
şeyde ve biçimde yarış anlaşılmaktadır. Öyleyse yarışmanın ikinci esası da
hayırda: hem birey ve hem de toplum için faydalı olan şeylerde yarış ve yararlı bir
biçimde yarış olduğu anlaşılmaktadır. Eynemâ : Eyne
kelimesi nerede anlamına olup mekan için kullanılır.[292] Aslında bu eyyâne: ne zaman kelimesinin karşılığında
kullanılır. Eyne kelimesine mâ da eklenince her nerede anlamına gelir. Mâ harfi umum
ifade eden kelimelerden birisi olduğundan[293]
bütün fiilleri ve eşyaları içersine alır. Bunun için de nerede ve ne işi
yaparsanız yapın manasına olur. Yani buradan anladığımıza göre serbest bir
yarışma düzeni kurulacak, o düzende herkes, iyilikte yarışacak ve sonunda nerede iş
yapılmış olursa olsun toplum onu bir araya getirmiş ve değerlendirmiş olacaktır. Tekûnû : Bu
kevn kökünden gelen bir kelimedir. Kevn ortaya çıkmak, meydana gelmek demektir.[294]
Bir şeyin deprenmesine, kıpırdanıp sallanmasına ve böylece varlığını belli
etmesine tekevvün adı verilir. Kâne, oldu, idi ve
bulundu manalarına gelir. Buna göre cümle hangi işte bulunursanız bulunun ne işle
meşgul olursanız olun ve nerede bulunursanız bulunun Allah sizi topluca getirir,
şeklinde kurulur. Bu suretle bireylerin işlerini ve işyerlerini kendileri serbestçe
seçeceği anlaşılır. Bunun için her birey işini ve işyerini kolaylıkla
değiştirebilecektir. Netice olarak
herkes, işinde kendi isteği ile serbestçe çalışacak, iyilikte yarış yapacak,
böylece birlikte yaşama ve gelişmeye yarım eden ve toplum yararına olan bir yarış
düzeni kurulmuş olacaktır. Burada Allah
yaptıklarınızı bir araya getirir, denilmiyor da, sizi bir araya getirir buyruluyor.
Çünkü gaye mal değildir, asıl gaye insanların birlik halinde bir toplum olarak
yaşamalarıdır. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Her bireyin
kendine göre bir işi vardır. 2- Herkes
kendi işini kendisi seçer. 3- Herkes
malı üretir ve topluma arz eder, verir. 4- İsteyenler
emeklerini birleştirip beraber üretim yapabilirler. 5- Her birey,
üreteceği şeyi ve şekli kendisi seçer. 6- Gereken
yerlerde plana uymak suretiyle serbest işler de yapılabilir. 7- Devlet
planlaması olmayan yerlerde herkes, kendi işini kendisi planlar. 8- Birey mevcud
olan işlerden birisini veya yapabileceği herhangi bir işi seçip yapar. 9- Her birey kendi
kendine yarış yapar; daha kaliteli ve daha ucuza mal üretmek için uğraşır. 10- Aynı işi
yapanlar kendi aralarında yarış ederler, daha iyi kaliteli ve daha ucuza mal üretmeye
çalışırlar. 11- Ayrı, ayrı
işlerde çalışanlar da yine kendi aralarında yarış ederler. Herkes kendi görevini
diğerinden daha iyi yapmaya çalışıp bu hususta gayret gösterir. 12- Toplumun
bireyleri toplum içersinde hem kendi ve hem de cemiyetin faydasına olan işlerde hep
birlikte topluca yarış ederler. Birbirleriyle yardımlaşmada yarışırlar. 13- Bireyler,
geçici menfaatleri için başkalarına veya topluma zararlı olacak işlerde yarış
yapmazlar. 14- Bütün
çalışmalar ve ürünler toplum içinde değerlenir. Her birey, iyilikte yarıştaki
başarınsa göre toplum içersinde kendisine düşen payını alır. 15- Ekonomik
düzende bireyin ve toplumun kalkınması, birlikte olur. Bu sebeple topluca hep beraber
kalkınmaya ihtiyaç vardır ve onun için buna önem verilir. 16- İslam
ekonomisinde devlet planlaması da vardır. 17- Emek mal demek
değildir ve aynı kural ve kanunlara tabi tutulamaz. Bu sebeple fiyat dengesinin
sağlanması için mallarda olduğu gibi, emekte arz talep kanunları çalışmaz ve emek
bu dalgalanmalara tabi tutulamaz. Bakara Suresi 2/
Ayet: 155 “Elbette sizi
biraz korku, biraz açlık, birazda mallardan, canlarda ve mahsullerden yana eksiltme ile
imtihan edeceğiz, Sabredenleri müjdele!” Belâ : Bilv,
incelmiş ve zayıflamış insan ve deveye denir.[295]
Türkçede kullandığımız bileylemek kelimesi de bu kökten gelse gerektir. Sonraları
bu bilemek şekline dönüşmüş olabilir. Bela ise insanın uğramış olduğu
sıkıntı ve felakettir. İnsanı zayıflattığı veya bileyip keskinleştirdiği için
belaya bu ad verilmiş olabilir. Belâ, bir kimseyi bir işte sıkıntıya sokup buna
dayanma kabiliyetini denemek, sınamak, imtihan etmek ve böylece geliştirmek manalarına
gelir. İnsanların biraz
korku ve açlıkla, mal, can ve gelir noksanlığı ile devamlı olarak terbiye
edildiklerini ve bu sayede bilenip olgunlaştırıldıklarını ifade eden bu ayet yaşama
düzeninin bir esasını ortaya koymaktadır. İnsanlar yeryüzüne sadece yaşayıp zevk
alsınlar diye getirilmemiştir. Çünkü hayatın sıkıntılı, korkulu ve endişeli
yönleri de vardır. En kıymetli şeyler en zor kazanılan sıkıntılar çekerek elde
şeylerdir. İnsanoğlu devamlı olarak zaten tabiatla bir mücadele içersindedir.
Tabiattaki mallar sıkıntı çekmeden ve emek harcamadan ihtiyaçları giderecek özellik
ve kabiliyette var edilmiş değildirler. İlahi düzen böyle kurulmuştur.
İnsanoğlunun bu konuda yapacağı bir şey yoktur. Sıkıntıya
sokacağız anlamını veren fiilin başındaki lam harfi ve sonundaki şeddeli nun harfi,
bu sıkıntının mutlak olduğunu, zorunlu olduğunu ve bundan kurtuluş imkânının
bulunmadığını bildirmek için gelmiştir, diyebiliriz. Bu yüzden insan, ihtiyacını
hemen kolayca tatmin edememektedir. İnsan ihtiyacını gidermek için malları
kullanılır hale getirinceye kadar birçok sıkıntı ve zorluklar çekmektedir. Mallar
tabiatta hazır, hemen tüketilecek bir durumda bulunmazlar. Üretilmeleri ve
çoğaltılmamaları gerekir. Ekonomi dilinde buna nedret
kanunu adı verilir.[296] İktisatçılar
yeryüzündeki insana faydalı olan malları serbest mallar ve iktisadi mallar olmak
üzere iki gruba ayırırlar.[297]
Serbest mallar pek çok olup ihtiyaçtan fazla bulunurlar. İnsanlar bunları hiçbir emek
harcamadan doğrudan kullanabilirler. Mesela teneffüs ettiğimiz hava böyle bir şeydir.
İktisadi mallar ise ancak ihtiyaçlara yetecek kadar olup bunların üretilmesi ve
kullanılabilir hale getirilmesi için emek harcanması ve enerji sarf edilmesi gerekir. İşte insanların
muhtaç oldukları mallar, ancak yeteri kadar yaratılmış ve fazla var edilmemişlerdir.
Yeterli imkânları en iyi bir şekilde değerlendirmek suretiyle üretim yapılır. Zaten
insanlar için çalışma düzeni de bu yüzden kurulmuştur. Bişey’in : Bir
şey ile demektir. Bu bâ harfi ile belâ fiili geçişli hale getirilmiştir. Meşîet : Bu
dilemek manasınadır[298]
ki, bir şeyin olmasını istemektir. Şey ise olması istenmiş, tasarlanmış, olmuş
veya olmamış her nesneye denilir. Fiiller, fikirler, maddeler, hisler meydana gelmiş
olsun olmasın, varlığı düşünüldüğü müddetçe şeydirler. İnsan da bir
varlık olma bakımından şeydir. Ancak o bir dilek ve istek sahibi olma bakımından bir
dileyici ve isteyici olma bakımından şey değildir. O halde insan bazen eşyanın
içinde bazen de dışında düşünülmelidir. Buna göre insan eşya olarak
düşünüldüğü zaman mülkiyete mevzu olabilir. Emek alış-verileri ve işçilik
sözleşmeleri bu esasa dayanır. İnsan eşyanın dışında düşünüldüğü zaman ise
o, mülkiyete mevzu olamaz. Bunun için onun şahsiyeti katiyen devredilemez Onun iradesi
bölünemez, hiçbir zaman kendisinden ayrılamaz. Bu sebeple insan hiçbir zaman mal
değildir.[299] Ayette sizi ibtila edeceğiz denilmeyip de
sizi bir şey ile belalandıracağız buyrulması ve şey kelimesinin belirsiz ve tekil
olarak getirilmesi belaların topluca geleceğini yani korku, açlık, mallarda ve
canlardaki eksilmenin ve gelirlerdeki azalmanın bireylere ayrı, ayrı değil de bütün
topluma hep birden arız olacağını belirtmiş olabilir. Çalışma ve yaşama düzeni
içtimai olunca düzen de birbirine bağlı olarak kolektif bir kuruluş olunca gelecek
tehlike ayrı, ayrı kısımlara değil, bütün vücuda şamil olur. Vücudumuzun
herhangi bir yerine bir iğne battığı zaman bunun acısını bütün vücut duyar.
İşte ekonomik düzen de böyledir. Bu ana düstur ekonomik düzenin de böyle bir vücut
gibi olduğunu gösterir. Öyleyse bireyler ortak tedbirler alacak, sıkıntı ve krizlere
karşı durabilmek için birbirilerine daha çok yaklaşacaklardır. Şey kelimesinin
belirsiz olarak gelmesi de bu korku, açlık ve mal kıtlığı gibi belaların nereden,
nasıl ve ne zaman geleceğinin belli olmadığına işaret eder diyebiliriz. Ancak
insanoğlunun bu musibetlere karşı her zaman uyanık durup buna göre davranması
gerekir. Havf : Dağ
yörelerinde inişli çıkışlı olan yerlere “hayf” adı verilir.[300]
Bu kelime değişik şeylere sıfat olabilir. Gözleri değişik olan, bir gözü mavi
diğer gözü ise siyah olan ata hayf denir. Soyguncuların yol kemelerine elverişli olan
alçaklı yüksekli kıvrımlı yollara, kayalıklı veya ağaçlı yollara mahûf adı verilir. Havf etmek korkmak demektir.
Issız dağ yollarında bir sırtı dönerken veya bir çukuru geçerken acaba birisi
benim yolumu kesti mi diye insanın içine doğan duyguya havf: korku denir. Gelecek bir tehlike
ihtimaline karşı tedbir alsın diye, insanın içine bir korku hissi verilmiştir.
İnsanlar her zaman böyle çeşitli tehlikelerle karşı karşıyadırlar. Böylece bu
duygu onları tedbir almaya sevk edip zorlar. Bu korku daha çok dışarıdan gelebilecek
beklenmedik bazen de beklenen hadiselere karşı insanın içinde duyduğu bir endişedir.
İnsanları faaliyete sürükleyen onları tedbir almaya zorlayan daima bu histir. Zarar
etme, aç kalma, düşmanın saldırısına uğrama veya başkalarının ayıplama korkusu
insanı çalışmaya ve bu hususta gayret göstermeye sürüklemektedir. Eğer bu korkular
olmasaydı insanların çoğu hiç iş yapmaz ve çalışmaya koyulmazlardı. Cû’ : Yemek
zamanı geldiğinde insanın duyduğu açlık ve acılıktır. Bu midenin boş olduğunu
ve yemek istediğini bildiren bir habercidir. Su ve cinsel ilişki ihtiyaçları da cû’
kelimesiyle ifade edilebilir. Bu havf’in aksine vücudun iç tarafından gelen ve içte
olan tabii eksikliği haber veren bir duygudur. Korku, doğal tehlikeleri haber verir.
Açlık da doğal eksiklikleri haber verir. Bu suretle insanlar önlem alarak kendilerini
iç ve dış tehlikelerden korumuş olurlar. İşte burada hem havf, hem de cû’
kelimelerinin belirli olarak gelmesi, bu korku ve açlığın belli doğal duygulardan
olduğunu ifade eder. Bazen korkuyu giderecek tedbirleri almak, açlığı giderecek
imkânları yeterince bulmak pek mümkün olmayabilir. Hatta büyük bir kıtlık baş
gösterebilir. İşte o zaman bu toplum için bir imtihan demek olur. Naks : Bu
eksiklik ve noksanlık demektir.[301]
Naks etmek bir şeyi kesik eksilmek veya dolu bir kaptan bir şey alıp eksiltmektir. Bir
şeyde meydana gelen azlığa naks denilir. Yukarıda korku ve açlıkta “şey”
kelimesi kullanılmış, burada ise mal, can ve meyve hakkında naks kelimesi
kullanılmıştır. Birincilerin artmasından ikincilerin ise eksilmesinden endişe
edilir. Burada naks
kelimesi de şey kelimesi gibi tekil ve belirsiz olarak getirilmiştir. Bu eksikliğin
sosyal olduğunu ve bireylerden birisinin başına gelince herkese yayılacağını
gösterir. Bu hususta toplumun durumu bileşik kaplara benzer diyebiliriz. Birisinin
seviyesi düşünce hepsinin seviyesi düşer. Halkı zengin olan toplumların
tüccarları da zengindir. Üretici zengin ise tüketici de zengindir. Naks kelimesinin
belirsizliği bu eksiklik ve kıtlığın ne zaman, nerede ve nasıl meydana geleceğinin
meçhul ve bilinmez olduğunu haber vermektedir, diyebiliriz. Mâl :
Hayvanlara yük sarmak için sırtına dayattıkları çatal dayağa ve bu dayamaya
“meyl” denir.[302]
Daha sonra bu kelime eğik ve meyilli olan her şey için kullanılmaya başlanmıştır.
Örümceğe de “mûle” denilmektedir.[303]
Örümcek ağını ördükten sonra pusuya yatıp faydalanacağı avını yakaladığı
için bu adını almıştır. Mûle demek mallanmış demektir. Buna göre örümceğin
ağına düşen şey de mal olur.[304]
Rağıb ise malı meyl kökünden almış ve şöyle bir fikir yürütmüştür. Mal’a
devamlı olarak elden çıkmaya ve yok olmaya meyilli olduğu için bu ad verilmiştir. Bu
hususta “Mal kahpenin biridir; bir gün attarın, diğer gün de baytarın evinde
olur”, sözünü delil getirmiştir.[305] İnsanların
kurdukları tuzaklara düşen veya ehlileştirilmiş olan hayvanlara mal denir. Meyveleri
toplayıp yığmaya kesb denildiği gibi, bu yığılan şeylere de mal adı verilir.
Gayrimenkuller mal değil, mülktür. Mal kelimesi Kuran-ı Kerim’de evlere yani
gayrimenkullere karşı kullanıldığı için[306]
mal adı yalnız menkullere yani taşınabilir eşyalara verilmelidir. Hayvanlar, arabalar
ve buzdolapları gibi taşınabilir olan her şey maldır. Parçalanmadan bozulup
dağıtılmadan yerinden sökülüp kaldırılıp taşınamayan şeyler ise mal değildir.
Arap köylüleri ve göçebeleri de mal diye daha çok deve, sığır ve koyun gibi
hayvanlara derlermiş.[307]
“Allah malı
dünyada inanların ihtiyaçlarını gideren bir vasıta olarak yaratmıştır”.[308]
“Mal ismi ancak alınıp satılan bir kıymeti olan ve onu telef edenin değerini tazmin
etme yükümlülüğü bulunan şeylerle insanın atmayıp muhafaza ettiği küçük
madeni para ve benzeri şeylere verilir.”[309] İslam
hukukçuları malı diğer yönden değerli (mütekavvim) ve değersiz (gayri mütekavvim)
olmak üzere iki kısma ayırmışlardır. Kıymetli mal kullanılması meşru, bir
ihtiyacı giderebilecek vasıfta ve istediğimiz zaman hemen emrimize amade olan maldır.
Bunun için şarap, yerdeki birkaç buğday tanesi ve havada uçan kuş değerli mal
sayılmazlar. Malı diğer yönden de menkul ve gayrimenkul diye iki kısma
ayırmaktadırlar.[310]
Nefs : Can, ruh, kan manalarına gelir.
İçmek için suyu yudumlamaya da nefes denir.[311]
Sonraları alınan havaya ve soluğa da nefes denilmiştir. Alınan nefesten veya havanın
şeffaflığından istiare olarak ruha da nefs adı verilmiştir. Ayette nefs
kelimesi şahıs manasına olup çoğul olarak kullanılmıştır. Böylece mallar ve
canlardaki eksikliğin bir bela olduğu açıklanmaktadır. Bütün ekonomik faaliyetin
gayesi malların ve nüfusun artmasıdır, diyebiliriz. Burada mal ile şahıs birlikte
zikredilip ayrı, ayrı dile getirildiği için mali güç ile nüfus arasında bir alaka
var demektir. Bir toplum fakirleşmeye başlayınca nüfusu da azalır. Zengin ülkelerin
mal, para ve mülkleri ile beraber nüfuslarının da arttığı görülür. Bunun için
doğal düzen budur ve böyledir, diyebiliriz. Bazen bunun aksine olan durumlar geçici
olan hallerdir. İlerideki ayetlerde geleceği üzere[312]
İslam ekonomisinde nüfus planlamasının yeri yoktur. Aile planlaması veya doğum
kontrolü gibi şeyler memleket için zararlı olan uygulamalardır. Ayette malların
eksilmesinden sonra canların eksilmesinden bahsediliyor. Bir memleketin mali gücü
azaldığı zaman nüfusunda da bir azalma meydana gelir. Böylece nüfus azalınca da
ekonomik hareket hızını kaybeder ve sözü edilen semere ve meyvelerin de eksildiği
görülür. Üretim sonunda elde edilen ürün de bu şekilde azalmış olur. Öyleyse
malların azalmamasına dikkat etmek gerekmektedir. Bu sebeple hem nüfusun azalmaması ve
hem de elde edeceğimiz ürünlerin rekoltesinin düşmemesi için bu hususta tedbir
alınmasına ihtiyaç vardır. Esasen gerek burada
gerekse bundan önce korku ve açlık ile mal ve canların eksilmesi, bir vav harfinde
toplanmış olması bunların iç içe olup birbirini tamamlayan şeyler olduğunu ifade
etmektedir, diyebiliriz. Nüfusun artması ve eksilmesi hep birbirine bağlıdır.
Böylece onların biri arttığı zaman diğeri de artar, azaldığı zaman diğeri de
azalır. Burada bir de
semerelerin eksilmesinden söz edilmektedir Semere, meyveye, ağacın yemişine denir.[313]
İnsanların meyvesi de çocuklarıdır. Hz. Peygamber bir hadislerinde şöyle
buyurmuşlardır. “Bir kulun çocuğu öldüğü zaman Allah meleklere kulumun
çocuğunun ruhunu aldınız, öyle mi der. Melekler de evet derler. Allah kulum ne dedi
diye sorar. O sana hamd etti ve istirca etti. ”İnna
lillahi ve inna ileyhi raciun”= (Biz Allah içiniz ve ona döneceğiz, dediler) diye
cevap verirler. Böylece Allah meleklere bu kulum için cennette bir ev yapınız ve ona
hamd evi adı veriniz, buyurur.[314]
Öyleyse yalnız bitkilerin meyvesi olmaz; insanların da meyvesi olur. İnsanların
meyvesi onların çocuklarıdır. İşte bunu ifade etmek için semere kelimesi en sonda
geldiği gibi emval kelimesinin hemen arkasında zikredilmiştir, diyebiliriz. Buna göre
meyve hem mallara ve hem de insanlara ait olabilir diyoruz. Meyveyi bilimsel olarak
şöyle tarif edebiliriz. Bir nesneye hiçbir eksiklik gelmeden kendi cinsinden bir şey
meydana getirmesine İsmar, bu meydana gelen
şeye de semere: meyve denir. İnsanlar ile
malların sanki ömürlerinin kısa ve geçici olması bakımından aralarında bir
benzerlik vardır. Eğer hayattakiler ve var olanlar gittikten sonra onların yerlerine
yenileri gelmezse kısa zamanda nesilleri yok olup tükenir. Bunun için insanların ve
malların sayılarında artma ve çoğalma olmalıdır. İşte bu artan kısım ve yeni
gelenler yok olan malların ve giden insanların yerlerini alırlar. İşte insanları
çalışıp uğraşmaya sürükleyen, onları bir takım hareket ve davranışlara
götüren şey, kendi neslini devam ettirme duygusu ile kendisini yaşatacak olan
vasıtaların azalması korkusudur. Allah öyle bir düzen kurmuştur ki, insanlar,
çalışmadığı zaman mallarında ve nüfuslarında bir azalma meydana gelir. Bu azalma
da insanlarda korku ve açlık duygusu yaratmakta, bu korku ve açlık ıstırabı
insanları ebedi bir gayrete sürüklemekte ve bu devran böylece devam edip gitmektedir. Bir devlet düzeni
de ancak böyle olmalı; yani çalışanların malları ve nüfusları artmalı;
çalışmayanların ise aksine azalmalıdır. Böylece biraz önce sözünü ettiğimiz
korku ve ıstırap onları da çalışmaya sürüklemeli ve bu suretle hiçbir birey
çalışmaktan uzak kalmamalıdır. Burada adı geçen
sıkıntılar Allah tarafından geldiği için hükümetlerin bu işlere müdahale etme
yetki ve salahiyetleri yoktur. Bu bir hukuki mesele olmaktan daha ziyade sosyal bir mesele
ve toplumsal bir olaydır, diyebiliriz. Onun için hükümetler sadece kendilerine
tanınan yetkiler içersinde kalarak gelir dağılımının dengelenmesine hizmet ederler;
korku, açlık, malların ve canların eksilmesinin, bütün topluma aynı nispette
dağılması hususunda görev yaparlar. Yoksa onların bu doğal duygular üzerinde bir
iktidar kurmaya ne yetkileri ve ne de güçleri vardır. Bu olaylar hep
doğal kanunların bir sonucu olarak cereyan ederler. Bunların hepsi bir düzen işi olup
sebep-netice bağıntısı ve zincirine bağlı olarak meydana gelirler.[315] Ayetin sonunda da
“bütün bu sıkıntılara dayananları yani bunları yenecek gayreti gösterenleri
müjdele” buyrulmak suretiyle dünyanın ancak çalışma, koşma ve yorulma,
çabalayıp gayret gösterme dünyası olduğu ifade edilmiş olmaktadır. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1-Mallar ve
insanlar, onların sayıları ve nüfusları zamanla azalır; ancak insanlar çalışıp
üreterek bu eksilmeleri telafi ederler. 2- Mallar ve
insanlar zamanla yok olur ve ölürler. Yok olan bu malların ve insanların yerlerini
artma ve çoğalma ile meydan gelen yenileri alır. 3- Malların ve
insanların artması ve çoğalması daha çok çalışma ve üreme ile olur. Bunun
dışında başka türlü artma ve üreme meydana gelmez. 4- Malların,
meyvelerin ve insanların eksilmesine karşılık bireylerde korku ve açlık duygusu
meydana gelir. İnsan bu duygu sayesinde çalışıp çabalar, üretip gayret gösterir. 5- Mallardaki ve
inanlardaki doğal eksilmeye göğüs gerip sabredenler başarıya ulaşırlar. 6- Malların
eksilmesi, insanların ölmesi, bireylerde açlık duygusunun meydana gelmesi ve
insanların bu duygu sayesinde çalışıp üretme zorunda kalması hep doğal
olaylardır. O sebeple devlet düzeni bu doğal esaslara karşı olamaz ve olmamalıdır.
(Çalışmadan güven sağladığı için faiz yasaklanmalı, imar ve gelişmen dolayı
meydana gelen rant ise emeksiz bir gelir olduğu için bireylere değil, sadece topluma
ait olmalıdır). 7- Zenginlik ve
refah, yoksulluk ve sefalet sosyaldir ve doğaldır. Onun için bir toplum tüm olarak
kalkınıp ilerler veya gerileyip çöker. 8- Hükümetler
doğal olan ekonomik düzeni ancak bekleyip korumaya çalışırlar; yoksa müdahale
ederek onu kendi başlarına yürütmeye kalkışmazlar. 9- Ekonomik krizler
sosyal bir özelliğe sahip olduklarından bütün toplumu içersine alırlar. 10- Mal,
Allah’ın dünyada insanların ihtiyaçlarını gidermeleri için yaratıp var ettiği
bir vasıtadır. 11- Bütün
ekonomik faaliyetlerden maksat, çalışıp üretmenin alıp ve satmanın gayesi, nüfusun
ve malların artmasını sağlamaktır. 12- Bir toplum
fakirleşmeye başlayınca onun nüfusu da azalır. Bakara Suresi 2/
Ayet: 177 “Yüzlerinizi
doğu ve batı tarafına çevirmeniz hayır ve itaat değildir. Fakat Allah’a, ahiret
gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inanan; malı akrabalara, yetimlere,
yoksullara, yolculara, isteyicilere ve esirlere, sevmesine rağmen veren, namazı gereği
gibi kılan, zekât vergisini veren, sözleştikleri zaman sözlerine sadık kalan,
ihtiyaç ve sıkıntı hallerinde cihad ve savaşta sabredenler hayır ve itaate
erenlerdir. İşte bunlar sadakat göstermiş olanlardır ve bunlar takva
sahipleridirler.” Bu ayet bize, a) Allah’a
dolayısıyla topluma ve kamuya, b) Son güne
dolayısıyla sorumluluğa, c) Meleklere, ilahi
güce ve hakkın kuvvetine, d) Kitaplara,
dolayısıyla toplum ve devlet düzenine, e) Peygamberlere,
dolayısıyla devlet görevlilerine ve elçilerine inanmak ve onların sağlayacağı
güvenlik sınırları içersine girip kendimizi emniyete almaktan ve hiçbir zorlama
yapılmadan malı, a) Yakınlara,
dolayısıyla yaşlılara (yaşlılık ve hastalık yardımı olarak), b) Yetimlere,
kimsesiz küçüklere (ölüm ve hayat yardımı olarak), c) Yoksullara, d) Yolculara, e) Toplayıcılara, f) Esir ve
kölelere, gönül hoşnutluğu ile vermemizden bahsetmektedir. Kendilerine
ekonomik yardım yapılacak olan bu altı sınıftan ilk üç sınıfı, daha önce
geçmişti.[316]
Burada tekrar zikredilmeleri, bunların ayrı, ayrı birer kurum olduklarını gösterir,
diyebiliriz. Ayetin son kısmında da, a) Namazın gereği
gibi kılınmasından, b) Zekât
vergisinin verilmesinden, c) Söz
verildiğinde bu sözlerin yerine getirilmesinden, d) Darlık ve
kıtlık zamanlarında ihtiyaçlara karşı, savaş sırasında da düşmana karşı
dayanmaktan bahsedilerek iyi bir Müslüman’ın nasıl olacağı anlatılmaktadır. Burada bilhassa bu
özelliklerden birisi olan söz verildiği zaman sözü yerine getirmenin önemli
olduğunu belirtmek isteriz. Alış-verilerde ve her türlü sözleşmelerde verilen söze
sadık kalınmalıdır. Ayette en son
olarak da sayılan bütün bu evsafa sahip olanların doğru ve dürüst kimseler
oldukları ve bunların gerçekten korunmuş ve kurtulmuş oldukları bildirilmektedir. Burada mal
vermekten maksat, verginin dışında olan bir yardımdır. Çünkü ayette zekât ayrıca
zikredilmektedir. Kişi devlete verdiği zekâttan-vergiden başka bu kurumlara da
verecektir. Hem bu veriş, ayetin sonundaki ifadeye göre zorunlu-mecburi bir veriştir.
Bu zorunluluğun hangi derecede olduğu ahlaki ve hukuki bir mecburiyet olup olmadığı
araştırılmaya değer bir husustur. Ancak Razi ayete mecburiyet manası vermiştir.[317] Bu konuda Hz.
Peygamber’in birbirine zıt gibi görünen iki hadisi vardır. Hz. Peygamber, bir
taraftan "Gerçekten malda zekâttan başka hak yoktur.", buyurmuş[318] diğer
taraftan da yine "Gerçekten malda zekâttan başka bir hak vardır."
buyurmuştur.[319] İbn
Mace ve Tirmizi gibi kütüb-ü sitte sahiplerinden olan bu iki muhaddisin eserinde olan
bu iki hadisi Ahmed Naim’in yaptığı şekilde birine bir mana diğerine ise başka bir
mana vererek telif etmek mümkündür.[320] Böylece
birinci hadis bir toplum hakkı ve kamu hakkı olan şer’i hukuki, mecburi ve zorunlu
olan zekatı ifade eder, diyoruz. İkinci hadis ise yine birey birey toplum hakkı olan
dini, ahlaki, vicdani ve ihtiyari olan sadakayı ifade etmektedir. O halde kişilerin ve
zenginlerin mallarında halkın ve toplumun hakkı vardır. Bir nevi hayır ve sadaka olan
bu hakkı zenginler gönüllerinden ne kadar koparsa onu ihtiyaç sahiplerine ve kurumlara
verirler, diyoruz. Bu durumu biraz
daha açıklamak istersek şunları söyleyebiliriz. Birbirine zıt gibi görünen bu iki
hadisten birincisi, zekat vergisinden başka bir verginin olmadığını ve zekattan fazla
bir verginin konamayacağını bildirir. Yani bu zekat-vergi meselesi hukuki ve kazai bir
hükümdür. İkinci hadis ise daha çok sadaka ve hayır mükellefiyetini
açaıklamaktadır. Çünkü zekat vergisinin dışında yapılacak olan birçok hayırlar
vardır. Bu da dinahlaki bir hüküm olur. Açıklamakta aolduğumuz bu ayet de
mükellefin kazaen ve hukuken mecbur olmadığı, ancak dinen ve ahlaken mecbur olduğu bu
harcamaları dile getirmektedir. Hubbihi
kelimesindeki zamirin üç yere gönderilmesi caizdir. a) Allah
sevgisinden dolayı verir, b) Malı vermeyi
sever yani malını verirken seve, seve verir, c) Mala kendi
ihtiyacı varken malını sevmesine rağmen verir. Alusi’nin ifadesine göre seleften
nakledilen bu son görüştür.[321]
Biz de ayeti tercüme ederken bu anlayışa göre anlam verdik. Bu harcamayı
yapacak olanların, zekât vergisinde olduğu gibi, bir nisaba sahip olmaları şart
değildir. Herkes kendi gücüne göre verir. Elinde bir ekmeği olsa bile kişi bunu
kendisinden daha aç olan ve hiç ekmeği bulunmayan bir kimseyi görünce hemen onunla
paylaşabilir.[322] Bu şekilde ayetin
kısa bir açıklamasını yaptıktan sonra burada şimdi daha önce geçmemiş olan son
üç kurum üzerinde biraz durmak istiyoruz. Bunlar yolcu, toplayıcı ve esir
kurumlarıdır. 1- Yolcu Kurumu:
Ayetin ifadesinde “yol oğlu” denilmektedir. Bu Mücahid’den bildirildiğine göre
yolculardır. Katade’den bildirildiğine göre ise misafirlerdir.[323]
Yanlarındaki azığı bitmiş olan yolculardır. Bunlara gidecekleri yere kadar
ulaştıracak bir imkânı vermek gerekir.[324]
Bu kurum müfessirler tarafından çeşitli şekillerde anlaşılmıştır. Ancak
uygulamada “şehir olsun köy olsun meskûn bir yerden geçen bir kimsenin üç günlük
yiyecek, içecek ve oturacak yerinin temini âdetinin” varlığını görüyoruz.
“Geniş manada bu ıstılah, seyyah ve turistlerin geliş ve gidişleri ile ilgili
olarak onlara istifade sağlayan her nevi iş ve hareketleri de ifade etmektedir. Yollar,
oteller, yol emniyeti ile ilgili işler, turistlerin sağlık durumları ile ilgili
tedbirler v.s.”[325]
Bütün bu hususların devlet tarafından sağlanması gerekir. İslamiyet turizme
pek çok önem vermiştir. Bilhassa tarihi kalıntılardan bilgi ve dersler alınması
için Kuran-ı Kerim’de birçok emir ve tavsiyeler vardır.[326]
Turizme yalnız döviz bıraktığı için değil, ilmi, iktisadi ve kültürel bakımdan
faydalı olduğu için önem vermek gerekir, diyoruz. Yurt dışına
çıkacak turistlere ve dışardan gelecek turistlere gezileri müddetince yapacakları
masrafları yani yiyecek, içecek ve yolluk harcamaları devlet bütçesinden
karşılanmalıdır. Bunlara bütçeden fon ayrıldığı gibi, isteyen vatandaşlar da
yardım etmekle hayra katılmış olurlar. Tarihimizdeki yollar, yolların üzerinde
yapılmış olan hanlar, kervansaraylar ve imarethaneler bunun en meşhur örnekleridir.[327]
Gerek Arapların ve
gerekse Türklerin hükümetleri ve idareleri altında bulunan Müslüman ülkelerinin
hepsinde yabancı, “garip”, yolcuları, “ibn-üs sebil”leri, meccanen geceletmeye
ve gıdalar vermeye mahsus misafirhaneler açmak adetti. Mesela İspanya’da Arapların
hükümetleri zamanında bütün anayollar üzerinde kapıları yolculara açık
“menziller” yani umumi misafirhaneler mevcud olup “Ebna-i sebil” buralarda
parasız yedirilir, içirilir ve yatırılırlardı.[328] 2- Toplayıcılar
Kurumu: Tefsirler bunun fakir oldukları için dilencilik yapan kimseler olduklarını
söylemektedirler. Hâlbuki ayetteki “es-sâilîne” kelimesi bunun bir kurum olduğunu
ifade eder. Çünkü bu kelime toplumu ifade eden çoğul kalıbında ve belirli olarak
gelmiştir. Yani bu bir hayır cemiyetidir. Bu cemiyet ve derneğin mensupları halktan
yardım toplayıp muhtaçlara verirler. Bunun için isteyenler ister zengin olsun, ister
fakir olsun arzu edenler onlara yardımlarını veririler. Nitekim Hz. Peygamber de “At
üzerinde gelse de isteyen kişi için bir hak vardır” buyurmuşlardır.[329]
Tarihimizde
kurulmuş olan çeşitli konulardaki vakıflar[330]
ve bugünkü muhtelif dernek ve cemiyetler bu kurumu temsil ederler, diyebiliriz. Mesela
bizim görüşümüze göre faizsiz banka vakfını kurmak isteyenler de bu şekilde
hareket ederek bütün İslam dünyasını dolaşıp yardım toplayabilirler. 3- Esir ve Köleler
Kurumu: Buna azatlık kurumu da diyebiliriz. Savaşta elde edilen esir ve kölelerin
hürriyetlerine kavuşmaları için kurulmuş olan böyle bir derneğe halk yardım eder.
Dernek de kendi üzerine düşen görevini yerine getirir. Savaşta esir düşmüş olan
kadın erkek hür köle Müslim gayri Müslim bütün vatandaşların esirlikten
kurtulması için bu kurum harcama yapar. İslam tarihinde bunun birçok örnekleri
vardır.[331]
Hürriyetine
kavuşma dileğinde bulunan bir köleye efendisi mani olamaz.[332]
Böylelerinin bedelleri devlet bütçesinden ve kurumu tarafından efendilerine ödenmek
suretiyle köle özgürlüğüne kavuşturulur. Bütün kölelerin hür olmaları için bu
kurumdan yardım edilir. Köleler ancak
savaşta alınan esirlerdir. Bunlar tam vatandaş olmadıkları için vatandaş hukukuna
sahip değildirler. Bir vatandaşın himayesinde yaşayarak kendilerinin vatandaş haline
gelmelerine imkân hazırlanır. a) Köleler
herkesin yapacağı mali yardımlarla azat edilirler. b) Köle
çalışıp kazanır, efendisine olan borcunu ödemek suretiyle azat edilir. Bu durumda o,
zekâttan da muaf tutulur.[333] c) Efendisinin
kendisinden çocuk istemiş olduğu cariye (ümmü veled) de efendisi ölünce hür hale
gelir.[334] d) Devlet
bütçesindeki tahsisatla köleler hür hale getirilirler.[335]
e) Birçok
suçların cezalarının karşılığı olarak köle azat edilir.[336]
f) Köle azat etmek
en büyük mali ibadetlerden birisidir.[337] Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Herkesin mecburi
olarak vereceği devlet vergilerinin dışında kendiliğinden yapacağı yardımlar için
hayır kurumları kurulur. 2- Sosyal hayır
kurumlarının yanında bir de iktisadi hayır kurumları meydana getirilir. 3- Aciz hale
gelmiş yaşlılar, kimsesiz çocuklar, yoksullar, yolcular (turistler) fakirler ve
yabancılar (esir ve köleler) hayır kurumları ile korunurlar. 4- Mesai saatlerini
müşterek olarak topluca ayarlama, vergi kurumlarını topluca kurup işletme; başka bir
ifade ile çalışma ve yaşama düzenleri her şeyin temelini teşkil eder. 5- Verilen
sözlerin ve yapılan sözleşmelerin yerine getirilmesi zorunludur. 6- Başa gelen
sıkıntılara dayanmak da bir hayırdır. 7- Darlık ve
kıtlık zamanlarında ihtiyaçlara karşı, savaş sırasında da düşmana karşı
dayanmak gerekir. 8- Borcunu
efendisine ödeme sözleşmesi yapmış olan bir köleden (mükatepten) vergi alınmaz. Bakara Suresi 2/
Ayet: 180 “Birinize ölüm
geldiği zaman eğer geriye bir mal bırakacaksa babasına, anasına ve yakın akrabasına
meşru bir surette vasiyet etmek üzerinize yazıldı.” Kitabet : Bakara
suresinin başında geçtiği üzere bu kelime, yazmak anlamında olup derinin üzerindeki
sırım dikişinin adı iken kağıt üzerindeki yazıya isim olmuş ve sonraları
uyulması gereken kaide ve kurallar için kullanılmaya başlanmıştır.[338] Bu ayette size
böyle yazıldı şeklinde geçen bu kelime size böyle farz kılındı anlamına gelir.[339]
Dolayısıyla burada vasiyet işinin gelişi güzel değil, belli bir düzen içinde
yapılacağı bildirilmiş oluyor. Kelimenin meçhul olarak gelmesi bu hususun başka
yerlerde daha açık olarak anlatılmış olduğunu ifade eder. Nitekim oruç için de
size yazıldı[340]
denildikten sonra “fe’l yesumhu”: (onu
tutsun)[341]
emri ile bu yazı açıklanmış bulunmaktadır. Mesela miras ayetleri[342]
Allah size vasiyet eder diye başlamaktadır. İşte burada mücmel olarak bildirilmiş
olan yazılma ifadesi başka yerlerde açıklanmış bulunmaktadır. ‘Aleykum: Size,
üzerinize demektir. Bu kelime ile iki noktaya işaret edilmiş olabilir. Bunlardan birisi
bu vasiyet hükmünün Müslümanlara ait olmasıdır.[343]
Bundan önce geçen kısas ayetlerinde “Ey iman etmiş olanlar”[344]
siye başlamış[345]
bu söz ile de o hitaba işaret edilmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla İslam ülkesinde
oturan gayri Müslimler kendi miras hukuklarını uygulayabilirler, demek olur. Bu ‘alâ
kelimesinin delalet ettiği ikinci anlam ise vücubu yani vazifeyi ifade etmiş
olmasıdır.[346]
Bu bize vasiyetin bir hak değil, bir görev olduğunu bildirir. Burada vasiyetin vacip
olup olmadığı konusunda âlimler arasında tartışma vardır.[347]
‘Alâ kelimesine göre vasiyetin şartlarına uygun bir şekilde yapılması farzdır.
Yoksa vasiyet etme işi müstehap bir şeydir. Hatta bu hususta icma vardır.[348]
Yani önemli olan vasiyetin şartlarına uymaktır. Gerçi burada bir husus meçhul
bırakılmıştır. Bu mecburiyet dini midir, yoksa hukuki midir? Bunun müeyyidesi nedir,
açıklanmamıştır. Yani kişi, münasip ve uygun bir şekilde vasiyet etmeyip de
farklı bir vasiyet yapacak olursa bu vasiyet uygulanacak mıdır, bunun cevabı ayetlerde
yoktur, bunu ancak Hz. Peygamber’in hadislerinden öğreniyoruz. Malların ancak
üçte biri vasiyet edilebilir; bundan daha fazlası vasiyet edilemez.[349]
Mirasçılara vasiyet edilemez.[350]
Vasiyetin mirasçıların dışındaki kimselere yapılması gerekir. Zaten bu hususta
icma vardır.[351]
Burada hatıra bir
soru geliyor. Hukuken durum bu iken ayette anaya, babaya ve akrabalara vasiyet etmek
niçin emredilmiştir ve bunun hükmü nedir? Müfessirler bu ayetin daha sonra gelen
miras ayeti ile neshedildiğini söylüyorlar. Ebu Müslim İsfahani ise neshedilmediği
görüşündedir.[352] Biz bu hususlarda
ayrıntılara girmeden ayetin bu şekilde gelmesinin faydasını dile getirmeye
çalışacağız. Ölenin malını miras hukukuna göre mirasçılarına kendi rozası ile
dağıtması, mirasçıları, bu malları bir armağan inancı ile seve, seve kullanmaya
sevk eder. Allah’ın yaptığı bu taksimin ölen tarafından gerçekleştirilmesiyle
arkada kalan mirasçılar arasında herhangi bir üzüntü ve kırılma meydana getirmez.[353]
Akrabalık bağları sarsılmaz. Bir de bu ölen kişi vasiyet etmekle bir emri yerine
getirmiş ve böylece sevap işlemiş olur. Bu şekilde hayatında kazanıp yığdığı
malları mirasçılara bırakmakla bile, bir emri yerine getirdiği için yine hayır
işlemiş olur. Burada ekonomik yönden önemli olan diğer bir husus da mallardaki
tasarrufun öldükten sonra da devam edeceği inancı[354]
ve mallarının yaşatılacağı istek ve arzusu bireyleri israftan korur ve böylece
onları toplumun mallarını en iyi bir şekilde kullanıp korumaya sevk eder. “Birinize ölüm
geldiği vakit” yani birinizin ölüm alametleri belirdiği zaman ölümcüllü duruma
gelip ölmesinden korkulduğu zaman demektir.[355]
Bu kayıt ile vasiyetin mirasçılara ölüm sıralarında yapılacağı anlaşılır. Bu
durum çeşitli hastalık ve kazalar yüzünden meydana geldiği gibi[356]
çok yaşlanmadan dolayı da olabilir. Ölecek ve artık dünyadan gidecek olan kimsenin
vasiyet etmesi öngörülmüştür. Yaşayacak ve dünyada uzun zaman kalacak olanın
vasiyet etmesi, yerinde olamaz. Çünkü mallarda devamlı olarak değişiklikler artıp
azalma ve çoğalmalar meydana gelir. Hâlbuki yakınlara pay üzerinde vasiyet değil de
taksim üzerinde vasiyet etme vardır. Tereke : Yavrusu
çıkmış yumurtaya, yumurta kabuğuna terke
denir.[357]
Terk, bırakmak, boşlamak vazgeçmek ve bırakıp gitmek demektir. Mallardan
faydalanmayı terk etmek de böyledir. Bir vazifeyi bırakmak da bu kelime ile ifade
edilir. Daha önce de
geçtiği üzere mallardan faydalanma hakkı birtakım vazifelerin doğmasına sebep olur.
Bireyin mallarına bakması ve onları koruyup kollaması kamu yararı açısından aynı
zamanda devlete karşı da bir görevdir. Ölecek olan bir kimse dünyadan ayrılmasıyla
malından faydalanma hakkını kullanamadığı gibi, onlara bakma görevini de yerine
getiremez hale gelir. Bu sebeple görevi devir teslim zarureti ortaya çıkar. Öyleyse
kişi dünyadan ayrılırken bir yönüyle toplumun olan bu malları gerekli yerlere
teslim ettikten sonra ayrılıp gitmesinde fayda vardır. İşte bunun için mirastan söz
edilirken terk kelimesi kullanılmış olabilir.[358] Bu
şekilde ölünün ayrılıp gitmesiyle mallardan faydalanma ve onlara bakma hak ve
vazifesi mirasçılara devredilmiş olur. Hayran : Daha
önce açıklandığı gibi hayr, bol süt veren seçkin deveye ve sevilip beğenilen mala
denir. Burada hayr, faydalı mal anlamında kullanılmıştır.[359]
Bu kelime Kuranda birçok yerde geçmektedir.[360]
Mal, insanların eğilim duyduğu ve para eden nesnelerdir. Hayr ise para etsin etmesin
insan için faydalı olan şeylerdir. Din bakımından haram sayılan nesneler de maldır;
fakat onlar hayr değildirler. İşte burada Kuran, “mal bırakırsa” demeyip de
“hayır bırakırsa” demek suretiyle inanların neleri elde edip biriktirmeleri
gerektiğini bildirmiş olmaktadır. Böylece insanların aynı zamanda daima meşru
yoldan kazanmaları teşvik edilmekte ve günlük tüketimden fazla olarak üretilecek
malların gelecekte işe yarayacak cinsten olmalarına dikkat çekilmektedir. Vasiyet : Bir
nesnenin işlenmesini bir adama ısmarlamak demektir.[361]
El-vasyü, dağınık şeyleri bir araya getirip birleştirmek ve toplamak anlamına
gelir.[362]
Sahibi öldükten sonra malları darmadağınık ve başıboş kalmasın diye vasiyet
etmekte onların idaresi ve çalıştırılması mirasçılara ısmarlanmaktadır. Sadece
mallar üzerinde tasarruf edebilecek kimseye vasi, hem mallar ve hem de insanlar üzerinde
söz sahibi olan kimseye ise veli denir. Buna göre vasi de yalnız mallar üzerinde yetki
sahibi olan kişidir. Malların gelişi
güzel bırakılmayıp devir teslim biçiminde mirasçılara verilmesini emreden bu ayet
ile miras ayeti arasında bir çelişki yoktur. Burada kimin ne kadar hakkı olduğu
değil, hakların sahiplerine nasıl teslim edileceği açıklanmaktadır. Valideyn : Anne
ve baba demektir. Bunların, nene ve dedeleri kapsam içerisine almadıkları yukarıda
geçmişti. Akrabîn : En
yakın olan akrabalar demektir. Bunlar birinci derecede yakın olan akrabalardır.[363]
Ana ve baba daha önce geçtiği için geriye çocuklar ve eş kalmaktadır. Bu
Abdurrahman b. Zeyd’in babasından naklettiği bir görüştür.[364] Burada her iki
kelime valideyn ve akraîin kelimeleri bir lam harfinde
toplanmışlardır. Bu durum ise oların eşit olarak mirasçı olacaklarını gösterir.
Ancak ana ve baba ayrı, çocuklar da ayrı olarak gelmesiyle, buların hisselerinin de
ayrı olacağı anlaşılabilir. Burada mirastaki
temel kaide şudur: Miras mallarının yarısı çocuklara, geri kalan yarısı da ana,
baba ve eşe verilecektir. Dolayısıyla ana ve babalar, altıda birer alırlar. Eşlerin
hakları da altıda bir olmakla birlikte, koca, karıya boşanma tazminatı olarak mihir
öder. Koca, mirasçı olurken, bu mihri de geri alması gerekir; fakat o, mihri geri
almaz, bunun yerine miras hakkı altıda birden dörtte bire yükseltilir. Karı mirasçı
olurken ise kocasından altıda bir alacak, bunun yanı sıra mihri de geri verecektir.
Mihri geri vermez, bunun yerine miras hakkı altıda birden sekizde bire düşürülür.
Mihir, çocukların payından alınıp verileceği için bu payın tümünden alınıp
verilir. Böylece anne ve baba eşit pay almış olurlar. Anne ve baba
arasındaki bu fark yalnız mihirden değil, aynı zamanda ailenin geçimini sağlamak,
erkeğin-babanın görevi olmasından ileri gelir.[365]
Akrabin kelimesinin
işaret ettiği diğer bir mana da eğer en yakınları yoksa ondan sonra gelen yakınlar
mirasçı olurlar demektir.[366]
O zaman vav harfi ev kelimesi anlamında kullanılmış olur ki, bu da caizdir.[367]
Bu hususta Nisa suresinin 3. ayetindeki vav harfleri de buna örnek olarak
gösterilebilir. Maruf: At
yelesine ve horozibiğine denir.[368]
At ve horozun cinsliği bunlar sayesinde bilinir. Sonraları bir şeyi tanımaya irfan
denilmiştir. Bunun ilimden farkı ilimle bilme, bir şeyi özü esası ve yapısı ile
bilmektir. Marifet ise bir şeyi diğerinden ayıracak vasıf ve özellikleri ile
tanımaktır. Allah bizi ilim ile bilir. Biz ise Allah’ı marifet ile tanırız.[369] Doğruluğu ve
iyiliği herkes tarafından bilinip kabul edilen hususlara maruf denir. Şeriatın (Kitap,
Sünnet, İcma ve Kıyasın) bildirdiği ve onunla tespit edilen hususlar da maruftur.[370] Burada
“bi’l-maruf” kaydı ile herkesin, vasiyeti istediği gibi yapamayacağı; mirasın
şeriatın koyduğu esaslar dâhilinde bölüneceği teyit edilmiş bulunmaktadır. Mesela
vasiyetin mirasçılara ve üçte birinden fazla yapılmayacağı daha önce geçmişti.
Ölene mirasçı olan bir kimse yoksa mallar devlet hazinesine kalır. Manevi evlat
edinmek ve miras mallarını ona bırakmak doğru değildir.[371] Maruf kelimesinin
ifade ettiği diğer bir mana da toplumun kendi ihtiyacına göre geliştirmiş olduğu
örftür. İslam kanunlarına aykırı olmamak şartı ile bu örfe de uymak gerekir.
Şeriat, bazı hususların tespitini örfe bırakmıştır. Mesela üretilecek malların
cinsi ve çeşitleri, mallardaki standartlama hep örfe göre tespit edilir. İslam
hukukunda örf de bir delil sayılır.[372]
Ayetin sonunda yine
miras hükümlerinin isteğe bağlı bir şey olmadığını teyit ederek, “Bu
muttakiler üzerinde bir görevdir” buyrulmaktadır. Bu ifade ile mallara karşı haklar
olduğu gibi bir takım görevlerin de bulunduğu anlaşılmakta, mallardan
faydalanıldığı kadar onlara hizmet etmenin de sorumluluğu ortaya çıkmaktadır.
Başka bir nokta da mirasın meşru bir düzen içersinde yürütülmesi ve dağıtımda
asla buyruklar dışına çıkılmamasıdır. Sonuç olarak
diyebiliriz ki, İslam’da özel mülkiyet vardır; mallar üzerindeki tasarruf hakkı
tamamen bireye aittir. Ancak birey bu mallarını istediği gibi de kullanamaz. Sadece
meşru yollarda harcayabilir.[373]
Öldükten sonra kişinin mallar üzerindeki hakkı ise onların şeriatın gösterdiği
şahıs ve yerler teslim edilmesinden ibarettir. İslamiyet’in bu şekildeki bir
mülkiyeti tasarruf anlayışını her alanda açıkça görmek mümkündür. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Müslim ve gayri
Müslim topluluklar mülkiyet düzenlerini kendi anlayışlarına göre kurarlar.
İslam’ın mülkiyet düzeni ise yalnız Müslümanlara uygulanır. 2- Mülkiyet
düzeni birey ve toplumlar için zorunludur. Birey toplum içersinde bulunduğu müddetçe
onun mülkiyet düzenine uyar. 3- Ölmek üzere
olan bir kimse mallarını gereken yerlere teslim eder. 4- İnsanlar
kullanılması gayri meşru olan malları değil, meşru ve gelecek için faydalı olan
malları biriktirirler. 5- Miras, en yakın
akrabalara intikal eder. 6- Miras taksimi
mevzuata göre yapılır. 7- Mülkiyet
sahibinin mallarına karşı hakları kadar da görevleri vardır. 8- Mallar gerçekte
Allah’ındır; bireylerin mallar üzerinde Allah adına tasarruf etme hakları ve
yetkileri vardır. 9- Malların
korunup muhafaza edilmesi gerekir ve bu bir ibadet sayılır. 10- Mal
sahibinin, mallarının üçte birine kadar olan meblağın mirasçıların dışındaki
şahıs ve kurumlara vasiyet etme yetkisi vardır. 11-
Tüketim ihtiyacından fazla olarak üretilmiş olan mallar gelecekte işe yarayacak ve
faydalı olacak cins mallardan olmalıdır. 12-
Mallar üzerinde söz sahibi olan kimseye vasi, hem malla ve hem de insanlar üzerinde
söz sahibi olan kimseye de veli adı verilir. Bakara Suresi 2/
Ayet: 188 “Birbirinizin
mallarını aranızda batıl sebeplerle yemeyin ve insanların mallarından bir kısmını
bile, bile günah ile yemek için o malları hâkimlere vermeyin” Ekl : Yenen
lokmaya üklet denir. Ekl etmek, lokma, lokma
edip yemek demektir. Ateş odunu yedi denir.[374]
Hayvanların yemesi de ekl kelimesi ile ifade edilir. Ekl, genel olarak her türlü
malları yiyip tüketmektir. Mutlaka ağza alıp yemek şart değildir. Hâlbuki taâm kelimesinde ağza alıp yemek esastır. Burada lâ
te’külu: yemeyin diye nehiy edilmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ekl malın
ağızla yenilmesi değil, alınması, gasp edilmesi veya gayri meşru yollarla elde
edilerek tüketilmesidir. İhtiyacı tatmin ve tüketim mallarının en önemlisi yemek
olduğu için bu şekilde ifade edilmiştir, diyebiliriz.[375]
Buradaki bu nehiy
haramlık ifade etmektedir. Gazali, malın haram olma sebebini ya malın kendisinde ya
malın kendisinde olan bir özelliğe veya malı elde etme yollarındaki bir eksikliğe
bağlamaktadır. Madenler, bitkiler ve hayvanlardan yenilmesi haram olanlara örnekler
verdikten sonra malı elde etmenin meşru yollarını açıklar.[376] Buradaki yasak,
sadece bireyin malını kendi kendine yemesi olmayıp malların haksız olarak yendiği
bir toplumun var olmasıdır. Bireylerden birisi başkalarının mallarını yemeye
kalkarsa devlet düzeni buna engel olacak haram malı yedirmeyecek veya yemek
mecburiyetinde bırakmayacaktır. İyi düzen vatandaşları kötülüklerden alıkoyan
düzendir. Nitekim iyi düzende kötülükler, kötü düzende de iyilikler ortadan
kalkar. Bir ayetin işaretiyle anlaşılıyor ki[377]
kötü düzen kötü kimseler için; kötü kimseler de kötü düzen içindir. İyi
düzen iyi kimseler için; iyi kimseler de iyi düzen içindirler. Emvaleküm :
Mallarınız tabiri ile herkesin kendi malı olacağı ve özel mülkiyetin tanınacağı
bildirilmektedir. Buradaki yasağın topluma hitap edilerek yapılması ve malların
bireylere izafe edilmesi bize bireylere ait olan mallara hükümetlerin de
dokunamayacağını gösterir. Çünkü böylece bu malların bireylerin olduğu
anlaşılmaktadır. Beyneküm : Aranızda
deyimi ile mülkiyetin kendi aramızda olduğu yani aynı zamanda topluma ait bulunan bu
malların idaresi ve onlardan faydalanma hakkı bireylere verilmiş olduğu
anlaşılmaktadır. Her devletin kendi
mülkü vardır. Bütün arazi ve mamelek devletin otoritesi altındadır.[378]
Ancak bu malların ve toprakların idaresi ve işletilmesi bireylere verilmiş, onlardan
gereği gibi faydalanılmak için bireylerin mülkiyeti altına alınmıştır. Bunun
için mükellefler vergi verme görevlerini yerine getirdikleri müddetçe İslam’da
toprak mülkiyetinin dokunulmazlığı vardır.[379]
Sahibi malını satabilir, bir değer karşılığı devredebilir veya hibe edebilir.
Yalnız bu ayette beyneküm: aranızda denildiği için yabancı uyruklu birisine satamaz,
devredemez; yabancı uyruklu birine miras da düşmez.[380]
Eğer yabancı uyruklu kimse İslam yurduna müstemen (pasaportla izinli olarak) gelirse
ve zimmi (azınlık) olmayı kabul ederse ancak o zaman bir toprak satın alabilir.[381]
Böyle bir kimse vatandaş olmadıkça toprak alamaz. Menkul malların
yabancılara satılması ve devredilmesi ise serbesttir.[382]
Müslüman vatandaşlar aynı zekâtta olduğu gibi ticari mallardan kırkta bir gümrük
vergisi verirler. Zimmî vatandaşlar ise yirmide bir verirler.[383]
Yabancı uyruklu tüccarlardan da onda bir “ticaret öşrü yani gümrük”[384]
vergisi alınır.[385]
Ancak bazı hallerde ve olağanüstü durumlarda devletin yarar ve zararı göz önüne
alınarak menkul malların da ithal ve ihracı kısıtlanabilir. Onda bir vergi de mesela
beşte bire yükseltilebilir.[386] Bu beyneküm
kelimesi hem eklin ve hem de emvaleküm kelimesinin zarf-ı müstakarrı olabilir.
Birincisine göre mana, mallarınız aranızda haksın yere yemeyin, demek olur. İkincisine göre ise aranızda sahip
olduğunuz mallarınızı yemeyin demek olur ki, bu bize kimsenin olmayan sahipsiz
mallarla, barış halinde olmadığımız düşman ülkelerin mallarını serbestçe elde
edebileceğimize izin vermektedir. Burada batıl
tabiri ile de meşru mübadelenin serbest olduğuna işaret edilmektedir. Batıl
kelimesinin anlamı, zail olmak, yok olmak demektir.[387]
Mesela bir su kuyusunun körlenip kullanılmaz hale gelmesi gibi. Nitekim işsiz,
güçsüz, boş gezen ve hiçbir işe yaramayan aylak kimseler battal denir.[388]
Mal mübadelesi,
alış-veriş, hibe ve kira gibi muamelelerde ve her türlü sözleşmelerde mal sahibinin
rızasının bulunması şarttır. Malın ücret ve bedelini vermiş olsak bile mal
sahibinin rızası olmadığı müddetçe bu muamele hükümsüz sayılır. Bu durumda
sanki adamın malı elinden gasp edilmiş olur. Bu da bireylerin malları üzerinde ancak
şeriat çerçevesinde tam bir yetkiye ve serbestliğe sahip olduklarını
göstermektedir. Çünkü onların bu haklarına asla müdahale edilemez. Bu ayetteki batıl
kelimesi başka ayetlerin de yardımı ile[389]
mal sahibinin rızasını ihlal edecek her türlü mübadele ve muamelelerin hükümsüz
olduğunu ifade eder.[390]
Mesela hükümet zoru ile yapılan alış-verişler, taban ve tavan fiyatları tespit
edilmiş malların mübadeleleri buna örnek olarak gösterilebilir. Fiyatların tespit
edilmiş olduğu bir ortamda kişi malını o fiyattan satmaya mecbur edilmekte, böylece
alış-verişteki serbestlik hakkı ve rıza şartı ortadan kalkmaktadır. Hem malı elde
ederken, hem de elde edilmiş bir malı başkasına devrederken ancak meşru yollardan
gidilmelidir. Hırsızlık, hıyanet, gasp, kumar, faiz, fasit alış-verişler ve
sefahat, israf ve bütün gayri meşru vasıtaların hepsi batıldır.[391]
Ekonomik düzenin kuruluşunda bulunan aksaklıkların dışında kimse mübadeleyi mal
sahibinin rızası olmadan gerçekleştiremez. Burada malların
batıl yolla mübadelesi, alınıp satılması ve yenilmesi nehiy edilmektedir. Böylece
bu malların doğru yoldan hak ile devredilmesi gerektiğine işaret edilmiş
bulunmaktadır. İdlâ : Kuyudan su çıkardıkları kovaya delv derler. İdlâen de su çekmek için kovayı
kuyuya sarkıtmak manasına gelir.[392]
Bu kelime sakaları suya salmak için de kullanılır. Bu ayette bir
benzetme vardır. Mallar kovalara, hâkimlere verilmesi de kovaların kuyuya salınmasına
benzetilmiştir. Benzetmeden maksat, iki konudan birini, aralarındaki bir ilgi ve
münasebetten dolayı, mana ve mefhumu daha kolay ve açık anlatabilmek için diğerine
benzetmektir.[393]
Burada benzetme yönü, su almak için kovanın kuyuya sarkıtılmasıdır. Yani bir fayda
temin etmek için bir şeyi vermektir. Daha fazla bir menfaat temin etmek için malların
hâkimlere verilmesidir. Yani hâkimlere rüşvet vermektir. Rüşvet vermenin kovayı
kuyuya salmaya benzetilmesinin beş sebebini ve şeklini açıklayan Razi, ne suretle ve
hangi gaye ile olursa olsun, malı hâkimlere rüşvet olarak verme anlamının zahire
daha yakın olduğunu söylemektedir.[394] Öyleyse bu ayet
insanların mallarını yemek için hakemlere harcama yapmasını yasaklamaktadır. İşte
böylece her türlü gayri meşru yollardan kazanmak için mallarda harcamalarda bulunmak
yasaklanmış bulunmaktadır. Burada dikkat edilecek husus, bu yasağın, “rüşvet
almayın” şeklinde gelmesinden ziyade “rüşvet vermeyin” şeklinde gelmiş
olmasıdır. Kelime çoğul olarak gelmesiyle de bunun topluma yönelmiş bir yasak
olduğu anlaşılır. Zira düzenin özelliği eğer bireyleri rüşvet vermeye zorluyorsa
bundan yalnız o rüşvet veren kimseler değil, bütün toplum sorumludur. Bu çeşit
rüşvetçi bozuk düzenleri ıslah etmek ya da yeni bir düzen getirmek için herkesin
çalışması gerekir. Burada dikkat
edilecek çok ince bir nokta daha vardır. Rüşvet vermek sadece kötü bir işi
yaptırmak ve haksız bir davranışa sebep olmaktan dolayı yasaklanmış değildir.
Hâkime verilen mal, neyin karşılığı olarak verilir. Birey rüşvet vermekle
kullanması, idare etmesi ve faydalanması için kendisine toplum tarafından emanet
edilip verilmiş olan bir malı kötüye kullanmış olur. Bunun için rüşvetle
yaptırılacak haklı veya haksız bir işin gerçekleşip gerçekleşmemesi belki o kadar
önemli değil; hatta bunun ikinci bir husus olduğunu söyleyebiliriz. Ancak malı
karşılıksız, boş yere, hem belki de istemeye, istemeye rüşvet olarak vermek veya
vermeye teşebbüs etmek, bunun bir suç sayılması için yeterli bir sebep olur. Zaten
Hz. Peygamber de bu konuda “Allah’ın laneti rüşveti veren ve alan üzerine
olsun”, buyurmuşlardır.[395] Bu ayette
başkalarının mallarını haksız olarak yemek için hâkimlere rüşvet vermek
suretiyle onlardan yardım istemenin haram olduğu açıklanmaktadır. Hâkimin kararı
hakikati değiştiremez. Hâkim istediği kadar hüküm versin. Bir şey haram ise
haramdır; helal ise helaldir. Hâkimin verdiği hüküm helali haram, haramı da helal
yapamaz. Hatta bu hususta icma bile vardır. Onun için bu konuda katiyen yanlış bir
anlayışa gidilmemelidir.[396] Hukkâm :
Hakimler demektir. Rüşvet verilecek kimseler olarak burada hâkimlerin adından
bahsedilmiş, idareciler veya başkanlar zikredilmemiştir. Çünkü idareci ve
başkanların bireylerin mallarına müdahale etme hakları yoktur. Hâkimler ise bireyler
arasında çıkak her türlü anlaşmazlıkları çözümleyecek ve ileri sürülen
davaları inceleyip bir hükme bağlayacaktır.[397]
İdarecilerin işi de icra, kaza, murakabe ve kamu yararlarını koruyup kollama ve
müdafaa etmektir.[398] Hakeme : Atın
geminden iki taraflı, çenelerini içersine alan demire denir.[399]
Hakm, aslında menetmek anlamınadır.[400]
Gemdeki bulunan demir, atı sağa sola veya onun istediği yere gitmekten çekip
menettiği için bu adı almıştır. Oraya gitme, buraya git; oradan gitme buradan git;
onu yapma, bunu yap şeklinde bir şeyden nehiy edip başka bir şeye sevk ettiği için
hüküm ve karar verme işi de bu kelime ile ifade edilmiştir. Bu iş böyledir, şu
nesne şöyledir, demek bir hükümdür. Bu aynı zamanda onun başka türlü
olmadığını da gösterir. Hâkim veya hakem ise tarafların kendi aralarında çıkan
mesele ve anlaşmazlıkların çözülmesi ve bu iş şöyledir, diye bir hüküm
verilmesi için kendisine başvurulan bir kimsedir. Davayı yürütecek
hâkimler taraflarca seçilir. Davacı bir hakem, davalı da bir hakem seçer, bu iki
hakem de meseleyi ele alıp inceler ve bir neticeye varırlar. Böylece bireylerin adalet
işlerinde idareye değil de hakemlere başvurması kaza işleri ile icra işlerinin
birbirinden ayrı olduğunu gösterir. Aynı zamanda devlet başkanı olan Hz. Peygamber
iki kişi arasında çıkmış olan bir ihtilafı çözmek üzere Amr b. As’ı
görevlendirmişti.[401] Bu icra (yürütme)
organı ile kaza organı (adliye işlerinin) ayrı olması sebebiyle vilayet valilerinin
yanında bir de kadı ve müftüler de tayin edilip görevlendirilmişlerdir. Hz. Ebu
Bekir, Ömer, Osman, Ali, Abdurrahman b. Avf, Ubey b. Ka’b, Muaz b. Cebel… gibi
kişiler bizzat Hz. Peygamber tarafından hakemlik yapmak üzere kendilerine yetki
verilmiş olan kimselerdir.[402]
Burada hukkâm kelimesi çoğul olarak getirilmiştir.
Hâkime rüşvet vermeyin denilmemiş, hakemlere rüşvet vermeyin buyrulmuştur. Böylece
tek hâkimlik sistemi olmayıp birçok hâkimlerin bulunması gerektiği prensine işaret
edilmiştir. Ayrıca bu çoğul toplum çoğulu olan cemi müzekker salim kalıbıyla
gelmemiş, yığın-kalabalık çoğulu olan cemi mükesser kalıbıyla gelmiştir. Hem
üçten ona kadar sayıyı içersine alan azlık çoğulu ile değil, üçten sonsuza
kadar kapsamı olan çokluk çoğul kalıbı ile gelmiştir. Bunun için hakemlerin bir
kurul ve heyet şeklinde olmamaları gerekir. Hakemlerin sayıları da serbest tutulmalı,
ehil ve ehliyetli olan herkes, hakemlik görevini yapabilmelidir. Rağıb
el-İsfahani, karı ile koca arasında çıkan bir anlaşmazlığın ikisinin kendi
akrabalarından birer tane tayin edeceği hakemlerle[403]
çözümleneceğini bildiren ayette[404]
hakim denilmeyip de hakem denilmesinin sebebini şöyle açıklıyor: İki hakemin
ittifakla vermiş oldukları kararı, tarafların hiçbir yere başvurmadan uygulamaları
şarttır.[405]
Devletin resmi kadısı ise devletin kamu işlerinin yürütülmesinde adaletin
gözetilmesini sağlayıp kontrol eder. Ayette insanların
mallarından bir kısmını günah ile yemek için, o malları hakemlere vermeyin
denilmektedir. İsm : Günah kelimesi Kuran-ı Kerim’de daha çok dini meselelerde
kullanılmış, kazai hükümlerde kullanılmamıştır. Böylece burada batıl olarak
denilmeyip de günah ile denilmesinin sebebi, dünyevi bakımdan hakemlerin verecekleri
kararların geçerli olduğuna, günah olsa da onlara uymak gerektiğine bir işaret
olabilir. Bundan dolayı burada batıldan değil, günahtan söz edilmektedir. “İnsanların
malları” denilmek suretiyle burada mülkiyetin dinle ilgili olmayıp insan olmakla
ilgili bir kavram olduğu bildirilmiştir, diyebiliriz. Onun için Müslüman olsun
olmasın herkesin ve her toplumun mülkü vardır ve onların malını, mülkünü
ellerinden alıp yemek yasaktır, haramdır. Burada bir de “bile, bile” denilmektedir
ki, bu da insanın farkında olmadan yaptığı hatalardan sorumlu tutulmayacağını
göstermiş olabilir. Bunun için iş hayatında insanlar fazla vesveseye
kapılmamalıdırlar. Bir araştırma yapmadan herhangi bir şey hakkında bu haramdır,
günahtır diye kişinin elini kolunu bağlayıp çalışmaması, iş hayatının durması
ve kazanma faaliyetlerinin aksaması doğru değildir. Çünkü iyi niyet bulunduktan
sonra bilmeden yapılan hatalardan ve yanlış davranışlardan sorumluluk yoktur. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Ekonomik olaylar
ve davranışlar bir düzen içersinde oluşup bu düzen ve düzenlemenin bir neticesi
olarak meydana gelirler. Sadece iyi niyet ve iyi davranış yeterli olmaz, iyi bir
düzenin de bulunması gerekir. 2- Herkesin kendi
şahsi malı ve malları vardır. Herkes malını ancak mevzuat dâhilinde tasarrufta
bulunabilir. 3- Hiçbir kimseye
başkalarının mallarına dokunma imkânı vermeyen ve buna zorlamayan bir düzen
kurulmalıdır. 4- Normal şartlar
altında hiçbir kimse hükümetler bile kimsenin malına dokunamaz. 5- Vatandaşların
kendi aralarında kamu görevlileri ile vatandaşlar arasında ve görevlilerin kendi
aralarında çıkan anlaşmazlıklar hakemler yoluyla halledilir. 6- Hakemlerin
rüşvet alıp süi istimalde bulunmayacakları bir düzen kurulmalıdır. 7- Mallar,
rüşvet, karşılıksız ve haksız iktisap gibi yerlerde heder edilmemelidir. 8- Her türlü
anlaşmazlıklar hakemler yolu ile çözümlenir. Hakemler, bireyler ve taraflarca
seçilmekle görevlendirilmiş olurlar. 9- Toplumun da
bireylerin malları üzerinde hakkı vardır. Toplumların kendi aralarındaki mülkiyet
dışarıya, düşmana ve yabancılara karşı tek bir mülk gibi birlikte savunulur. 10- Bütün
insanların malları koruma ve kollama altındadır. Barış ortamında iken ve barış
halinde bulunan insanların mülkiyet hukukuna saygı gösterilir. 11- Mülkiyette
zilyetlik esastır. Mal kimin elinde ise o maldan faydalanma hakkı da o kişiye aittir.
Farkında olmadan ve bilinmeden geçmiş olan haklardan dolayı bir sorumluluk yoktur. 12- Mülkiyet
hukukuna riayet etme endişe ve korkusu iktisadi faaliyeti aksatmamalıdır. Bu durum
çalışıp iş üretme konusunda hiçbir zaman bahane uydurma aracı yapılmamalıdır. 13- Yabancı
uyruklu kişiler İslam yurdunda bir gayrimenkule, toprağa ve bir akara sahip olamazlar. 14- Menkul
malların yabancı uyruklu kişilere satılması, devredilmesi veya hibe edilmesinde her
hangi bir sakınca yoktur. 15- Toprak
mülkiyeti ancak vatandaşlara tanınmış olan bir haktır. 16- Mal
mübadelesinde tarafların rızalarının bulunması şarttır. Rıza ise gönülde
meydana gelen hoşnutluktur. 17- Malların
hısızlık, hıyanet, gasp, aldatma, kumar, faiz… ve rüşvet gibi batıl-haksız
yollarla mübadele edilmesi haramdır-yasaktır. 18- Rüşvet alarak
yanlış hüküm veren bir hâkimin bu kararı gerçeği ve hiçbir durumu değiştirmiş
olmaz; haramı helal yapmaz; hak ve hukuku ortadan kaldırmış olmaz. 19- Başkanlar,
idareciler ve görevliler bireylerin mallarına karışamazlar. Kişilerin malları
hakkında bir anlaşmazlık çıktığı zaman söz söyleme ve bir hüküm verme hakkı
ancak hakemlere aittir. Bakara Suresi 2/
Ayet : 193-195 “Hiçbir zulüm
ve baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar
savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşı yapılır.
Haram ay, haram aya karşılıktır. Hürmetler (saygı gösterilmesi gereken şeyler)
kısas kuralına tabidir. O halde kim size saldırırsa, size saldırdığı gibi siz de
ona saldırın, (fakat ileri gitmeyin). Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki,
Allah kendine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir. (Mallarınızı) Allah yolunda
harcayın. Kendi kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah iyilik
edenleri sever.” Daha çok siyasi ve
idari konuları içersine alan bu ayetin açıklamasına girişmeden sadece ekonomik
açıdan bakarak yalnız esasları yazmak istiyoruz. Ancak şu kadar söyleyelim ki,
büyük bilgin Serahsi’nin de ifade ettiği gibi, İslam’da mal için ganimet için
savaş yapılmaz.[406]
Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1-Savaş, fitnenin
kalkması ve dinin yalnız Allah için olması, yani herkesin kendi dinine özgür bir
şekilde inanması ve bu inancını yine özgür bir şekilde yamasını sağlamak sebep
ve gayesiyle yapılır. 2- Dinde zorlama
asla yoktur. Herkes Allah için kendi istek ve arzusu ile özgür bir şekilde inanır
veya inanmaz. 3- İnanç ve fikir
hürriyetini kendi vatandaşlarına bir hak olarak tanımayan devlet ve toplumlara karşı
savaş açılabilir. 4- Yasaklar
karşılıklı ve umumidir. Onun için bir toplumda bulunan bireyler ve guruplar aynı
yasaklara uyarlar. Bir takım kimse ve gruplara uygulanmayan yasaklara başkalarının da
uymama hakkı vardır. 5- Herkesin
kendisini savunması, hem de kendisine yapılan taarruz ve saldırı nispetinde taarruz
ederek savunması o kişinin en tabii bir hakkı hatta bir vazifesi olur. 6- Barış halinde
bulunulan ülkelerle olan anlaşmazlıklar, hakemler yoluyla halledilir. Sulh ve
barıştan anlamayan ve hakem kararlarına uymayanlara karşı silah kullanılabilir.
7- Hak düzeninin
kurulması ve insanların kendi cüzi iradelerini özgür bir şekilde kullanabilmelerini
sağlamak için Allah yolunda önce mali savaşın verilmesi gerekir. 8- Bireylerin ve
toplumların mallarını harcamamak ve kullanmamak suretiyle kendilerini tehlikeye
atmaları yasaktır. 9- Savaş, şahsi
veya milli çıkar çekişmeleri yüzünden değil, iyilikle kötülüğün, iyilerle
kötülerin çelişmesi ve çatışması olarak yapılmalıdır. 10- Ekonomik
savaş, bir menfaat çekişmesi olmayıp iyi düzenin korunması, kötülüğün,
açlığın, sefaletin ve sömürünün yok olması için yapılır. 11- Ekonomik
saldırılara ancak ekonomik olaylar ve ekonomik yollarla cevap verilip karşı
konulabilir. 12- İnsanlar
birbirlerine ancak iyilikle bağlanırlar. İyilik yapma düzenini kuranlar insanları
toplu olarak bir arada tutabilirler. İnsanlara kötülük yapmak, onlar arsında korku
salmak ve endişe doğurmak bir fayda sağlamaz. 13- Savaş ancak
mazlum insanların, ezilmiş ve sömürülmüş olan insanların haklarını korumak ve
kurtarmak için yapılmalıdır. Bu konuda verilecek ilk savaş mali savaş olmalıdır. 14- Fitne ve
sömürü sistemlerini ortadan kaldırıp yok edecek ekonomik bir düzen kurulmalıdır.
Korku, endişe ve fitne düzeni yerine iyilik etme düzeni gelmelidir. 15-Menfaat
çatışması ve çıkar çekişmelerinin yapıldığı bir düzen yerine Bakara Suresi 2/
Ayet: 196 “…Kurban kesme
imkânı bulamayanlar, üçü hacda ve yedisi de döndüğünüzde olmak üzere (on gün)
oruç tutmak vardır. Bu kâmil bir ondur.” Ayette kâmil bir
ondan bahsedilmektedir. Rağıb “bir şeyin kemali”ni istenilen tüm vasıflarının
tamam olması bir arada bulunması şeklinde, “bu tamam oldu” denildiğinde ise bunu
da onun bütün lazım olan şeyleri bir araya geldi, bulundu şeklinde açıklamıştır.[407]
Bizce bu ayetin ekonomik manası on sayısının kâmil bir sayı olarak, ele alınması
ve böylece onlu bir sistemin kurulmasına işaret olarak yorumlanabilir. Çünkü her
sayı, sayı olma bakımından tamdır, kâmildir. Ancak on ayısına kâmil denilmesi,
onun başka bir özelliği bulunduğunu ifade edebilir. Kamile: Tam,
eksiksiz demektir. Kemal, bir nesnenin bütün parçalarının yerli yerinde yeterli ve
tam olmasına denir.[408]
Mesela bir kabın tamamen dolmuş olması gibi. Kabın eksik kalan kısmını doldurmaya
ise ikmal adı verilir. Bir kimsenin büyürken ulaştığı en olgun noktaya da kemal
adı verilir. Bu ayetten anladığımıza göre sayılar, demetlenerek ve paketlenerek
gruplar haline getirilmekte ve böylece çeşitli sayılar sistemi doğmaktadır. Bu ayeti okuyan
inançsız kimselerin üç ile yedi on eder, bu zaten tam ondur. Bunu tekrar söylemeye ne
lüzum var, dediklerini tefsirlerden öğreniyoruz.[409]
Bu ayet sadece onların söylediği anlamı getirmiş olsaydı, dedikleri belki doğru
olabilirdi. Hâlbuki bu ayetle onların anlayamayacağı bir mana, sayılar sistemini,
onluk sistemini ortaya koyan bir anlam getirmiştir, diyebiliriz. Rağıb[410]
bu konuda şöyle demektedir: Bu ayette on sayısının kamil olarak vasıflandırılması
sadece yedi ile üçün on yaptığını bize söylemek değildir…Allah’ın burada on
kelimesini kamil sıfatıyla tavsif etmesi, sözde bir istidrad (cümle-i mutariza, ara
cümlesi, açıklama cümlesi)dır. Böyle söylenmesi on sayısının diğer sayı
isimleri (sıfatları) arasındaki üstünlüğünü gösterir ve on rakamı, sayıların
son bulduğu ilk düğüm noktası olup sayılar bununla tamamlanmakta, bundan sonra gelen
sayılar ise evvelkilerin bir tekrarı olmaktadır. Bunun için on sayısı tam kâmil bir
sayıdır. Razi de bu ifadenin faydalarını açıklarken bu söyleniş tarzının
sayıların birler, onlar, yüzler ve binler olmak üzere dört şekilde
sınıflandırıldığını gösterdiğini söylemektedir.[411]
İslamiyet’in bu
ayetle onluk sayı sistemini benimsemiş olduğunu söyleyebiliriz. Mesela buna göre bir
çoğunluk, onluk demet, onluk paket oluncaya kadar eksik kabul edilir. Dolmamış bir
kap, dolduğunda onluk seviyeye geldiği, kemale erdiği söylenilir. Gerçekten Kuran-ı
Kerim’de kullanılan sayılar onluk sisteme göre adlandırılmıştır. Mesela on tane
ona özel bir ad verilerek mietün: yüz denilmiştir.[412]
On tane yüze de elfün: bin denilmiştir.[413]
Arapçadaki sayı
isimlerinin genellikle anlamları yoktur. Yalnız bir, iki, on, yüz ve bin sayılarının
anlamları vardır. Mesela bunlarda on kelimesinin kökü olan aşr, türetilerek birçok
manalara gelir. Mesela aşiret, muaşeret, maşer ve işret gibi. On sayısının önemine
örnek olmak üzere toplulukların onluk gruplar halinde teşkilatlandırıldığını
söyleyebiliriz. Söz gelimi Türk askeri teşkilatında onbaşı, yüzbaşı, binbaşı
ifadelerinin bu esastan alınmış olduğunu söyleyebiliriz. Kuran’da “Eğer
sizden yüz kişi olursa, kâfirlerden bin kişiyi yenerler.”[414]
“Eğer sizden sabırlı yirmi kişi olursa iki yüz kişiyi yenerler”[415]
buyrulmaktadır. Ayrıca bir iyilik yapana on iyilik verileceğinden[416]
kâinatın son zamanları tasvir edilirken onlukların tatil edileceğinden[417]
on fakir doyurmaktan[418]
bahsedilmektedir. Biz bütün bu ayetlerin toplamına baktığımız zaman bunların onlu
sisteme işaret ettiğini anlamak istiyoruz. Bundan başka bir
günlük namaz vakitleri, onun yarısı olan beştir. Bunlar cemaatle kılınan
namazlardır. Vitir namazı ise altıncı olarak yalnız başına kılınan bir namazdır.
Bir günde kırk rekât namaz kılınır. Bunlardan yirmisi farz, yirmisi de sünnettir.
Farzların (sabah, öğle ve ikindi) on rekâtı gündüz, on rekâtı (akşam, yatsı ve
vitir) de gece kılınır. Arapçadaki
çoğullar da onlu sisteme delalet eder. Esasen Arapçada iki çeşit çoğul vardır.
Birisi cemi kıllet, azlık çoğulu olup üçten ona kadar olan sayılar için
kullanılır. İkincisi de cemi kesret, çokluk çoğuludur ki, ondan yukarı olan
sayılar için kullanılır.[419]
Yine Arapçada otuz, kırk, elli, altmış, yetmiş, seksen ve doksan sayıları, üç,
dört, beş, altı, yedi, sekiz ve dokuz sayılarının akıllılar için olan çoğul
kalıbı ile cemi yapılırlar. Mesela hamsun: elli’nin mana olarak adı beşlerdir. İslamiyet’te
vergiler de beşte bir, onda bir, yirmide bir ve kırkta bir nispetlerinde alınır. Yani
iktisadi ve içtimai düzen, onlu sistem üzerine kurulmuştur, diyebiliriz. Yukarıda da
geçtiği üzere bir ayette[420]
kıyamet gününden söz edilirken onlular tatil edildiğinde denilmiştir. Böylece
kâinatın onlu sistem üzerine kurulmuş olduğu hissi bizde belirmiş bulunmaktadır.
Böylece standartlar ve her türlü kuruluşlar onlu sistem üzerinden yapılmalıdır,
şeklinde bir talepte bulunuyoruz. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Kâinat onlu
sistem üzerine kurulmuştur. Toplum da onlu sistem üzerine kurulmalıdır. 2- Ekonomik
kuruluşlarda ve standartlarda onlu sistem kullanılmalıdır. Bakara
Suresi 2/ Ayet: 197 “…Siz ne hayır
yaparsanız, Allah onu bilir. Bir de azık edinin. Muhakkak ki, azığın hayırlısı
takvadır…” Zad :
Yolcuların yolda kullanmak için yanlarına aldıkları azığa denir.[421]
Yolcular yüklerinden fazla olarak yanlarına almış oldukları bu azıklarını yolda
yerler. Asıl yüklerinin üstüne fazla olarak eklenmiş olduğu için buna bu ad
verilmiştir. Kuran’da hacca
niyetlenip yola çıkanlara yanlarına azıklarını almaları emredilmektedir.[422]
Yemen’den gelen hacılar, biz Allah’a mütevekkiliz, derler ve azıksız olarak yola
çıkarlar; bir de başka insanlardan istenirlermiş, Bunun üzerine hacılara yanlarına
yolluk almalarını emreden bu ayet gelmiştir.[423]
O halde azık hususunda kimseye yük olmamak gerekir. Bu ayet insanların
hac gibi bir farz ibadetin ifasında bile geçimlerini düşünüp hazırlık yapmaları
gerekirken normal hayatta iken insanların geçimlerini temin hususunda elbette daha
tedbirli davranacaklarına işaret etmektedir. Bu konuda izlenecek yol yatırımlar
olabilir. Tüketim mallarından daha çok üretim mallarının harekette olması gerekir.
İnsanlar hep bu gaye ile çalışırlar veya çalışmalıdırlar. Bununla beraber
insanlar yıllık geçimlerini temin edecek tedbirleri baştan almaları gerekir. Herkes
bir yıllık yiyeceğini baştan temin etmeli ve bu konuda tedbirli davranıp önlemlerini
almalıdır. Yiyecek ve içecek
ihtiyaçlarını günlük olarak temin etme sistemi insanları birçok sıkıntılara
sokmaktadır. Bu şekilde kurulmuş olan bir düzende ekonomik krizler toplumda çok
büyük etkiler meydana getirir. Onun için bu sistem bırakılmalı, bunun yerine malın
vasıflarına göre hiç olmazsa aylık veya mevsimlik özelliği bulunan bir sistem
getirilmelidir. Bu konuda hiç şüphesiz esas olan, bir yıllık ihtiyaçların depo
edilerek hazır tutulmuş olmasıdır. Bazı hayvanların
hayatlarında şahit olduğumuz onların ekonomik faaliyetleri arasında bile bu depolama
ve biriktirmelere rastlanmaktadır. Hâlbuki hayvanların hayatları ve yaşayışları
tekâmül etme ve gelişme kanunlarından uzaktır. Mesela bunlardan arı sadece bir
yıllık değil, belki yıllarca yiyeceği balı kovanına depo eder. Karıncalar da bir
koca kış tüketecekleri yiyecek maddelerini toprak altındaki depolarına ambarlarlar.
Hatta bazen onların yerin altında nemlenen buğday tanelerini çimlenip filizlenmemeleri
için açık havalarda dışarıya çıkarıp güneşlettikleri görülür. Bazen de
yeşermemesi için taneleri deldiklerine şahit oluruz. Mesela kişniş gibi tohumları
bir kere delmenin filizlenmesine engel olmayacağını sezip de onları iki üç yerinden
delmeleri gerçekten dikkate değer bir husustur.[424]
Ayetteki tezevvedu: azık hazırlayın emri, çoğul olarak
getirilmiştir. Bu fiilin mefulü hazfedildiği için[425]
depolama ve ambarlama işinin birey tarafından mı yoksa toplum-devlet tarafından mı
yapılacağı pek anlaşılmamaktadır. Yalnız bu kelimenin geldiği babın binası
tekellüf için olduğundan[426]
herkesin kendi yiyeceğini yavaş, yavaş kendisinin biriktireceğini düşünebiliriz.
Fakat kıtlık ve herhangi bir afat sebebiyle meydana gelecek bir ihtiyaç için mal
depolanmasını devletin yapacağını Yusuf Peygamber’in tavsiyesinden anlamaktayız.[427]
Çünkü onun sözünde buğdayların başaklarında bırakılması emredilirken onu
bırakın diye fiil çoğul, meful ise tekil zamiri olarak müfred getirilmiştir. Buradan
da şu neticeye varıyoruz ki, herkes kendi yıllık yiyecek maddelerini hazırlayıp depo
edecek, olağan üstü durumlar ve sebebi bilinip belli olmayan umumi krizler için ise
devlet ambar ve silolarını her zaman dolu bulunduracaktır. Mesela yıllık yiyeceklerin
mahallelerde ortak olarak yapılacak silo ve ambarlarda depolanıp saklanması
gerçekleştirilebilir. Böyle bir müşterek ambardan herkes yiyeceğini, zaman, zaman
ihtiyacı oranında alabilir. “Azığın en iyisi
takvadır” denilmekle bu depolama işlerinde toplumsal bir yardımlaşma ve
dayanışma bulunduğuna işaret edilmiştir, diyebiliriz. Bütün İslam
dünyasında özellikle ecdadımız olan Selçuklular ve Osmanlılar zamanında ekonomik
alanda birçok yararları görülen vakıflardan bu konuda da faydalanmak mümkündür.
Mesela ortak silo ve depolar için vakıflar kurulabilir. Bu depolarda hem devletin hem de
bireylerin malları korunabilir. Bu malları koruyup kollama işinin de olabildiği kadar
karşılıksız ve masrafsız yapılmasına çalışılır. Hem bu sayede “azık hazırlayın” emrine topluca uyma
imkânı ortaya çıkmış olur. Yoksa herkesin kendi mallarını temin edip depolamakla
uğraşması büyük külfetlere yol açabilir. Oysa böyle bir davranışın birçok
ekonomik faydaları da olabilir. Mesela yiyecek maddeleri üzerinde meydana gelebilecek
bir karaborsa böylece önlenmiş olur ve mallardaki fiyat istikrarı da kendiliğinden
sağlanmış olur. Çünkü herkes yiyecek maddelerini en ucuz olduğu bir mevsimde temin
eder. Depolamanın da çok ucuz veya bedava olması neticesinde üreticiler, mallarını
hemen ellerinden çıkarıp vurgunculara kaptırmamış olurlar. Ayrıca bu ayette
hayır işlemenin ve depolamanın içtimai oluşuna işaret etmek için fiillerin çoğul
kalıbı ile getirilmiş olduklarını söyleyebiliriz. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1-Zaruri olan
tüketim malları önceden temin edilip yıllık olarak depolara konulmalıdır. 2- Her birey
ihtiyaç maddelerini elinden geldiği kadar kendisi depolamaya çalışır. 3- Ayrıca
toplumlar da ortak depolama sistemini kurup geliştirmeye çalışırlar. 4- İnsanın
kendisini geçindirme hususunda başkalarına yük olması günahtır. 5- Ortak depolama
sistemin gereklerine herkesin uyması gerekir. 6- Ortak depolama
usul ve yöntemi ekonomik açıdan en iyi bir yol olarak kabul edilebilir. 7- Hac gibi
yolculuklarda herkes, parasını, azığını, yiyecek ve içeceğini kendi yanına
almalı ve hiçbir kimseye yük olmamalıdır. 8- Ortak depolama
için yapılan masraflar, mallarını depoya emanet eden kişilere yükletilmemelidir.
Takva bu suretle gerçekleşir. Bakara Suresi 2/
Ayet: 198 “Hac mevsiminde
Rabbinizden rızık isteyerek (ticaret yapmanız) size günah değildir…” Bu ayet İbn
Arabî’nin de dediği gibi hac mevsiminde hacılara ticaret yapmanın yasak
olmadığına delalet eder.[428]
Araplar, İslam öncesi hac aylarında Ukaz, Mecenne ve Zülmecâz gibi Pazar ve
panayırlarda ticaret yapar böylece kazanıp geçimlerini temin ederlerdi. İslam gelince
Müslümanlar bundan çekinmeye başladı. Mesela onlar Mina’da ticaret yapmazlardı. Bu
şekilde onlar Arafat’tan indikten sonra ticaret yapmakla emredilmiş oldular.
Hacıların, dini vecibelerini yerine getirdikten sonra çalışıp ücret almalarında,
ihramlı iken ticaret yapmalarında bir sakınca yoktur. Ebu Davud, İbn Abbas’ın bu
ayeti okuyup onlar Mina’da ticaret yapmazlardı. Bu şekilde onlar Arafat’tan indikten
sonra ticaret yapmakla emredilmiş oldular, dediğini nakletmektedir.[429] Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Hacıların hac
mevsiminde hacda iken ticaret yapmaları günah değildir. 2- Hacılar hacda
ihramlı iken ticaretle meşgul olabilirler. 3- Hac büyük bir
ibadet olmakla birlikte aynı zamanda ülkeler ve devletlerarası bir pazar ve ticaretin
gerçekleşmesine vesile olan büyük bir panayırdır. 4- İhramlı iken
alış-veriş yaparak ticarette bulunmak günah değildir. Bakara Suresi 2/
Ayet: 204–205 “İnsanlardan
kimi de vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözü seni imrendirir ve o, kalbindekine
Allah'ı şahit tutar. Oysa o, İslam düşmanlarının en azılısıdır. İş başına
geçtiğinde yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli yok etmek için didinir.
Allah da bozgunculuğu sevmez.” Dünya hayatı:
Yakın yaşayış. Dünya’ya bu adın verilmesinin sebebi, onun ahirete nispetle daha
yakın olmasındandır.[430]
Bu dünya kelimesinin mastarı dünüvv,
yaklaşma demek olup zaman, mekân ve menzil için kullanılır.[431]
Buradaki dünya
hayatından maksat, büyük âlim Alusi’nin de ifade ettiği gibi, dünya işleri ve
geçim vasıtalarıdır.[432]
Dünya işleri ve ekonomik meseleler hakkında güzel, güzel sözler söyleyip de
fiilleri bunlara uymayan kimseler bu ayetin söz konusu ettiği kimselerdir. Böylelerine
rastladığımız zaman ne iyi insan ve ne kadar doğru söylüyor, deriz. Dünya hayatı
sözün zarfı olduğu zaman bu anlam çıkar. İkinci olarak böyle münafık tipli
kimselerin halleri dış görünüşlerine göre hüküm verileceği için belki bu dünya
hayatında beğenilebilir. Ancak bunların gerçekte nasıl oldukları daha sonra ortaya
çıkar.[433] İslam
günümüzün yaşayışını geçmişteki çalışmaların bir neticesi olarak kabul
eder. Bu sebeple de insanları daha çok gelecek için çalışmalara teşvik eder.[434]
İslamiyete göre iki çeşit hayat vardır: Birisi günlük hayat (yakın hayat), diğeri
ise gelecek hayat (ilerdeki hayattır, ahiretteki hayattır). Bu her iki hayat da
önemlidir. O sebeple birisi diğeri için feda edilemez. Bundan dolayı hem bu gün hem
de yarın için planlı ve programlı bir şekilde çalışmamız gerekir.[435]
Allah insanı cüzi
irade sahibi yapmış ve kendisine günlük yaşayışın dışında birtakım görevler
vermiştir. Kuran bu ayetle kendileri en büyük, azılı bir düşman oldukları halde
insanlara dost görünen, geçici bir menfaat temin etmek için insanların hoşuna
gidecek sözler söyleyen ve bu suretle onları kandırmaya çalışan, geçici hayatı
seven birçok kimselerden korunmak ve şerlerinden emin olmak için uyarmaktadır. Tevelli : Bir
yağmur yağdıktan sonra ikinci olarak yağan yağmura vely adı verilir. Vesmî denilen ilkbahar yağmurundan sonra hemen
onun arkasından yağan yağmura vely adı
verilir.[436]
Peşinden gitmek, arkasından gelmek ve takip etmek anlamlarına gelir. Burada tevelli kelimesi kullanılmıştır. Vilayet ve ya
velayet bir şeyi zapt edip tasarrufta bulunmak yani iktidar olmak demektir. Bu ayet,
dünya hayatına idaresine ve iktisat politikasına ait yaldızlı laflar edip insanların
hoşuna gidecek sözler söyleyip de işbaşına geçtiği zaman tahripkâr hareket eden,
bütün insanların hayatına kıyan, çıkmazlara sürükleyen, düzende ve ülkede
bozgunculuk yaratan münafık idarecilerin ve çirkin politikacıların özelliklerini
dile getirmektedir. Gerçi tevelli
kelimesi ense çevirmek, arka dönmek, sırt çevirmek anlamına da gelir. Bu takdirde
ayet bize böyle kimselerin bizim yanımızda güzel, güzel konuşup da bizden ayrılıp
uzaklaşınca neler yaptıklarını, sözleri başka ve fiilleri başka olup nasıl
aleyhte hareket ettiklerini dile getirmektedir. Bu ayet bize münafık tipli insanların
tatlı ve hoş sözlerine hatta dindarlıklarına bile aldanmamak gerektiğini
hatırlatmaktadır. Böyleleri geçici güç ve kabiliyetleri ile insanları kendilerine
çekerler. Bol vaatlerde bulunarak grupları arakalarından sürüklerler. Bugünkü
iktisadi rejimlere dayanılarak yapılan vaatler de böyle gerçekleşmesi mümkün
olmayan şeylerdir. Dünyaya ihtirasla bağlanan kimseler bunların arkasından gider.
Gider ama umduklarını bulamaz ve her zaman elleri boş olarak dönerler. Sa’y :
Yürürken süratle gitmeye, koşmaya denir. Bu kelime herhangi bir işte durmadan istek
ve gayretle çalışıp çabalamakta da kullanılır.[437]
Bir hedef belirlemeden ve gaye tespit edilmeden yapılan çalışmalar, amel ve fiil
kelimeleriyle ifade edilir. Yapılan bu amel ve fiil neticesinde elde edilen sonuçlar da
kesbtir. Sa’y ise bir gayeye ulaşmak için çalışmak, gayret göstermek, istek ve
arzu ile iş yapmaktır. Sa’y kelimesi
emek anlamına da gelir. Nitekim eski Türkçede emeğe say denirdi.[438]
Az emekle çok ürün elde etmek demek olan say-i ekal kanunu sözü de sa’y’in emek
manasına geldiğini gösterir.[439] İbtiğa’da
sadece teşebbüs vardır. Amel’de de sadece çalışma vardır. Sa’y’de ise emekle
beraber teşebbüs de vardır. Kuran bu ayette bazı kimselerin güzel sözleri ile
insanları kandırdıklarını ve böylece iktidara geldiklerini iktidar olduktan sonra da
bile, bile ve isteyerek bozgunculuk yaptıklarını çeşitli zulümlerle kan döküp
mallara el koyup telef ettiklerini bildirmektedir.[440] Fi’l-ardı :
Yeryüzünde denilmek suretiyle böylelerinin şerlerinin bütün yeryüzünü
kaplayacağına işaret edilmiştir. Ellerinden gelse bunlar, bütün dünyayı bozguna
veririler ve yeryüzünde ne bir ekin ve ne de bir nesil bırakırlar. Burada bu ifade
kullanılmakla gaye ve zararlarının manadan çok maddi olduğuna işaret vardır,
diyebiliriz. Çünkü bunlar, manaya inanamadıkları için mananın düşmanı değil,
maddenin düşmanıdırlar. Dolayısıyla bunlar, maddi varlıkları yok etmek için
uğraşıp gayret gösterirler. Hem bütün yeryüzünü ve bütün maddi varlığı
bozmak ve faydalanılmaz hale getirmek için çalışırlar. İfsad : Bir
şeyin tabii oluşundan çıkmasına denir.[441]
Mesela meyvenin çürümesine fesad adı verilir. Her şeyin çürümesi ve bozulması bu
kelime ile ifade edilir. İfsad ise çürütmek ve bozmak demektir. Mesela sağlıkla
çalışan kurulu bir düzeni bozmak, işte ancak bu ikiyüzlülerin işi olabilir. Bunlar
Allah’ı şahit tutarak iyi niyetli olduklarını iddia ederler. İnsanların hoşuna
gidecek sözler söyleyerek onları ikna edip inandırırlar. Fakat ellerine imkân
geçince de faydalı düzeni bozarlar. Düzeni birden değil, için, için yavaş, yavaş
çürüterek bozarlar. Ekonomik düzenin böyle yavaş, yavaş bozulmasının sebebi,
geçici heveslere kapılarak bu art düşüncelere alet olmaktır. İşte Allah, burada bu
gibi kimselere karşı uyarmaktadır. İhlak : Dağın
yukarıdan aşağısına kadar olan kısmına yöresine helek denir.[442]
Bu dağ yamacından aşağıya doğru yuvarlanmaya, düşmeye helak denmiş olabilir.
Sonraları bu kelime kaybolmak, yok olmak, bozulmak, ölmek manalarında kullanılmaya
başlanmıştır.[443]
İhlâk da helak etmek demek olur. Yukarıda
yeryüzünü fesada verdiklerinden bahsedilmişti. Burada ise o kimselerin ekini ve nesli
helak edeceklerinden bahsedilmektedir. Fesad, bir şeyin yavaş, yavaş bozulması; helak
ise birden bozulması ve yok olmasıdır. Ekonomik düzeni tedricen bozmalarına, yani
cansız âlemi yavaş, yavaş İfsad etmelerine karşılık insan nesli ve ekin gibi
canlı varlıkları, fırsat bulunca, birden yok etmek isterler. Nitekim ayette “harsı
ve nesli helak etmek için çalışırlar”, buyrulmaktadır. Gerçekten ekonomik düzen
yavaş, yavaş bozulur. Halk da buna dayanarak hayata uymaya çalışır. Bu, sonuna kadar
böyle devam edip gitmez; artık bir gün dayanılmaz bir hale gelir. Toplumda bu
çekilmez sıkıntılar yüzünden bir patlama olur. Ayaklanma adı verilen bu ortamda
insanlar ve ekinler imha edilir. Marks’ın tasvir ettiği kapitalist sistemin
yıkılışı ile ilgisi bulunduğunu tahmin ettiğimiz bu anlamın gerçekleşeceği
gün, o yıkılış günü gerçekten çetin olacaktır.[444]
Bu, onlara göre iktisadi oluşun son merhalesi olup bundan sonra dünyanın sonu
gelecektir.[445]
Tabi bunlar bir iddiadan öteye geçemeyecek olan sözlerdir. Haras : Toprağa
tohum ekmek, tohumu yere serpmek demektir.[446]
Daha sonra bundan alınarak ekin, tarla, kazanmak, tarlaya ekmek, cinsel ilişkide
bulunmak anlamlarında kullanılmıştır.[447]
Tarlada ekildikten sonra yeşerip büyümekte olan bitkilere de hars denir. Bütün
bunlardan üretim vasıtaları manasına da gelebileceğini tahmin ediyoruz. Buradaki hars
kelimesi Bakara 2/ 221 ayetinin delaletiyle kadın anlamına gelir diyenler de olmuştur.[448]
Nesl : Gök
incirden çıkan süte nesel adı verilir. İnsanın çocuklarına da nesl denilmektedir.
Kuran kadın için hars tabirini kullanıyor.[449]
Nesl de çocuk yani evlatlar, demek olur. Burada ekonomik
olarak hars ve nesl kelimeleri bize iki ayrı şeyi hatırlatmaktadır: Bunlardan birisi
olan hars, tarlayı yani üretim vasıtalarını, diğeri olan nesl de ürünü yani
üretim maddelerini akla getirir. Başka bir anlam ile de bir tarafta insanların
ihtiyaçlarını temin eden ekinler, mallar; diğer tarafta da insan nesli bulunur. İşte
bu iki unsur, insan ve mal, ekonominin temelini teşkil ederler. Bu iki kelime bize
üretim vasıtalarının, sabit ve değişken sermayelerini de hatıra getirir. Tabii
düzeni bozmak, dünyaya huzursuzluk ve karışıklık getirmek isteyen kimselerin bu iki
unsur, insan ve eşya, üretim vasıtaları ve ürünler, sabit ve değişken sermayelerin
aleyhinde çalıştıkları ve onları yok etmek için uğraştıkları bildirilmektedir. Ekonomik düzeni
müdahale yoluyla düzeltmeye çalışan kimselerin buldukları çare, netice olarak helak
ve ifsat etmekten ibarettir. Bir madde veya düzenin tabiatına ve esasına aykırı
olarak, yapılan her davranış, bir yapım olmayı yıkım olduğu için onu hep helake
götürür. Mesela mübadeledeki serbest rekabet arz ve talep dengesini kurar. Böylece en
uygun fiyat gerçeklemiş olur. Çünkü bu fiyatla en çok üretim ve tüketim eşitliği
gerçekleşmiş olur. Fakat bu doğal ekonomiye küçük bir müdahale bütün bunları
tepetaklak eder. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Geçici
çıkarlara ve menfaatlere aldanmak aslında zarar doğurur. 2- Geçici menfaat
vadedenler aslında en azılı düşmandırlar. 3- Halkın hoşuna
gidecek sözler söyleyip geçici menfaatler vaat ederek iktidar olmak isteyen ve görev
almak isteyenlere bu fırsat verilmemelidir. 4- Menfaat peşinde
koşanlar bir gün insan neslinin ve eşyanın helakine sebep olurlar. 5- Üretim
vasıtaları ve ürünler, insan nesli ve eşyanın selameti, gelecek için bir emniyet
demektir. 6- Eşyanın tabii
oluşuna ters düşen müdahaleler, bozgunculuktan başka bir şey değildir. 7- Düzenin tabii
oluşuna aykırı gelen prensipleri uygulamak, o düzeni çöküşe ve yıkılışa
götürür. 8- Emek, bir gaye
ile çalışıp enerji harcamaktır. 9- Kötü insanlar
işbaşına geçtikleri zaman bozgunculuk yapar, milli serveti çarçur eder ve
insanların helakine sebep olurlar. Bakara Suresi 2/
Ayet: 208 “Ey iman etmiş
olanlar, topluca selamet düzenine girin…”
Dühul: Eve
girmek demektir.[450]
Ayette müminlerin silm’e girmeleri emredilmektedir. Silm’den maksat itaat etmek,
boyun eğmek, barış ve İslam’dır.[451]
Bu kelimeye ayrı, ayrı bu üç mana verilmiştir. Biz bunlar üzerinde fazla durmak
istemiyoruz. Ayetin İslam’ın getirdiği düzene topluca girmeyi ve onu bir kül
halinde kabul etmeyi emrettiğini söylemekle yetineceğiz. Silm: Barışa
ve barışmaya denir.[452]
Bir düzen içinde bulunanlar, barış içersinde olurlar. Selm de kuyudan su çekilen bir
kulplu kovaya denir.[453]
Kulplu olduğundan kuyuya iner ve çıkarken güven ve selamet verdiği için bu adı
almıştır. Merdivene de süllem adı verilir.
Merdiven insanı yüksek yerlere tehlikesiz olarak ulaştırır. Bir malı eksiksiz ve
kusursuz olarak götürüp sahibine vermeye de teslim adı verilir. Selam ise
karşılaşan iki kinin birbirlerine zarar vermeyeceklerine dair yapmış oldukları bir
anlaşmayı ifade etmek için kullanılan sözdür. Yani selam bir barışı bildirir. İşte silm, böyle emin bir atmosferin içersine
girmektir. Müslümanlar, herkesle beraber barış içersinde yaşarlar. İslam nazarında
barış esas olup savaş ise geçici bir olay olarak kabul edilir. Kâffeten: Hepsi
birden, topluca demektir. Burada bu kelime, hem üdhulu:
giriniz, hem de silm: barış kelimesinin hali
olabileceğinden iki vecih söz konusudur.[454]
Bu üdhulu kelimesinin hali olduğu zaman silm düzenine topluca girileceğini ifade eder. Silm’in hali olduğu zaman ise bir düzenin tüm
olarak kabul edilmesi gerektiğini bildirir. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Selamet düzeni
toplum tarafından kurulur. 2- Bir toplumda
uygulanan sistem ve düzen bütün bireyler tarafından kabul edilir. 3- Bir düzenin
gerekleri her bireye ve tüm bireyler her yerde aynı şekilde uygulanır. 4- Bir sistem ve
düzenin bir kısmı kabul edilir diğer kısmı atılmaz. Düzenin hepsi tüm olarak
kabul edilir. Bakara Suresi 2/
Ayet: 215 “Sana (Allah
yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: Maldan harcadığınız şey, ebeveyn,
yakınlar, yetimler, fakirler ve yolcular için olmalıdır. Şüphesiz Allah
yapacağınız her hayrı bilir.” Süâl :
İstemek, dilenmek anlamına gelir.[455]
Sehl, toprakları düz olan yere, ovaya denir.
Sonraları kolaylık için kullanılmaya başlamıştır. Sele kelimesinin sehele ile ilgisi olsa gerektir. Çünkü insan bir
şeyi sormakla ve sorarak öğrenip elde etmek, mesela kişi bir şeyi sordu ve öğrendi,
bir nesneyi isteyip elde etti. O bunları hiç zahmet çekmeden kolayca kazanıp edinmiş
olur. Süal, ya bilgi
edinmek, öğrenmek için sorup istemektir veya bir ihtiyacını gidermek için mal
istenip dilenmektir. Süal kelimesi Kuran-ı
Kerim’de bu her iki anlamda da kullanılmıştır.[456]
Böylece bu kelime hem sormak ve hem de dilenmek manalarına gelir. Mâ : Bir soru
edatı olup eşyalar için soru sormakta kullanılır; ne anlamanıdır. Zâ : İsm-i
işaret olup bu anlamınadır. Zâke şu, zâlike de o manasına gelir. Buradaki zâ
kelimesinin ellezî: o şey ki, anlamında olduğunu söyleyenler de vardır.[457] Buradaki soru,
Arapça dilbilgisi kurallarında alışılan şekle uygun olarak gelmemiştir. Onun için
de müfessirler bu konuda birkaç görüş ileri sürmüşlerdir. Burada neyin infak
edileceği sorulmakta buna cevap olarak da kimlere infak edileceği söylenmektedir. Yani
soru ile cevap arasında bir uygunluk yoktur. Onun için buna bu bir üslub-ül hakîmdir[458]
diyenler de olmuştur.[459]
Bu soru ya harcamanın kimlere yapılacağını veya ne gibi şeylerin harcanacağını
öğrenmek için sorulmuş olabilir. Aslında sorunun üçüncü bir şekli de infakın
niçin ve neden yapıldığıdır. Başkalarına harcama yapılmasının sebebi nedir,
bunun için soru sorulmaktadır.[460]
Bilhassa ekonomik bakımdan önemli olan bu konu başka ayetlerde de açıklanmaktadır.[461]
Aslında bu başkalarına hayır olarak yapılan harcamalar yatırıma benzerler, bir
çeşit yatırım gibidirler. Onun için de bunların karşılığı her zaman
görülecektir.[462]
Eğer biz bireysel geliri milli gelir içersinde düşünecek olursak ekonomik bakımdan
çok önemli olan bu noktayı daha iyi anlamış ve kavramış oluruz. İnfak daha önce
de geçtiği üzere malları çarşı ve pazara götürüp satmak anlamına olduğu gibi,
karşılık almadan bir şeye harcamak yapma ve yatırım yapmak anlamına da gelir. Bunun
için ziraatçının tarlaya ektiği bir tohum ve kişinin çocuğuna yedirdiği bir yemek
de infaktan başka bir şey değildir. Burada infak fiili
çoğul olarak hem de akıl sahipleri için kullanılan bir çoğul kalıbıyla
getirilmiştir. Bu da infak işinin toplum tarafından müşterek bir şekilde
yapılacağını göstermektedir. Esasen sorulan soruya da “soruyorlar” diye yine bu
şekildeki bir çoğul kalıbı ile ifade edilmiştir. Yani infak kurumunun niçin, nasıl
ve kimler için çalışacağını böylece bu infak sorusu yardımıyla daha iyi bir
şekilde anlamış oluyoruz. Bugün dünyanın
birçok yerinde uygulanmakta olan emeklilik ve sigorta işlemleri insan hayatını garanti
altına almak amacıyla yapılmaktadır. Hâlbuki bunlar İslam ekonomik düzeninde nafaka
ve infak kurumları tarafından gerçekleştirilirler. Oysa emeklilik ve sigorta
kurumları üyelerine maaş ve ücretlerinden yapılan kesintiler ve ödenen primler
karşılığında yardım yapmaktadır.[463]
Ya bu yardımların sebebi, önceden ödenmiş ve yatırılmış olan paralar ve maddi
değerlerdir. Hem bu sigorta sisteminde insan hastalık, kaza, işsizlik, maluliyet,
yaşlılık ve ölüm gibi (normal-doğal özelliklere) tehlikelere karşı
sigortalanmaktadır. İslam ekonomisinde
bugünkü anlaşılan ve uygulanan şekliye bir sigorta sistemi ve emeklilik tarzı
yoktur. Mevdudi’nin de dediği gibi İslam’da faizli banka sistemi ve sigorta yöntemi
yerine zekâtlı sistem ve devlet hazinesinden yardım etme esası vardır.[464]
Yani İslam düzeninde maaş ve ücretlerden kesinti yapılması ve bunun
karşılığında emeklilik adı altında geri ödeme yapılması diye bir usul ve bunu
yapacak bir kurum yoktur. Yine aynı şekilde ödenen primler karşılığı yardım eden
bir usul ve sigorta kurumu yoktur. Yukarıda söylediğimiz gibi bunun yerine nafaka
kurumu vardır. İbn Abidin’de açıklandığı üzere nafaka, yiyecek-içecek, giyecek
ve mesken gibi ihtiyaçların karşılanması demektir.[465]
Yani netice olarak İslam ekonomisinde evlilik, hastalık ve bunun gibi zaruri ihtiyaçlar
bu infak kurumu tarafından karşılıksız ve bedava olarak yerine getirilir. İnfakın sebebi,
evlilik, akrabalık ve mülkiyettir. Bunun için İslam ekonomisinde kadının,
akrabaların, kölelerin (esirlerin) yani bütün insanların, hayvanların ve
ağaçların hayatları sigortalanmış durumdadır. Onlar, hastalık, işsizlik ve
malullük gibi durumlarda yardım görürler. Diğer taraftan hayvanlar ve ağaçlar da
sahipleri tarafından bakılırlar. Sahipleri onları bakmakla mükelleftirler. Eğer
onlar bu görevlerini yerine getirmezlerse mahallin amiri ve kadısı tarafından bakmaya
mecbur tutulurlar, mal sahiplerine ya bak ya da sat diye emir verilir.[466]
Nafakanın farz
olduğu ayetle sabittir. Bu konuda Kuran-ı Kerimde pek çok ayet vardır.[467]
Hz. Peygamberin hadisleri de bulunmaktadır.[468] İslam
ekonomisindeki sigorta anlayışı ile liberal veya karma ekonomi sistemlerinin sigorta
anlayışı arasında farklar vardır. Mesela liberal görün sigorta anlayışında
bütün muhtaçlar sigorta kapsamına alınmaktadır. Ancak yapılan yardımlar hiçbir
zaman ihtiyaçları karşılayamaz.[469]
Hem bunlara göre sigorta yardımı ancak daha önceden ödenmiş olan bir değer
karşılığı yapılır. Bu usul ise insanlar arasında sınıf farkının doğmasına
sebep olur. Oysa İslam ekonomisinde yalnız para ödeyen kimselerin değil, bütün
insanların hayatları garanti altına alındıktan başka hayvanların ve bitkilerin bile
hayatları sigorta altına alınmıştır.[470]
İslam düzeninde zaruri ihtiyaçların hepsi karşılıksız olarak temin edilir. Zaten
İslam hukukunda infak-sigorta konusu geniş bir yer tutar.[471] Üzerinde
durduğumuz bu ayetten ve bütün bu açıklamamalarımızdan sonra anlıyoruz ki,
İslam’ın infak sisteminde herkesi içersine alan bir sosyal güvenlik anlayışı
vardır. Çünkü çalışanlar, çalışıp kazanırlar. Neticede üretimden elde edilen
ürünler de tekrar üretim (yatırım) ve tüketim için harcanır. Yatırım ve üretim
kısmına ayrılan mallara bunların meydana gelmesinde emek sarf edenler sahip
olacaklardır. Bunun yanı sıra tüketime ayrılan mallar ise infak yoluyla hep birlikte
bütün insanlar tarafından harcanırlar. Kul : Söyle,
de, soruya cevap ver, demektir. Süal, sormak ve istemek anlamına olduğu için süal
edilen şeyin iki türlü cevabı vardır. Birisi sorulan şeye sözle cevap vermek,
ikincisi de istenilen şeyi vermektir. Buradaki süal ise sormak anlamına olup istemek
manasına olmadığından kul: söyle diye sözle cevap verilmektedir. Burada dikkat
edilecek önemli bir nokta daha vardır. Size soruyorlar, siz cevap verin denilmeyip sana
soruyorlar, sen söyle cevap ver, buyrulmaktadır. Böylece infak işlerinin hükümetin
murakabesi altında yapılacağını anlamak mümkün olur.[472]
Her ne kadar hükümetlerin ücret ve fiyatların teşekkülünde üretim ve diğer
çalışmalarda bir müdahalede bulunma hak ve salahiyetleri olmasa da gerekli vergileri
toplamak ve bunları gereken yerlere dağıtmak ve tüketimi kontrol etmek gibi ekonomide
görevleri vardır. Hz. Peygamber,
Şüphesiz fiyatların ucuzlaması ve yükselmesi Allah’ın elindedir. Fiyatları
ayarlayan da tutan da genişleten de Allah’tır. Allah’a yemin ederim ki, ben ne size
bir şey veririm ve ne de mahrum edebilirim. Ben ancak bir hazinedarım, işleri emir
olunduğum şekilde yaparım. Ben mal, can ve kan hakkında hiçbir kimsenin hakkının
üzerime geçirmeden Allah’a kavuşmak istiyorum”, buyurmuşlardır.[473] Bu ayette daha
önce de adları geçen beş kurum zikredilmiştir. Bunlar, ana-baba, akrabalar, yetimler,
yoksullar ve yolcular kurumlarıdır. Bunlar burada bir arada sayılmakla beraber hepsi de
bir lam harfinde toplanmışlardır. Bu husus, onların hepsinin aynı şekilde hakka
sahip olduklarını ortaya koyar. Böylece tüketimde bir sosyal denge (şüyuiyet) esası
sağlanmış olur. Bunların
dışında kalan yollardan transit gelip geçenler için de yapılacak kervansaray ve
imarethaneler, oteller ve lokantalar sayesinde yolculara yiyip içme dinlenme ve geceleme
ihtiyaçları temin edilir. Bu hususta da hiçbir ayrıcalık yapılmaz. Hasta, yaşlı ve
yetim olanlara gelince bunlar da devlet hazinesinden maaş alma hakkına sahip
olacaklardır. Ayrıca genel prensiplere uygun olarak kurulacak bir emeklilik kurumu ile
de herkese eşit şartlarla yaşama sağlanabilir. Böylece tüketimdeki asli ihtiyaçlar
normal olarak her birey için karşılanmış olur. Asli ihtiyaçların
dışındaki gereksiz masraflar ise zaten israf sayılarak haram kılınmıştır.[474]
Bu sebeple ayette “hayırdan ne infak ederseniz”, denilmektedir. Buradaki hayır
kelimesi her ne kadar mal anlamına gelse de[475]
mal denilmeyip de hayır kelimesinin kullanılması önemlidir. Bununla insanların
kendileri için gerçekten hayırlı ve faydalı olan şeyleri infak etmelerine işaret
edilmektedir. Faydalı olmayan şeylere ve yerlere harcama yapmak infak sayılmaz. Mesela
kumar için yapılan bir harcama ve rüşvet için harcama yapmak infak değildir. Bunlar,
bir ihtiyacı tatmin etmedikten başka, ekonomi kanunlarına göre de zararlı olan
şeylerdir. Onun için burada ihtiyaç, fayda ve marjinal fayda (son birim yararı)
terimleri üzerinde biraz durmamız gerekir. İktisatçılar,
ihtiyaç ve fayda üzerinde uzun, uzun durmuşlar, derin tahliller yapmışlar ve
birbirinden ayrı görüşler ileri sürmüşlerdir. İnsanın ihtiyacı, onun kendisinde
bulunan maddi ve manevi bir eksikliktir, diye tarif edilir.[476]
Mal ve eşyanın insandaki bulunan bu eksikliği giderme özelliğine de fayda diyorlar.[477]
İhtiyacın biyolojik, psikolojik, fiziki, fizyolojik ve sosyal olmak üzere çeşitli
şekilleri olduğu da söylenmektedir.[478]
İhtiyacın zamana, duruma ve teknolojik gelişmelere göre değişebileceği, gelir
seviyesine, moda ve reklâmlara göre şekil değiştirebileceği ileri sürülmüş ve
hatta ihtiyaçların sonsuz olduğu bile söylenmiştir.[479]
Aslında ihtiyaç olmayan şeyler, ihtiyaçmış gibi kabul edilirse, ihtiyaçların
böyle sonsuz olduğu doğru olabilir. Ancak bugün ekonomik hayatın bu kadar zor ve
girift olması ve çekilmez bir hal almış olmasında bu yapay uyduruk ihtiyaçların
payı çoktur. Artık insanın gerçek ihtiyaçlarının yeme, içme, giyme ve barınma
gibi şeyler olduğu unutulmuş gibidir.[480]
İhtiyaçların
tatmin edilmesine fayda adı verildiğini söylemiştik. Bir ihtiyacın tatmini söz
konusu olduğu için iktisatçılar yanlış düşünerek insana ararlı olabilen şeyleri
de faydalı saymışlardır. Belki zararlı olan birçok şeyler ekonomik bakımdan ve
ekonomi ilminde kullanılan anlamıyla faydalıdır. Mesela sığara, alkol, rakı, afyon,
kokain kullanmak ve kumar oynamak gibi şeyler iktisatçılar indinde faydalıdırlar.[481]
Böylece onlar yanlış bir yargıya varmışlardır. Hatta bu fayda anlayışı
yüzünden ekonomiye ahlak ve sağlık kurallarına saygı duymayan bir ilim olduğu
ithamı yapıldığını söylerler. Derler ki, aslında iktisat ilminin ahlaka
saygısızlığı söz konusu değildir. Sigaranın ve eroinin bu maddeleri kullanmak
ihtiyacını duyan insanlar için faydalı olduğu belirtilir. Zira bu şeyleri arzu eden
kimselerin bir ihtiyacı giderilmiştir. Sağlığa zararlı veya ahlak kurallarına
aykırı olması başka şey, hangi çeşit olursa olsun, bir ihtiyacın giderilmesinden
bahsetmek başka şeydir.[482]
Böyle bir ihtiyaç
ve fayda anlayışının iktisatçıların bireyci (individüalist) veya toplumcu
(collectivist) bir zihniyete sahip olmalarından kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Zaten bugünkü ekonomik sistemler de ya bireyci veya toplumcudurlar. Bu her iki yolu
birleştiren ise sadece İslam ekonomisidir. İslam düzeninde ne birey, toplum için; ne
de toplum birey ve bireyler için feda edilir. Onun için bireye zarar olan bir şey
topluma da zararlı kabul edildiği gibi, toplum için zararlı olan bir şey, birey için
de zararlı sayılır. Böylece bireyin hakkı bireye, toplumun hakkı da topluma
verilmekle bu birey ile toplum aynı zamanda birbirini tamamlayan iki unsur ve bir vücut
ile vücudun organları birbirine bağlı olduğu gibi organik bir uzviyettirler.[483]
İslam’ın hem
bireyci ve hem de toplumcu olduğunu açıklayan Elmalılı da şöyle bir benzetme
yaparak bu konudaki düşüncesini şöyle bildiriyor: Ferdi ve fert mülkiyetini boğan
mutlak toplumculuk, azalarının bütün duyuları felce uğrayan ve yalnız gönlü basit
ve fakat heyecanlı bir hatıra ile kıvranan bir bedene benzer. Toplumu ve toplum
mülkiyetini boğan mutlak bireycilik de organları arasındaki ilişkileri çözülüp
canı boğazına gelmiş ve gözleri havaya dikilmiş bir can çekişenin son demlerinde
sekerat krizleri geçiren halini andırır.[484] Birey ve toplum bir
kül halinde bütün yönleriyle beraber ele alınmadığı için bir taraftan faydalı
gibi görünen şey, diğer taraftan zararlı olabiliyor. Bu sebeple insanın biyolojik ve
psikolojik yönleri hiç nazar-ı itibara alınmadan ekonomik alanda fikir yürütmek
yanlıştır. Mesela sığara ile alkollü içkileri ele alacak olursak, bu maddeler
üretiliyor, bu sayede birçok kimseler iş buluyor, kazanıyor ve ticari hayatta da
alınıyor ve satılıyor, böylece bireyler kazanıp zengin oluyorlar ve bu şekilde
ekonomik hayata da canlılık geliyor. Bunun için de sığara ve içkiler faydalı
şeylerdir. O sebeple de alınıp satılmalı, kullanılmalı ve bunlar serbest de olmalı
öyle mi? Hayır, bu maddeler her ne kadar ekonomik alanda zahiri bir fayda getirmiş
olsalar da aslında hem birey için ve hem de toplum için zararlıdırlar. Çünkü
bunları kullanan kimseler hasta olmakta vücutlarında biyolojik ve organik arızalar
görülmektedir. Avrupalı bir iktisatçı için insanların hasta olması da iyi bir şey
olabilir. Çünkü doktorlar, yardımcıları ve hemşireler bu sayede iş bulurlar,
hastaneler ve eczaneler durmadan çalışır. Ancak bu İslam’ın ekonomik
düşüncesinde böyle değildir. İslam, tıp alanında hastalık, teşhis, tedavi, iş
bulma hastaları iyi etme gibi çalışmalardan ziyade ilk başlangıçta koruyucu
hekimliği hedef almıştır. İslam ekonomisinde insan birey ve toplum olarak kül
halinde bir bütün olarak ele alındığı için ekonomik yönden olsa alkollü
içkilerin imalini kabul etmez ve kullanılmasını asla kabul etmez. Bu husus hem ayet ve
hem de hadislerle yasaklanmış bulunmaktadır.[485]
Bireyleri hasta olan bir toplumun ile hasta olmayan bir toplum arasındaki milli gelir
yüzdeleri karşılaştırıldığı zaman bu maddelerin faydalı mı, yoksa zararlı mı
oldukları açıkça görülür. Faydanın ihtiyacı
karşılayabilmesi için elektrikte olduğu gibi kapalı bir devre meydana gelmesi
gerekir. Mesela elma, toraktan dalları sayesinde usare olarak gelir, havadan alınan
güneş ve karbondioksit ile birleşir ve zamanla bol vitaminli bir meyve halinde oluşur.
Sonra insanlar tarafından toplanır, yenir ve midede sindirilir. Sonra kana karışır,
yakılır, su, dışkı ve karbondioksit olarak dışarıya atılır. Böylece madde
tekrar eski haline dönüşmüş olur. Bu hareket zincirinin bir tek halkası ihtiyaç
giderilmemiş olur. Mesela sindirilmezse veya dışarıya atılmazsa fayda sıfır olur.
Bazen de menfi fayda yani zarar doğar.[486]
Esas konumuz yapılan bir infakın
ihtiyaçları gidermesi idi. Aslında ihtiyaç olmayan belki de zararlı bir şey olan
yerlere yapılan harcamaların infak sayılmayacağını yukarıda söylemiştik. İşte
rüşvet ve kumar gibi şeyler için yapılan harcamalar böyledir. Kumar ve her türlü
talih oyunları ile kazanç elde etmek İslam ekonomisinde yasaklanmıştır.[487]
Kuran, şarap ile birlikte meysir adı altında talih oyunlarını da haram
saymış[488]
ve bunları büyük günah telakki etmiştir. Müfessirlerin dediğine göre cahiliye
devri Arapları çok kumar oynamakta ve ailelerini, mallarını, mülklerini kumarda
karşılık olarak ileri sürmekte idiler.[489]
Zemahşeri meysir’i kumar diye tefsir ediyor ve bu ismi, bilhassa ok ile çekilen
kur’a hakkında kullanıyordu.[490] Kumar ekonomik
yönden zararlı olup yersiz bir muameledir. Çünkü kaybedilen değerle kazanılan
değer arasında fark vardır. Bunu marjinal fayda açısından düşünecek olursak bu
fark açıkça görülür. Bu konuda Kuyucak marjinal faydayı açıkladıktan sonra kendi
görüşünü şöyle belirtiyor: Fiyatlarda kullandığımız ölçü biriminin manası
değişik kimseler için başka başkadır. Gerçekten herkesin bir liraya verdiği öne
aynı değildir. Çünkü elde sarf edilmek üzere mevcut bulunan para miktarı yani ferdi
gelir arttıkça para biriminin haddi-marjinal faydası azalır. Bu basit keyfiyet
birçok önemli ekonomik meselelerin açıklanmasına ve çözümlenmesine yardımcı
olur. Mesela kumarın toplum için zararlı bir şey olduğunu buna dayanarak
açıklayabiliriz. Gerçekten bir kişinin kumarda kaybettiği bin lira, dolayısıyla
mahrum kaldığı fayda, kazandığı bin lira ile sağlayacağı faydadan daha
çoktur.[491] İnfakta dikkat
edilecek hususlardan birisi de lüks ve israfa kaçmamaktır. Çünkü İslamiyet, her
türlü lüks ve israfı haram saymıştır.[492]
Bunun için tüketimde normal davranmalı ne eksik ve ne de fazla gitmeli, her türlü
aşırılıktan sakınmalıdır. Ayette “Ey inananlar, Allah’ın size helal
kıldığı temiz şeyleri haram etmeyin aşırı gidip haddi aşmayın. Çünkü Allah
haddi aşanları sevmez”, buyrulmaktadır.[493]
Buna göre gösteriş istihlaki hastalığına kapılarak çeşitli ruhi depresyonlarını
tatmine çalışanlar da günah işlemiş sayılırlar.[494]
İnsanlara gösteriş olsun diye mal harcamada bulunanlar, Kuran-ı Kerim’de şiddetle
yerilmişlerdir.[495] İşte bu suretle
İslamiyet’in lüks, israf ve her türlü gösteriş tüketimine temelden karşı
olduğu anlaşılmaktadır. Bunun için lüks ve gösteriş talepleri bir ihtiyaç
sayılmaz. Böyle bir talepte bulunan kimselerin bu isteklerini devlet karşılamak
zorunda değildir. Daha doğrusu devletin böyle bir ihtiyacı temin etme gibi bir görevi
yoktur. Fakat devlet ve hükümetler, çok kazanıp lüks ve gösterişte bulunan
zenginler de bu yaşayışlarından dolayı bir yasak getiremez. Yani bu durum hukuki,
kazai ve kanuni olmaktan daha çok dini, ahlaki ve vicdani bir olaydır. İsraf kişiden
kişiye değiştiği ve Ahmet için israf olan bir şey Mehmet için israf olmadığı
için bu konuda bir kural ve bir kanun maddesi getirilemeyeceğinden ötürü, israfa
hukuk dışı bir olaydır, denilebilir. Yani yönetim, kamu görevlileri ve hukuk
adamları israf için bir şey diyemez; ama halkın ayıplaması ve kınaması gibi bir
müeyyide burada söz konusudur. Hem bu anlayış ile İslam toplumunda gayri İslami
olanların inanmayanların ve gayri Müslimlerin istedikleri hayatı yaşayabilmeleri
için çalışmalarına imkân verilmiş olmaktadır. Ayetin sonunda da “hayırdan
ne yaparsanız, Allah onu bilir”, denilmektedir. Bununla yapılan hayır işlerinin
devletin bilgisi dâhilinde yürütülmesi gerektiğine işaret edilmiştir, diyebiliriz.
Aslında hayır işleri genel olarak bütün halkın ve herkesin kendi istek ve arzusu ile
yapılıp yürütülür. Birey kendi kazandıklarından bir miktar ayırarak yukarıda
adları sayılan kurumlara yardım edip harcamada bulunabilirler. Gerek yardımı yapan bu
bireylerin ve gerekse kendilerine yardım yapılacak olan kimselerin devlet tarafından
bilinmesinde yarar vardır. Dolayısıyla devlet düzeni içersinde bunların bilinmesi
için, herkesin kendi gelir ve giderlerini gösterir bir defter tutması uygun olur. Ancak bu defter
tutma işi bu günün maliyesinde olduğu gibi, vatandaş için bir külfet olmamalıdır.
Maalesef bugün sistemin icabından gelen bir yanlışlık yüzünden veri ve maliye
memurlarının kontrol etme yetkileri vardır. Onlar mesela bir tarih hatası veya başka
bir sebepten dolayı mükelleflere kat, kat mali ceza verirler. Hâlbuki ayetin ifadesine
göre bilgi edinme işi devletin işi olarak gözükmektedir. Bu durumda yardımda bulunan
kimsenin ifadesi doğru olarak kabul edilir. Onun kendisine ancak bilgi almak üzere soru
sorulabilir. Bir hata ve yanlışlığın varlığını ispat etme külfeti bir iddiada
bulunan memura düşer. Bu aynı zamanda İslam hukukunun bir prensibidir. Çünkü Hz.
Ömer Ebu Musa el-Eşari’ye yazdığı mektupta “İddia edene ispat, inkâr edene ise
yemin düşer” diyordu.[496] Bu ayetten, daha
birçok ayetlerden[497]
ve peygamber’in hadislerinden[498]
ve İslam tarihindeki uygulamalardan[499]
anlıyoruz ki, tüketim meselelerinde sosyal dengenin sosyal dengenin sağlanması
esastır. Bu konudaki bir hadisi burada zikretmek yerinde olacaktır. Hz. Peygamber
şöyle buyurdular: “Her kimin yanında
binek fazlası bir hayvan varsa onu yanında bineği olmayana versin. Kimin yanında bir
azık fazlası varsa, onu, azığı olmayana versin.” Ravi der ki, Hz. Peygamber o kadar
mal çeşidi saydı ki, fazlalarda hiçbirimizin hakkı olmadığını sandık.[500]
Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Tüketimde
sosyal dengenin kurulması ve şüyuiyetin sağlanması esastır. 2- Tüketimdeki
sosyal denge, aile, emeklilik ve diğer kurumlarla düzenlenir. 3- Tüketimde kabul
edilen ihtiyaçlar, asli olan ihtiyaçlardır. 4- Tüketimde
gösteriş, lüks ve israf haramdır, günahtır. Fakat bu insanlara göre değişken ve
farklı bir şey olduğu için yasaklanamaz. 5- Tüketimde
gösteriş ve lüks harcama ihtiyaçları bireylerin kendi kazançlarından karşılanır. 6- Tüketimdeki
hayır kurumları sayesinde bütün insanların hayatları, yetkili ve görevlilerin emir
ve baskısı ile de hayvanların ve bitkilerin sağlıkları sigorta altına
alınmıştır. 7- Hükümetlerin
infak işlerini düzenleme ve denetleme gibi bir görev ve yetkileri vardır. 8- Mükellef
tüketimde kendi harcamaları hakkında ne beyan etti ise o esas alınır. Bunun aksini
iddia eden kimse bu iddiasını ispat etmekle yükümlüdür. 9- Bir mükellef
tüketim harcamaları hakkındaki defterini kendisi için tutar. Bu yazılı belge hiçbir
zaman onun aleyhine bir delil olarak kullanılamaz. Tutulan bu kayıtlar, bir ikrar
sayılmazlar. 10- Ana-baba,
akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolcular tüketimde sosyal dengenin asıl temel
kurumlarıdırlar. 11- İçki, eroin,
kokain… ve afyon gibi vücut sağlığı açısından zararlı olan keyif verici
maddeler ve bu gibi şeyler ekonomik açıdan faydalı sayılamazlar. 12- Fayda, hem
birey ve hem de toplum açısından milli olarak düşünülmelidir. 13- Birey için
faydalı olan bir şey, toplum için de faydalı olmalıdır. Birey için zararlı olan
bir şey toplum için de zararlı kabul edilmelidir. 14- Faydalı
olmayan veya zararlı olan şeylere ve yerlere yapılan harcamalar nafaka: infak
sayılamaz. 15- Lüks ve
gösteriş tüketimi için yapılan talepler, ihtiyaç sayılmazlar. 16- Nafaka,
yiyecek, içecek, giyecek ve barınma ihtiyaçlarını karşılamaktır. 17- İslam
ekonomisinden bütün halkın hayatı sigortalıdır. Ayrıca bir para alarak ve prim
karşılığında sigorta yapan bir kuruluş yoktur. 18- İslam
ekonomisinde bugünkü sigortanın yerini infak kurumu alır. 19- İnfakın
sebebi, evlilik, akrabalık ve mülkiyettir. 20- İhtiyaç
olmayan şeyleri ihtiyaç haline getirmek, ekonomik düzeni değiştirir ve bir takım
zorlukların ortaya çıkmasına sebep olur. Bakara Suresi 2/
Ayet: 216 “…Belki
hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlı olur. Belki sevdiğiniz bir şey, sizin
için şer olur.” Bu ayet her ne
kadar düşmanlarla savaşmaktan bahsediyorsa da buraya aldığımız kısım âmdır,
geneldir.[501]
O sebeple de her şey için ölçü olabilir. Mesela bir hastanın acı bir ilacı
içmesi, onun hoşuna gitmez ama bu ilaç kendisi için faydalıdır.[502]
His yönünden hoşlanmadığımız nice şeyler vardır ki, faydalı olduğunu ve hayır
getireceğini ümit ederek onu yerine getiririz. Ve yine his ve duygu olarak zevk ve
lezzet aldığımız pek çok şey vardır ki, onları yaptığımız zaman hem kendimiz
ve hem de toplum için zarar ve sıkıntılar doğar.[503] Bu ayet bize
ekonomik davranışlarda ve İslami yapıda hislerle değil, akıl ve ilimle hareket etmek
gerektiğini bildirmektedir. Hoşlanmadığımız ve istemeyerek yaptığımız şeyler
bize hayır getirebilir. Her zorluğu bir kolaylık takip edebilir. Ancak gönlümüzün
çektiği birçok şeyler de vardır ki, onların sonu hüsranla biter. Bir hastalıktan
dolayı yapılacak bir ameliyat, belki korkunç görülebilir ama bunun sonu hayırdır.
Yine insan zina yapmaktan büyük zevk alabilir; fakat bunun sonu uçurumdur. Bu yolla
meydana gelen çocuklar gayri meşru olup toplumun başına dert açarlar. Yani bizim
hayatımızın bütün yönlerine hisler değil, akıl, irade ve ilim hâkim olmalıdır.
Yoksa her his ve heves bizi neticeye götürmeyeceği için boş ve zararlı
davranışlarda bulunmuş oluruz. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Ekonomik düzen
hislere değil, ilmi esaslara dayanmalıdır. 2- Hislerin
gemleneceği, aklın hâkim olacağı bir düzen kurulmalıdır. 3- Hislerin
gemleneceği, aklın hâkim olacağı bir ekonomik düzen kurulmalıdır. 4-
Hoşlanmadığımız şeyler içersinde bizim için iyilikler de olabilir.
Hoşlandığımız şeyler içersinde ise bizim için kötülükler de olabilir. Bakara Suresi 2/
Ayet: 217 “…Fitne
katilden daha büyüktür…” B ayet, Hz.
Peygamber’in Abdullah b. Cahş’ı sekiz arkadaşı ile birlikte bir seriye olarak
Batnınahle’ye gönderip Kureyşlileri gözetleyip haber getirmelerini emrettiğinde
onlar gidip Amr b. Hadrami’yi öldürüp iki esirle geri dönmeleri üzerine o zaman
Kureyş’te ve Müslümanlar arasında çıkan dedikodular sebebiyle gelmişti.[504]
Ayette dinlerinden dönmeleri için Müslümanlara yapılan her türlü eziyet ve
işkenceler dile getirilmektedir.[505]
Burada savaşın ve
ölüm cezalarının temel sebebi ifade edilmektedir. Savaş, bozulmuş, yozlaşmış,
dejenere olmuş ve hayatiyetini kaybetmiş kimseleri ortadan kaldırıp onların yerine
daha güçlü sağlam ve ileri toplumları ve nesilleri getirir. Ölüm ise bireyler için
daima mukadder olan bir şeydir. Mesela savaş olmasaydı, insanlar yine de öleceklerdi.
Hatta o zaman onların ömürleri belki zannedildiği gibi daha uzun olmazdı. Zira
dejenere olmuş ve tembelleşmiş bir neslin uzun ömürlü olması düşünülemez, onlar
daha kısa ömürlü olurlar.[506]
O halde savaş,
toplumları gençleştirir, dinçleştirir ve onların yaşama azmini artırır. Fitne ise
bunun tam tersine dejenere eder, toplumları yıkar ve artık hayat çekilmez bir hal
alır. Bireyler artık her gün fitnenin acı ıstırabını çekerek yaşamaktan usanmaya
başlarlar. Bunun içindir ki, milletlerarası olan bir savaş fitneyi ortadan kaldırır.
Bir toplum içersinde uygulanan idam cezaları da fitneye son verir. Bundan Kuran-ı
Kerimde “Kısasta sizin için hayat vardır” buyrulmuştur.[507]
Fetn : Bir
nesneyi ateşle yakmak anlamına gelir. Fitne de
altın ve gümüşü potada eritmek demektir.[508]
Ortalığı yakıp yıktığı, potada eritir gibi insanları sıkıntı ve ıstırap ile
erittiği için fitneye bu ad verilmiştir. Bu sebeple zaruri hallerde savaş meşru
sayılsa bile fitne hiçbir zaman meşru kabul edilemez. Bugün dünyada
sürdürülmekte olan ekonomik savaş, fitneden başka bir şey değildir. Güçlüler
tarafından anlaşmalı olarak kurulmuş bulunan bu sömürü düzeni bütün insanlığı
tedirgin ve huzursuz etmektedir. Bu fitneyi yürütenler, karşılarına bir kuvvet
çıkmasıyla fitnelerine son verilmesinden korkarak savaşın aleyhindedirler. Ama bunlar
diğer taraftan da durmadan savaş silahları üretirler. Ancak bu savaşa karşı çıkan
ve dünya barışından söz eden kimseler, her şeyden önce ekonomik fitnelerine bir son
vermelidirler. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Fitne (ekonomide
sistematik soygunculuk ve sömürü) asla meşru değildir. 2- Ekonomik fitneyi
ortadan kaldırmak için savaş meşrudur. 3- Ekonomik fitneye
son vermek için ölüm cezaları verilebilir.
4- Ekonomik fitne
düzeni tamamen tehlikeye düşürür. Bakara Suresi 2/
Ayet: 219 “Sana şarap ve
kumardan soruyorlar. De ki: "Bu ikisinde büyük bir günah ve insanlara bazı
yararlar vardır. Ancak günahları yararlarından daha büyüktür." Yine sana neyi
başkalarına vereceklerini soruyorlar. De ki: afvi (ihtiyaçtan geri kalanı) Allah,
düşünesiniz diye, ayetlerini size böylece açıklamaktadır.” Hamr :
Kadınların başlarına örttükleri başörtüsüne humr denir.[509]
Üzüm suyunun köpüklenmesine başına beyaz bir örtü örtmüş anlamında tahammur adı verilir. Hamir ise maya demektir. Hamr da aslında örtmek manasında mastar olduğu
halde çiğ üzüm şırasından keskinleşmiş ve sertleşmiş ve köpüğünü artmış
olan şaraba isim olmuştur.[510]
Burada sana şarabı soruyorlar demek, sana içkiyi
soruyorlar demek olur. Hamr’ın bu üzüm
şarabına isim olması, bu kelimeyi has yani
özel isim haline sokmuştur. Fakat hamr kelimesi anlamı dolayısıyla bir de genel
olarak aklı örten (sarhoş eden) şey anlamında kullanılır ki, bu manada sarhoş
edebilen her madde de hamrdır.[511] Burada içki ve
kumar hakkında onların ne sordukları açıklanmamıştır. Onların bunların
mahiyetini mi yoksa kullanılmasının hükmünü mü sordukları belli değildir. Ancak
verilen cevaptan anlıyoruz ki, bunların hükmünü yani helal veya haram mı oldukları
hakkında sormuşlardır.[512] Maysir : Yüsür veya yesar’dan mimli mastar olarak kumar oynamak
manasınadır.[513]
Yesir, az şeye (ağırlığa ve çok az olup
kolay kaldırılan yüke) denir.[514]
Yapılması kolay olan işe de yüsür,
denilmektedir. Kumarda kolaylıkla mal çarpıldığı veya çarptırıldığı için buna
kolaylık anlamında olan kökten gelen bir kelime olarak maysir adı verilmiştir. Kumar ise zar gibi ne
olacağı belli olmayan tehlikeli bir şeye bağlılıkla mal vermek veya almak demektir.[515] İsm : Vesm, bir nesneyi tuz gibi dövüp ufaltmak ve
atın, tırnağı ile yere vurup kazmasına denir.[516]
İsm ise günah anlamına gelir.[517]
Bu, yapılan bir işle kendi kendine veya başkasına kötülük yapmaktır. Zenb daha çok başkalarına karşı işlenmiş bir
kötülük, ism ise insanın zararı daha çok kendisine dokunan bir şeyi yapmasıdır. Kumarın ve
içkinin zararı, daha çok, oynayan ve içene ait olduğundan faydanın karşılığı
olan ism ile ifade edilmiştir. Bunlar bir hastalık gibi toplumu da sararlar. Menfaat geçici bir faydayı, darar veya be’s
ise geçici bir kötülüğü ifade eder. İsm
de kötülüğü ileride ortaya çıkacak ve devamlı olarak sürüp gidecek olan bir
zararı bildirir. Burada içki ve
kumarın geçici faydaları olduğu bunun yanı sıra gelecek için büyük zararları da
olacağı ism kelimesinin kullanılmasıyla
açıklanmış bulunmaktadır. Bunun arkasından da zararlarının faydalarından daha
büyük olduğu bildirilmektedir. Müfessirler içki
ve kumarın fayda ve zararlarından söz etmişlerdir. Eskiden içkinin faydaları
arasında zayıfı kuvvetlendirmek, hazmı kolaylaştırmak, kalbi takviye etmek
üzüntülü kimseyi teselli etmek, korkak kişiye güç vermek ve cimri kimseyi cömert
yapmak gibi şeylerin bulunduğu sanılıyordu.[518]
Hâlbuki bunların ve bunların yanı sıra da daha birçok zararlarının olduğu bugün
tıbben sabit olduğu bir gerçektir.[519]
İçkinin olsa, olsa içenin biraz geçici bir lezzet duyması ve satıcıların da
ticaret yapıp kazanmalarıdır.[520]
İçki imal edilip alınıp satılma yönünden ferdi geliri artırır, bu bakımdan
faydalı kabul edilebilir. Ancak bu milli gelir açısından zararlı olur. Çünkü bu
içki maddesi ile topluma yararlı olacak bir şey üretilmiş olmaz. Sadece kumara mı, yoksa kumar-takımı olan
bütün talih oyunlarının hepsine birden mi, maysir denildiği hususunda iki görüş
vardır. “Şu takva arlarından sakının, çünkü bunlar İran kumarıdır”
şeklinde bir hadis nakledilmiştir.[521]
İbn Sirin, Mücahid ve Ata’lara göre
içinde bir bahis (hatar) ve bir iddia bulunan her şey maysirdir.[522]
Buna göre kumarın her çeşidine maysir adı verilir. Öyleyse piyango, at yarışları,
sportoto… ve her hangi bir konuda bahse tutuşmak kumardır. Hatta bir hadiste
çocukların aşık ve ceviz oynamaları bile maysirden sayıldığı açıklanmıştır.[523]
İki kişiden birisi diğerine şu kadar yumurtayı yiyebilirsen şu senin olsun,
demişti. Bunlar konuyla ilgili olarak Hz. Ali’ye başvurdular. Hz. Ali bu kumardır
diye buna cevaz vermedi.[524]
Kumarın ekonomik
ve sosyal yönden pek çok zararı vardır. Bakara 2/ 215. ayetin açıklamasında
iktisatçıların kumar hakkındaki ekonomik görüşlerini nakletmiş ve bunun zararlı
bir şey olduğu söylemiştik. Buna birkaç cümle daha ilave etmek mümkündür. Ayette de ifade edildiği üzere içki ve kumar
insanlar arsında düşmanlık, kin ve nefret duygularının doğmasına sebep olur.[525]
Kumar bireyin servetini eriterek kendisini ve ailesini muhtaç hale düşürebilir. Kumar
hırsı azami dereceye çıkarır, bireye verebileceği kısa süreli bir zevk onun sebep
olacağı zararla asla karşılaştırılamaz. Kumarda ve piyangoda kazanılan bir para
karşılıksız olduğu için de her haksız kazanç gibi kıskançlıkları davet eder ve
insanların çalışma zevkini kaçırır.[526]
Bu konuda Namık
Zeki Aral’ın düşünceleri de şöyledir. Ekonomik kalkınma yatırımla olur.
Yatırım da mutlaka tasarrufla olur. Kumar ise tasarrufun tam zıddı, hatta onun
zehridir. Kumar, tasarrufu kemirip onun yok olmasına sebep olan zehirli bir kurttur.
İnsan fıtratının iyi ve güzel yönleri olduğu gibi, zayıf ve kötü yönleri de
vardır. Hatta kanmak için en kolay yol, kumar kuruntusuyla, kumara olan düşkünlüğü
insan denilen yaratığın bu zayıf ve kötü yönlerinden biridir. Devlet toplum
bireylerinin fıtrat ve yaratılışlarında var olan kötü bir düşkünlüğü
kollayıp okşayarak bu kötü düşkünlüğü istismar etmek suretiyle kendisine
mali-iktisadi kaynaklar sağlamak peşinde koşmaktadır. Bir devlet için bu, hata
tabiriyle de ifade edilemeyecek kadar sakat ve tehlikeli bir politikadır.[527] Mal memleketin imar
edilmesi ve insan ihtiyaçlarının giderilmesi için Allah tarafından armağan edilmiş
bir hediyedir. Onu kumarda harcamak ise yaratılış gayesinin dışında kullanmak
demektir. Mal ticaret, ziraat, sanat ve başka türlü muamelelerle meydana geldiği için
bunların dışında karşılıksız ve hiçbir emek harcamadan bir başkasının malını
yemek elbette haramdır. Yine aynı şekilde tavlaya dört zar atmak veya bir kâğıt
çıkarmak suretiyle başkalarının mallarını karşılıksız olarak almak ve yemek
insanları tembelliğe sürükler. Kumar yüzünden binlerce ailelerin yıkılıp
ocakların söndüğü ve zengin ailelerin refah ve saadette iken bir anda sefalete
düştükleri biline bir gerçektir.[528] Kumar toplum için
bir hastalıktır. Çünkü sosyolojik araştırmalar göstermiştir ki, ekonomik
potansiyelin düştüğü devirlerde toplumların talih oyunlarına olan rağbeti daha
çok artar.[529]
Vücuttaki zararlı mikropların etkisiz hale gelebilmesi için bünyenin güçlenip
kuvvetlenmesi gerekir. Yoksa zayıflıktan fırsat bulan bu mikroplar bir gün bünyeyi
çökertebilirler. Kumar, piyango ve benzeri gibi talih oyunu virüslerin sosyo-ekonomik
düzeni zayıflatıp hasta ederek öldürmelerine engel olunacak tek yol, ancak ekonominin
doğal kanunlarını uygulamaktır.[530]
“Biz sana Kitabı
her şeyi açıklamak için indirdik”[531]
“Yaş kuru her şey açıklayıcı kitaptadır”[532]
“Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik-noksan bırakmadık”[533]
Kuran-ı Kerim her
şeyi bütün ayrıntıları ile birlikte anlatmaz. O ancak insanların doğru düşünüp
anlayabilecekleri kural ve kaideler koyar. İnsan bu kurallara uyarak her konuda kendisi
gerçeği bulur ve ona göre bir uygulama yapar. Bu yönteme İslam terminolojisinde
fıkıh adı verilir. Ebu Hanife fıkhı şöyle tarif eder: “Fıkıh kişinin hak ve
vazifelerini bilmesidir”[534]
Öyleyse fıkıh bir insanın hak ve vazifelerini delillere dayanarak tespit etmesidir.
Esasen buna fıkıh terimi olarak ictihad adı verilir. Yani bir konu hakkında
İslamiyet’in emrettiği bir şekilde düşünmek ve ona göre karar vermektir. Bir
insan fıkıh kitaplarında yazılı olan birçok şeyleri ilk anda hemen Kuran ve
hadislerde bulamayabilir. Hâlbuki bu hükümler mutlaka ya bir ayete veya bir hadise
dayanmak suretiyle ortaya çıkarılmıştır. Yoksa bu hükümler icabına göre,
gelişi-güzel söylenmiş şeyler değildir. İslam’da hüküm
konulurken hak ve vazifeler tespit edilirken takip edilen bir usul ve yöntem vardır.
Ancak bu metodoloji sayesinde bütün problemler bir çözüme kavuşturulur ve İslam
açısından her şeyin yeri tayin edilir. Bunun için İslam âlimleri usul-ü fıkıh
adı altında bir ilim dalı ortaya koyup geliştirmişlerdir. İslam ekonomisinin
esaslarını tespit etmek için gidilecek yol da budur. Böylece ekonominin bütün
meselelerini İslami anlayış içersinde çözmek mümkündür. Ancak her şeyin
Kuran’da çözülmüş olarak var olduğunu sanıp o şekilde aramak yanlıştır.
Çünkü Kuran böyle tertip edilmiş bir kitap değildir. O her şeyi kanun maddeleri
gibi yazmaz. Eğer öyle olsaydı bütün asırlara cevap vereceği için Kuran’ın
ciltleri kütüphanelere sığmayacak kadar kabarık olurdu. Çünkü Kuran insanlığın
her devirde ve her yerdeki ihtiyaçlarını karşılar; inanç, ibadet, ahlak, cemiyet,
siyaset, iktisat, kadın, harp ve tüm ihtiyaçlar hakkında düzenleyici, ıslah edici
esaslar getirir. İnsanları köle eden anlayışlarla savaşmak, akıl ve düşünceye
hürriyet hakkı tanımak gibi prensipler ortaya koyar.[535] Bu ayette
müminlere istidlal ve akıl yürütme yolu öğretilmektedir. Hatta buna dayanılarak
daha sonra âlimler tarafından iki usul kaidesi konulmuştur. Zararlıyı defetmek,
faydalıyı celp etmekten önce gelir. İki zararlıdan daha evken olan tercih edilir[536],
gibi kurallar mezhepler tarafından çeşitli isimlerle usulün ana prensipleri olarak
kabul edilmiştir.[537] Buna göre bir iş
hakkında karar verirken geçici faydalarla ilerideki devamlı olan zararlar, az zararla
çok olan zararlar, az fayda ile çok zarar karşılaştırılır, bunlardan hangisi
yararlı ise o yönde bir neticeye varılır. Mesela tütünün faydaları ile zararları
karşılaştırılır, eğer zararları daha fazla görülürse tütün içmek haramdır
diye bir sonuca varılır. Yoksa Kuran-ı Kerim geldiği zaman tütün yoktu, o halde
tütün mubah olmalı, demek, İslam dinini temelinden bilmemektir. Bunun başka bir
tarafı da delillerin dördüncüsü olan kıyas metodunu inkâr etmek olur. Dolayısıyla
böyle davranmak Kuran-ı Kerim’deki birçok ayeti anlamamak demektir.[538] Bununla beraber
birçok şeylerin helal veya haram oldukları hususu Kuran’da bildirilmiştir. Bunun
sebebi ise bunların hepsini sayıp bitirmek değil, neyin faydalı ve neyin zararlı
olduğu konusunda insanlara bilgi vermektir, diyebiliriz. Ayette zararı çok
olanın terk edileceği, faydası çok olanın ise alınacağı bildirilmektedir. Burada
bir hususun açıklanmasında fayda vardır. Zarar ve fayda konusunda mesela içki,
genellikle zararı çok olan bir nesnedir. Bazen de bunu faydası çok olabilir. O halde
acaba bunun zararı fazla olduğu zaman terk edilip de faydası fazla olduğu zaman
kullanılacak mıdır? Bu durumu biraz açıklamamız gerekir. Hamr ve maysir
kelimeleri burada cins isim olarak getirilmiş fayda ve zarar cinsleri arasında da
mukayese yapılmıştır. Eğer hamr ve maysir kelimeleri tarif harfiyle getirilmeseydi,
bir de bunlara ikil zamiri ile işaret edilmemiş olsaydı, o zaman zararlı olanı ile
faydalı olanı arasında bir tercih yapma durumunda olabilirdik. Yani “fîhimâ”:
içlerinde denilmeyip de “anhümâ”: onlardan denilseydi, o zaman bunları cins yerine
“min” harfinin teb’îz için olmasıyla bazısı manasında anlardık. Hâlbuki
ayette içlerinde denilmek suretiyle onlar (yani hamr ve maysir) zarar için zarf
yapılmıştır. Zarflarda ise bu zarfların içersinde olan şeylerin nerede olduğu
bilinemez. Çünkü zarf miyar gibi değildir.[539]
Yani bunların hangisinde fayda ve hangisinde zarar olacağı bilinemez. Zira her
birindeki zarar ihtimali fayda ihtimalinden daha çoktur. Dolayısıyla bazısından
değil, tümünden (yani cinsinden) kaçınılması gerekir. Eğer bir yerde zarar
ihtimali, fayda ihtimalinden fazla ise aksi gerçekleşmiş olsa da yine bundan
kaçınılması gerekir. Bu standart ve norm davranışın bir sonucudur. İnsan her
hareketini düşünerek ve neticeyi arayarak yapacak olsa, bunun üstesinden gelemez. Bu
sebeple her olaya, ayrı, ayrı hüküm değil, benzer olaylara aynı hükmü uygulamak
esastır. Yolculukta ramazan
oruçlarını başka günlere tehir etmenin ve dört rekâtlı namazları ikişer
rekâtlı olarak kılmanın sebebi, meşakkat, yani sıkıntıdır. İnsan yolcu iken o
kadar sıkıntı çeker ki, diğer hallerinde bu kadar çekmez. Yolculuk adeta bu manada
kullanılan sıkıntının yerini almıştır. Çünkü yolculukta sıkıntıda olma
ihtimali, çok daha fazladır. Yolculuk denilince hemen sıkıntı hatıra gelir.[540]
Bunun için oruç tutulmaz, bozulur. Ancak bu orucu bozmak için sıkıntıda olmak şart
değildir. Mesela kişi evde mukim iken oruç bozamaz. Çünkü evde sıkıntıda olma
ihtimali sıfırdır. Bunun için sıkıntıda olmak oruç bozmaya yeter sebep değildir. Burada belirtilmesi
gereken ikinci bir nokta da hükümetlerin şarap içenlere içirmemek, kumar oynayanlara
da oynatmamak gibi bir müdahale etme hakkı olup olmadığıdır. Daha önce de geçtiği
üzere[541]
İslam, bir hukuk düzeni olup insanların iradelerini yok edecek bir biçimde polisiye
tedbirler almak, İslam esaslarına aykırı düşer. Şarap içen bir
kişiye ceza verilmesi hususunda herhangi bir ayet yoktur. Ancak bu konuda Hz.
Peygamber’in hadisleri vardır. Hadise göre şarap içene dayak cezası verilir.[542]
Fıkıh kitaplarında hadd-i şürb veya hadd-i eşribe yani içme ve içki cezası olarak
geçen bu mesele hakkında bilgiler ve hükümler vardır.[543]
Hamr, yani şarap içene içtiğinden dolayı ceza verilir. Şarabın dışından herhangi
bir içki içenlere ise sarhoş oldukları için ceza verilir. Sarhoş olmak, bütün
dinlerde haram kılınmıştır.[544]
Bunun için sarhoş oldukları zaman zimmî ve müstemen vatandaşlara da ceza
verilebilir. Şarabın başka
bir hukuki müeyyidesi de bunun devletin teminatı altında olmamasıdır. Mesela şarabı
telef olan veya çalınan bir kimsenin şikâyetini yönetin dinlemez, mahkeme davaya
bakmaz, telef eden de tazmin etmez.[545]
Ancak zimmî için bu mubah olduğundan o, bu kaidenin dışında tutulabilir. Kumar için ise
hükümet tarafından uygulanacak hiçbir ceza yoktur. Kumar oynamak, haramdır,
günahtır. Ancak yönetimlerin buna ceza verme yetkileri yoktur. Yani bu olay
hukuki-kazai ve şer’i bir yelem değil, dini-ahlaki ve vicdani bir
hükümdür-eylemdir. “Kumar haddi
zatında kötü bir şey ise de devletin kumar oynayanları takip etmesinde sosyal
bakımdan bir zorluk ve üstün zararlar bulunabilir. Gizli oynanan kumarın tahkikinin,
araştırılmasının sebep olacağı zarar, oynayanlara çektirilecek cezanın
sağlayabileceği menfaatten çok fazladır.”[546]
Zira bunda insanların iradelerini serbestçe kullanmalarına engel olunacağı gibi,
ayrıca devlete de takibi çok zor olan bir iş yüklenmiş olacaktır. Hem böylece bu
suçtan sanık olanların bazısı cezalandırılırken bazısı da bilinmediği ve
bulunmadığı için cezalandırılamayacaktır. Kumarın hukuki
müeyyidesi de devletin kumar ile ilgili olan hususları teminat altına almaması,
bununla ilgili davalara bakılmaması ve alacaklıların alacağının tahsil
edilmemesidir. Ayette bildirilen
fayda zarar kuralı bir düzenin temelini teşkil eder. Bu terazi, tam olarak
kullanılabildiği takdirde bütün meseleler kolayca çözülebilir. Mesela bu kuralı
uygulayarak fiyatlardaki devlet müdahalesini inceleyelim. Daha sonraki
ayetlerde geleceği üzere, İslam ekonomisinde narh koyma ve fiyatları ayarlama yoktur.
Bir an devletin fiyatlara müdahale ettiğini düşünelim ve bunun fayda ve zararlarını
araştıralım. Devletin fiyatlara müdahale etmesi ile birlikte geçici bir fayda
sağlanabilir. Vatandaşlar o günün ihtiyacını isteklerine göre kolayca bulabilirler.
Ancak bu husus gelecek için büyük zararların doğmasına sebep olur. Böylece
fiyatların düşürülmesinde ve yükseltilmesinde hiç yoktan bir takım karlar ve
zararlar ortaya çıkacaktır. Bu şekilde malların stoklanması ve karaborsanın da
meydana gelmesine sebep olur. Normal fiyattan daha aşağıda tutulan fiyatlar, bazı
ürünlerin üretilmemesine, yüksek tutulan fiyatlar da belki ihtiyaç olmayacak olan
fazla ürünlerin üretilmesine sebep olabilir. Toprakların kabiliyetine göre ekilecek
bir üründe tabii bir işbölümünün uygulanmasıyla az masrafla elde edilecek çok mal
üretimi engellenmiş, mesela pamuk tarlasına pancar, tahıl tarlalarına da bostan
ekilir hale gelmiş olur. Yani fiyatlara müdahale geçici bir fayda temin ederken
geleceğe de büyük zararlar hazırlar. Ekonomideki arz talep dengesi bozulur. Bireylerin
mülkiyet hakları da zedelenir. Böylece ekonomik düzen altüst olur. İşte bunun için
yani fiyatlara müdahale etmenin gelecekteki zararları, hali hazırda sağlayacağı
faydadan daha fazla olduğu için İslam ekonomisinde haram kılınmıştır, diye bir
neticeye varıyoruz. Vergi nispetlerini yükseltmek veya düşürmek de aynı buna benzer.
İşte İslam
ekonomisinin esasları tespit edilirken her şeyden önce, bu İslam düşünce
tekniğinin iyice kavranması gerekir. Biz, bu çalışmalarımızda bunlardan ancak bir
çeşni verebiliyoruz. İslam’ın bu düşünme mantığını ve metodolojisini
öğrenmek isteyenler bununla ilgili ilimleri okumalıdırlar. 215. ayetteki soru
cümlesi, burada tekrar edilerek ne harcayacaklarını sordukları anlatılmaktadır.
Birincisinde harcama yerleri gösterilmiş, burada ise gelirlerin kaynağı
bildirilmiştir. Yine burada hükümetin idare ve kontrol yetkileri kabul edilmiştir. Ayetin evvelinde
fayda ve zarar hakkındaki hüküm bildirilmiş, ancak bunu yapıp yapmama hususunda bir
yasak belirtilmemiştir. Burada da verilecek şeyler (vergiler) hakkında hükümler
konulmuş ve hükümet başkanlarına şöyle, şöyle de diye emir verilmiştir. Söz
icap ve teklifi içersine aldığı için bu ayet, hükümetlerin toplanacak vergide söz
sahibi olduklarını ifade eder. Afv : Suyun
üstünde toplanmış bulunan çör çöpü ve pislikleri toplayıp atmaya denir. Alınıp
atılan nesnelere de geride kalan temiz suyu da gene afv adı verilmektedir. Aynı şekilde koyunun
yününü kırkmak afv olduğu gibi koyunun ve devenin tüylerinin çoğalıp büyümesine
de afv denir. Otların kendiliğinden yetişip büyüyüp yerin yüzünü örtmesine afv
adı verilir. Hayvanların davarların bu otları otlamasına da yine afv denilir.
Sonraları malın iyisi, temizi ve fazla mal da yine bu kelime ile ifade edilmiştir.
Suçun bağışlanmasına da afv denir.[547]
Çünkü suçu işleyen kimseden bu suç silinip atılmaktadır. Sonuç olarak afv
kelimesinin bu ayette dört manaya gelmiş olduğunu düşünebiliriz. 1- Hasat edilmiş,
devşirilmiş mallar, 2- Malların en
iyisi, temizi ve güzeli, 3- İhtiyaçtan
arta kalan mallar, 4- Nemalanmış,
çoğalmış mallar. Bu dört manayı
ayrı, ayrı düşünerek, her birini uygulamak suretiyle zekât vergisinin tahsil
şeklini ortaya çıkarabiliriz. Zaten burada verginin nasıl verileceğinden, verginin
keyfiyetinden sorulmuştur.[548] 1- Vergi,
devşirilmiş ve toplanmış olan mallardan alınır. Yani vergi, üretimi tamamlanmış,
menkul hale getirilmiş mallardan alınır. Bu yeraltından çıkarılan madenler
tarlalardan elde edilen ürünler, meralarda yayılan hayvanlar, ticaret için
bulundurulan ve aslında çoğalan elde mevcut mallardan vergi alınır, demektir. Sabit
tesisler hasat (biçilmiş, toplanmış) malları olmadığı için bunlardan vergi
alınmayacağı gibi, yatırım için yapılan harcamalardan da vergi alınmaz. Böylece
gayrimenkul mallar vergiden muaf olduğu gibi emekler de vergiye tabi değildir. Mesela
ekilen tarla ve ücreti verilen bir işçiden henüz üretim tamamlanmamış ve ürün
elde edilmemiş olduğu için vergi alınmaz. İşçi kandı diye ücretinden kesmek ve
böylece vergi almak üretim tamamlanmadan vergi almaktır ki, İslamiyet bunu kabul
etmez. İşte bunun için bütün çalışmalar, vergiden muaftır. Ücretlerden vergi
alınmaz. 2- Malların en
iyisinden vergi verilmesi de bize vergi tahsili ile ilgili temel kurallardan birini
gösterir. Yüzde itibariyle vergi nispetleri düşük tutulmuş olabilir. Ancak ayni
olarak alınan bu vergi sisteminde alınacak payı seçme hakkı tahsildara aittir. Bu
hususta tahsildarın sözünün geçerli olacağı ve onun dediğinin tutulacağı
hakkında Hz. Peygamberin hadisleri vardır.[549]
Çiftçiler
ürünlerini, çobanlar davarlarını, tüccarlar mallarını öbek, öbek yığarlar.
Tahsildar (amil) gelir, belirtilen miktar kadar istediği yerden alır. Demek ki, afv
kelimesiyle burada ikinci esas konulmuş oluyor. Mal sahibi mallarını taksim edip
ayıracak, tahsildar da bunlardan istediğini seçecektir. Yani taksim hakkı mal sahibine
seçme hakkı ise amile ait olur. Hz. Peygamberin Muaz’ı Yemen’e gönderdiği zaman
insanların mallarının iyisini almama konusundaki tavsiyesini[550]
mükelleflerin mallarından fazla almamaları gerektiği şeklinde anlıyoruz. 3- İhtiyaçtan
arta kalanını vermek de[551]
fakirlerin, vergi vermekten muaf tutulmaları gerektiği esasını getirir. Nisap
derecesinin üstündekiler zengin, altındakiler ise fakir sayılır. Vergi, nisap
derecesinin üstünde olan zenginlerden alınır, altında olanlardan alınmaz. Alınan bu
vergiler, fakirlere ve toplumdaki ortak olan masraf yerlerine harcanır. Herkesin az çok
çalışması ve malların birbirine bağlı olarak üretilmesi sayesinde yıllık üretim
topluca yapılmış olur. Elde edilen bu ürün hemen tüketilmez, depo edilip gelecek
yıllarda harcanır. Yani yıllık artırılan kısımlar geçmiş yıllarda
artırılmış olan kısımlara eklenir. Bundan dolayıdır ki, bu kısım yani yeni
ürün, vergiye tabi değildir. Asıl vergi, kullanılmak için elde bulunan geçmiş
yıllarda artırılıp yığılmış olan mallardan alınır. Bu geçmiş
yıllarda elde edilen artık mallar toplumun olmakla beraber bireyler açısından bu
mallardan harcama yetkisi farklıdır. Kimi bunlardan daha az harcarken kimi de daha çok
harcayabilmektedir. Çünkü bu malları kullanma yetkisi, onların üretiminde ilk payı
geçmiş olan kimseye verilir. Toplumu meydana
getiren bireylerin yarısı, mallar üzerinde ortalamanın üstünde bir harcama yetkisine
sahip olur. Bunlar zengin kabul edilir. Toplumun diğer yarısı da ortalamanın altında
bir harcama yetkisine sahiptirler. Bunlar da fakir kabul edilirler. Ortalama harcama vasat
harcama kabul edilerek bu miktar ile bundan aşağı olan kısımlar vergiden muaf
tutulur. Yani nisaptan az servete sahip olanlar fakir sayılan kişiler olup vergi
vermezler. Buna karşılık ortalamanın üstünde bir harcama yetkisine sahip olanların
diğerlerine göre ellerinde fazla mal var demektir. İşte bu fazla mal vergi olarak
verilmelidir. Bunun için uygulanacak metot malın yüzde iki buçuğu alınır, diğer
geri kalanı gelecek yıllarda kullanılmak üzere sahibine bırakılır. Burada ikinci bir
nokta daha vardır. Genel manada yiyecek, içecek ve para dışındaki mallar, vergiye
tabi değildir. Çünkü bunlarda harcama yoktur. Bunun yanında ticaret malları ise para
hükmünde olduğu için vergiye tabidir. Zira para, başka bir şeyi satın almak için
verilen bir bedel, karşılıktır. Aslında ticaret malları da böyledir. Dolayısıyla
ticaret malları bir tüccar için paradan başka bir şey değildir. 4- Vergi aslında
nemalanan: yani üreyen mallardan alınır. Ticaret malları ile paranın hükmen
nemalandığı kabul edilir.[552]
Bunun için paraların ve banknotların da zekâtı vardır.[553]
Böylece nemalanan mallar, hakikaten nemalanan ve hükmen nemalanan mallar olmak üzere
iki kısma ayrılır. Hakikaten nemalanan mallar mesela tahıllar ve meyveler gibi olan
mallardır. Bunlardan var oldukları için vergi alınır. Hükmen nemalanmış sayılan
mallar ise mesela para ve ticaret eşyası gibi olan şeylerdir. Bunlardan da nemalanma
nasıl ve ne zaman olduğu bilinmediği için yıl nazarı itibara alınarak vergi
alınır.[554]
Bir yıldan fazla depoda kalan yiyecek maddeleri ticaret malı olarak kabul edilir ve
onlardan da vergi alınır. Böylece para ve yiyeceklerde bir nevi depolama ve biriktirme
cezası verilmiş olur. Bu suretle vergiler, madenlerden, zirai ürünlerden, otlaklarda
yaylak hayvanlarından, ticaret mallarından, paradan ve depo edilen yiyeceklerden
alınır.[555]
Bu sebeple İslam’da dolaylı vergiler, alım-satım vergileri…yoktur. Bir şeyin
hükmen nemalanmış: üremiş kabul edilebilmesi için, onun hakkında nass (delil)
bulunması gerekir.[556]
Çünkü hükmen nemalanma istisna olarak konulmuş olan bir hükümdür. İstisnaya yani
istisna olarak gelen bir olaya ve hükme ise başka bir şey kıyas edilemez.[557] Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Yaşamada
geçici, keyif verici ve mest edici zevkler, asli ihtiyaçlardan değildirler. 2- Çalışmada
emeksiz ve gayretsiz olarak elde edilen kazançlar (mesela kumar gibi) meşru değildir. 3- Geçici
menfaatlerle bu menfaatler yüzünden ileride gelecek kötülükler ve zararlar
karşılaştırılır; kötülük ve zararları daha çok olan menfaatler terk edilirler. 4- Daha büyük
zarar ve kötülüklerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermemek için kötülüklere
hükümetler tarafından müdahale edilmez. 5- Hükümetlerin
kötü şeyleri tespit edip ilan etme yetkisi vardır. Bu kötülükleri yapanların bu
husustaki davranışlarından doğan neticeler devletin teminatı altında değildir. 6- İyilik ve
kötülükler tespit edilirken onların faydalı ve zararlı, sürekli ve geçici olma
özelliklerinin ölçüleri esas alınır. 7- Hükümetin
yaptırımcı gücü ve zoru ancak hükümetlerin yetkili ve görevli olduğu sahalarda
kullanılabilir. 8- Vergilerin
toplanmasında olduğu gibi dağıtım işleri de hükümetlerin kontrolü altında
yapılır. 9- Vergi elde
edilen ürünlerden alınır. Bu sebeple sabit tesisler ile insan emeği vergiye tabi
değildirler. 10- Vergi üretim
tamamlanıp mal tüketilecek bir hale geldiği zaman alınır. 11- Vergi
alınırken vergi mallarını seçme hakkı vergi memurlarına aittir. 12- Vergi ancak
zenginlerden alınır, fakirlerden vergi alınmaz. 13- Vergi tüketim
mallarından ve menkul mallardan alınır. 14- Vergi
nemalanan: üreyen mallardan alınır. 15- Mallarda
hükmen nemalanma sıfatı ancak delil ile tespit edilir. Nema olmayan mallardan vergi
almamak esastır. 16- Vergi nisabın
üstünde olan mallardan alınır. Nisabın altında olan mallardan vergi alınmaz.
Çünkü bunlar miktar olarak ihtiyaçtan azdırlar. Bu sebeple de vergiye tabi
tutulmazlar. 17- İslam vergi
sisteminde dolaylı vergiler ve alım-satım vergileri yoktur. 18- Vergi olarak
verilecek malları ayırma hakkı vergi mükelleflerine aittir. 19- Yatırım için
yapılan harcamalardan vergi alınmaz. 20- Hasat malı
olmadıkları için sabit tesislerden vergi alınmaz. 21- Ücretlerden
vergi alınmaz. 22- Elde tutulan
paradan vergi alınır. 23- Her türlü
ticaret malından vergi alınır. Bakara Suresi 2/
Ayet: 220 “…Bir de sana
öksüzlerden soruyorlar. De ki: "Onların işlerini düzene koymak, karışmamaktan
daha hayırlıdır. Eğer onlara karışırsanız kardeşleriniz olurlar. Allah, yararlı
iş yapanı bozguncudan ayırır. Eğer Allah dileseydi sizi kesinkes sarpa sarardı…” Cahiliye devrinde insanlar zengin yetimlerin
mallarına tamah ederek onlarla evlenir veya mallarının dışarıya gitmemesi için
oğlu ile nikâhlarlardı.[558]
Bunun için yetimlerin mallarını yiyenlerin karınlarına ateş doldurdukları[559]
yetimlerin mallarına ancak güzellikle yaklaşmak gerektiği[560]
gibi ve daha birçok ayetlere gelince [561]
halk yetimlere yaklaşmayı, mallarını kullanmayı ve işlerini görmeyi bıraktı.
Yanlarında yetim olanlar yetimlerin yemesini içmesini kendinden ayırdı ve onların
yemeklerini dolaplarda saklamaya başladılar. Böyle davranmaları da onlara güçlük
getirdiği için Hz. Peygamber’e gidip durumu arz ettiler ve bu ayet geldi.[562]
Böylece onlar yetimlere karşı uzak durunca yetimlerin işi de karışıp zorlaştı,
yani her iki taraf için güçlükler ortaya çıkınca sahabe Hz. Peygambere gidip
yetimlerin durumunu sordular cevap olarak da bu ayet geldi.[563] Ayette yetimlerin
nasıl büyütüleceği hususunda hükümler getirilmiştir. Soruyorlar diye soranlar
çoğul kalıbı ile getirildiği için yetimlerin bakılmasında ve mallarının
korunmasında toplumun görevli olduğu anlaşılmaktadır. Bir yetime kimin ve nasıl
bakacağı konusu önce şeriata göre tespit edilir. Çünkü çeşitli durumlarda
farklı hükümler uygulanır. Çoğunun babası ölür, anası kalır veya her ikisi de
ölebilir. Bütün bu hususlar İslam hukukuna göre belirlenir. Yetimlerin
kendilerinin yetiştirilip bakılması, terbiye edilip büyütülmeleri, mallarının da
bakılıp korunması ve ticaret yoluyla artırılması bütün bunlar hayırlı olan
işlerdir. Bunlar hem yetim ve hem de yetimin velisi için hayırlıdır.[564] Ayette eğer onlara
katılırsanız, karışırsanız denilmektedir. Bu katılma (halt) hakkında dört
görüş vardır.[565] 1- Yeme içme
barınma ve hizmet hep yetimlerle birlikte ve beraber olur. Bu ihtiyaçlar aynı aile
içersinde aile ile birlikte yürütülür. 2- Veliler,
yetimlere bakmalarının karşılığı olarak ücret alırlar. Çünkü bu bir görevdir.
Ancak zengin olanların buna karşılık bir ücret almaları caiz değildir. Fakat ayette
belirtildiği üzere fakir olan veliler ücret alabilirler.[566]
Ancak bazı âlimler her ikisinin de ücret alabileceğini söylemişlerdir. 3- Veliler kendi
mallarını yetimlerin mallarına katarak bir nevi şirket kurup yetimlerin kanmasına ve
mallarının da artmasına çalışırlar. 4- Veliler,
yetimlerle nikâhlanmak suretiyle onlarla sıhrî bir akrabalık kurabilirler.[567] Ayeti nazar-ı
itibara alarak bu görüşleri şu şekilde kompoze edebiliriz. Yetimlerin malları tespit
edilerek bir yed-i emine veya hazineye teslim edilir. Çocuklar büyüyünceye kadar bu
mallara dokunulmaz. Bu malları çalıştıracak birisi çıkarsa karı ve zararı
kendisine ait olmak üzere çalıştırabilir. Yetimlerin
veliliğini kabul eden kimse bu malları çalıştırabilir. Geliri ile hem çocuklara
bakar, hem de kendisi için harcamada bulunur. Ancak yetimin anamalına dokunamaz.
Yetimlere yukarıda anlattığımız yardım kurumlarının yetimler faslından maaş
bağlanır. Mesela yetimlerin anası sağ ise onun yanında bakılması için bu yola
gidilebilir. Herhangi bir
sebeple evlenme yolu ile veya yakın akrabaların veli olmasıyla yetimin mallarını
kendi malları ile karıştırma zarureti ortaya çıkarsa karıştırılabilir. Bu
şekilde yetimler büyüdüğü zaman kardeş payı olarak haklarını geri alırlar. Bu
husus ayette açıklanmayıp mücmel bırakılmıştır. Ayrıca bütün mallar bir
şirket şeklinde düşünülerek bir nispet dâhilinde sözleşmelerle tespit edilebilir.
En sonunda bu sözleşmelere göre mallar aralarında bölüştürülür. Yetimleri bu
şekilde besleyip büyütecek olanlara da yetimler veya akrabalar faslından bir maaş
bağlanabilir. Allah, müfsidi muslihten ayırıp bilir ifadesiyle,
yetimlerin bakılması konusunda ortaya çıkacak herhangi bir anlaşmazlığın hakemler
yoluyla halledilebileceğine hükümetlerin bu gibi işlerde yetkileri bulunmadığına
işaret edilmiş olabilir. Allah isteseydi sizi
sıkıntıya sokardı, tabiri ile de bu malları karıştırma işinin yalnız
kolaylık gayesiyle müsaade edildiği belirtilmiş olmaktadır.[568]
Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Yetimlerin
durumu mevzuata göre tespit edilir. Meydana gelecek problemler ve taraflar arasında
çıkan anlaşmazlıklar hakkında hakemlere giderek meseleler çözüme kavuşturulur. Bu
işlere hükümler karışmaz. 2- Yetimlerin
mallarına dokunulmaz. Yetimler, yardım kurumlarından yetimler faslıyla oradan
alınacak yardımlarla yetiştirilip büyütülürler. 3- Yetimlerin
yakınları yetimleri kendilerine kardeş yaparak onların mallarını kendi mallarına
katıp karıştırabilirler. Daha sonra yetimler büyüdüğü zaman bu malları kendi
aralarında müşterek olarak bölüşürler. 4- Yetimlerin
hakları hakemler tarafından tespit edilir. 5- Yetimlere veli
olan kimseler, onların mallarını alıp büyüdükleri zaman hiç eksiltmeden aynı
miktar malı kendilerine teslim ederler. 6- Veliler,
yetimlerle bir aile gibi beraber oturup yeme içme giyme ve barınma gibi ihtiyaçlarını
birlikte giderip bütün ihtiyaç ve hizmetleri beraber giderip birlikte yaparlar. Bakara Suresi 2/
Ayet: 223 “Kadınlarınız
sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza nasıl isterseniz öyle varın. Kendiniz için
takdim edin…” Nisâün : Bir
içim süte nüsve adı verilir. Nisâ kelimesi
süt veren ve sütlü anlamında bu nüsve
kökünden gelen bir kelimedir.[569]
Bu çoğul bir kelime olup karılar anlamına gelir. Tekili ise imraetün’dür. Türkçede erkek
kadın kelimeleri ayrı iki cinsi ifade ederler. Koca karı kelimeleri de evli olan erkek
ve kadınları ifade eder. Bu durum Arapçada da aynen böyledir. Burada nisa:
karılar kelimesinin süt anlamına olan bir kökten gelmiş olması karı ile kocadan
olma ortak olan çocuklarına süt veren tarafın anne olduğunu gösterir. Adeta karı
kocasının çocuğuna süt temin eden kimse demek olur. Ayette eşleriniz tabiri yerine
nisanız: karılarınız denilmiş olması, çocuklara sür verme mükellefiyetinin
kadınlara ait olduğunu bildirmektedir. Türkçedeki kadın
sözü katmak kelimesinden alınmış olabilir. Türklerde dışardan evlenme esastır.
Ocak (kılan) halinde yaşayan aşiret, dışarıdan gelin getirince onu böylece kendi
ailesine katmış olur. Onun için hanımlara katılan kimse anlamında kadın adı
verilmiş olabilir. Esasen gelin de her halde gelen kimse demek olsa gerektir. Karı, karık
(karışmış) içine girip onunla bir olunmuş anlamınadır. Mesela başka bir sürüden
gelen hayvanlara senin koçun benim koyunlarıma karışmış derler. Koç katımı
ifadesi de Türkçede meşhurdur. Kuran-ı Kerim’in
bir kelimeyi kullanması onun menşeini de benimsemiş olduğunu ifade eder. Mesela
eskiden tüccara simsar adı verilirdi… Hz. Peygamber bir gün tüccarların bulunduğu
yere geldi ve “ey tüccar topluluğu” diye hitap etti. Zaten Kuran’da da pek çok
yerde ticaret kelimesi kullanılmıştır. Onun için tüccara bu ad verilmektedir.[570]
İşte nisa kelimesi de burada gelmekle ananın süt verme hak ve vazifesini ortaya
koymaktadır ki, başka ayetler[571]
ve hadisler[572]
de bunu teyit etmektedir. Zaten diyaneten-din bakımından anaların süt verme gibi bir
görevleri olduğu, çocuklarını emzirmeye yükümlü oldukları hakkında müçtehitler
birleşmişlerdir.[573] Nisâün
(kadınlar) ve küm (sizin) kelimelerinin her ikisi de çoğuldur. Yani bir kadının bir
tek kocası bulunacaktır. Her kadın çocuk yapıp kocasının çocuğuna süt verme
durumundadır. Bu ayet bu ifade tarzı ile aynı zamanda evlenme ve aile kurumunu da
ortaya koymaktadır. Hars : Bu
kelimenin esas manası ocaktaki yanık odunları bir araya getirerek tekrar yanmalarını
sağlamak demektir. Türkçede buna ölçermek adı verilir.[574]
Bu sonraları dağınık şeyleri bir araya getirmede kullanılmıştır. Bir adamın
dört kadınla evlenmesine de hars denilir. Çünkü bunlar bir araya gelip bir arada
oluşurlar. Tohumları tarlaya ekmek hars anlamında olduğu gibi, yetişmiş ekinleri
biçip bir araya getirmek de hars kelimesiyle ifade edilir. Böylece bu kelime, bir araya
getirme, yetiştirme, olgunlaştırma anlamını kazanmış olur. Bir araya getirme demek
bir arada yetiştirme demek olduğu için kelime esasta bir-tekil olup çoğul anlamını
taşımaktadır. Razi hars kelimesinin tekil olarak gelmesini mastar
olduğuna bağlayarak mahzüf bir muzaaf kelime takdir etmektedir. Hazfedilmiş bulunan bu
kelime zevat (sahipler) kelimesidir. [575]
Buna göre cümle hanımlarınız sizin için tarla (ekinlik) sahipleridir, şeklinde
olur. Bu ayette teşbih
vardır. Kadınların uzvu tarlaya, erkeğin nutfesi-spermleri, tohuma ve çocuk da
topraktan çıkan bitkiye benzetilmiştir.[576]
Bu benzetme bize usuldeki kıyas metodunu hatırlatmaktadır. Kıyasta ya iki
şey birbirine benzetilir veya bir şeyin illeti tespit edildikten sonra bu illetin
bulunduğu her yerde hüküm ve başka şeyler de geçerli kabul edilir.[577]
Burada iki şey birbirine benzetilmiştir. Mesela burada tarla mülkiyeti ile kocaların
karıları üzerindeki mülkiyeti karşılaştırılmaktadır, diyebiliriz. Kadınlar
tarlalara benzediği gibi, tarlalar da kadınlara benzer. Kadınlar insan üretirken,
tarlalarda nal ve eşya üretmektedirler. Her ikisi de önemlidir. Şimdi bu analojiden
faydalanarak birçok esasları ortaya koyabiliriz. 1- Kadınlar
erkeklerin malları değildir. Yalnız kadınlarla cinsel ilişkide bulunmak onlardan
cinsel yönden faydalanma ve çocuk yaptırma hakkı kocalarına verilmiştir. Yoksa
kadın ve erkek kişilik bakımından ayrı, ayrı hakka sahip olup her ikisi de eşittir.
2- Koca
karısının nafakasını temin etmekle mükelleftir.[578]
Sahibi tarlasına gereken hizmeti yapmakla yükümlüdür. 3- Koca karısını
karılık dışında her hangi bir maksatla kullanamaz ve onu bundan başka bir şey için
zorlamada bulunamaz. Kişi tarlasını tarlalık dışındaki herhangi bir hizmette
kullanamaz ve onu tarlalıktan çıkaramaz. 4- Kocası
karısını ihmal edemez. Onu uzun zaman buluşmadan-cinsel ilişki kurmadan bırakamaz.
Bırakırsa kadının boşanma hakkı doğar. Kimse tarlasını boş bırakamaz; onu ekip
değerlendirmek zorundadır. Kim tarlasını üç yıl ekip dikmeden boş bırakırsa onun
bu yeri devlet tarafından elinden alınır.[579]
5- Koca
karısının sahip ve maliki değildir. Koca ile karısı arasındaki ilişki toplum ve
cemiyet adına olmaktadır. Meydana gelen çocuk toplumun bir bireyidir ve ona mensuptur.
Topraklar ve tarlalar da böyledir. Bireylerin tarlalar üzerinde menkul mallarda olduğu
gibi tam eksiksiz bir özel mülkiyet hakları yoktur. Kişi tarlasını toplum adına
onun izni ile ekip biçer. Meydana gelen üründen kendi ihtiyacı kadar kullanır, geri
kalanını da topluma satmak suretiyle ürünü şüyulaştırmış olur. Bu sebeple o,
tarlanın verdiği ürünü hiçbir zaman depo edip saklayamaz. 6- Erkeklerin
kadınlarla evlenip bir aile kurmaları zorunludur. Kolektif istifraş yasaktır. Tarlalar
da bireyler tarafından kullanılmalıdır. Hükümetlerin kolektif olarak ziraat
yapmaları yasaktır. 7- Neslin
karışık olmamsı için hiçbir kadın bir erkekten fazlası ile cinsel ilişki kuramaz.
Ürünlerdeki haklarda bir karışıklık olmaması için de ortaklıklar açısından bir
takım kayıtlar vardır. 8- Devletin
karı-kocalık görevlerini yerine getiremeyen eşleri ayırma hakkı olduğu gibi[580]
tarlalarını işletmeyen kimselerin bu topraklarını ellerinden alma hakkı da vardır. Etyen : Bu
kelimenin gelmek, getirmek ve varmak anlamlarına geldiği daha önce geçmişti. Etyen bir durumun ortaya çıkması veya
çıkarılması demektir. Harsınızı (ürününüzü) getiirn, denilince bu eşlerinizle
birleşerek çocuk yapın çocuk yetiştirin; tarlalarınızı işleterek ekinler
yetiştirip ürünler elde ediniz, demek olur. Hars kelimesinin
burada tekil olarak ve çoğula izafe ederek gelmiş olması ya onun çoğul anlamını
taşıdığını veya elde edilen ürünün sonunda toplumun malı olduğunu belirtmiş
olur. Böylece herkes tarlasını istediği gibi ekip dikecek, fakat sonunda elde ettiği
ürünü topluma getirecek manasını anlarız. O halde üretim mülkiyete dayanmakta,
herkes kendi mamelekinde üretim yapmakta ancak ürün sonunda içtimaileşmiş
olmaktadır. İşte bu suretle tüketimde sosyal denge sağlanmış olur. Hükümetlerin
fiyatlara müdahale etme hakkı olmamasına rağmen bir yıldan fazla depoda kalan
ihtiyaç maddelerinden vergi alınması prensibi ürün sahiplerini bir dönem içersinde
mallarını satıp ellerinden çıkarmaya zorlamaktadır. İşte burada hars
kelimesinin tekil olarak kullanılması bir taraftan tüketimde sosyal denge esasını
belirtmekte diğer taraftan da toprak mülkiyetini eşlerle olan ilişki şeklinde ifade
etmekle üretimde mülkiyetin esas olduğunu da bildirmiş olur. Bu sebeple üretim
vasıtaları bireylerin mülkiyeti altında bulunur. İslamiyet’in bu anlayışı
sosyalist görüşe ters düşmektedir. Hâlbuki üretim bir hak değil, bir vazifedir.
Üretim vasıtaları hakların kullanılmasında değil, vazifelerin yerine getirilmesinde
işlevini yapmaktadır. Üretim vasıtalarının bakılıp korunması birey mülkiyetini
zaruri kılmaktadır. Bunların bakılıp korunma görevi bireylere ait olunca faydalanma
hakkı da yine onlara ait olmalı ve onlara verilmelidir. Öyleyse üretim vasıtaları
bireylerin mülkiyeti altında olacaktır. Zaten görev kadar yetki prensibi de bunu
gerektirir.[581]
Böylece etyen kelimesi kadınlarla cinsel ilişki tarzı ve
şekli ile çocuk yetiştirme tarzı ve şeklini ifade etmektedir. Diğer taraftan
tarlalar için de onları işletip ürün kaldırma esaslarını ortaya koymaktadır. Ennâ : Bu
kelime hem zaman, hem mekan ve hem de şekil ve biçim için kullanılan bir zarf
edatıdır. [582]
Nereden isterseniz oradan varın, ne zaman isterseniz o vakit varın ve nasıl isterseniz
o şekilde varın, demek olur. Bu kelimenin anlamını daha iyi kavramak için meşiet kelimesinin manasını da görelim. Meşîet :
Düşünülmüş ve tasavvur edilmiş nesneye şey’ün denilir.[583]
Bunun meydana gelmiş olması şart değildir. İradede tahakkuk vardır. Meşiette ise
planlama vardır. Bir kanun koymak meşiettir, irade değildir. İrade ise meşietin
uygulanmasıdır. Allah için irade ile meşiet arasında büyük bir fark yoktur.
Çünkü Allah her meşietini irade edecek bir güce sahiptir. Bununla beraber Allah bazı
meşietini insanların meşietine bırakmış bulunmaktadır. Böylece külli meşiet
içersinde bir cüz’i meşiet doğmuş bulunmaktadır. Ayette nereden,
nasıl ve ne zaman meşietiniz olursa tarlanıza o şekilde varın denilmek suretiyle,
ekonominin en önemli bir esası ortaya konulmuş bulunmaktadır. Bu da yiyip içme ile
ilgili olan geçim mallarının üretiminde serbest teşebbüsün değişmez bir esas
olduğu hususudur. Hükümetin istediği şekilde bir ziraat yapılmaz veya hükümet
ziraat işlerine karışmaz. Herkes kendi tarlasına istediği şeyi istediği biçimde
ekebilir. Neyin nerede ve ne zaman ekilip dikileceğini hükümetler değil, bireyler
karar verir. Bunun için mallarda serbest tasarruf esas olduğu gibi, ziraatta ve tüketim
mallarında da serbest teşebbüs öngörülmektedir. Bununla birlikte bu hiç planlama
yapılmayacak demek de değildir. Herkes tarlasının planını kendisi yapar. Fakat
hükümet bu konuda bilgi veren bir müşavir durumunda olabilir. Dileme ve varma
fiillerinin çoğul kalıbı ile gelmesi de yine bu planlamada herkesin katkısı
bulunacağına işaret eder. Yani bireyler birbirilerine danıştıktan sonra yine biri
diğerine haber vererek üretimde bulunurlar. Yalnız üretimde yer, zaman ve biçimin
tayini ve tespiti tamamen müteşebbislere ait olup hükümetlerin bu konuda müdahale
yetkileri yoktur. Diğer taraftan herkesin kendi tarlasında çalışması esas
alınmıştır. Bu yüzden büyük çiftlikler yerine korpore edilmiş küçük
çiftlikler ziraatta esas alınmıştır. Bu prensibi kıyas metodu ile bütün üretimler
için kabul edebiliriz. Burada hars
kelimesinin tekil olarak kullanılması önemli olan başka bir hususu daha belirmektedir.
Bu da evlenmeden önce bütün kadınların bütün erkeklere ait olmasıdır. Herkes
onlara talip olup evlenebilirler. Evlenmemiş bir kadının evlenmesine kimse mani olamaz.
Bu husus başka bir ayette onların evlenmelerine engel olmayın şeklinde açıkça ifade
edilmiştir.[584]
Dolayısıyla temellük bakımından kadınlar üzerinde erkeklerin de şüyuiyet hakları
vardır. Kadınların da erkekler üzerinde yine aynı şekilde hakları vardır. Bir erkeğin dört
kadınla evlenmesi konusu ayette geçen bir konu olup[585]
bu bir erkek hakkı olarak değil, kadın hakkı olarak konulmuştur. Evlenmemiş
kadınların evli erkekler üzerinde hakları vardır. Bunun gibi ekilmemiş boş tarlalar
zerinde bütün vatandaşların şayian hakları vardır. Bunun için herkes boş bulduğu
bir tarlayı işgal edebilir; ihya etmek suretiyle de ona malik olabilir. İşte bunlara
işaret etmek için hars kelimesi tekil olarak getirilmiştir, diye düşünülebilir. Burada dileme
fiilinin kapsamını genişletmek mümkün değildir. Ayette istediğiniz gibi denilirken
ekinlerinize istediğiniz şekilde varın, buyrulmaktadır. Öyleyse ekin olması
şarttır. Bunun için tarla tarlalık vasfından çıkarılamaz. Yani bu durum umumi
planlamada tespit edilen şeklin dışına çıkma yasağını ifade eder. Bu da imarda
planlamanın tabii bir neticesidir. Nitekim evlilik kurumunun da böyle belli kalıp ve
şekiller içersinde kurulması şarttır. Evlilikte cinsel ilişki serbestliğinin de bir
hududu vardır. Mesela kişinin karısına arkadan arkaya ilişkide bulunmak şiddetle
yasaklanmış bulunmaktadır. Hadiste Lut Kavminin işini yapan kimseyi görürseniz onu
öldürünüz, buyrulmuştur.[586]
Aynı bu şekilde tarlaların da tarla olarak kalması mecburiyeti vardır. Yani ekin
ekmek şartı ile birey tarlasını istediği gibi kullanma serbestliğine sahiptir. “Kendiniz için
takdim edin” cümlesi ile
burada daha önce açıklamış olduğumuz takdîm kelimesinin bütün manaları teyit
edilmiş bulunmaktadır. Bunlar arasında üretimdeki harcamaların, ürün elde
edildikten sonra yapılması, üretimin peyderpey olması herkesin kendi çalışıp
ürettiğine sahip olması gibi esaslar getirilmiştir. Bunların yanı sıra hars kelimesi tekil olarak gelmekle birlikte
çoğul anlamında olduğunu tekit için ve bu hususta yanlış anlamaya yer kalmasın
diye herkesin çalıştığı kendisinin olacağı anlamında kendiniz için takdim edin,
buyrulmuştur. Birey çalışır,
onun halde çalışıp kazandığını gelecekte harcayıp tüketir. Ana-baba çocuk
yetiştirir; daha sonra onlar yaşlandıkları zaman çocukları da kendilerine bakar.
Yani İslamiyet’te ihtiyarlık sigortası problemi evlatların ana ve babalarına bakma
mükellefiyeti ile çözümlenmiştir. Yoksa zengin olan kimseler yaşlandıkları zaman
çocukları olmasa da bakılacaklarını düşünürlerse, çocuk yapma ve yetiştirme
külfetine girmek istemezler. Bununla beraber çocuksuz olan kimseler de büsbütün terk
edilmezler. Onlara da yaşama imkânı sağlanır. Nitekim çalışanlar kendi kendilerine
bakarlar. Çalışmayanlar ise devlet tarafından bakılırlar. Ancak çalışanlar, daha
fazla faydalanma imkânına sahip olurken çalışmayanların sadece asli ihtiyaçları
temin edilir. Çocukları olanlar daha çok bakıma tabi tutulurken çocuğu olmayanlar
ise terk edilmez. Böylece denge sağlanmış olur. Daha önce anlattığımız gibi
yaşlılık maaşı yaşlının kendisine değil de onu bakan akrabalarına verilir.
Yaşlılık kurumunun akrabalık kurumu diye ifade dilmesinin sebebi bu olsa gerektir. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Birbirine benzer
olan kurumlar aynı hükümlere tabi tutulurlar. 2- Kadınlar nesil
yetiştirir, tarlalar da ekin yetiştirirler. 3- Kocalar nafaka,
tarla sahipleri de hizmet ile mükelleftirler. 4- Herkesin kendi
karısı vardır. Herkesin kendi tarlası vardır. 5- Kadınlar çocuk
yapıp onları emzirip yetiştirmekle mükelleftirler. Tarlalar da ancak ekin ve diğer
ürünlerin yetiştirilmesinde kullanılırlar. 6- Kadınlarla
kolektif olarak cinsel ilişki kurmak yasaktır. 7- Babaların
çocukları üzerinde velayet, sahiplerinin de tarlaları üzerinde mülkiyet hakları
vardır. 8- Birbirlerine
karılık ve kocalık yapamayan eşler, ayrılırlar. Ekip dikmeyen ve tarlalarını
kullanmayan kimselerin bu yerleri ellerinden alınır. 9- Evli olmayan
kadınlarla usulüne göre evlenmek herkesin hakkıdır. Boş toprakları ve tarlaları
usulüne göre işgal edip elde etmek yine herkesin hakkıdır. 10- Üretim
vasıtaları bireylerin mülkiyeti altında olur. 11- Fiyat kurumu
bireylere üretim hakkında bilgi verir. Buna göre herkes karlı bulduğu tüketim
mallarını üretir. İaşede, beslenme ve geçinmede serbest teşebbüs esastır. 12- Tüketim
mallarının üretim yeri, zamanı ve şekli üreticiler tarafından tespit edilir. 13- Bir yıldan
fazla depoda kalan ihtiyaç maddelerinden vergi alınması prensibi ürün sahiplerini bir
dönem içersinde mallarını satıp ellerinden çıkarmaya zorlar. 14- İslam’da
toplum düzeni aile kurumu üzerine kurulur. 15- Yiyip içme ile
ilgili geçim vasıtalarının üretiminde serbest teşebbüs esastır. 16- Herkesin
çalışıp kazandığı kendisine aittir. 17- Birey, toprak
ve tarlada umumi planlamada gösterilen esaslar dâhilinde serbesttir. 18- Bireyler
yaptıkları ziraatların planlamalarında hükümetlerden müşavir olarak bilgi alıp
faydalanabilirler. Bakara Suresi 2/
Ayet: 228 “…Kadınların
meşru hakları kadar vazifeleri de vardır. Erkeklerin hakları kadınların
vazifelerinden daha fazladır…” Bu ayette geçen leh ve aleyh kelimeleri
ile hak ve vazife ifade edilmektedir. Türkçede leyh ve aleyh kelimeleri kullanılsa da
hukuki bir tabir olarak bunlara hak ve vazife demeyi daha uygun bulduk. Burada Alusi’nin
de belirttiği gibi, ihtibak sanatı vardır.
Yalnız kadının hak ve vazifesinden değil, aynı zamanda kocanın da hak ve
vazifesinden bahsedilmektedir. Ancak erkek kelimesi birinci cümleden ikinci cümlenin
karinesi ile ikinci cümleden de birinci cümlenin karinesi hazfedilmiştir. Sanki ayette
kadınların erkekler üzerinde hakları olduğu gibi erkeklerin de kadınlar üzerinde
hakları vardır, denilmiş gibidir. Yalnız karı ile kocanın hak ve vazifeleri
arasındaki belirsizlik yapacakları işin cinsinde değil, vücup ve gerekliliğindedir.
Mesela karı ekmek yapıp yemek pişirdi diye koca da aynı şeyi yapacak değildir.[587] Burada birbirini
tamamlayan iki temel kural konulmuş bulunmaktadır. Birinci kural herkesin hakkı kadar
vazifesi olmasıdır. Başka bir deyişle vazife kadar hak vardır. Yani bir kimsenin
yükleneceği vazifeleri ile hakları birbirine eşit olur. İkinci kural da
herkesin haklarının ve vazifelerinin birbirine eşit olmasıdır. Yani toplum
içersindeki bireyler eşit haklara ve eşit vazifelere sahip değildirler. Yalnız
herkesin hakkı kadar vazifesi vardır. İşte bu basit bir kuralı bir türlü
kavrayamayıp devlet başkanı ile bir kapıcıyı eşit hak ve vazifelere sahip kılma
çabaları, bugünkü çarpık düzenlerin doğmasına sebep olmuştur. Üretime artı
değer katan bir fabrikatör ile çalışan bir işçinin üretim vasıtalarına eşit
olarak sahip olmalarını düşünmek kadar gülünç bir şey yoktur. Çünkü birisi
ürünün sorumluluğunu taşımakta kar ve zararı tekeffül edip üstlenmekte diğeri
ise sadece çalışıp ücretini almaktadır. Doğacak herhangi bir zararın
sorumluluğuna katılmayan işçilerin bunu üstlenen bir fabrikatör kadar bir hakka veya
vazifeye sahip tutulması ekonomik düzenin dengesini bozar.
Diğer taraftan bir
teşebbüsün rizikosunu üzerine alan bir girişimcinin çalışmadan elde ettiği kara
karşılık hiçbir riziko taşımayan sermaye sahibine faiz adı altında bir hak
tanımak da eşitlik hastalığından gelmektedir. Burada faiz neyin karşılığı olarak
verilmektedir, diye sormak gerekir. Bu yanlış anlayış ve uygulama son derece zararlı
olup ekonomik dengeyi bozan bir faktördür. Bu hususta ileride faiz ayetlerinde daha
geniş açıklamalar gelecektir. Ayetin ifade
ettiği diğer bir husus da hak ve vazifelerin örf ile tespit edilmesidir.[588]
Bireyler hak ve vazifelerini istek ve arzularına uyarak kendileri koymaz. Hak ve
vazifeler kanun (şeriat) ile tespit edilir. Yani İslam ekonomisinde hak ve vazifeleri
Allah’ın koymuş olduğu hukuk düzeni belirler. Bu sebeple ancak mevzuatın tayin
ettiği şekilde hak ve vazifeler vardır. Karı-kocada olduğu gibi, insanlar eşit
imkânlara sahip olmadıkları için eşit hak ve vazifelere sahip olmaları da söz
konusu olamaz. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar 1- Herkesin
hakları kadar vazifeleri vardır. 2- Hak ve
vazifelerin dağılışı bireyden bireye farklı olup değişkendir. 3- Hak ve
vazifelerin statüsü ancak şeriat (mevzuat) ile tespit edilip düzenlenir. 4- Birçok hak ve
vazifeler de örf ile tespit edilir. Bakara Suresi 2/
Ayet: 233 “Emzirmeyi
tamamlatmak isteyen (baba) için, anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların
örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir. Bir insan ancak gücü
yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne, çocuğu sebebiyle, hiçbir baba da çocuğu
yüzünden zarara uğratılmamalıdır. Onun benzeri (nafaka temini) varis üzerine de
gerekir. Eğer ana ve baba birbiriyle görüşerek ve karşılıklı anlaşarak çocuğu
memeden kesmek isterlerse, kendilerine günah yoktur. Çocuklarınızı (sütanne tutup)
emzirtmek istediğiniz takdirde, sütanneye vermekte olduğunuzu iyilikle teslim etmeniz
şartıyla, üzerinize günah yoktur. Allah'tan korkun. Bilin ki Allah, yapmakta
olduklarınızı görür.” Bu ayet ekonomi ile
ilgili olarak birçok esaslar getirmiş bulunmaktadır. Burada çocuk emzirme müddeti iki
yıl olarak bildirilmektedir. Başka bir ayette[589] 2,5 yıl (30 ay) olarak bildirilmiştir. Bu
müddetin iki katı olan beş yıl da anne terbiyesinin sürdürüldüğü zamandır,
diyebiliriz. Ailede alınacak
kararların geniş çaptaki istişare heyeti ile yapılmasına işaret etmek için teşâvür
kelimesi kullanılmış müşavere kelimesi kullanılmamıştır. Teknik ifadesiyle
bu kelime müfâale babından değil, tefâul babından getirilmiştir. Ücretlerin
hizmetten sonra teslim edilmesinin de caiz olduğunu göstermek için izâ kelimesi
getirilmiştir. Çünkü iza edatı bir fiili muzariye çevirir. Burada serbest
pazarlıkla tespit edilen bir ücret yerine tarifeli bir ücretten bahsedilmektedir.
Nafakada ve mehirde de aynı şey söz konusudur. Öyleyse bütün hizmet ve
istihdamlardaki ücretler bir tarifeye tabi tutulmalıdır, diyoruz. Bu tarifeler ise
tahsil, yaş baremleri ve diğer elemanlar şeklinde düzenlenebilir. Ayette ücretlerin
teslim edilmesinin şart koşulması emeği ile çalışan her türlü işçiye ödeme
sistemini açıklamış olmaktadır. Burada çoğul kalıbının kullanılmış olması da
bu tür hizmetlerin ve ödemelerin bir toplum düzeni içersinde gerçekleştirip
yapılacağını ifade eder, diyebiliriz. Bu sebeple mesela ücretini alamayan bir işçi
bu hakkını devletten isteyip alabilir. Devlet de çalıştırana müracaat ederek durumu
bir neticeye kavuşturur. Bu sistem çalışan işçiye devlet bankasından çalışma
kredisi verilmek suretiyle çalıştırılıp gerçekleştirilebilir. Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1-
Çocuğa süt verme mükellefiyeti anneye aittir. Süt emzirme müddeti ise iki yıl veya
iki buçuk yıl yani otuz aydır. 2-
Kocalar karılarının ve çocuklarının yiyeceklerini ve giyeceklerini temin etmekle
yükümlüdürler. Mesken ve barınma ihtiyaçları da buna dâhildir. 3-
Çocuğun velayeti hakkı kocaya-babaya aittir. Buna karşı hidane hakkı da
karıya-anneye aittir. 4-
Yiyecek ve giyecek hususları tarifeye tabidir. Karının orta bir nafaka ile geçimi
kocası tarafından temin edilir. 5-
Eğer kocanın normal ölçülerde nafaka temin etmeye gücü yetmiyorsa yetirmeye
zorlanmaz. Eksik kalan taraflar devlet bütçesinden tamamlanır. 6- Ne
karı ve ne de kocası çocukları yüzünden zarara uğrarlar. Hiçbir kimse bir
başkası yüzünden zarara sokulamaz. 7-
Miras, ileride doğması muhtemel olan bir mükellefiyete karşı tanınmış olan bir
haktır. 8- Baba
öldüğü zaman çocukların nafakası erkek akrabalar üzerine olur ve velayet hakkı da
erkek akrabalara intikal eder. Ana öldüğü zaman da çocuğun bakımı kadın
akrabaları tarafından gerçekleştirilir ve hidane hakkı da kadın akrabalara intikal
eder. 9-
Çocuğun sütü iki tarafın yani ana ile babanın anlaşmasıyla daha önce kesilebilir.
Ancak burada kararın ittifakla alınması şarttır. 10-
Ailede üç türlü karar vardır. Kocanın alacağı velayet kararları, kadının
alacağı hidane kararları ve ortaklaşa ittifakla alacakları marufu (adet ve gelenek
olan bir şeyi) değiştirme kararları. 11-
Alınacak kararlarda anne ve babanın kendi aralarında diğer mirasçılara ve başka
ehliyetli kimselere danışarak istişareyi genişletmeleri gerekir. 12-
Çocukları başka kadınların mesela sütannelerin emzirmeleri de geçerlidir. Ancak
ücretleri bu sütannelerin kendi ellerine maruf bir biçimde örfe uygun olarak teslim
edilmelidir. 13-
Mala dönüşmeyen bedeni hizmetlerin ücretleri serbest pazarlık sistemi yerine tarife
esası ile tespit edilmeleri daha uygundur. 14-
Ücretler, özellikle mala dönüşmeyen hizmetlerin ücretleri tarifeye tabi
tutulmalıdır. 15-
İnsanları bir ücret karşılığında çalıştırıp iş yaptırmak meşrudur.
Bakara
Suresi 2/ Ayet: 236 “Nikâhtan
sonra henüz dokunmadan veya onlar için belli bir mehir tayin etmeden kadınları
boşarsanız bunda size mehir zorunluluğu yoktur. Bu durumda onlara müt'a (hediye
cinsinden bir şeyler) verin. Zengin olan durumuna göre, fakir de durumuna göre
vermelidir. Münasip bir müt'a vermek iyiler için bir borçtur.” Ayette
geçindirmenin mesela boşanmış bir karıya bakmanın da tarife ile tespit edilmesi
gerektiğine işaret edilmiştir. Sonra tarifenin de nasıl yapılacağı üzerinde
durulmuştur. Mesela bu tarifenin zengin olan bir kişinin zenginliğine göre, fakir olan
kişinin de fakirliğine göre değişeceği esası bildirilmiş bulunmaktadır. Aslında
bundan sonraki ayette[590]
eğer mehir tespit edilmişse, fakat karı ile koca arasında birleşme
gerçekleşmemişse o zaman tayin edilen mehrin yarısının ödeneceği
açıklanmaktadır. Buradaki mehirden maksat bir ücret değil, bir boşama
tazminatıdır. Bu sebeple bu tazminat masrafının ne kadar olacağı hususu taraflarca
serbest olarak tayin edileceği esası böylece ortaya çıkar. Ancak bu ödemenin ne
kadar olacağı meselesi tespit edilmediği takdirde mevzuat, tamamlayıcı bir hüküm
olarak bunu tayin edip belirlemiş olur. Boşanma
tazminatı anlaşma ile tespit edilmediği takdirde erkeğin mali gücü göz önüne
alınarak tarife ile tayin edilir. Bu hususta kadının durumuna itibar edilmez. Çünkü
ayette buna bir işaret bulunmaktadır. Zira bu bir ücret değil, sadece erkeğin boşama
konusunda ölçülü davranmasını sağlayacak alınmış bir tedbirden ibarettir. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar
1- İş sözleşmelerinde işten çıkarma tazminatı konabilir. 2-
Bu işten çıkarma tazminatının miktarı taraflarca anlaşarak serbest bir şekilde
tespit edilebilir. 3-
Anlaşarak tespit edilmeyen bir tazminat işçiye işten çıkaran kimsenin gücüne göre
ödenir, işçinin durumuna göre ödenmez. 4-
Mehir hükümleri ile iş sözleşmelerinin hükümleri karşılaştırılarak yeni yeni
hükümler elde edilebilir. 5-
Gerektiği zaman iş sözleşmelerinde ödenecek işten çıkarma tazminatının asgari
sınırı çizilip belirtilebilir. Bakara
Suresi 2/ Ayet: 240–241 “Sizden
ölüp de (dul) eşler bırakan kimseler, zevcelerinin, evlerinden çıkarılmadan, bir
yıla kadar bıraktıkları maldan faydalanmaları hususunda (sağlıklarında) vasiyet
etsinler… Boşanmış kadınların, hakkaniyet ölçülerinde (kocalarından) menfaat
sağlamak haklarıdır; bu, muttaki kişiler üzerine bir borçtur.” Kocaları
ölen ve boşanan kadınların alacakları mehir ve miras dışında başka hakları da
vardır. Boşanan kadınların iddetleri süresince[591]
dul kalanların ise bir yıl varisleri tarafından bakılmaları gerekir. Mesela onlar
durduğu evde bir yıl kalabilirler. Burada
kıyas yoluyla iş hukukunu buna benzeterek birtakım hükümler çıkarabiliriz. Mesela
bir yerde çalışan ve geçimini oradan temin eden bir işçi başka bir yerde
çalışması yasak edilmesi şartıyla, işten çıkarıldığı zaman tarifeye göre
üç aydan bir yıla kadar işsizlik tazminatı alma hakkına sahip kılınabilir. İfade
ettiğimiz gibi bu ancak o, başka bir yerde çalışmadığı zaman böyle olur. Bu
ayetler, zevce hukukunu tanzim ederken aynı zamanda bugün iş hukukunda bulunan esaslara
benzer hükümler de getirmiştir, diyebiliriz. Yalnız burada önemli bir nokta vardır.
O da karının kocasından başka hiçbir kimseyle cinsel ilişkide bulunmaması ve
kocasının izni olmaksızın yabancı erkeklerle tenha yerlerde bulunup
dolaşmamasıdır. İşte evlilik sözleşmesinin iş sözleşmesine benzetilebilmesi
için işçinin başka bir yerde çalışma imkânı olmamalı ve işçi ile başka bir
yerde çalışmayacağına dair sözleşme yapılmalıdır. İslamiyet’te bu sadece
köleler için var olup[592]
hür kimseler için ise cinsel ilişki yasaklığı dışında böyle bağlayıcı bir
kayıt olmasa gerektir. Ancak gayri meşru olmakla beraber böyle bir sözleşme
yapılacak olursa ondan sonra doğacak olan hukuku bu esaslar tespit edecektir. Daha
önce geçen ayetlerin açıklamasında da bildirildiği üzere hukuk kendi sitemi
içersinde doğruluk veya yanlışlık kazanır. Hiçbir hukukun sonuçları uyum
sağlayamayacağı, karşıtlık ve terslik meydana geleceği için başka bir hukuk
sisteminde uygulanamaz. Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar 1- İşçinin
başka bir yerde çalışmasını yasaklayan bağlayıcı sözleşmeler, işe son
verildiği zaman iş tazminatı hakkının doğmasına sebep olurlar. 2- Sözleşme ile
başka bir işte çalışması ve başka bir iş yapması yasaklanan işçi işten
çıkarıldıktan sonra belli bir müddet için geçinme tazminatı almaya hak kazanır. 3- İşçi
tazminatları bir mevzuat ile tespit edilir. 4- Tazminatın
miktarı, işçinin durumuna göre değil, işverenin mali gücüne göre ayarlanır. 5- Başka kimselere
iş yapmamaya ve çalışmamaya dayanan bir iş sözleşmesi yalnız kölelerle yapılır;
bir de karı-koca arasında cereyan eder. Kadınlar başkalarıyla cinsel ilişkide
bulunamadıkları gibi, köleler de sahiplerinden başkalarına çalışmazlar. Böyle bir
sözleşmeyi meşru sayan toplumlarda bu iş sözleşmeleri evlilik anlaşmasına benzer
hukuki sonuçların doğmasına sebep olur. Bakara Suresi 2/
Ayet: 245 “Kim bu Allah’a
ödünç (karz-ı Hasen) veren? Allah da ona bunu kat, kat artırıp verir. Allah az
verir, çok verir. Ona döndürüleceksiniz” Kuran’da kredi ve bankadan bahseden birkaç
ayet bulunmaktadır.[593]
İşte onlardan birisi de bu ayettir. Müfessirler bu ayete çeşitli manalar
vermişlerdir.[594]
Allah’a karz: ödünç vermeyi Allah yolunda harp etmek, cihad için malını vermek,
mal harcamak, mükellefin mecbur olduğu vergiyi vermesi, bireyin verginin dışında
hayır yapması ve Allah yolunda vacip olan infak çeklinde anlayanlar vardır. Onların
verdikleri bu manaların hepsi mecazidir. Biz ise kelimelerin tahlili ve bazı anlam ve
haberlerin yardımı ile halkın ödünç olarak para yatırıp ödünç olarak para
çektiği tamamen devlet eliyle çalışan bir kredi kurumunu (yani bankayı) anlıyoruz.
Bizim anladığımız bu mana ise hakiki manadır. Hakiki mana asıldır ve önceliklidir;
mecazi mana ise ikinci derecede olup sonra gelir.[595]
Men : Bu
kelime burada şahıs için bir soru edatıdır.[596]
Kim anlamına gelir. Karz-ı Hasen vereceklerin kişiler olduğunu ifade etmek ve kim
olursa olsun, her kim ki, denilmek suretiyle herkesin karz-ı hasen: karşılıksız
ödünç verme durumunda olduğunu bildirmek için gelmiştir. Zâ : Bu demektir.
Zâke şu, zâlike de o, demektir. Burada yakın için olan zâ kelimesi
kullanılmıştır. Umumluk daha geniş bir çapta alınmış, bu gördüğünüz
kimselerden kim olursa olsun, denilmek suretiyle karz-ı hasen kurumuna genişlik
verilmiştir. Bu kelimenin burada başka bir anlamı da şu olur ki, bu içinizden kim
karz-ı hasen verirse denilmekle kredi işlerinin daima birbirine yakın olan kimselerin
kendi aralarında yapılması gerektiğine işaret edilmektedir. Ayette “men
yakridullahe” veya “ellezi yakridullahe” denilebilirdi, fakat böyle denilmeyip de
“men zâ ellezi yakridallahe” buyrulması ellezi kelimesindeki belirliliği ve men
kelimesindeki umumiliği cümlenin anlamında bir araya toplamaktadır. Bu kelimenin tekil
olarak kullanılması, herkesin koyduğu mevduat nispetinde kredi alma hakkına sahip
olacağını da ifade eder. Çünkü bu ayette Allah, kredi verenin bu verdiğine
karşılık ona kat, kat artırarak vereceğini söylemektedir. Karz: Bu
kelime, kesmek, kırpmak manasına gelir. Kurûdat, kesintiye denir.[597]
İnkıraz, bir şeyin arkasının kesilmesi, sonunun gelmesidir. Karz, günlük
ihtiyaçtan arta kalan altın ve gümüş (para) kesintisinin başkasına verip
kullandırılmasıdır. Bu karz muamelesi deyn (borç) den farklıdır. Deyn’de mal
borcu olduğu halde karz’da para borcu doğmaktadır. Deyn çeşitli sebepler yüzünden
meydana geldiği halde, karz, sadece ödünç vermekten doğar. Ayrıca bir tarafın
sermaye, diğer tarafın ise emek koyduğu ortaklığa da karz ortaklığı adı verilir.[598]
Çünkü ödünç vermede olsun bu ortaklıkta olsun aynı şey yapılmaktadır. Bu
olayın her ikisinde de emek sahibine sermaye temin edilmekte, böylece kendisine
para-sermaye verilen işçi emeğini değerlendirme imkânı bulmaktadır. Karz verme işi,
iki şekilde olabilir. Rizikoyu ya borç veren taşır; bu takdirde artık bu bir ödünç
verme değil, bir şirket olur. İslam hukukunda buna şirket-i mudarebe adı verilir.[599]
O zaman sermaye sahibi kara ortak olur. İslam bankasının oluşması hakkında
düşünüp fikir yürütenlerin çoğu, bu kar-zarar ortaklığını ileri
sürmektedirler.[600]
İkinci bir şık da rizikoyu parayı ödünç alan borçlunun taşımasıdır. Bu durumda
ödünç para veren kişinin yapılan işten bir kar payı almaya hakkı olmaz. Bu
açıkladığımız her iki şık da meşru ve muteberdir. Rizikoyu bu borçlu
taşıdığı halde sermaye veren kişinin kara ortak olup bir fazlalık almasına İslam
ekonomisinde faiz adı verilir. Faiz ise İslam’da şiddetli bir şekilde yasaklanmış
bulunmaktadır.[601]
Demek ki karz
kelimesi çalışana kredi (sermaye) vermek anlamına gelmektedir. Az önce
anlattığımız gibi, bu bir ortaklık veya faizsiz borç (ödünç) verme şeklinde
olabilir. Biz kredi kelimesinin karz kelimesinden alınmış olduğunu kabul ediyoruz.
Aslı ve kökü Arapça olan bu kelime batı dillerine kredi şeklinde geçmiş olabilir.
Kredi kelimesi batı dillerinde itibar anlamını taşımaktadır.[602]
Arapçada ise altın kesintisinin artıklarını çalışan kişiye sermaye olarak vermek
demektir. Hiç şüphesiz bu da bir itibardır. Ödünç olarak
alınan bir şeyin daha sonra teslim edilmesi ve alınıp verilen şeylerin cinslerinin
bir olması dolayısıyla, karz muamelesine faizli bir alış-veriş gözüyle bakanlar
olmuştur. Ancak bu doğru değildir. Çünkü kredi menfaatin hibe edilmesidir. Onun
için bu alış-verişe benzemez. Alış-veriş muamelesinde alıcı ve satıcı alıp
verdikleri şeyleri bir daha geri vermemek üzere almaktadırlar. Hâlbuki kredi ise
böyle değildir. Kredi mesela bir hayvanı başkasına emanet olarak vermek gibidir.
Emanet bir hayvanı alan kişi kullanıp faydalanıyor ve sonra yine onu (aynisini) teslim
ediyor.[603]
Karz yani ödünç verme işi başlangıçta ariyet, işin sonunda ise bey’i sarf (para
alış-verişi, para değişimi) olan bir muameledir.[604]
Ariyet ise bir nesnenin kullanma ve faydalanma hakkının geçici ve karşılıksız
olarak başkasına temlik edilmesidir. İslam hukukuna göre ariyet bir sözleşmeden
ibarettir.[605]
Allah’a ikrazdan
bahsedilmektedir. Burada mecaz vardır.[606]
Mecazi ifade ise aradaki bulunan bir münasebet ve yakınlıktan dolayı kullanılır.[607]
Allah kelimesinin Kuran’da bazı yerlerde toplumu, kamuyu, devleti ifade ettiğini daha
önce söyleyip açıklamıştık.[608]
Yalnız burada şu kadar söyleyelim ki, toplumun haklarının Allah’a izafe edilmesi ve
toplumdan, devletten, kamudan mecazi olarak Allah diye bahsedilmesi, Molla Hüsrev’in de
ifade ettiği gibi, bunların tehlikesinin büyük olması umumun menfaati bulunması,
bireye mahsus olmamaları ve Allah indinde şerefe sahip olmaları sebebiyledir.[609]
Öyleyse Allah’a ikraz, devlete-kamuya ikraz demektir. Her birey
artırdığı mevduatını ayrı ayrı olarak devlet bankasına yatırır. Buna karşı
devlet bankalarından da usulüne göre kredi verilip dağıtılır. Bu şekilde bu ayetle
banka ve kredi işlerinin devlet eliyle yürütüleceği esası ifade edilmiş olur.
Burada bireylerin kendi aralarında karz vermeleri değil, kredilerin devlet eliyle
dağılması prensibi konulmuş bulunmaktadır. İslam ekonomisinde nakit ve para
işlerinde yegâne salahiyetli merci devlettir. Devlet bu işi, bir devlet bankası
durumunda olan beytülmal yani hazinenin yardımlarıyla yapıp yürütür.[610] Devletin
çalıştırma ve yaşatma görevleri şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Devlet zekât
vergisini alacak ve bununla halkın yaşama düzenini kuracaktır. Diğer taraftan da
halkın mevduatlarını kabul edecek ve bununla da çalışma hayatını düzenleyecektir.
Halktan zekât vermekle yükümlü olan mükellefler bu vergilerini devlete verirler.
Tasarruf yapıp mevduat artıranlar da bunları devlet bankalarına yatırırlar. Bu
anlattıklarımızla aynı görüşte olan İslam iktisatçıları bulunduğu gibi[611]
İslam tarihinde halkın devletten kredi aldığına dair uygulanmış örnekler bulmak da
mümkündür. Mesela Hz. Ömer, Osman ve Ali dönemlerinde devlet hazinesinden faizsiz
ödünç verildiği hakkında haberler vardır.[612]
Abbasi halifeleri zamanında da halka beytülmalden borç para verilir ve hatta borçlu
hayatta iken borcunu ödeyemezse bıraktığı mirastan vasiyetine göre bu borcun tahsili
cihetine gidilirdi.[613] Hz.
Ömer döneminde Basra valisi olan Ebû Musa el-Eş’arî, Medine’ye göndereceği
hazine parasını, halifenin iki oğluna karz-ı hasen olarak vermiş ve bununla mal
alıp, Medine’de satabileceklerini bildirmiştir. Ancak Medine’ye geldiklerinde
halifenin bunu etik bulmaması ve kârın da beytülmale teslim edilmesi gerektiğini
söylemesi üzerine, yapılan müzakere sonunda, böyle bir kredinin kullanımı
“mudarabe (emek-sermaye ortaklığı)” olarak değerlendirilmiş ve kâr Ömer’in
iki oğlu ile beytülmal arasında paylaştırılmıştır.[614] Bugün
faizli düzende bankanın çalışmasını gerçekleştiren ve mevduat yatırılmasını
sağlayan amil faizdir. Faiz olmasa halk parasını bankaya yatırmaz. İslam ekonomisinde
bankanın çalışmasını sağlayan esas ise devlet hazinesinde ayrı bir fon olan
borçlular faslı ile[615]
kredi alma hakkının tanınmış olmasıdır. Devlet bankasına mevduat yatıran bir
kimse yatırdığı bu mevduat kadar kredi alabilme imkânına sahip olmalıdır. Faizsiz bankanın
çalışma masraflarının devlet hazinesine yükletilmesi fikrini savunan Müslüman
iktisatçılar vardır.[616]
Buna göre mesela hastane gibi kamu görevi gören yerlerde çalışan kamu görevlileri
maaşlarını nasıl devletten alıyorlarsa, bankalarda çalışan kimseler de
alabilirler. İşte devlet bütçesindeki borçlular faslı bu iş için tahsis
edilebilir. Bunun yanı sıra bütün İslam dünyasında özellikle Selçuklular ve
Osmanlılar zamanında bütün iktisadi teşekküllerin çalışma şekli olan
vakıfların usulü faizsiz banka da uygulanabilir. İkraz : Bu
kelime if’âl babından gelir. Yani kredi vermek demektir. Biz bunu devlet bankalarına
mevduat yatırmak manasında anlıyoruz. Karzen, bir karz
denilmiştir. Buradaki karz mastar değildir. Eğer bu mastar olsaydı ikrazen şeklinde gelirdi. Bu kelime isimdir[617]
ve kredi demektir, mevduat demektir. Belirsiz olarak gelmiş olması, bankalara
yatırılacak mevduatın da belirsiz olduğunu ifade eder. Çünkü bankaya şu kadar bir
para tevdi edeceksin diye bir zorunluluk yoktur. Herkes kendi imkânı nispetinde serbest
bir şekilde mevduat sahibi olabilir. Hâlbuki namaz (salât) ve zekât kelimeleri ne
oldukları ve ne kadar oldukları belli ve bilinir olduğu için belir olarak
gelmişlerdir. Zira zekâtın vergi nispeti yüzde olarak belirlenmiş bulunmaktadır. Hasenen : Bu
kelime karz kelimesinin sıfatıdır.[618]
Yani bu karz öyle bir kredidir ki, verildiği zaman başa kakılmamalıdır.[619]
Sırf Allah rızası için verilmeli, karşılığında da bir şey beklenilmemelidir.[620]
Bu ifade ile haram olan faizli kredilerle devlet bankaları tarafından düzenlenmeyen
ortaklık kredileri dışarıda bırakılmıştır. Böylece hasen kelimesi hiçbir
karşılık beklenmeden yapılmış olan bir hayrı ifade eder. Böylece faizli karz,
karz-ı hasenin zıddı olarak karz-ı seyyie olmaktadır. Çünkü o fayda yerine zarar
getirir. Malları artıracak üretime katkı yapacak yerde daha eksiltir ve krizlere sebep
olur. Ortaklık
şeklindeki karz ise karz-ı hasen olmamakla beraber o da aynı zamanda hayırlı bir
karzdır. Çünkü kar ortaklığı şeklinde kurulan bu çeşit karz şirketi kendi
ortaklarına faydalı olduğu gibi ayrıca toplum için da yararlı olur. Ayetin sonunda karz
veren kişinin verdiği karzını Allah’ın kendisine kat kat artıracağı
açıklanmaktadır.[621]
Dünyada insanlığı en çok yoran boğuşturup çarpıştıran, kamplara bölen
kavgaların kökü, yeme içme meselesidir. Kendileri patlayasıya yiyip de Allah için
yedirmekten, vergi vermekten kaçınan, toplumdaki muhtaçların ihtiyacını
düşünmeyen harisler insanlıkla alakası olmayan zavallılardan başka bir şey
değildirler. Bütün bunlar ben yiyeyim, sen yeme diye kavga ederler. Böylelerinin
yüzündendir ki, sedler yıkılır, yecüc ve mecüc arzı tahrip eder.[622]
İnsanlığı nerelere sürüklediği belli olmayan bu izim sistemlerinin bu krizler ve bu
sıkıntılar yüzünden bu hastalıklar tüm insanları ilgilendiren ortak bir mesele
haline gelir. Toplumda refahın
sosyal olduğu gibi, sefaletten doğacak bela ve musibetler de sosyaldir, içtimaidir.
Zalimlerin zulmü yüzünden doğan fitneler, bütün bir toplumu kaplar.[623]
İşte karz-ı hasen kurumu, kendisinin yokluğundan doğacak fitneleri ortadan
kaldırdığı gibi bu sayede toplumun refah seviyesi de yükselir.[624] Ayetin anlamına
göre kurulacak bir kredi mekanizmasından bireyler yararlanacak, bu sayede ferdi gelir
artacak ve milli gelir de yükselecektir. Böylece verilmiş olan faizsiz kredi kat, kat
artmış olur. Bu durumu bir örnekle daha güzel açıklayabiliriz. Bir kişi
çalışıp ürettiği bir malı bin liraya satmış olsun. Bunun beş yüz lirasını
kendi ihtiyaçları için harcasın. Geri kalan beş yüz lirasını da cebinde saklasın.
Bu böyle devem ettikçe tedavüldeki bulunan paraların bir gün adamın cebinde
toplandığı görülür. Bu paraların piyasadan çekilmesi demektir. Paralar böylece
piyasadan çekilince halkın elinde alım gücü kalmaz. Bu şekilde alım satım aksar,
üretim ve tüketim dengesi bozulur, işsizlik baş gösterir ve çalışanlar iş
bulamayıp boş gezmeye başlarlar. Böylece tasarruf edilip artırılmış olan bu beş
yüz lira harcanacağı gibi, belki ayrıca borca da girebilir. Hâlbuki artırılan bu
mevduat ceplerde saklanacağına devlet bankalarına yatırılırsa ve banka tarafından
da halka kredi olarak geri dönerse halkın eline geçen bu alım gücü bir taraftan
üretime diğer taraftan da tüketime sarf edilirken bir kısmı da yatırım
harcamalarına gidecek ve böylece yeni yeni iş sahaları doğacak birey kendi
yatırdığı meblağın birkaç katını elde etmiş olacaktır. Neticede ferdi gelir
artacak, milli gelir de artacak ve böylece ülkenin imarı da gelişmiş
olacaktır. İşte biz verilen
kredinin onu veren için kat, kat artırılmasını bu şekilde anlıyoruz. Bu kat, kat
artma işinin dünyada olacağına işaret etmek için de ayette “Allah kıtlık verir, bolluk verir” buyrulmuştur. Halkın tasarruf
ederek biriktirdiği ve devlet bankalarına koyduğu mevduatların kredi olarak yine halka
dağıtılmasında şöyle bir metot uygulanabilir. Bankalarda mevduatın bulunması artan
ve artırılan değerleri ifade eder. Piyasada fazla malların bulunması yani arzın
artması, fiyatları düşürür. Malların azalması ise yani talebin artması da
fiyatları yükseltir. Tasarrufların tüketim mallarına kaydırılması ve böylece
malların artması sebebiyle fiyatlar düşeceğinden bu durum en sonunda piyasayı krize
götürür. Çünkü mallarda bir doyma meydana gelmiştir. Hâlbuki tasarruflar tüketim
mallarına değil, yatırıma harcanmalıdır. İşte halkın devlet bankalarında
yatırıp biriktirdiği tasarruf mevduatı, yatırım kredisi olarak dağıtılırsa,
yatırımlarda doyma olmadığı için, fiyatlarda bir değişiklik meydana
gelmeyeceğinden, bir kriz durumu meydana gelmez. Çünkü insanın yatırım mallarına
olan ihtiyaçları sonsuzdur. Bunlar denge durumunda olan bir piyasada yatırım hacmi ve
tasarruf miktarının birbirine eşit olduğunu bildiren ekonomik kuraldan doğar.[625] Demek ki, halk
tasarruf ettiği parayı bankaya yatırdıkça, aynı zamanda piyasaya o nispette boş iş
gücü arz etmiş olur. Buna karşılık banka da mesela bir müteahhide kredi açmak
suretiyle bu iş güçlerine istihdam imkânı sağlamış olur. Böylece işçiler iş
bulmuş ve çalışıp kazanmış olurlar. Onlar kazandıkları paralarından bir
kısmını yine bankaya yatırırlar. Banka tekrar kredi açar ve bu sirkülasyon böylece
hep devam edip gider. İşte bu olgu böyle devam ettikçe verilen karz kat, kat artmış
olur. Bu karz-ı hasene
yani güzel ödünce dayalı güzel düzenin çalışması için, kredinin faizsiz olması
şarttır. Çünkü kredinin faizli olması demek, parayı Ahmet’ten alıp Mehmet’e
vermek demektir. Artık böyle bir davranış işin sonunda bir grubun emeğini başka bir
gruba ciro etmeye dönüşür. İşte bu suretle neticede bir sömürü düzeni doğmuş
olur. Böyle bir düzende artık kredi kurumu faizsiz kredide olduğu gibi işsizlere iş
bulma şeklinde değil, bunun tam aksine çalışanları sömüren bir çark haline gelir.
İşte bundan dolayı ayet bize alınacak tedbirleri şöyle hatırlatmaktadır. 1- Verilen krediler
faizsiz olmalıdır. Böylece hem kredi alanların sayısı artar ve hem de emek
istismarı olmaz. 2- Kredi
çalışana verilmelidir. Böylece sermaye istismarı olmaz. 3- Kredi, bankada
tasarruf mevduat sahibi olan kişilere verilmelidir. Böylece tasarruf eden kimseler
mevduatlarını kendileri değerlendirmiş olurlar. 4- Banka, para ve
kredi işleri devlet eliyle yürütülmelidir. Böylece faiz tehlikesi de ortadan
kalkmış olur. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1-Her topluluk,
kendi kredisini kendisi kullanır. 2- Kredi işleri
devlet eliyle yürütülür. 3- Kredi işleri
faizsiz olarak yürütülür. 4- Kredi artık
değerleri faaliyete geçirir. 5- Kredi emek
mübadelesini (istihdamı) sağlar 6- Herkes bankaya
yatırdığı mevduat nispetinde istikraza (kredi çekmeye) hak sahibi olur. 7- Kredi
yatırımlara yönelik olmalıdır. 8- Tasarruf
mevduatı artık emek arzını gösterir. 9- Zekât vergisi
ile yaşama düzeni, kredi kurumu ile de çalışma düzeni sağlanır. 10- Kredi faizsiz
olunca, kredi alanlar çoğalır ve böylece emek istismarı olmaz. 11- Kredi
çalışana verilmelidir. Böylece sermaye istismarı önlenmiş olur. 12- Kredi tasarruf
mevduatı sahiplerine verilmelidir. Böylece tasarruf eden kişiler mevduatlarını
kendileri değerlendirmiş olurlar. 13- Kredi işleri
devlet eliyle yürütülünce faiz tehlikesi de ortadan kalkar. 14- Kredi menfaatin
hibe edilmesidir. Bu sebeple alış-verişe benzemez. 15- Kredi
başlangıçta bir ariyet, işin sonunda ise bir para değişi yani bir çeşit sarf olan
bir muameledir. 16- Krediler devlet
bütçesinden verilir. 17- İslam
bankasının kredi kaynaklarından biri de halkın yatırmış olduğu mevduatlardır. 18- Hastane gibi
kamuya hizmet veren yerlerde çalışan kamu görevlilerinin maaşlarını devletten
aldıkları gibi faizsiz bankalarda çalışan memurlar da ücretlerini devlet
bütçesinden alabilirler. 19- Faizsiz
bankanın çalışma masrafları devlet hazinesi tarafından karşılanır. 20- Faizsiz
bankanın çalışma statüsü hakkında bilgi edinmek için vakıfların çalışma
tarzından faydalanılabilir. 21- Faizli bir
düzende bankanın çalışmasını sağlayan amil faizidir. Bakara Suresi 2/
Ayet: 247 “Peygamberleri
onlara: Bilin ki Allah, Talut'u size hükümdar olarak gönderdi dedi. Bunun üzerine:
Biz, hükümdarlığa daha layık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik
yönünden geniş imkânlar verilmemişken o bize nasıl hükümdar olur, dediler.
"Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve bedende ona üstünlük verdi. Allah
mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir" dedi. Bu ayet ekonomiden
daha çok idare ve siyasetle ilgilidir. Başkanlığın tayin ve verasetle değil,
seçimle işbaşına geleceğini, siyasetin yani idare sanatının ilimle
yürütüleceğini, başkanın kendi gücü ve kudreti ile insanlara tesirli olup
düşmanlara karşı durabileceğini[626]
ve başkanın halk tarafından seçilebileceğini ifade etmektedir. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Servet
sahiplerinin, zenginliklerinden dolayı insanları idare etme ve iktidar olma hakları
doğmaz. 2- İktidar ilim
ile gücün olur. Siyasi sahada ilim ve güç sahipleri söz sahibi olurlar. 3- Her ehliyet,
ancak kendi alanında geçerli olur ve hak sahibidir. 4- İktisadi
faaliyetlerde sermaye sahipleri söz sahibi olurlar. 5- Sermaye
sahiplerinin siyasi alanda ilim ve güç sahiplerine tahakküm etmeye hakları olmadığı
gibi, iktidarın da ekonomiye müdahalesi olamaz. 6- Zenginlerin
iktidarı emirleri altına almaya hakları yoktur.
Bakara
Suresi 2/ Ayet: 156 “Dinde zorlama
yoktur. Doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır…” İslam dini her ne
olursa olsun zorlamayı, bir şeyi zorla yaptırmayı kabul etmez. İnsan bütün
fillerini kendi gönlü ile dileyerek yapmalıdır.[627]
Bu konu ile ilgili başka ayetler de vardır.[628]
Deliller, tabii kanunlar ve açıklamalar sayesinde hak batıldan, iyilik kötülükten,
doğruluk sapıklıktan ayrılıp meydana çıkmıştır. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar 1- Dinde zorlama
yoktur. Din, başkalarına zorlama yapmaz. Başka kurumlar da din üzerinde baskı ve zor
kullanamazlar. 2- Doğruyu
yanlıştan, iyiyi kötüden ayırıp seçmek için çalışmalar yapılır. Bu
çalışmaları engelleyenlere karşı savaş açılabilir. İyi ile kötü açıklanır
İsteyen doğru yolu tutar. Dileyen de yanlış yolda gidebilir. Bu konularda
hükümetlerin bir baskı yapma hak ve salahiyetleri yoktur. 3- Ekonomik düzen
toplumun serbest iradesi ve isteği ile kabul edilip kurulur. Bir düzen ve sistem zor
kullanarak getirilip gerçekleştirilemez. 4- Bir devletin
bayrağı altında yaşayan farklı topluluklar kendileri için istedikleri bir ekonomik
düzeni kurabilirler. Bakara Suresi 2/
Ayet: 262–266 “Mallarını
Allah yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan
kimseler var ya, onların Allah katında has mükâfatları vardır. Onlar için korku
yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir. Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme
gelen sadakadan daha iyidir. Allah zengindir, acelesi de yoktur. Ey iman edenler!
Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse
gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa
çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki,
sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline
getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah,
kâfirleri doğru yola iletmez. Allah'ın
rızasını kazanmak ve ruhlarındaki cömertliği kuvvetlendirmek için mallarını hayra
sarf edenlerin durumu, bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol
yağmur yağmış da iki kat ürün vermiştir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisinti
düşer (de yine ürün verir). Allah, yaptıklarınızı görmektedir. Sizden biriniz arzu eder mi ki, hurma ve üzüm
ağaçlarıyla dolu, arasından sular akan ve kendisi için orada her çeşit meyveden
(bir miktar) bulunan bir bahçesi olsun da, bakıma muhtaç çoluk çocuğu varken
kendisine ihtiyarlık gelip çatsın, bahçeye de içinde ateş bulunan bir kasırga
isabet ederek yakıp kül etsin! (Elbette bunu kimse arzu etmez.) İşte düşünüp
anlayasınız diye Allah size ayetleri açıklar.” Bu ayetler ekonomik
açıdan birçok esaslar getirmiş bulunmaktadır. Biz burada bazı açıklamalar yapmak
istiyoruz. Fahreddin
Razi’nin de açıkladığı gibi, buradaki infakın cihat için yapılan harcamalardan
mecburi vergiye ve hayır ve sadakaların her çeşidine kadar içine aldığı hususunda
görüşler vardır.[629]
Hastane ve sığınak yapımı gibi kamu yararına ve ihtiyacına olan yerlere harcama
yapmaktan söz edenler de olmuştur.[630]
Ayetlerde malı
şahıslara izafe ederek “mallarını” tabiri kullanılmakla, özel mülkiyetin
varlığı teyit ve tekit edilmiş bulunmaktadır. Kuran’da mal kelimesinin tekil olarak
gelip de çoğul olan bir kelimeye izafe ederek, mallarda özel mülkiyeti kaldırıp
toplumsal mülkiyeti destekleyen mâlüküm: sizin malınız şeklinde gelmiş bir ifadeye
hiçbir yerde rastlanmaz. İnfakın (bir
bakıma verginin) mükellefler tarafından devlete kendi istek ve arzuları ile verilmesi,
büyük bir ibadettir. Böylece vergi işinde halkın görevlendirilmiş olduğu, verginin
toplanmasında ve dağıtılmasında onların topluca hareket edeceği bildirilmiş
olmaktadır. Aslında bütçenin bu şekilde hazırlanmasında bütün halk katkıda
bulunmuş olur. Ayetlerdeki harcama
işi mutlak olarak ifade edilmemiş, Allah yolunda denilmiştir. Sâbil, çamur v.s. taşıdıkları şeye derler.
Türkçede tezkere (veya gezkere) denir.[631]
Gözleri örümcek ağı gibi perdeleyen ağarma hastalığına da sebel adı verilir.[632]
Memleket içersindeki bölgeleri ağ şeklinde birbirine bağlayan devlet yollarına
sebîl, denir. Ülkeleri de birbirine bağlayan kervan yollarına da sebîl adı verilir.
Mecazi olarak da toplulukları birbirine bağlayan her türlü imkân ve vasıtalara sebil
adı vermeyi düşünebiliriz. Allah’a yani
kamuya-topluma ve devlete harcama yapmaktan söz edilmeyip de Allah yolunda, toplum-devlet
yolunda harcama yapmaktan bahsedilmesi bize toplumdaki her türlü ulaşımı sağlayan
yolların yapılması da devletin görevi olduğunu hatırlatıp bildirmektedir. Nitekim
bu masraf için devlet bütçesinden bir fon ayrılmış bulunmaktadır.[633] Bir ülkedeki
yollar, vücuttaki sinir ve damarlara benzer. Hücreler ve organlar ayrı, ayrı birer
yığın oldukları halde sinirler ve damarlar yardımı ile beslenen bir vücut haline
gelmiştir. Toplumda bulunan bireyler, köyler, şehirler, bölgeler ve ülkeler
birbirleri ile yollar sayesinde birleşerek bir vücut haline gelirler. Bireyleri ve
toplumları birbirine bağlayan, insanlar tarafından kurulmuş birtakım kurumlar
vardır. Bunlar bireyin kendisinde mevcut olan fikir, his, irade ve ünsiyet
melekeleridir. Bu özellikler toplumda dil, sanat, teknik ve hukuk kurumları olarak
kendilerini gösterirler. Teknik ile gerçekleşen her türlü ekonomik olaylar, hareket
ve davranışlar irade bölümünde yerlerini alırlar. İşte Allah
yolunda harcamaktan söz edildiği zaman toplumu birbirine bağlayan fikri, hissi, ameli
(iradi) ve insani bütün bağlar ve her türlü haberleşme ve ulaşım imkânları
ortaya çıkar. Devlet bunlar sayesinde oluşur. İslam’ın anlayışına göre devlet,
hükümet zoru ile oluşturulmuş bir kurum değildir. Tam tersine devlet, bütün
bireylerin hatta en az devlet başkanı kadar, yaşaması için çalıştıkları ve
gerektiğinde seve, seve canlarını bile verdikleri maşeri bir varlıktır. Bu ayetler
bireylerin kendi istekleri ile devlet hizmetinde nasıl vazife alacaklarını ortaya
koymaktadır. Arzu edenler, askerlik ve vergi gibi mükellefiyetlerin dışında olan her
türlü devlet hizmetine katılabilirler. Kuran’da birçok ayetler[634]
ile Hz. Peygamber’in hadisleri, her Müslüman için askerlik hizmetini, köleler ve
kadınlar müstesna olmak üzere, mecburi kılar.[635]
Bu ayetlerde ise bireylerin hep kendi istekleri ile yapacakları hizmetlerden
bahsedilmektedir. Bir anne,
çocuğuna gösteriş olsun diye süt vermediği gibi, bireyler de devletlerine
başkalarına gösteriş için hizmet etmez. Bir anne çocuğuna sevgisi ve bağlılığı
ile bakar; birey de devletine bağlı olduğu için severek hizmet edip hiçbir takdir ve
taltif beklememelidir. Onlar hareket ve davranışlarında sadece Allah’ın rızasını
ve devletlerinin varlığını hedef tutarlar. Bunun dışında başka bir karşılık
beklemezler. Ayetlerde de bu hususlar açıklanmış ve gösteriş için harcama yapanlar
şiddetle yerilmişlerdir. Üzerinde durulan
başka önemli bir nokta da yapılan iyiliklerin başa kakılmamasıdır. Bireylere ve
vatandaşlara yapılan iyiliklerden ötürü gönüller incitilmemelidir. Hatta yapılan
iyilikten sonra başa kakmalar ve gönül incitmeler yapılacağına, iyi bir söz ve
tatlı bir dilin daha iyi olduğu bildirilmiştir.
Düşmana karşı
savaş kazanan komutanların, memleketini iyi idare etmiş hükümetlerin herhangi bir
krizin atlatılmasında rol almış bulunan ilim adamlarının yaptıkları bu hizmetlere
karşı bir hak iddia etmelerini İslamiyet reddeder. Böyle iyilikler bir iyilik
sayılmamaktadır. Herkes elinden geldiği kadar toplumuna hizmet eder. Gerekirse malını
ve canını bile verir. Ancak bu yaptıklarına karşı diğer bireylerden asla bir şey
beklememelidir. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Herkes, bireyler
arasında dini, ilmi, iktisadi ve sosyal bağların kurulmasında görevli olup bu hususta
çalışmakla mükelleftirler. 2- Kamu
hizmetlerindeki bir mükellefiyet inanmış bir vatandaş olmanın verdiği bir hak ve
vazifedir. 3- Hiçbir kimsenin
yaptığı hizmetler karşılığı olarak devlette bir pay sahibi olduğunu iddia etmeye
hakkı yoktur. Hiçbir kimse bu konudaki çalışmalarını istismar edemez. 4- Devlet
hizmetleri bir karşılık almak veya gösteriş yapmak için değil, devlete bağlılık
sebebiyle yapılır. 5- Toplumda her
türlü ulaşım imkânını sağlayan karayollarının yapımı devletin asli görevleri
arasındadır. Bakara Suresi 2/
Ayet: 267 “Ey iman edenler!
Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan
hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı,
hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye layıktır.” Yâ : Bu
kelime hitap edatıdır. Belli ve bilinen şahıslara seslenmek için kullanılır. İki
faydası vardır: Birincisi, muhatap olan kişilerle muhatap olmayan kimseleri birbirinden
ayırmaya yardım eder. Bu ayette muhatap alınan kişiler Müslümanlardır. Onun için
Müslüman olmayanlar bu ayetin getirdiği hükümleri uygulamakla mükellef değildirler.
Onlar burada anlatılan vergi ile mükellef değil, onların ödeyeceği vergi başkadır.
Bunun ikinci
faydası ise muhatapları uyarmak ve dinlemeye davet etmektir. Böylece size sesleniyorum,
duyun ve dinleyin demek olur. Bu suretle bu harf ile vergi ödeme konusunda yanlış
yollara sapmamaları için muhataplar uyarılmışlardır. Eyyühâ : Bu
müphem bir isimdir, münadadır. Esasen bu kelime kendisine seslenilen kişiyi
açıklamak ve belirtmek için gelir. Kelimenin sonundaki hâ zamiri ise, önce müphem
ismi sonra bilinen, belirli muhatabı uyarmak için gelir. Aslında bu iki isim bir
muhataba delalet eder… Bu kelimenin faydası kapalı bilinmeyenden açık olana ve
bilinene geçmekte bir nevi tekit vardır. Yani kendisine seslenilen kimseleri ayırma
yaparken dikkati çekip dinleyicilerin susup dinlemeye geçebilmeleri için zaman kazanmak
maksadı ile uzatılmaktadır.[636]
Ellezîne : Bu men
kelimesi gibi ism-i mevsuldür ve kimseler demektir. Menden farkı bunun belir
olmasıdır. Onun için buradaki muhataplar gelişigüzel sıradan kimseler olmayıp
Kuran’a ve İslam dininin getirdiklerine inanmış olan kimselerdir. Burada özel olarak
bu hüküm imanla ilgili olduğu için men kelimesi kullanılmamış ellezine kelimesi
getirilmiştir, diyebiliriz. Bu kelimenin
ellezî diye tekil getirilmeyip de ellezine şeklinde çoğul getirilmesinin sebebi ise bu
işin birey olarak tek başına yapılması yerine toplum olarak hep beraber yapılmasına
işaret etmektir. Yani siz vergilerinizi ayrı, ayrı değil, topluca verin demek olur. Ey iman etmiş olanlar denilmek suretiyle burada
iman kelimesinin kullanılması İslam düzenine girip kendilerini bu düzende emniyete
almış olan kimselerin bu güvende olmalarına karşılık görevleri sadedinde bir vergi
mükellefiyetinin konulduğunu açıklamaktadır. Yani verginin, bir güvenlik
karşılığı olarak, devletin ekonomik hayatı, üretimi ve tüm iş hayatının
güvenliğini sağladığı için alındığını ifade etmiş olmaktadır. Bu ifadenin iman etmiş olanlar şeklinde mazi fiil ile
söylenmiş olması İslam dinini resmen kabul etmiş anlamında olup içinden ve
kalbinden inanmış ve inanmamış olmasının dışarıda tutulduğunu gösterir. Onun
için mümin denilmemiş, iman etmiş olanlar şeklinde buyrulmuştur. Böylece bu İslam
düzenini benimseyenler bu düzenin gereklerini yerine getirirler demek olur.
Benimsemeyenler ise bu düzene girmemiş olurlar. İslam’da bir düzene girip girmeme
serbestliği ve özgürlüğü vardır.[637]
Ancak İslam düzenine girdikten sonra da artık o düzenin gereklerini yerine getirme
zorunluluğu vardır. Reşit olan
kişiler din hürriyetine sahiptirler. On beş yaşına girmiş olan bir kimse istediği
dini seçme hakkına sahiptir. Bir kimse İslam dinini seçtikten sonra artık onu terk
edemez ve onun herhangi bir emrini inkâr edemez. İslam düzeninden çıkmak, yani onun
gereklerini inkâr etmek (irtidat) dini-siyasi bir isyan olduğu için[638]
bunu yapan kimseler İslam ülkesinde yaşama hakkını kaybederler.[639]
Eğer bunlar İslam yurdunu terk edip kaçıp gitmezlerse ölüm cezasına
çarptırılırlar.[640]
İşte ayette “iman etmiş olanlar”
buyrulmakla hem İslam düzenine girmede bir mecburiyet olmadığı ifade edilmekte, hem
de bir defa iman etmenin de yeterli olduğu ve artık onun İslam düzenine girdiğinin
kabul edildiği bildirilmiş olmaktadır. İnfak ediniz:
İnfak demek, malları pazara götürüp satmak veya çocuklara yedirmek ya da her ne
suretle olursa olsun, harcama yapmak demektir. Bu infakın aynı zamanda zekât yani
İslam devletinin vergisi demek olduğu hususunda da nakiller vardır.[641] Burada îtâ kelimesinin kullanılmayıp da infâk kelimesinin kullanılması ve çoğul olarak
getirilmesi harcama yerlerinin de yine toplum tarafından hep beraber tespit edileceğini
yani bütçenin toplum tarafından yapılıp hazırlanacağı esasını getirmektedir. Bu
sebeple harcama yerleri toplum tarafından tespit edilecek ve herkes, vereceği infakı
harcama yerlerine teslim etmekle görevli tutulacaktır. Ya da kurulacak bir vergi
(zekât) kurumu ile bu harcama biçimi ve şekli toplum tarafından yürütülecektir. Bu
konuda hükümetlerin ise sadece bir kontrol etme hak ve salahiyetleri olup bütçeden
ancak kendileri için ayrılan kısmın harcamasını yapabilirler. İslam’da
hükümetin teşekkülü de bugünkü durumdan farklıdır. İslam ekonomisinde halk
kuruluşları ve toplulukların başkanları, hükümet idaresinde görev alırlar. Vergi
işleri ve bütçelerin uygulanmasının iyi gidip gitmemesinin denetimini bu görevliler
ve hükümet birlikte yaparlar. İşte infak işi
böylece devlete sadece vergi vermek şeklinde ortaya çıkmamakta bunun yanı sıra
vergilerin topluca verilip yerlerine dağıtma biçiminde belirlenmektedir. Yani burada
mükellef bir taraftan hem devlete vergi borcunu vermekte diğer taraftan hem de devlet
adına bu malları gereken yerlere teslim etmektedir. Min : Bu den,
dan manasına gelir. Burada tebiz için gelmiştir. Yani malın bir kısmını infak edin
demektir. Bu kelime belirsiz bir isim üzerine gelirse o şeyin cinsinden herhangi bir
kısmına şamil olur. Burada ise min, mâ kelimesinin başına gelmiştir. Mâ nekre bir
kelimedir. Buna göre mükellef harcamayı mallarının istediği tarafından yapabilecek
demektir. Diğer taraftan en iyisinden[642]denilmek
suretiyle bu harcamanın malların en güzel tarafından yapılacağı ortaya çıkar.
Buradaki harcayın emri sadece yükümlülere
ait olan bir buyruk olmayıp mükelleflerle beraber bu vergileri toplayıp dağıtanları
da içersine alır. Çünkü harcama işi ancak bu suretle tamamlanabilir. Gerek memur,
gerekse mükellef mallarını güzelini seçip harcayacaklardır. Bu ayette en güzelinden
denilmeyip de güzelinden buyrulması,
malların en güzeli değil de orta kaliteden alınıp verileceğini bildirir. Burada Tayyib
kelimesi habis kelimesinin karşılığı olarak kullanılmıştır. Bu iki kelime zıt
anlamda olarak başka ayetlerde de geçer.[643]
Habis, bozuk, pis, kirli demektir.[644]
Tadı, kokusu güzel, hoş olanlara da mesela meyvelere Tayyib denilir.[645]
Pis kokanlara da habis denilir. Besleyici, yapıcı ve oluşturucu her şey tayyibdir,
faydalı olan her şey tayyibdir. Zararlı, yıkıcı ve bozucu olan her şey de habistir.
Kâinatın düzeni
yapıcılık ve yıkıcılık, yapıcılar ve yıkıcılar olmak üzere zıt iki şey ve
taraflar üzerine kurulmuştur. Yeryüzünde bazı canlılar vardır; onlar yapmakla
görevlidirler, yapıcıdırlar ve yaparlar. Bazı canlılar da vardır ki, onlar da
yıkmakla görevlidirler, yıkıcıdırlar ve yıkarlar. Hiç şüphesiz yıkılması
gereken şeyleri yıkmak da iyi bir görevdir. Ancak bir şey yıkılabilir ve yapılanı
yıkmak kolaydır. Dolayısıyla asıl görev yıkmak değil, yapmaktır. İşte
yapıcılığa hizmet eden şeylere Tayyib, yıkıcılığa hizmet eden şeylere de habis
denilmektedir. Kanda bulunan akyuvarlar yapıcıdır, tayyibdir. Vücuda bir mikrop
girdiğinde akyuvarlar mikroba yanaşırlar, onları içlerine alırlar ve eritirler. Bu
sebeple onlara vücudun bekçileri demek de doğrudur. Mikroplar ise zehirleyici
oldukları için habistirler. İffet evlenmeye zorlar, dolayısıyla yapıcı olduğu
için tayyibdir; buna karşılık ise fuhuş, evlenmeyi önler, buna göre o yıkıcı
olduğu için habistir. Malların iyisi vardır kötüsü vardır; kusursuzu vardır,
kusurlusu vardır. İyi ve kusursuz mallar yapıcı ve faydalıdırlar; kötü ve kusurlu
mallar ise yıkıcı ve zararlıdırlar. Mesela bazı çürük olan mallar vardır, bunlar
zararlıdırlar, yenildiği aman bile mideyi bozarlar, bunlar habistirler. Allah malların
tayyibini, iyisini ve güzelini verin demekle bozuk ve çürük malların vergi olarak
verilmemesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu ayet, Hz. Peygamber zamanında bazı
kimselerin döküntü, bozuk, çürük-çarık şeyleri vermeleri üzerine gelmiştir.[646]
Buradaki harcamayı
devlete vergi vermekten öte daha geniş ve daha genel olarak da düşünmek mümkündür.
O zaman bu ayeti şöyle anlayabiliriz. Standarda uymayan düşük kaliteli ve bozuk
malları kullanıp harcamamalı, elverişli, üstün kaliteli ve iyi malları kullanıp
tüketmelidir. Bu harcama emrinin
çoğul olarak getirilmesi, malların kalite ve cinsleri üzerinde toplumun kontrol etme
haklarının bulunduğunu ifade eder. Hükümetlerin fiyatlar üzerinde bir müdahale
haklarının bulunmaması onların mallar üzerindeki denetim hak ve vazifelerini ortadan
kaldırmaz. Hükümetler yiyecek ve içecekleri her zaman kontrol ederler. Hatta bu konuda
İslam tarihinde kurulmuş ihtisap (veya hisbe) teşkilatı adıyla bilinen bir kurum
vardır. Bunun görevleri, çarşı, Pazar ve sokakları teftiş etmek, İslami
hükümlere aykırı olan fiil ve davranışları yasaklamak, hamallara, hayvanlara ve her
türlü taşıtlara gücünden fazla yük yüklemeyi menetmek, yol ve sokaklarda
yıkılmak üzere olan yapıları yıkması için sahiplerine emir vermek suretiyle
meydana gelebilecek tehlike ve kazaları önlemek, yenilecek ve içilecek şeylere hile
karıştırılmasını, eksik ölçü ve tartı kullanılmasını menetmek gibi daha çok
belediye hizmetlerini görmektir.[647]
Bu teşkilatın gayesi bütün düzende İslam hukukunun tam uygulanmasını sağlamak ve
Allah’ın kelimesini yüceltmektir.[648] Aynı zamanda
devlet ve hükümet başkanı olan Hz. Peygamber’in çarşı ve pazarları bizzat
denetlediğini görüyoruz.[649]
O bir gün bir yiyecek satan tüccarın yanına geldi. Adama nasıl ve kaça sattığını
sorduktan sonra, elini yiyecek maddesinin – (bunun buğday olduğu söylenmektedir,[650])- içine sokup kontrol ettiğinde, yığının iç
kısımlarının yaş olduğunu görünce, nedir bu hal, dedi? Satıcı üzerine yağmur
yağdığını söyledi. Hz. Peygamber de öyleyse bu yaş olanları müşterinin görmesi
için niye üstüne koymuyorsun, dedi ve Aldatan
bizden değildir, buyurdular.[651] Her satıcı
piyasaya çıkardığı malın kalitesini, müşterilerine söylemek zorundadır. O malın
fiyatını istediği gibi tespit edebilir. Buna kimsenin bir diyeceği yoktur. Ancak
hiçbir satıcının hiçbir alıcıyı aldatmaya ve kandırmaya hak ve salahiyeti yoktur.
Bunun için
malların asgari kalitesi ve standartları devlet tarafından tespit edilir. Mallara
kalitesine göre bir isim verilir ve hangi kalite malların nerelerde kullanılacağı
toplum tarafından tayin edilir. Piyasaya mal getiren üreticiler, tespit edilen bu
adları kullanırlar. Artık bu asgari kalitenin altında mal satan tüccarlar
müşterilerinin rızalarını almadan sattıkları için, yapılan alış-veriş akdi
iptal edilebilir. Satın alınan mal ise mevcut olduğu kadarıyla geri verilir. Malın
bedeli de müşteriye iade edilir. Kalite düşüklüğü mal için bir kusur
sayılmalıdır. Çünkü kalite düşüklüğü fiyat düşüklüğünü gerektirir.
Fiyat düşüklüğünü gerektiren her vasıf ise bir kusurdur.[652] Alış-verişte
esas olan her iki tarafın da rızalarının bulunması ve gönülden hoşnut
olmalarıdır.[653]
Ne alıcı satıcıyı ve ne de satıcı alıcıyı kandırabilir. Bundan dolayı
müşteriye mutmain olsun diye Ebu Hanife’ye göre bir tüccarın malın maliyet
fiyatını müşteriye söylemesi gereklidir.[654]
Böylece bu ayet
bizi mallarda normlaşmaya ve standartlaşmaya götürmektedir. Bunun için bizi bu konuda
devletin müdahale şekli ve nispeti üzerinde düşündürmektedir. İnfak satmak manasına da geldiğinden yukarıda
geçtiği gibi Tayyib olan malları kullanıldıkları yere göre Tayyib olan mallar
satışa çıkarılabilir, şeklinde anlarız. Böyle düşündüğümüz zaman neticede
bu esas ortaya çıkar. Bu da ancak malların kalitesini müşteriye bildirmekle
sağlanabilir. Bu konuda İslam hukukundaki hıyar-ul ayb hükümleri uygulanır.[655]
Ayette kesp etmiş
olduğunuz şeyler denilmektedir. Küsb :
zeytinin yağını alıp geriye kalan posa yığınına denir.[656]
Kesp etmek kimsenin mülkü olmayan menkul malları toplayıp bir araya getirmek ve ona
sahip çıkmaktır. Bunlar üzerinde sarf edilen emeğin derecesi önemli değildir. Elde
dilmiş ve bir insanın elinde olmaları, bunlara sahip çıkmak için yeterli olur.
Menkul mallarda mülkiyet, kimsenin olmayan şeyleri bir araya getirip toplamak anlamını
taşır. Bu şekilde elde
edilen malların mübadele yoluyla değiştirilmeleri de mümkündür. Dolayısıyla
bunlara menkul mallar gözüyle bakıp onun hükümlerini uygulayacağız. Buradaki mâ
(şey) kelimesi umum ifade ettiği için bütün menkul şeylerin mülkiyete konu
olabileceğini gösterir. Menkul malların taşınma ve depo edilebilme gibi iki
özelliği vardır.[657]
Bu özellikten dolayıdır ki, bize göre elektrik ve akan su mal sayılmazlar. Bu ayet çalışıp
kazanmanın mubah olduğunu gösterir. Kazanma da malların mübadelesi ve hizmetlerin
mübadelesi olmak üzere iki yönden gerçekleşir.[658] Ayetteki kesb: kazanma kelimesinin mazi kalıbında gelmesi,
ism-i fail veya ismi-i meful kalıbında gelmemesi, mal üzerindeki mülkiyet hakkını,
bir defa kazanma ile doğduğunu bildirir. Yani menkul malı bir defa elde eden kişi
artık onun sahibi olur. Bu sahipliğin devam etmesi için onun tekrar, tekrar elde etmesi
şart değildir. Çünkü emirler fiilin tekrarını gerektirmez.[659]
Mastara delalet eden her fiil mazi ve muzari filler ve ism-i failler bile[660]
yapılan işin tekrar, tekrar yapılmasını gerektirmez.[661] Şu halde
mülkiyeti kazanma yollarından biri ile kim bir mal elde ederse o, onun demektir. Artık
devletin bu husustaki görevi ancak bu mülkiyeti ve mülkiyet hakkını koruyup
kollamaktan ibarettir. Bunun için mesela bir mal çalınmış olsa bunun bir usul
dairesinde tazmin edilmesi gerekir.[662]
Hz. Peygamber Veda Haccı hutbesinde can, mal, ırz ve namusun dokunulmazlığını ilan
etmiştir.[663] İnsanların
hayatında her kazanç birçok kazançların dolaşım katkısına borçludur. Hiçbir
bireyin kazancı düşünülemez ki, onda toplumun bir tekeffülü ve diğer bireylerin
bir iktisap alakası karışmamış olsun[664]
İşte verginin sebeplerinden birisi de bu olsa gerektir. Ayete dikkatle
bakacak olursak iki çeşit vergi olduğunu anlarız. Birisi bireyin tamamen kendi emeği
ile kazandığı mallardan verdiği vergi. Mesela sermaye ve ticaret mallarından verilen
vergiler gibi. Çünkü buradaki kesbin ticaret demek olduğu hakkında da nakiller
vardır.[665]
Diğeri ise arazi vergisi diyebileceğimiz toprak mahsullerinden alınan vergidir. Para, altın,
gümüş, ticaret malları ve depo edilen yiyeceklerden vergi alınır. Yalnız bunlara
sahip olan mükelleflerin ortalamanın üzerinde bir servete (nisaba) sahip olmaları
gerekir. Mali gücü ortalamanın altında olanlardan vergi alınmaz. Gelir vergisi
sisteminde ücretlerden de vergi alınmaktadır.[666]
Bilindiği gibi İslam vergi siteminde özel bir şekilde uygulanan varlık: servet
vergisi vardır. Ayette kesp edilmiş: elde edilmiş ve kazanılmış bulunan mallardan
vergi alınacağı bildirilmiş bulunmaktadır. Zaten bunun için mâ kesebtüm:
kazandıklarınızdan, denilmiştir. Bu sebeple kazanma inden dolayı vergi alınmaz. Buna
göre ücretlerden vergi kesilmesi yersizdir. Çünkü ayette min kesbin: kazanmaktan
buyrulmamıştır. Burada verginin bireyin mülkiyetine geçmiş olan kazanılmış
mallardan alınacağı ifade edilmiştir. Öyleyse kesb edilmiş mallar mükellefin elinde
bulunduğu müddetçe vergi vermeye devam eder. Bireyin zenginlik durumu ortalamanın
altına düşünceye kadar o, vergi vermeye devam eder. Artık ortalama seviyenin altına
düşünce vergiden muaf olur. Ayette insanın
kendi gücü ile kazandığı malların iyisinden vergi verilmesi yerine, Allah’ın
yerden bitirdiği ürünlerin her çeşidinden verilmesi hususu bildirilmektedir. Bunun
sebepleri vardır. Elde ettiğinden dolayı verilen sermaye vergisi ile yerin bitirdiği
mahsulden alınan arazi vergisi birbirinden farklıdırlar. Birisi bireyin bir toplum
içersinde elde etmiş olduğu bir kazançtır. Bu aynı zamanda devletin sağlamış
olduğu bir güvenlik ortamında elde edilmiş olan bir kazançtır. Diğeri ise bir arazi
vergisi olup toprağın topluma, kamuya ve devlete ait olmasından dolayı bu devletin
aldığı bir nevi kiradır. Devlet bizzat kendisi bir arazi kullanmaz, ekip dikmez. Fakat
toprağı düşman saldırısından korumak devletin görevidir. Ayette kazanılan
malların iyilerinden, yerden biten ürünlerin ise kendilerinden verilmesi emredilmiş
bulunmaktadır. Birinci kısım mallarda yani bireyin kazandığı mallarda nisap şartı
aranırken yerden kaldırılan ürünlerde bu şart aranmamaktadır. Bu Ebu Hanife’nin
görüşüdür. Ona göre kaldırılan ürün az olsun çok olsun öşür vergisi
alınır.[667]
Diğer müçtehitler ise toprak mahsullerinde beş vesk yani bin kilodan az olan mallardan
vergi almazlar.[668] Vergide toprak
ürünleri ile diğer malların üzerinden geçecek olan zaman bakımından da fark
vardır. Çünkü her iki verginin yani öşür vergisi ile zekât vergisinin sebepleri
ayrı ayrıdır. Öşür vergisinin sebebi üretim vasıtası olan topraktır. Toprak üretici olduğu için her üretimde
vergi verilmesi gerekir. Üretim olmazsa mesela herhangi bir afat sebebiyle ürün elde
edilmezse vergi alınmaz.[669]
Zekât vergisinin
sebebi ise nisaptır. Çünkü zekât, nisaba izafe edilmiştir. Mesela Hz. Peygamber,
mallarınızın onda birinin dörtte birini (yani kırkta birini) veriniz,
buyurmuşlardır.[670]
Aynı zaman dilimi içersinde nisapların çoğalması ile vergi ödeme de çoğalır ve
mükellef, zengin sınıfına girmiş kabul edilir. Zira İslam ekonomisinde vergi ancak
zengin olanlardan alınır. Fakat insanların zenginlik dereceleri farklıdır. Bu sebeple
Allah, zenginliği nisapla tayin ve tespit etmiştir. (Yani bir kimse kaç nisaba sahip
ise o kadar zengin sayılır ve o bu nispette vergi verir. Mesela nisap para olarak 100
bin TL ise 200,000 (iki yüz bin) liralık bir mala sahip olan kişi 2 nisaba sahip
demektir) Ancak zenginliğin gelişmesi de yenilenen ihtiyaçları giderecek olan nema
(üreme) ile olur. Bu suretle malın aslı baki kalmış olur ve mükellef zengin olmuş
olur. Bu şekilde onun vergi vermesi kolaylaşmış olur. Bu anlayışa göre
nema, zenginlik ve vergi verme kolaylığını gerçekleştirerek vergi ödeme görevinin
şartı olmuş olur. Ancak nema gizli bir iş olduğundan onu meydana getiren sebep onun
(kendisinin) yerine geçmektedir ki, bu sebep de dört mevsimi içersine alan yıldır.
Gerçekten bir yıl içersindeki mevsimler çoğalma ve üreme sebebiyle ve her mevsimde
meydana gelen talep değişmeleri yüzünden kıymetin mevsimlere göre uygun bir şekilde
artmasından dolayı malın nemalanmasına büyük etki yaparlar. İşte bu sebeplerden
dolayı vergide bir yıl şart olmakta, yıl yenilendikçe nema da yenilenmekte nemanın
yenilenmesi ile de verginin asıl sebebi olan mal, nisap miktarına ulaşarak
yenilenmektedir. Netice olarak yıl
yenilendikçe vergi verme görevi de yenilenir. Yalnız burada önemli olan bir nokta
vardır. Bir hüküm olarak vergi verme işi, yılların geçmesi ile değil, asıl sebep
olan nemanın yenilenmesi iledir. Vergi için nema sebep yıl ise şarttır. Nema yoksa
vergi de yok demektir.[671]
Bütün bu açılamalardan sonra vardığımız sonuç zekât mallarında bir yılın
geçmesi şart olduğu halde öşür mallarında böyle bir şart yoktur. Mesela topraktan
yılda üç defa ürün kaldırılsa üç defa vergi alınır. Yani burada zaman şart
değildir; önemli olan ürünün kaldırılmasıdır.[672]
Toprak ürünleri ile diğer mallar arasında görülen bu iki fark ayette açıkça
belirtilmemekle beraber ifade tarzı bu iki vergi sisteminin farklı olduğunu
bildirmektedir. Ahracnâ: Biz
çıkardık, demektir. Huruc, dühul kelimesinin karşılığıdır. Haraca çıktı
demektir. Ahraca ise çıkardı anlamına gelir. Böylece bir şeyi başka bir şeye
dönüştürüp meydana getirmeye de ihrac denilmektedir. Burada toprağın bitki haline
gelip yerden çıkarıldığını ifade eder. Ayette ifadenin bizim
çıkardığımız şeklinde buyrulması toprak ürünlerinin yetiştirilmesinde
bireyin emeğinden ziyade toplumun-devletin daha fazla rol oynadığını gösterir.
İnsanlar, canlı varlıkları yapma gücüne sahip değildirler. İnsanlar bu konuda
sadece yetime ortamını sağlayıp hazırlarlar. Böylece bu ortamda bitkiler doğal
olarak kendiliğinden yetişirler. Bu nedenledir ki, bu tür mallarda bir taraftan
devletin hakkı olduğu gibi diğer taraftan yetiştirmede emek harcandığı için
bireyin de hakkı vardır. Devlet, toplumun kendi payına düşen hissesini alır, bireyi
de meşru mülkiyet hakları içersinde geri kalan malda serbest bırakır. Ayetin
evvelinde sizin kazandığınız mallar diye söz edilirken burada bizim
çıkardığımız mallar denilmesi, devletin topraktan elde edilen mallar üzerinde
diğer mallara göre daha çok bir hakka sahip olduğuna işaret etmektedir. Yalnız bu
vergi oranlarının ne kadar olacağı hususunda ayetlerde hiçbir hiç bir açıklama
bulunmamaktadır. Bu yüzde oarnları hadislerle tespit edilmiştir. Toprak ürünlerinden
1/ 10 veya 1/20 oranında bir vergi alınırken[673]
emek ürünü olan mallardan ise 1/40 oranında bir vergi alınır.[674]
İhrac
kelimesinin nâ: biz zamirine izafe edilmesi ürün yetiştirme işinin bir takım
sebep ve vasıtalara dayandığını ifade eder. Bu vasıtalar toprak, su, güneş ve
havadır. Bu dört unsur, eskilerin ifadesiyle anasır-ı erbaa, eski yunandan beri her
şeyin aslı sayılmıştır. Bunların bulunmasında ve meydana gelmesinde insanın
hiçbir katkısı yoktur. Buradaki verginin artırılması buna bağlı olsa gerektir. Bu
bakımdan bugün seralarda yetiştirilen ürünlerden bireyin emeği daha çok geçtiği
için, yarı vergi alınabilir veya hiç vergi alınmayabilir. Çünkü sera yapan kimse
toprak, su ve ısıtma işlerini kendi emeği ile yapmaktadır. Biz bunu taşıma su ile
suni olarak sulanan arazilerden kendiliğinden tabii olarak sulanan arazilerin yarısı
nispetinde (1/10, 1/20) vergi alındığını[675]
göz önünde tutarak söylüyoruz. Ayetin bildirdiği
hususlardan birisi de vergilerin ayni olarak alınmasıdır.[676] Leküm : Sizin
için, denilmiştir. Buradaki ihracın insanlar için olması şarttır. Bu kelime
sayesinde yerde hayvanlar için biten ot ve saman gibi şeylerin vergiye tabi
olmadıkları anlaşılmaktadır. Bunların vergisi buralarda serbestçe otlayan
hayvanlardan alınır. Buradaki leküm
kelimesi bize verginin başka bir esasını daha bildirmektedir. Vergi, bir üretim
devresinde sadece bir yerden alınır. Bir örnek vermek gerekirse mesela eğer demir
filizlerinden vergi alınıyorsa artık demir ocaklarından vergi alınmaz. Eğer zirai
ürünlerden vergi alınıyorsa un değirmenlerinden vergi alınmaz. Sizin için
çıkardığımız tabiri ile vergi
alınması için, birey mülkiyetinin bulunmasının şart olmadığı ortaya
çıkmaktadır. Bu sebeple ormanlardan elde edilen malların da zekâtı-vergisi vardır.
Mahsulü ister ziraat şeklinde, ister kendiliğinden biten yabani meyveleri toplamak
şeklinde olsun elde edilen ürünlerden mutlaka vergi vermek gerekir. Vergi nispeti az
olsun, çok olsun, vergi tespit edilen % üzerinden verilir. Şu halde orman
ürünlerinden de vergi verilmesi lazımdır. Meralarda otlayan
hayvanlardan da vergi alınır. Bu hayvanların otladıkları şeyler bizzat bizim için
yaratılmış gibi gözükmese de onların etleri ve sütleri bizim için olduğundan
vergi alınır. Bunlara harcanan emek çok kabul edildiği için vergi nispeti kazanılan
mallarda olduğu gibi 1/40 olarak değerlendirilir. Bu yüzden böyle hayvanların yılın
yarısından fazlasını meralarda otlayarak beslenmeleri şarttır. Altı ay veya
altıdan daha fazla bir zaman için ahırlarda beslenen hayvanlarda vergi yoktur.[677]
Bu leküm kelimesi ile hayvan yiyecekleri, mülkiyet dışında bırakılmış
bulunmaktadır. Nitekim ot, su, ateş ve tuz üzerinde mülkiyet olmayacağı, bunların
bireyler arasında ortak mal olmaları hususunda Hz. Peygamber’den hadisler rivayet
edilmiştir.[678]
Bu konuda İbn Mace metni aynen şöyledir: “Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Su,
ot ve ateş. Bunların bedeli haramdır.” Hz. Ayşe, Hz. Peygamber’e ya Resülellah,
men’i helal olmayan şey nedir diye sordu. “Su, tuz ve ateş” buyurdular. Hz. Ayşe,
ben dedim, ya Resülellah, haydi suyu biliyoruz, fakat şu tuz ile ateşin durumu nedir,
dedi. Ey Hümeyra, dedi Hz. Peygamber, kim bir ateş verirse sanki o bu ateşin
pişirdiği şeyin hepsini tasadduk etmiş gibi olur. Kim bir tuz verirse o, bu tuzun tat
verdiği şeyin hepsini sadaka vermiş gibi olur. Kim bir Müslüman’a suyun bulunduğu
bir yerde bir bardak su verirse o, sanki bir köle azat etmiş gibi olur. Kim bir
Müslüman’a suyun bulunmadığı bir yerde bir bardak su verirse o, sanki ona can
vermiş gibi olur.”[679] Ancak bununla
beraber kendi özel tarlalarında otlatmak suretiyle besledikleri hayvanlardan daha fazla
vergi almak, tarladan ürün almaya mani oldukları için, bunların vergilerini bir kar
daha artırmak bize göre mümkün olabilir. Mine’l-Ardı : Yerden,
buyrulmaktadır. Bu yer kelimesi verginin kaynağını tespit etme bakımından
önemlidir. Yukarıda da belerttiğimiz gibi, arazi vergisi üretimde toprağın payını
vermek demektir. Toprak aslında toplumun, kamunun ve devletindir. Devlet kuvvetleri onu
düşman elinden kurtarıp almıştır ve aynı zamanda şimdi bekçiliğini yapmaktadır.
Ebu Hanife’ye göre devletten izinsiz olarak bir yeri ihya eden kimse o yere sahip
olamaz.[680]
Bunun için bir bireyin bir toprağı kendi kendine temellük etmeye ve mülkiyeti altına
almaya hakkı yoktur. Yalnız onu kullanma hakkına sahip olur. Kişi toprağı
kullandığı için de oradan elde ettiği ürünlerden onda birini kira payı olarak
devlete verir. Aslında bu
ayetteki kesb: kazanma ile ihrac: çıkarma işleri iç içedir. Kazanma toprak
ürünlerinde de vardır. Ticari kazançlarda da ihraç vardır. Çünkü ekonomik
olaylarda temel dayanak hep topraktır. Bilindiği gibi insan her işini toprak üzerinde
yapmaktadır. Bu ayette her iki verginin aynı emir altında yani infak ediniz emrinde toplanmış olması bize bu
vergilerin temelinin hep aynı olduğunu gösterir. Burada “bundan ve şundan” der
gibi, ayrı, ayrı minmâ kelimesi getirilmesi
ise bunların vergi nispetlerinin ve tarh şekillerinin farklı olduğunu gösterir. Bu vesile ile
burada ekonomide kendisinden çokça sözü edilen gelir dağılımına kısaca deyinmek
isteriz. Avrupalılara göre üretim vasıtaları tabiat, emek, sermaye ve teşebbüs
olmak üzere dört çeşittir.[681]
İslam ekonomisinde de üretim vasıtaları dört olarak kabul edilebilir. Ancak bu
vasıtaların taksim şekli ve oluşumları İslam ekonomisinde farklı bir durum arz
eder. İslam ekonomisinde
tabiatın yerini toprak alır. Toprak denildiği zaman toprak, su, güneş ve hava hep
birlikte anlaşılır. Allah geceyi gündüzü, güneşi ve ayı[682]
yerde olanları ve göklerde bulunanları tolu olarak[683]
bütün inanların faydasına var etmiştir. Onun için bunların özel mülkiyet altına
alınmaları söz konusu değildir. Hiçbir kimse güneşini ve havasının kullandığı
için başkasından bir ücret isteyemez. Yine hiçbir kimse kuyudaki duran suyu veya
arıkta akıp gitmekte olan bir suyu atamaz. Kendisinden artıp böylece başkasına
verdiği bir su için bir ücret ve karşılık bekleyemez.[684]
Diğer taraftan doğal olarak kendiliğinden meydana gelen bitki ve hayvanların
kaynağını tabiat teşkil etmekle beraber, bunlar ancak ihraz edildikten sonra mal
haline gelip sermaye kategorisine girebilirler. İslamiyet’le
diğer sistemler arasında sermaye ve sermayenin çalıştırılması hususunda da bir
takım ayrılıklar vardır. Sermaye, malın üreticiden tüketiciye akabilmesi için ara
yerleri dolduran ve üretim ile tüketim arsındaki dalgalanmaları karşılayan bir mal
yığınından ibarettir.[685]
Sermaye depo edilmiş olan faydalı bir mal yığınıdır.[686]
Sermayeyi, geçmişte mal ve madde haline gelmiş olan ve gelecek için üretimde harcanan
bir emektir, diye tarif edenler de vardır.[687]
Bu tarif, İslamiyet’in mülkiyet konusunda “insan
ancak emeğine sahip olabilir”[688]
getirdiği esas açısından doğrudur. Kısımları ayrı, ayrı konulara tabi tutulduğu
için sermayeyi döner ve sabit olmak zere iki kısma ayırabiliriz. Sabit sermaye imarla
ilgili olduğundan[689]
döner sermayeden farklıdır. Tesis diyebileceğimiz bu sabit sermaye imar ve ihya ile
elde edilir. Bu toprak üzerinde emek harcanarak yapılmış olan bir mülktür. Bunlarda
özel mülkiyet vardır. Toprakta ise bunlarda olduğu şekliyle özel mülkiyet yoktur.
Yalnız ihya sebebiyle toprak tesislerin bir cüzü haline geldiği için tesis sahibinin
mülkiyeti-tasarrufu altına girmiş ayılır. Sermayenin ikinci
bölümü, döner sermaye adını verdiğimiz bölümdür ki, asıl sermaye de budur. Bu
da üretime bizzat katılan ham madde ve ilk maddedir. Bunun ham yarı mamul ve mamul
olması İslam açısından bir önem taşımaz. Kazanılan mallar üzerinde bir işlem
yapılıp veya yapılmamış olması mülkiyette bir fark meydana getirmez. Çünkü
mülkiyet bölünmez; yarı mülkiyet diye bir anlayış yoktur. İslam hukukundaki
mudarebe şirketi bize İslam ekonomisinin sermaye anlayışı hakkında biraz bilgi
vermektedir. Rizikosuz ve emeksiz bir kazanç olan faizin yasak olduğu bilinmektedir. Bir
tarafın sermaye diğer tarafın ise emek koyduğu mudarebe şeklinde olan şirkette
zararı tamamen sermaye çeker.[690]
Bu durumda emek sahibi de bedava çalışmış olur. Yani hiçbir riziko çekmeyen ve emek
harcamadan kazanç getiren bir sermayenin İslam ekonomisinde yeri yoktur. Bu hususta
temel kural şudur: “Her nimet bir külfet
karşılığıdır.”[691]
Bu sebepledir ki, hiçbir riziko kabul etmeksizin toprağı kiralamak da aynı sermayeyi
yani parayı kiralamak gibi kabul edilmiştir.[692]
Bu yüzden Hz. Peygamber’in hadsilerinde toprağı kiraya vermenin yasaklandığını
görüyoruz.[693]Ebu
Hanife de aynı görüşü paylaşmakta ve savunmaktadır.[694] İslam ekonomisinde
emek ile teşebbüs birlikte düşünülür ve buna çalışma diyebiliriz.[695]
Dünya ve ahirete taalluk eden her hususta insanlığın mutluluğu için tavsiye ve
irşatlarda bulunan ve tek gayesi insanların saadet ve selameti olan İslamiyet, diğer
emir ve tavsiyeleri arasında çalışmayı da teşvik etmiş ve tembelliği ise men
etmiştir.[696]Auguste Comte,
insan tabiatındaki “çalışmanın” ve “emek sarf etmenin” tabii
olmadığını ve tabiatımıza yapılmış bir aşı olduğunu söylüyor. Bu aşıyı
insana terbiye, örf, anane denen faktörler yapıyorlar. Yalnız bu hususta en çok rol
oynayan amil dindir. İnsanlık ancak dinin terbiyesi ile çalışmaya alışmıştır.
Çalışkanların mükâfat görecekleri vadi ruhlar üzerinde derin tesirler
yapmıştır. Son zamanlarda iktisat sosyolojisi ile uğraşan bilginlerin dinin bu
yönünü kabul ettiklerini görüyoruz.[697] İslam
hukukçuları çalışıp emeği ile geçinenleri özel işçiler ve genel işçiler diye
iki sınıfa ayırmışlardır.[698]
Mesela günlük, haftalık, aylık ve yıllık olarak tutulan işçiler böyledir.
Bugünkü memurlar da bu sınıfa girerler. Zira onlar devletin işçileridirler. Genel
işçi ise yalnız iş sahibine çalışması şart olmayan, istediği herkese
çalışabilen bir işçidir. Mesela terzi, berber ve köy çobanı bu usul ile çalışan
kişilerdir.[699]
Bu iki ayrı işçinin ayrı statüleri ve ayrı hükümleri vardır. Mesela özel işçi
yapılacak bir iş bulunmadığı için çalışmayıp boş otursa da ücret ve maaşını
alır. Genel işçi ise iş yapmaz ve herhangi bir çalışmada bulunmazsa bir ücret
almaya hak edemez. Kuran’da sekiz
yıl ücretle çalışmaktan[700]
su çekmenin ücretinin ödenmesinden[701]
eğrilmiş, yıkılmak üzere olan bir duvarı doğrultmanın[702]
babanın süt veren kadınlara ücretlerini tediye etmesinden[703]
bahsedilmektedir. Bundan başka işçi ve işveren sınıflarının bulunmasının tabii
olduğu, toplumdaki sınıflardan hiçbirinin diğerinin geçimini sağlamadığını,
gelir dağılımının ve her grubun geçiminin toplum-devlet düzeni tarafından
gerçekleştirildiğini anlatıp açıklayan ayetler vardır.[704] Hicret olayında
Sevr dağındaki mağarayı bulmak için Hz. Peygamber ile Ebu Bekir’in Deyl
Kabilesinden Kureyş’in dininden olan birisini kılavuzluk etmek üzere ücretle
tuttuklarını Hz. Ayşe haber vermektedir.[705]
Bu ayetlerin ve
hadislerin mefhumundan anlaşıldığına göre emeğinden, bilgisinden, hem emeğinden ve
hem de bilgisinden birlikte faydalanmak için işçi tutmak doğal bir yoldur. Ne suretle
olursa olsun, ister fikir işçisi olsun, ister beden işçisi olsun, bunlar insan
oldukları için birbirinden farksızdırlar. Mesela beden işçilerinin ortaya koyduğu
işgücü, aynı bir makine gücü gibi kabul edilemez.
Ücret bir menfaat
karşılığı alınmaktadır. İcar ise menfaatin temlikidir. Ücret bütün tarih
boyunca iktisatçıları düşündürmüş, hakkında bir takım nazariyeler
yürütülmüş bir konudur. Biz bu hususta sadece İslam’ın getirdiği esasları
söylemekle yetineceğiz. İslam’ın bütün “işveren”lere uymalarını emrettiği
ücret seviyesi odur ki, işçi, işverenin yediğini yesin, giydiğini de giysin. Bu ise
işverenlerle işçinin, hayatın zaruri ihtiyaçlarında ekonomik bakımdan eşit duruma
gelmesi demektir.[706]
Burada İslam’ın böylece tüketime getirmiş olduğu sosyal denge esasını tekrar
hatırlatmak isteriz. Klasik veya liberal
görüş toprağa rant veya kira, tesis ve ilk maddeye (yani sermayeye) faiz, işçiye
ücret ve müteşebbise de kar tanımaktadır. İslamiyet ise böyle bir bölüştürmeyi
asla kabul etmez. Zira burada zararın kime ait olacağı açıkça görülmemektedir ve
belli edilmemiştir. Müteşebbis yükleniyor gibi görünmektedir. Hâlbuki onun elinde
bunu karşılayacak imkânı yoktur. Böylece bu zarar topluma kalmakta bu arada
müteşebbis de ezilmektedir. Bir taraftan sermayenin tesisler kanadı yıpranma payı
olarak kira veya kar hakkına sahip olurken (çünkü başka türlü çalışma olmaz ve
üretim çarkı işlemez), diğer taraftan ilk maddeyi teşkil eden döner sermaye kanadı
da hiç yıpranmaya uğramadan aynı kaldığı halde faiz almaktadır. Ancak bu faiz
denen karşılık, nedir ve neyin karşılığı olarak verilmektedir? Bu hiçbir şeyin
karşılığı değildir ve bu çalışmanın, emeğin sömürülmesinden başka bir şey
değildir. İşte bundan dolayı İslamiyet faize haksız bir kazanç olduğu için
şiddetle karşı çıkmıştır. İslam ekonomisinde
öngörülen bir bölüştürme ise şöyle olabilir. İslam toprağı kamunun-devletin
kabul etmekte, bunun karşılığı olarak da ona toprak ürünlerinden vergi almak hakkı
tanınmıştır. Tesisler ise o tesisleri yapıp meydana getiren kişinin mülkü olur.
Buna göre bu mülk sahibi bu tesislerin kirasını alır. Emek sahibi işçi de emeğinin
karşılığı olarak ücretini alır. İlk maddeyi koyanlar yani döner sermayenin sahibi
olanlar ise kar ve zarara sahip olmaktadırlar. Böylece sermaye bu karını rizikoya
karşılık olarak, kar ve zararı birlikte üstlendiği için almaya hak kazanmıştır. Bu İslam
ekonomisindeki bölüştürmede toprak kirası olarak devlete verilen vergi sanki
rizikosuz ve emeksiz bir kazanç olan faize benzer gibi gözükmektedir. Yukarıda
söylediğimiz gibi devlet arazi vergisini toprağa sahip olup onu koruduğu için
almaktadır. Çünkü toprakta menkul mallarda olduğu şekliyle bir özel mülkiyet
anlayışı ve uygulaması yoktur. Yemm : Bu
deniz demektir. Necid ülkesinde bir akarsuyun adıdır.[707]
Aslında durgun olarak akan suya ve denizin taşmasına denir. Teyemmüm ise kalbin bir
tarafa akması, bir şeye meyletmesi ve bir şeyi yapmak istemesidir. Ayette kötü
malları vermeye kalkışmayın yani kalbiniz bunu yapmak istemesin denilmektedir. Burada
var olan çok ince bir manayı hadislerin yardımı ile daha kolay bir şekilde
anlamaktayız. Vergi memuru vergi almak için mükellefin yanına geldiği zaman
mükellef, bütün mallarını ortaya koyar, Vergi olarak vereceği malları da ayırıp
gösterir. Memur ise alacağını bunlar arasından seçer.[708]
Yani verilecek vergi mallarını ayırma hakkı mükellefin, seçme hakkı da memurun
olur. İşte bu anlamı ifade etmek için ayette malların kötülerini vermeye kalkmayın
ve gönlünüzden böyle bir şey geçmesin buyrulmuştur. Mükellef böyle bir isteğini
bilfiil gerçekleştiremez. Çünkü seçme hakkı memurundur. Memur ise vergiden %
aldığı için kendi menfaatini kaçırmak istemez. Öyle ise mükellef böyle bir şeyi
düşünmüş olsa bile onun bu arzusu ancak gönlünde kalır. Bunun için kalitesiz
malları vermeyi kastetmeyin, denilmiş olabilir. Habis :
Yukarıda etçiği gibi bu, bozuk, pis ve kirli demektir.[709]
Ayette tayyib kelimesi belirsiz bir kelime olan mâ’ya izafe ederek gelmişti. Bu her ne
kadar izafe ederek gelse de yine belirsiz sayılır. Fakat habis kelimesi ise burada
belirli olarak gelmiş bulunmaktadır. Bu sebeple habis, bozuk olan bir malın belli ve
bilinir olması gerekir. Buradan şunu anlıyoruz ki, standartlıma yapılırken hangi
malların bozuk sayılacağı belirlenecek ve bozuk olan malların vasıfları
açıklanacaktır. Sağlam olan malların kalitesi ise doğal olarak bırakılmış
olacaktır; bu çok önemli bir husustur. Çünkü belli vasıflara sahip aynı kalitede
bir mal imal etmek fabrikasyon dışında zordur. Ancak şu vasıfları olan ve şöyle
mallar bozuktur demek, kolaydır.
Bozuk çıkan dolayısıyla kalitesinden düşürülen mallara bozuk damgası
vurulur. Bu suretle eksik, kırık, çatlak, düşük ve kusurlu mallar, belirlenmiş
olur. İşte böylece ayet standartlamanın temel kuralını getirmiş bulunmaktadır. Şu
halde vasıfları bozuk olan kusurlu mallar sayılıp dökülecek, kusursuz mallar ise
tayyib: normal ve iyi kabul edilecek değildir. Yukarıda tayyib kelimesinin neden
belirsiz olarak geldiği hakkındaki açıklama burada daha iyi anlaşılmaktadır.
Baştan bildirilip belirtilmemiş olan eksik ve kusurlar, zaten çok, çok az oldukları
için, malın kalitesini düşürecek anlamda bir kusur sayılmazlar. Minhu : Ondan buyrulmuştur. Burada sanki
minhuma: o ikisinde denilmesi daha uygun gibi görünmekte olduğu halde minhu: ondan
diyerek tekil zamiri kullanılmıştır. Dolayısıyla her iki vergi de aynı esasa
bağlı mütalaa edilip kabul edilmiştir. Aslında bu iki vergi yani ziraat ve kesb
vergileri temel vergilerdir. Aralarında sadece tahsil şekli bakımından, bir de nispet
ve tarh bakımından fark bulunmaktadır. Yoksa bunların vergi olmaları bakımından her
ikisi de aynı esasa dayanır. Bunlar başta tek infak emri altında toplandığı gibi
şimdi de bir tekil zamiri ile ifade edilerek bu anlam teyit edilmiştir, diyebiliriz.
İnfak etmeye kalkışmayın, denilmek suretiyle
verginin devlete verileceği hususu desteklenmekle birlikte onun toplanıp dağılması
yolunda bütün toplum kapsamı içerisine alınmaktadır. Burada dikkat edilecek başka
bir husus daha vardır. Yukarıda kesb edilen
malların tayibinde verin, denildiği halde burada habis malları vermeye kalkmayın buyrulması her
iki malı, hem kazanılmış olan malları ve hem de yerden biten malları içerinse
alır. Allah’ın yerden bitirdiği mallarda habis olanları bulunmayacağı için “yerden sizin için çıkardığımız”
denilmiş olabilir. Allah’ın topraktan
bitirdiklerinden bizim için olanlar bizimdir. Onlarda bir eksiklik yoktur. Habis olanlar
ise bizim olmaz. Onlar da diğer canlıların olur. İşte topraktan çıkan malların bu
kısmına yani insan yiyeceği olmayan bitkilere vergi yoktur. Öşür vergisinde sebep toprak olduğu için kasten
toprağa ekilen yetiştirilip elde edilen üründen vergi alınır. Mesela toprakta
kendiliğinden çıkmış ot, çubuk, kamış v.s. gibi hayvan yiyeceklerinden vergi
alınmaz. Fakat bunları yetiştirmek için özel olarak toprağa ekilen ve çıkan
üründen onda bir veya yirmide bir vergi alınır.[710]
Bu yüzden ayette Tayyib: iyi kelimesi sadece kesbe izafe edildi. İhrac (topraktan bitirme) kelimesi ise mutlak
olarak getirilmiştir. Kesb (insanın kazandığı) mallarının Tayyib olmayanları da
vergiye tabidir. Hem kendi cinsinden olan malın yüzde oranında bir vergiye tabidir.
Daha az bir yüzde ile değerlendirilemez. Ziraat ürünlerinin ise yalnız Tayyib: iyi
olanları vergiye tabidir. Verginin kalitesi
düşük olan mallardan verilmesini yasaklayan cümlede ise vergiye konu olan her iki
çeşit malın aynı hükme tabi olduğunu belirtmek için “ondan habis olanını infak etmeye kalkmayın”
buyrulmuştur. Gâmid : Yüksek
yerlerin arasında bulunan alçak ve çukur yere gâmıd
denir.[711]
Bu kelime anlaşılması zor ve kapalı olan söz için de kullanılır. Göz yummaya da igmâd adı verilir. Bu göz yummak kolaylık
göstermek anlamında bir istiaredir.[712]
Alış-verişte satılan bir malın biraz şaşkın olması sebebiyle müşterinin
tüccara fiyatın biraz düşürülmesi veya malın çekiden biraz fazla olarak
artırılması hususunda kullandığı bir sözdür.[713] Alış-verişte
fiyatın doğal olarak kararlaşması için malın görülmesi, müşteriye gizli
kalmaması gerekir. Aynı şekilde satıcı da fiyatı öğrenecek, piyasayı anlayacak,
bundan sonra malının kalitesine göre bir değer koyacaktır. Hz. Peygamber’in
malını satmak üzere pazara gelen üreticinin yolda karşılanmasını yasaklayan
hadisleri vardır. [714]
Daha yüksek bir fiyatla satış vaat ederek piyasayı bilmeyen böyle üretici
köylülerin mallarını almak haramdır.[715]
Üreticinin
aldatılmaması için pazara gelip piyasayı ve fiyatları iyice öğrenmesi ve malının
kıymetini buna göre değerlendirmesi gerekir. Bu sebeple Hz. Peygamber bu hadisi ile
pazara ulaşmadan satılan malların fiyatlarının muhayyer olduğu ve satıcıya
(üreticiye) bu hususta hak tanındığını bildirmektedir.[716]
Burada böylece
ticaretin temel kural ve esaslarından birisi daha konulmuş bulunmaktadır. Mübadelede
fiyatlar tamamen serbesttir; hiçbir kimse malını rızası olmadığı halde konulan
narh ve fiyatla satmaya icbar edilemez; bunu yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Narh
konulması ve fiyatın tespit edilmesi, ticaret mallarının saklanmasına, malların
saklanması fiyatların yükselmesine, fiyatların yükselmesi de fiyatların yükselmesi
de fakirlerin zarar görmesine sebep olur.[717]
Satışa arz edilen
malların alıcılar tarafından bütün evsafıyla bilinmesi ve hiçbir yerinin gizli
kalmaması gerekir. Bu ticaret mallarının vasıflarının alıcı tarafından bilinmesi
hususu, kalitenin tespiti bakımından temel prensip kabul edilebilir. Alıcı malda bir
kusur bulduğu zaman onu iade etme hakkına sahiptir.[718]
Böylece alış-veriş, her iki tarafın karşılıklı rızaları ile serbest olarak
anlaşmaları sayesinde gerçekleşmiş olur.[719]
Onlar esaslarla çelişmeyen herhangi bir şart üzerinde anlaştıkları zaman bu
anlaşma onlar için geçerli olur. Artık böyle bir anlaşmayı feshetmek doğru olmaz.[720]
Müşteri malın
üretim maliyetinin ne kadar olduğunu da bilmelidir. Satıcı da malını ben bunu şu
kadar paraya mal ettim diyerek sözlü ifadede bulunur. Bütün bunlardan sonra satıcı
malını istediği fiyattan satabildiği gibi alıcı da istediği fiyattan satın
alabilir. Mübadele sözleşmesi bu şekilde gerçekleştikten sonra artık her iki
tarafında caymaya hakkı yoktur. İşte iğmâd kelimesi bize malın bu kusurunu bilseydim,
almazdım dedirtecek gibi hususların bulunmaması gerektiğini ifade eder. Bu da ancak
malın kusurlu olması ve maliyetin pahalıya çıkmasına bağlıdır. Satıcı da
kaliteyi düşürecek kusurları ve malın ilk maliyet fiyatını söyleyeceği için
aldatma ve anlaşmazlığın kaynağı ortadan kalkmış olur. Bu kelime ile
burada bir de vergi verirken kusurlu malların verilmemesi esası getirilmiş
bulunmaktadır. Tuğmidû fîhi : Onun hakkında göz yumduğunuz. Yani ancak göz
yumarak aldığınız, denilmekle, size pay olarak düşse, beğenip almayacağınız bir
malı siz de vermeyin diye bir ihtarda bulunulmuş olabilir. Burada bir zarf harfi olan fî’nin kullanılması malın her tarafı kusurlu
olmasa bile sadece bir tarafında kusur bulunsa, bunun bütün mala teşmil edileceğini
dolayısıyla sözleşmenin bozulabileceğini bildirmektedir.[721]
Burada
alış-verişteki hıyar-ul ayb (mal kusurlu çıktığı zaman iade etme serbestliği),
muamelesinin ikinci şartı konulmuş bulunmaktadır. Kusuru sonradan anlaşılan bir
malın tamamı iade edilir. Kişi, ya hiç indirim yapılmadan ilk fiyatla kusuru
katlanarak malı alır, iade etmez veya tüm olarak geri verir; sağlam olan malların
seçilip ayrılarak kusurlu olanların geri çevrilmesi olmaz. Çünkü mutlak olan bir
alış-veriş sözleşmesi malın tamamının sağlam ve iyi olmasını gerektirir.[722]
Fîhi kelimesindeki fî harfi bize bunu bildirir. Çünkü zarfın taşıdığı
özellikten dolayı, mazruf zarfın her tarafını kaplamadığından, kusur malın bir
yerinde olsa da yüz buruşturarak alınır. Öyleyse kusur bir yerde bulunsa bile malın
tamamı geri verilir, alınmaz. Ayetin
sonunda bilin ki, Allah gani ve hamid’dir,
buyrulması, bize vergi işlerinin kamu-devlet tarafından düzenleneceğini ve ayetin
başında geçen infak emrinin devlete vergi verin anlamında olduğunu gösterir. El-Ğınâ :
İhtiyacı olmamak, ihtiyacı az olmak demektir.[723]
Kocası ile tatmin olan, başka birine ihtiyaç duymayan, kendisi çok güzel olduğu
için süslenmeye ihtiyaç hissetmeyen kadına da ğâniye denir.[724] Ğaniliği şöyle
tarif edebiliriz: İhtiyaçlarını tatmin edecek imkânlara sahip olup bir talepte
bulunmayan kimseye ğani: zengin, ihtiyaçsız denir. Müstağni kelimesi de buradan
gelir. Fakr ise bunun zıddıdır; ihtiyaçlarını tatmin edecek imkânlara sahip
olmadığı için talep halinde olan kimselere de fakir adı verilir. İslam ekonomisinde
talep esas olarak tüketim malları için kabul edilir. Bundan dolayı tüketim malları
kendi ihtiyacına yeter olmayan kimselere fakir denir. Üretim mallarına ise ihtiyacı
doğrudan değildir ve üretim mallarına olan ihtiyaç sonsuzdur. Yine bundan dolayıdır
ki, zengin ve fakirliği, üretim mallarının azlığı veya çokluğu ile tarif etmek
mümkün değildir. Ayetin sonunda
Allah’ın ğani olduğu bildirilmektedir. Gerçekten Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı
yoktur. Diğer taraftan devlet de statik bir yapıya sahiptir. Sadece bireylerin işlerini
görüp onlara hizmet ettiği için vatandaşların vergilerine ihtiyacı vardır. Yoksa
devletin kendisinin neye ihtiyacı olabilir. Buradan şu neticeye varıyoruz ki, zirai
ürünlerden alına vergi, her ne kadar toprak hakkı olarak alınsa da yine bireylerden
alınmış demektir. Bu yüzden de bireylerin hizmetlerinde harcanır. Zaten devlet bu
gelirleri başka bir yerde harcayamaz. Gerçekten vergi,
ortak hizmetlerin görülmesinde kullanılır. Mesela yüz kişiden alınmış olan vergi
ile bir yol yapılmış olsun. Böylece verilen bu para yüz misli artmış demektir.
Çünkü vergi veren vatandaşların her biri bu yolu kendi malı gibi kullanırlar.
Herkes bu yoldan kendi özel mülkü gibi faydalanır. Mesela yine bir bekçi tutulur. Bu
bekçi bütün yüz kişinin mallarını bekler. Eğer herkes ayrı, ayrı bekçi tutmuş
olsaydı, bunun yüz misli kadar bir para ödemek zorunda kalacaklardı. İşte devlete
verilen vergiler örneklerde görüldüğü gibi, kat, kat artarak yine mükelleflere geri
döner. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1-Müslümanlarla
zimmîlere uygulanacak vergi sistemi aynı değildir, farklıdır. 2-Vergi topluca
verilir ve dağıtılır. 3- Vergi devletin
güvenlik hizmetleri için alınır. 4- İslam düzenine
girip girmeme serbestliği vardır. 5- İslam düzenine
girenler onun vecibelerini yerine getirirler. 6-Vergi devlet
tarafından toplanır ve gereken yerlere dağıtılır. Bu işlerin iyi gidip gitmediğini
hükümetler kontrol eder. 7- Devlet
hizmetlerini bütün halk başkanın emri altında olarak yürütür. 8- Vergi mallardan
ayni olarak alınır. 9- Vergi vasat
kalitenin üstünde olan mallardan verilir. 10-Vergi zenginlik
ortalamasının üstünde olanlardan alınır. 11- Zenginlik
durumu ortalamanın altına düşen kimse, vergi vermekten muaf tutulur. 12- Mallar faydalı
yerlerde harcanır. 13- Malların
standartları toplum tarafından tespit ve kontrol edilir. 14- Kimsenin malı
olmayan taşınabilir ve depo edilebilir şeyler elde edilmek suretiyle mülkiyet altına
alınmış olurlar. Bir mal kimin elinde ise onun olur. 15- Menkul
malların bir defa elde edilmesi mülkiyet için yeter sebeptir. 16- Menkul mallarda
mülkiyet hakkının devam edebilmesi için her yıl düzenli olarak vergilerin verilmesi
gerekir. 17- Menkul
malların elde edilmesi ve harcanması bir toplum tarafından birlikte, bir düzen
içersinde ve topluluk halinde gerçekleştirilir. Böyle bir durum özel mülkiyeti asla
ortadan kaldırmaz. 18- Toraklardan
elde edilen ürünlerden üretim vergisi alınır. 19- Toprak
ürünlerinden alınan vergilerle diğer mallardan alınan vergiler, esasta ve temelde bir
ve aynı nispet, nisap ve tahakkuk bakımından ise farklıdırlar. 20- Kazanma yolu
ile elde edilen malların vergileri, yıldan yıla tahakkuk eder ve nisaptan aşağıda
olan mallardan vergi alınmaz. 21- Arazi vergileri
üründen alınır ve her ürün kaldırımında vergi alınır. 22- Arazilerden alınan vergi nispetleri daha
fazladır. 23- Mal üretim
döneminde tüketilecek duruma gelinceye kadar bir takım kademelerden geçer. Bir maldan
herhangi bir kademede bir defa vergi alınır. Bir maldan bir yılda iki defa vergi
alınmaz. 24- Altı ay veya
daha fazla bir zaman meralarda otlayan hayvanlardan vergi alınır. Fakat hayvan
yemlerinden vergi alınmaz. 25- Verginin
dayandığı temel unsur topraktır. 26- Normal şartlar
altında vergiler 1/5, 1/10, 1/20 ve 1/40 nispetlerinde alınır veya hiç alınmaz. 27- Toprak
kamunun-devletindir. Ziraat vergileri devletin topraktan aldığı bir kiradır. 28- Tesis sahibi
kira, döner sermaye sahibi kar, çalışan emek sahibi de ücret alır. 29- Vergi bir
ibadet olarak ifa edilip yerine getirilir.
Mecburi olan vergi ise gayri Müslimlerden alınan maktu
vergilerdir. Müslümanlar vergilerini kendi gönül rızalarıyla verirler. Hükümetler
de bu konuda kontrol görevlerini yerine getirirler. 30- Mallar piyasaya
standart olarak sürülür. Eğer alıcılar malın kalitesini/fiyatını bilmezlerse
satış sözleşmesini feshedebilirler. Yani malın kalitesinin bilinmemesi sözleşmenin
feshedilmesi için yeter sebep olabilir. 31- Malların
standartları ve kaliteleri, mallarda kusur sayılabilecek vasıf ve özellikler bir, bir
sayılmak suretiyle tespit edilir. İyi vasıflar ise söylenmekten ziyade malın isminden
anlaşılır. 32- İnsan
yiyeceği olarak kullanılmayacak kadar bozuk ve kalitesi düşük olan ürünlerden vergi
alınmaz. 33-Mübadelede
kişinin aldığı malın maliyet fiyatını öğrenme ve bilme hakkı vardır. Bunun
dışında fiyat her iki tarafın serbest bir şekilde anlaşmaları ile gerçekleşir. 34- Bir mal kusurlu
çıktığı zaman buna bağlı olan bütün mallar da kusurlu sayılır. Bu sebeple aynı
sözleşme ile alınan bu malların tümü artık ya geri verilir veya bu kusurlar yok
sayılarak anlaşılan bu ilk fiyatla bütün mallar kabul edilir. Yani defolu mallar ile
iyi mallar birbirinden ayrılarak sağlam mallar alınıp kusurlu mallar iade edilmez veya
fiyattan da herhangi bir indirime gidilmez. 35- Toplanan
vergiler, bu vergileri verenlerin ortak hizmet alanları için harcanır. 36- Hiçbir
mükellefin ödediği vergi, onun kendisinin faydalanmayacağı yerlerde harcanmaz. 37- Bütün
iktisaplar ancak bir toplum içersinde gerçekleştirilip yapılır. 38- Vergi olarak
verilecek bir malı ayırma hakkı mükellefin, ayrılan bu mallar arasından vergiyi
seçip alma hakkı da memurundur. 39- Ticaret
malları da vergiye tabi olan mallardandır. 40- Hükümetler,
çarşı ve pazarları bizzat denetleme hak ve salahiyetine sahiptirler. 41- Çarşı ve
pazarlarda yiyecek ve içecekleri, her türlü hareket ve davranışları kontrol edecek
bir teşkilat (el-Hisbe) kurulabilir. 42- Bir mal için
kalite düşüklüğü kusur sayılır. Kalite düşüklüğü de malın fiyatını
düşürür. Fiyat düşüklüğünü gerektiren her vasıf ve özellik de kusur
sayılır. 43- Alış verişte
esas olan her iki tarafın, alıcı ile satıcının serbest olarak rızalarının
bulunmasıdır. 44- Menkul
malların taşınma ve depo edilebilme gibi iki özelliği vardır. 45- Menkul bir
malı bir defa elde eden kimse artık onun sahibi olur.
46- Üretim
yapılıp da ürün bitmezse ve herhangi bir afat sebebiyle ürün elde edilmezse vergi
alınmaz. 47- Vergi
alınması için zekât mallarında bir yılın geçmesi şart olduğu halde öşür
vergisi verilen mallarda böyle bir şart yoktur. Çünkü her ürün kaldırıldığında
onun vergisi hemen verilir. 48- İslam
ekonomisinde ayrı, ayrı kanun ve kurallara tabi tutulduğu için sermayeyi sabit sermaye
ve döner sermaye diye ikiye ayırmak mümkündür. 49- Mudarebe
şirketinde meydana gelen zararı tamamen sermaye üstlenir. 50- İslam
ekonomisinde işçiler özel işçiler ve genel işçiler olmak üzere ikiye ayrılırlar. 51- İş yapsın
yapmasın, çalışsın veya çalışmasın özel işçilerin ücret almaya hakları
vardır. Genel işçiler ise ancak çalıştıkları takdirde ücret alabilirler. 52- Malını
pazaryerine getirmekte olan bir üreticiden, onu pazar fiyatlarını öğrenmeden hemen
yolda karşılayıp malını almak günahtır. 53- Satışa arz
edilen malların hiçbir gizli tarafı kalmadan, bütün vasıflarının alıcılar
tarafından bakılıp görülmesi ve görülüp bilinmesi gerekir. Bakara 2/ Ayet:
268 “Şeytan sizi
fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret
ve bir lütuf vaat eder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.” Bu ayette şeytan
nefis veya başkalarının vergi vermenin ve harcamalarda bulunmanın insana fakirlik
getireceğini iddia ettikleri bildirilmektedir. Hâlbuki Allah bu görevlerini yapan
kimselere dünyada kat, kat vereceğini ve öbür dünyada da bağışlayacağını haber
vermektedir.[725]
Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Yalnız benim
olsun diye vermemek ve cimrilik yaparak toplumu düşünmemek bir şeytanlıktan
ibarettir. Adıl fukaralığın temeli budur. Topluma ait olan görevlerin yapılması
tamamen bireylerin kendi yararlarınadır. 2- Toplumun
haklarına tecavüz etmek bir nevi fuhuştur ve şeytan işidir. 3- Devlete karşı
olan görevlerin ifası halinde bireylerin işledikleri kusurlar bağışlanır. Bunun
için birçok kusurlar ve suçların çoğu takipsiz kalır. 4- Vergilerini
veren kimseler, aslında verdiklerinin karşılığını kat, kat alırlar. Bakara Suresi 2/
Ayet: 269 “Allah hikmeti
dilediğine verir. Kime hikmet verilirse ona birçok hayır verilmiş demektir. Bunu ancak
akıl sahipleri düşünüp anlar.” Bu ayette geçen
hikmet kelimesi hüküm, hükümet, ihkâm manaları ile ilgili olarak mastar ve isim
olur. Hikmetin pek çok tarif ve tefsirleri yapılmıştır. Elmalılı çeşitli
görüşleri toplayıp bunlardan yirmi üç tanesini açıklamaktadır.[726]
Alusi ise muhtelif görüşler naklettikten sonra daha çok ilim üzerinde durmaktadır.[727]
Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Ekonomik
gelişmeler ilmi hareketlerle sağlanır. 2- Ekonomik
olaylar, hareket ve davranışlar ilmi olmalıdır. 3- Ekonomik
düzendeki ilmi davranışlar üretim alanında malların ve ürünün pek büyük bir
şekilde artmasına sebep olur. 4- İlim, her
ekonomik hareketin bütün tesirlerini hesap edip ekonomik oluşlara kumanda etme
imkânıdır. Bakara Suresi 2/
Ayet: 270 “Nafakadan her ne
harcadınızsa veya ne adak adadınızsa Allah onu bilir. Zalimlerin yardımcısı
yoktur.” Veriler vergiler
iyi kötü, az çok, açık gizli, hak veya batıl olarak ve her ne suretle verilirse
verilsin, Allah onu bilir. Allah mali veya bedeni olarak, adanan adakları da bilir.
Vergilerini vermeyen, mallarının kötülerinden veren, adadıkları adakları yerine
getirmeyen, adaklarını günaha çeviren, böylece eşyayı yerinde kullanmayarak zulüm
yapmış olan kimselerin başına öyle bir bela verir ki, artık onları kimse
kurtaramaz. Yapılan her türlü hizmetlerin ve toplanan vergilerin de yerine harcanmış
olması gerekir.[728] Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Toplumdaki
bireylerin, mesela vergi gibi, mali mükellefiyetlerinin yanında bir de bedeni görevleri
de vardır. 2- Herkes malının
bir kısmını muhtaçlara vermek zorundadır. 3- Herkes muhtaç
olanlara bedeni ile yardım etmek zorundadır. 4- Herkes malı ile
toplum hizmetlerine katılmak zorundadır. 5- Herkes bedeni
ile toplum hizmetlerine katılmak zorundadır. 6- Devlete verilen
vergilerin ve her türlü hizmetlerin yerinde harcanması gerekir. 7- Yapılan her
türlü mali ve nedeni hizmetlerin bilinmesi için bir kütüğe kayıt edilmesi uygun
olur. 8- Devlete karşı
mali ve bedeni görevlerini yerine getirmeyenler başkalarının hakkına tecavüz etmiş
olurlar. Bunun için onlar zalim sayılırlar. 9- Mali ve bedeni
görevlerini yerine getirmeyenler, devletin koruma görevinden yararlanma hakkını
kaybederler. 10- Gizli tutulan
mallar, devletin teminatı altında değildir. 11- Vergisi
ödenmeyen mallar devletin teminatı altında değildir. 12- Gayri meşru
iktisap ve kazançlar devletin teminatı altında değildir. 13- Haram mallar
devletin teminatı altında değildir. Bakara
Suresi 2/ Ayet: 271 “Eğer
sadakaları açıktan verirseniz ne ala! Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu
sizin için daha hayırlıdır. Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter. Allah,
yapmakta olduklarınızı bilir.” el-Bedv : Açık
sahraya, dümdüz uzanan ovaya denir.[729]
Badiye, çöle, kendisinde bulunan şeyi açıkça gösteren yere denir. Böyle yerlerde
oturan kimselere de badi adı verilir.[730]
Badiyü’r Ra’y ise derinlemesine düşünmeden ilk olarak hemen bir görüşe sahip
olmaktır.[731]
Şu halde bedv gizli ve kapalı olmanın zıddına açık ve meydanda olmak demektir. Devlet gelirleri
bir yerde toplanır. Sonra bunlar nerelere harcama yapılacaksa buradan oralara sarf
edilir. Böylece basit şekilde devlet bütçesi gerçekleşmiş olur. Toplanan bu
gelirlerin dağıtım işi çok önemlidir. Bu konuda iki yol uygulanabilir. Birincisi
bireylere yapılacak olan harcamalar, ikincisi ise toplumla ilgili olan mesela yol, su,
elektrik gibi, kamu harcamalarıdır. Bu harcamalar herkesin gözü önünde açık bir
şekilde yapılır. Böylece herkes neyin nerede ne kadar ve nasıl harcandığını
bilir. Mesela devlet eliyle kurulacak olan vakıf kurumları buna örnek olarak
gösterilebilir. Ayette sadakaların
açık yapılmasından bahsedilmektedir. Buna göre verilen vergilerden kurulacak olan bir
vakıf açık ve şeffaf olmalıdır. Mesela vakıflar asırlar boyunca insanların
ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını insanların gözleri önünde açık ve şeffaf olarak
yardım ederek gidermeye çalışmış kurumlardır. Yoksa burada sadece sadakanın açık
olarak verilmesi istenmese gerektir. Yani burada sadakaları
açık ederseniz sözü ile sadakaları
açıktan verirseniz sözü üslup bakımından farklı şeylerdir. Öyleyse burada
sadakanın verilmesinden daha çok harcanması ve bu harcanmanın da açık olarak
yapılmasına onun açık ve şeffaf olmasına vurgu yapılmaktadır, asıl söz konusu
olan budur, diyebiliriz. İn : Bu
kelime beş çeşit manaya gelir. Onlardan birisi de şartiyye olmasıdır.[732]
Eğer manasına gelir. Burada vergilerin hem gizli, hem de açık yapılabileceğini
gösterir. O halde açık olanların hükümleri ile kapalı olanların hükümleri
birbirine uygulanabilir, demektir. Biz buradan şunu anlıyoruz ki, bütçenin fasılları
arasında birinden diğerine aktarmalar mümkün olduğu gibi, bir fasılda değişik
şekilde değerlendirmeler de düşünülebilir. Hz. Ömer kalpleri ısındırılanlar
(“müellefe-i kulub”) faslını artık buna ihtiyaç kalmadı, gayesiyle
kaldırmıştı.[733]
Buna göre fasıllar arasında aktarmalar mümkündür, diyoruz. Ayrıca bir fasıl başka
bir türlü de değerlendirilebilir. Mesela fakirlere yıl içinde doğrudan doğruya
dağıtma yerine bunlara düşen pay ile yine kendilerine yardım edecek bir vakıf
kurulabilir. Bu fiilin çoğul
olarak gelmesi bu işlerin hükümetler tarafından değil de toplum tarafında ve toplum
adına şura, ekonomik şuralar tarafından yürütüleceğini ifade eder. Vergi veren
kimseler verdikleri vergi nispetinde bütçede söz sahibi olurlar. Buna göre herkes,
vergi gelirlerini yüzde olarak fasıllara dağıtır. Bunlar kendi puanları ile
çarpılır, toplanır, ortalaması alınır ve yine yüzdelere çevrilir. Böylece
bütçe nispi olarak yapılmış ve meydana getirilmiş olur. Toplanan gelirler de bu
şekilde nispi olarak dağıtılmış olur. Sadaka : Sağlam
ve doğru mızrağa sadk adı verilerek tavsif edilir.[734]
Tek olan hakikatten ayrılmayıp bu gerçeği tutmaya da sadakat denir. Bu insanın kendi
içindekini gerçeğe uygun olarak söylemesidir ki, yalan ve yanlışın
karşılığıdır. Kocanın karısına verdiği mihire saduka denilir. Bu kocanın karısına olan
sadakatini ifade ettiği gibi aynı zamanda karının da kocasına olan sadakatinin bir
karşılığıdır. Devlete verilen vergilere, veren kimsenin devletine karşı
gösterdiği bir sadakat sembolü olduğu için, sadaka adı verilmiştir, diyebiliriz. Kuran-ı Kerim’de
zekât ile sadaka aynı manada kullanılmıştır. Bu konudaki görüşünü Maverdi
şöyle açıklamaktadır. “Zekât sadaka, sadaka da zekât demektir. Bu kelimeler
farklı ama maksat ve mana biridir.”[735]
Böylece zekât maldan alınan vergi tarafını temsil eder ki, zenginlerden alınıp
fakirlere verilir. Çünkü Hz. Peygamber, Muaz b. Cebel'i Yemen'e görevli olarak
gönderirken ona, "...zekatı (vergiyi) zenginlerinden al, fakirlerine ver."
diye emir vermişti.[736]
Yani vergi alınan tarafın da verilen tarafın da devlete olan bağlılığını dile
getirir. Yalnız biz burada zekatta esas olan malın, sadakada esas olan ise insanın göz
önünde bulunduğunu söylemek istiyoruz. İnfak ise sadece müslüman vatandaşların
ödediği bir vergi olarak anlaşılabilir. Ayette “eğer sadakalrı açık yaparsanız”
buyrulmaktadır. Burada sadaka kelimesi çoğul olarak kullanılmış ve lam-ı tarig ile
belirli hale geteirilmiş ve sizin sadakanız diye izafetle belirli yapılmamıştır.
Halbuki yukarıda[737] hep
“malları” veya “mallarınız” şeklinde izafetle getirilmişti. Önceki ayetlerde[738]
sadakanın verene veya dağıtana izafe edilmesi bunun bir kamu hakkı olup bir birey
malı olmamasından ileri gelir, diyebiliriz. Buradaki fiilin
çoğul olarak gelmesi ise herkesin sadakalarını ayrı ayrı değil, hep birlikte
dağıtmaları gerektiğini gösterir. Artık toplanıp bir araya getirilmiş ve bir tek
mal haline gelmiş olan bu gelirleri büütn toplum ortaklaşa olarak dağıtır. Gerçi
bırada meful de çoğul olmakla ayrı ayrı düşünüldüğü zaman herkesin
dağıtacağı kısmı kendi istediği gibi dağıtacağı anlaşılabilir. Ancak bu da
bütçede herkesin verdiği vergi kadar söz sahibi olduğunu ifade eder. Diğer taraftan
sadakanın izafe edilmemesi ve cemi müennes salim kalıbında getirilmesi de onun bütün
halk tarafından ortaklaşa olarak yerine getirildiğini ifade eder. Burada bu çoğulun
belirli olarak getirilmesi de bunun bilinen belli gelirlerden ibaret olduğunu bildirir.
Yani bu sadaka gelişi güzel sadakalarla ilgili olan bir hüküm değil, devlet bütçesi
ile ilgili bir konu olsa gerektir. Ayrıca sadaka
kelimesinin cemi müennes salim kalıbında ve belirli olarak getirilmesi bütçelerin
çok olduğunu ve bu çok sayıdaki bütçelerin hepsinin bu ayetin hükümlerine tabi
olacağını gösterir. Bu da toplumların ayrı ayrı, kademe kademe bütçeleri
olacağını bildirir. Bir toplumun vergi
toplayıp dağıtabilmesi için o toplumun bir şahsiyete sahip olması gerektiği
kanaatindeyiz. Molla Hüsrevin de dile getirdiği gibi zimmet veya şahsiyet, insanı hak
ve vazifelere ehil kılan br vasıftır.[739] İslam
hukukçuları bu konuyu ehliyet ve zimmet adı altında anlatmışlardır.[740] Ancak
bugün yeni türkçede özel ve tüzel kişilik diye adlandırılan bu hakiki ve hükmi
şahsiyetin insan ve insan toplulukları ile ilgili olduğunu burada da hemen
söylemeliyiz. Başka hukuklarda olduğu gibi İslam ekonomisinde mallara şahsiyet
verilemez. Mesela Roma hukukunda tesisler de birer hükmi şahıstırlar.[741]İslam’da
ise hak ve vazifelere ehil olma, alacaklı ve borçlu, davalı ve davacı olabilme yetkisi
yani şahsiyet yalnız ve sadece insanlara verilmiştir. İnsan birey olarak hakiki bir
şahsiyete, özel kişiliğe sahiptir. Bireylerin meydana getirdiği bazı yerleşim
birimleri ve bazı toplumlar da hükmi şahsiyete yani tüzel kişiliğe sahiptirler. Kuran-ı Kerim’in
birey ve toplumlara hitap şekillerinden faydalanarak İslam idare sisteminde insan
topluluklarını küçükten büyüğe doğru birey, aile, mahalle, köy, bucak, ilçe,
il, bölge ve devlet şeklinde sıralamak mümkündür. Bize göre bunlardan birey, özel
kişiliğe; mahalle, bucak, il ve devlet ise tüzel kişiliğe sahiptirler; diğer
toplulukların ise kişilikleri yoktur. Bu kişide başlayıp devlete kadar giden
birimlerin karşılığı olarak Kuran-ı Kerim’de şu kelimeleri buluyoruz. Birey
: Nefs[742]
Aile
: Ehl-ü Beyt[743]
Mahalle: Aşiret[744]
Köy : Ehl-ü Karye[745] Bucak :
Kabile[746]
İlçe : Belde[747] İl
: Şa’b[748]
Bölge: Ehl-ü Medine[749]
Devlet
: Kavm[750] İslam hukuk
sisteminde bireye kişilik tanınması konusunda icma ve ittifak vardır.[751]
Bilhassa Bakara suresinin 286. ayeti bireyin kişilik sahibi olduğuna leh ve aleyh
kelimelerini kullanarak açıkça delalet etmektedir. Çünkü orada kişinin kendi
çalışıp kazandıkları kendi hakkı ve kendisinin; kazandırıldıkları ise
kendisinin değildir. O onlara sahiplenmemeli, onları kazanan sahiplerine verme işi onun
görevi olmalıdır. Böylece kişinin
şahsiyeti olduğu, ancak ailenin kişiliği olmadığı anlaşılmaktadır. Zira aileye
dayanan bir anlaşma olduğunu, onun adına herhangi bir hukuki işlem yapıldığını
tarihen tespit edemiyoruz. Ayetlerde de buna delil olabilecek şekilde beyt: ev’den söz
eden bir şeye de rastlayamadık. Tam tersine evin kişiliği olmadığını gösteren
işaretler vardır. Mesela evin kendisinden bahsedilmeyip evin sahipleri diye söz
edilmekte ve evin sahipleri muhatap alınmaktadır.[752]
Mahallenin
şahsiyeti vardır. Buna Kıran’da aşiret denilmektedir.[753]
Mahallenin şahsiyeti olduğunu, bu kelimenin cemi müzekker salim kalıbı ile
vasıflandırılmasından anlamaktayız. Çünkü bu ayette “ve enzir aşiretek-el
akrabin” (ve en yakın akrabalarını uyar)
buyrulmuştur.[754]
Fatiha suresinde geçtiği üzere cemi müzekker salim kalıbı ayrı, ayrı toplulukları
ifade eder. Bunun mahalleye delaleti ise mesela Elmalılı[755]
oymaktan bahseder. Oymak aileden sonra gelen bir kuruluştur. Kuran’da da bu kelime
mahalle yerinde kullanılmıştır.[756]
Cevheri bunu kişinin yakın topluluğu diye açıklıyor. Rağıb ise Müfredat’ında[757]
bireyin kendi sayelerinde çoğalmış olduğu akrabalarıdır. Yani onlar kişi için
tamsayı konumundadırlar, demiştir. Mesela Beni Haşim ve Beni Muttalib mahalleye örnek
olabilecek topluluklardır. Osmanlılar devrinde de mahallenin şahsiyeti olduğunu tarihi
eserlerden öğrenmekteyiz.[758] Köylerin
şahsiyeti yoktur. Kuran’da bu ehl-ül karye (köy halkı) diye geçmektedir.[759]
Bugünkü mevzuatta köylerin şahsiyeti vardır. Köylerin ayrı bir bütçe uygulaması
bunun açık delili olur. İslam ekonomisinde
bucaklara kişilik verilmiştir. Bunlara Kuran’da “kabile” (Bucak) adı verilir.[760]
Bucakların Selçuklular ve Osmanlılar zamanında da kişiliği olduğu tarihçiler için
malumdur. İlçelerin
şahsiyetleri yoktur. Bunlar bağlı oldukları iller adına hareket ederler. Biz bu
yerleşim birimleri için Kuran-ı Kerim’de “belde” kelimesinin zikredildiğini
görüyoruz.[761]
Bugün olduğu gibi illerin şahsiyetleri vardır. Biz Kuran’da geçen “şa’b”
çoğulu “şuub” kelimesini ilin karşılığı olarak kabul ediyoruz.[762]
Bölgelerin
şahsiyetleri yoktur. Bunlara Kuran’da “ehl-ül Medine” adı verilir.[763]
Aslında bölgenin şahsiyeti olmadığını bu isminden de anlamak mümkündür. Çünkü
ayette medineden yani bölgeden bahsedilmemekte, medinenin-bölgenin sahiplerinden
bahsedilmektedir. Devletin şahsiyeti
vardır. Buna Kuran’da “kavm” adı verilmektedir.[764]
Nuh, Hud, Salih ve Lut peygamberlerin kavimlerinden (devletlerinden) bahsedilmektedir.[765]
Firavun’un, Hz. Musa’nın Ad ve Semud’un, Hz. İbrahim ve Tübba’in kavminde söz
edilmektedir.[766]
Anlaşma yapmış olan bir kavmin-devletin bu anlaşmasına saygı göstermenin
gerekliliği açıklanmaktadır.[767]
Alusi, Arapların idari kuruluşları hakkında bilgi vermektedir.[768]
Ancak bu konu ekonomiden daha ziyade İslam’ın idare sistemiyle ilgili olduğu için,
üzerinde bu kadarcık durmuş olduk. Bireyden devlete
kadar uzanan kuruluşlardan kişiliğe sahip olanların gelir ve giderleri vardır.
Bireyin nafakası kendisine aittir. O çalışıp kazanır, kendi kendisini besler. Yani
onun gelir ve giderleri kendisine aittir. Kişinin böyle kendi kendini beslemesi belki
sadaka sayılmayabilir ama ancak onun aile içersindeki mükellefiyeti başkalarına
mesela çocuklarına bakması ise sadaka kabul edilebilir. Çünkü o, bu görevini toplum
adına yapar. O halde bireyin bir taraftan çalışıp kazanmakla gelirleri olur, diğer
taraftan da hem kendisine ve hem de başkalarına bakmakla da giderleri vardır. Mahallenin gelir ve
giderleri sadaka mahiyetindedir. Kuranda mahalle gelir ve giderleri yine mahalleye
bırakılmakla birlikte bu serbest yardımlaşma şeklinde düzenlenir. Mesela yakın
komşuların birbirleriyle yardımlaşmaları böyle bir yardımlaşmadır.[769]
Bunun yanı sıra bucak bütçesinden mahallelere dağılmak üzere bir fon da
ayrılabilir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bucağın kişiliği bulunmakla onun
bütçesi de olacaktır. Bucağın gelirlerini para, sermaye, meralarda otlayan hayvanlar
ve depo edilen yiyeceklerden alınan vergiler teşkil eder. İllerde doğrudan doğruya
bütçeden bahseden ayetlerde bunu daha geniş olarak ele alacağız. İllerde de bütçe
vardır. Bunun gelirini ekinler, tarlalar, ormanlar ve standartlarda alınan vergiler
meydana getirir. Devletin de
bütçesi vardır. Devlet gelirlerini madenler gümrükler (yani ticaret vergisi, ticaret
öşrü) askerlik bedelleri, (cizyeler) ve ganimet vergileri meydana getirir.[770] Daha önce de
söylediğimiz gibi bütçelerin kademe, kademe olup sayılarının çokluğunu bu
açıklamalardan sonra daha iyi anlaşılmaktadır. İşte sadaka
kelimesinin cemi müzekker salim kalıbında gelmesi ayrı ayrı eşya (yani bütçe)
topluluğunu ifade eder. Buradaki tarif lamı istiğrak manası için geldiğinden
bunların çokluğunu bildirmiş olur. Yani sadakalar denilince burada bucak, il ve devlet
bütçeleri akla gelir. Neimmâ : Bu ne
kadar iyi anlamına gelir. Bu kelimenin aslı ise nimet’tir. Nimet de maddi refah
demektir.[771]
Öyleyse ni’me kelimesi de maddi iyilik ve refah manasını ifade eder. İhfâ : Gizlemek
saklamak demektir. Hâfiye, havâfî : kuş kanatlarını kasıp yumduğu zaman gizlenip
görünmeyen yeleklerine denir.[772]
İç kanatları demektir. Bir şeyin kendisi bilinip görünmezse ona hafi denir.
Türkçede bunun karşılığı olarak kapalı kelimesi kullanılır. Bu açıdan ihfâ
kelimesi iki manada kullanılır. Birisi açık olan bir şeyin kapalıya çevrilmesi,
mesela basına açık olan oturumların, sonradan gizli yapılması buna örnektir. Daima kapalı yapılan şey ise mesela eşlerin
cinsel ilişikleri örtülü ve kapalı yapılan bir fiildir. Aslında bu bilinir ama,
fakat kapalı ve örtülü yapılır. Kapalı demek gizli
demek değildir; gizlilik bilinmeyen bir şeydir. Kapalı ise bilinir, fakat görülmez.
Karı kocanın münasebetleri buna örnek olabilir. Çünkü bu bilinen bir şeydir.
Gizlilik ise mesela zinada olduğu gibi, bu hem görülmez ve hem de bilinmez bir şeydir.
Ayetteki ihfa
kelimesi de her iki manaya da gelebilir. Şahıslara verilecek mallar kapalı olarak
verilmeli ve fakat gizli olmamalıdır. Yani ne kadar olduğu ne zaman ve nerede
verildiği bilinmeli; ancak bu kimseye duyurulmamalı ve ilan edilmemelidir. “Eğer onu (yani sadakayı) ihfa ederseniz, kapalı
tutarsanız” denilmekle in şartiye edatı kullanılmakla bunun açık veya
verilmesinin meşru olduğu anlaşılır. “Onu fakirlere
verirseniz” denirken burada
i’tâ kelimesinin kullanılmayıp da îtâ kelimesinin kullanılmış olması bu işte
genel bir dağılımın bulunduğunu göstermiş olabilir. Fakirlere verilen
bu mallar onların belli ihtiyaçlarına yönelik olabilir. Gerçi mal, bir kişiye
verildikten sonra artık o onun mülkü haline geldiği için tasarrufu ve kullanılması
hakkında kimsenin bir diyeceği olamaz. Ancak yapılan yardımlar nakdi değil, ayni
olarak yapıldığından bunları kullanış gayesinin dışına çıkılması böylece
kısmen de olsa önlenmiş olur. Fakr : Çukur,
çukur kazmak demektir.[773]
Fâkır, mefkûr : omurga kemikleri kırılmış, beli çökmüş olan adama denir ki,
eksik manasınadır. Yani bu ihtiyaç demek olur. Mesela susuz insan fakir sayılır, suyu
bulunan insan da zengindir. Çünkü bu kişinin suya ihtiyacı yoktur. Sadakaları
fakirlere verirseniz,
buyrulmaktadır. Fakirlerin durumları birbirinden farklı olduğu için, bu kelime
kırık çoğul ve tarif harfi ile getirilmiştir. Bu harf-i tarif fakirliğin belli ve
belirli olduğunu ifade ettiği gibi istiğrak-bütün manasına da gelebilir. O zaman
bunda bütün fakirlerin hissesi olduğu bildirilmiş olur. İşte bu kelimenin belirli
olarak gelmesinden anlıyoruz ki, mükelleflerin yoksullara ayrı, ayrı verecekleri
sadakalar asla zekât değildir. Çünkü onlar ilgililer tarafından belirlenmiş olan
fakirler değildirler. Devlet
bütçesinden yardım alan fakirler belirlenmiş olmalıdırlar. Ancak bunun aleni değil,
kapalı tutulması gerekir. Uygulanan idari taksimata göre mesela mahalle başkanları
kendi bölgesinde oturan fakirleri ve bunların fakirlik derecelerini zekât
mütevellisine bildirir. Zekât mütevellisi bu bilgiye dayanarak mahalli bütçeye
çevredeki fakirlerin de konulmasını sağlar. Böylece yerel fakirler tespit edilmiş
olur. Tabi yardım dağıtımlarının da buna göre yapılması gerekir. Yalnız bunlar
yapılırken yardım alan fakirleri rencide etmemek için olan şeyleri afişe değil,
kapalı tutmak lazımdır. Buradaki fakirler
statüsüne diğer ayetlerde geçen[774]
hak sahipleri de girer. Bunlar genel olarak fakirler, yoksullar, vergi memurları,
müellefler, köleler, borçlular, yolcular, yetimler ve yakınlardır. “Onu kapalı
tutar ve fakirlere verirseniz” denilmek
suretiyle, kişilere yapılacak yardımların kapalı tutulacağı bildirilirken vakıflar
gibi kurumlara yapılacak yardımların ise açık tutulacağı gösterilmiş olur. Bu sizin için daha
hayırlıdır. Yani sadakaları fakirlere kapalı olarak vermek daha iyidir.[775]
Sadakaların açık veya kapalı olması konusunda Hz. Peygamber’den hadisler de rivayet
edilmiştir. [776]
Ayetin evvelinde sadakaları açık yapmanın pekiyi olduğu söylendi. Biz bunu vakıf
tesisleri yapıp gelirlerini hak sahiplerine dağıtmak şeklinde anladığımızı orada
söyledik. Burada ise kapalı yapmanın ve fakirlere böylece kapalı vermenin daha
hayırlı olduğu bildirilmektedir. Şu halde
vergilerden vakıflar kurmak tesisler meydana getirmek ve ülke imarını geliştirmek iyi
bir şeydir. Bunun yanı sıra da fakirlerin günlük ihtiyaçlarını karşılamak,
onları doyurmak ve halkın geçimini sağlamak ise daha hayırlı bir iştir. Böylece
insanın gösterişe kapılarak yalnız imara kaymaması, iaşe dediğimiz halkın
beslenmesine de önem verilmesi esası da burada kendisini göstermektedir. “Allah
günahlarınızdan bir kısmını örter.”, yani yapmış
olduğunuz kötülükleriniz vergi kurumu sayesinde ortadan kalkar. Çok önemli olan bu
hususu burada biraz açıklamak isteriz. Biz insanlar olarak
toplum halinde yaşamak zorundayız. Yapmış olduğumuz bütün işlerde her zaman
toplumun araç ve gereçlerinden faydalanıyoruz. Mesela üzerinde yaşadığımız
toprak, ulaşımı sağlayan yollar, hayatımızın kaynağı olan su ve her türlü
saldırılardan bizi koruyan güvenlik ortamı…bütün bunlar ancak toplum sayesinde var
olup ve bunlar kamunun ortak malları olup biz bunlardan her zaman yararlanıp duruyoruz.
Toprak bizim kendi emeğimizin ürünü değildir. Bunun için topraklar birey olarak
sadece bize ait olan şeyler değildir. Onu para ile satın aldığımızı düşünsek
bile tam değerini ve karşılığını verdiğimiz iddia edebilir miyiz? Ona bizden daha
fazla para veren çıkabilirdi ve böylece toplumun eline bizim verdiğimizden daha çok
para geçerdi. Bundan başka toprak kolay bulunan ve çabuk üretilebilen bir nesne
değildir ki, üretiriz, alırız, satarız şeklinde düşüncelere sahip olsak.
Toprağı düşman saldırılarından koruyan devlettir. Biz toprağı para ile satın
aldığımız zaman bir defa para verip geçiyoruz. Devlet ise onu devamlı olarak her an
koruyup beklemektedir. Toprağı işletip
üretim yaparken tohum, ilaç, gübre, makine, su…ve daha başka maddeler kullanırız.
Acaba bunların gerçek sahipleri kimlerdir, biz onları bulduk mu yoksa aracılara mı
harcamalar yaptık ya da karşımıza çıkan bir başkası mıdır? İşte bütün
hareket ve davranışlarımızda alış-verişlerimizde ve günlük yaşayışımızda
hiç ücret ödemediğimiz veya eksik ödediğimiz daha birçok şeyler vardır. Bazen hak
sahibini tam olarak bulamadığımız da olabilir. Öyleyse biz toplum olarak yaşarken
başkalarının hak ve hukuku üzerimize geçiyor, dolayısıyla bu durumda her hal-ü
karda topluma borçlu kalıyoruz demektir. Standart mallarda
satıcının lehine olmak üzere sadece kusurların söylenmesini yukarıda
anlatmıştık. Acaba alıcı o vasıfları, olduğu gibi gerçekten öylece biliyor mu?
Yoksa o bunları tam bilmediği için aldanıyor da hakkı bize geçiyor mu? İşte
bütün bunlarda anlaşılıyor ki, biz, hiçbir şeyin bedelini ve ücretini yüzde yüz
tam olarak ödeme imkânına sahip değiliz. Hem biz bu işleri yaparken diğer tüm
bireylerin aracılığı ile yapıyoruz. Mesela kamunun-devletin ve herkesin ortak malı
olan toprağı alıp mülkiyetimize geçirip kullanıyoruz. Öyleyse toplumun ve kamunun
hakkı bir şekilde ve bir biçimde bizim üzerimize geçiyor demektir. İşte devlete
vermekte olduğumuz vergiler bütün bu hakları ve günahları temizleyip silip
süpürmektedir. Çünkü haksız olarak bize geçen malların karşılığı vergi
mükellefiyeti sayesinde topluma geri dönmektedir. Aslında kamunun-devletin vergiler
yoluyla elde etmiş olduğu kar ve kazanç, zarar ve kayıplarından daha fazladır.
Esasen karın da haksız bir kazanç olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bunda yani karın
meydana gelmesinde bireyin hiçbir emeği geçmemekte ve alın teri bulunmamaktadır.
Fakat bununla beraber kara bir ihtiyaç ve hatta zaruret vardır. Çünkü meydana gelen
zararlar bu kar ile elde edilen rezerv ile karşılanacaktır.[777]
Zira her zarar, bir menfaat karşılığındadır.[778]
Hz. Peygamber bu konuda “Yanında mevcut olmayan bir malın satışı ve tazmin
edilmeyen (zarar ve riziko çekmeyen) bir malın karı helal olmaz”, buyurmuşlardır.[779]
Öyleyse ticaret malları bu yoldan ürediği ve başkalarının hakkı geçtiği için,
vergi verilmesi gerekli hale gelmiştir. İşte zekâtı-vergisi verilmemiş olan bir mal,
bunun üzerinde başkalarının ve halkın hakkı bulunduğu için zekâtla
temizlenmediğinden kirli-pis kabul edilir. Biz üretim
vasıtalarını elimizde bulundurmamız sebebiyle başkalarına engel olmuş ve onların
fakir kalmalarına neden olmuş olabiliriz. Yani düzenin yetersizliğinden dolayı fakir,
fakir olarak kalmakta, zengin ise daha da zengin olmaktadır. Hiç şüphesiz bu da bir
seyyie, kötülük, bir eksiklik ve günahtır. İşte verilen vergi, bütün bu eksik ve
aksaklıkları ortadan kaldırır, kirlenen ve pislenen malları tertemiz hale getirir.
Zaten onun için İslam’da vergiye temizleyici anlamında zekât adı verilmiştir. Böylece burada
verginin toplum hizmetleri ve toplum haklarının yanı sıra gelir dağılımını
düzenleyici ve adaleti gerçekleştirici bir rol oynadığı da ortaya çıkmaktadır.
Burada görülüyor ki, verginin çok yönlü faydaları vardır. Bu sebeple vergi
yüzdesinin çok ölçülü, ne az ve ne de çok fakat tam yerinde olarak tespit edilmesi
gerekir. Verginin az veya çok alınması, ekonomide bir takım zararların doğmasına
sebep olur. Böylece alınan kötü vergi toplumda yıkıntı ve çöküntüler meydana
getirir. İyi vergi ise bunun tam aksine topluma birçok yararlar sağlar ve toplumun
yücelip yükselmesini katkı yapar.[780]
Çünkü verginin alınış ve dağılış şekli ekonomik faaliyetin temelini teşkil
eder. Vergi, kan dolaşımını sağlayan ve kanı ciğerlerde temizleten bir kalb
durumundadır. Paranın da devir ve tedavülünü sağlar, serveti kir ve pastan
temizletir. Malları da zararlı olmaktan çıkartıp faydalı hale getirir. “Allah bütün
amellerinizden haberlidir”. Yapılan bir hareket, işlenen bir iş ve her türlü
davranış eğer kötü ve zararlı ise ne kadar gizli olursa olsun, bunun zararı topluma
mutlaka akseder. İşte bu zararı ortadan kaldırmak için zekât kurumunun çalışması
gerekir. Bu ayetten
anlaşıldığına göre fakirin fakirliği, kendi yüzünden olmadığı gibi, zenginin
de zenginliği yalnız kendi gayretiyle gerçekleşmiş olmaz. İslamiyet’te fakirlik
bir suç kabul edilmediği için fakirler eksik aksak ve günahkâr kişiler olamaz. Onun
için fakirlere yardım edilir ve onlara yardım etmek İslam ekonomisinde ayrıca
sevaptır. Zengin kimselerin ellerindeki para ve mal varlıkları da sadece onların kendi
eserleri ve yalnız kendi emekleri olamaz. Zaten böyle kabul edildiği için onlardan
zekât vergisi alınmaktadır. Yani devlet zenginin kazancına bir nevi ortak olmaktadır.
İslamiyet serbest
mübadele sisteminin eksik ve aksak yönlerini bildiği için topraktaki özel mülkiyetin
arızasını ve kötülüğünü bildiği için, ancak bu yöntemin faydası zararından
daha çok olduğu ve başka çıkar yol da bulunmadığı için bu usulü kabul
ettiğinden meydana gelen açık ve arızaları, eksik ve aksaklıkları vergi yoluyla
kapatmaktadır. İşte böylece dengelenmiş, nirengi noktaları belirlenmiş eksiksiz bir
düzen ve kusursuz bir ekonomik düzen ortaya çıkmaktadır. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1-Gelirler yani
vergiler, ya bizzat fakirlere dağıtmak suretiyle veya üretim yapan kurumlar tesis etmek
şeklinde olmak üzere iki yoldan harcanır. 2- Vergilerle
meydana getirilen kurumlar, sabit tesislerdir. (Yani vakıf statüsünde olan
tesislerdir). 3- Devlet
bütçesinden yardım alanlara hakları kendilerine bunu afişe etmeden örtülü-kapalı
olarak teslim edilir. 4- Bütçeden
yardım alanların hakları kendilerine verilmesi hususunda ihmal edilmez. 5- Vergi verenler
bütçeyi ortaklaşa olarak birlikte hazırlarlar. 6- Vakıf
tesislerinin gelirleri bütçedeki gösterilen kendi yerlerine harcanır. 7- Vergi mallardan alınır ve bireylere öylece
dağıtılır. 8- Vergi
mükellefiyeti şahıslara yükletilir. 9- Vergiler toplum
tarafından toplanır ve yine toplum tarafından yerlerine dağıtılır. 10- Kişiliğe sahip olan her toplumun kendisine mahsus
ayrı bir bütçesi vardır. 11- Bütçelerin
işleyiş şekilleri hep birbirlerine benzerler. 12- Muhtaç durumda
olanlar, bütçeden yardım almaya hak kazanırlar. 13- Vergi,
kendisinden kurtuluş imkânı olmayan haksız iktisaplar için bir çeşit kefarettir. 14- İyilikler ve
kötülükler mevzi olarak durmaz ve yerinde kalmaz; bütün bir toplumu sarar ve her
tarafı kaplar. 15- Vergi ekonomik
hayatta meydana gelen açık ve arızaları, eksik ve aksaklıkları ortadan kaldırıp
giderir. 16- Vergisi
verilmemiş olan mallar kirlidir ve pistir. Bakara Suresi 2/
Ayet: 272 “Onları doğru
yola iletmek senin üzerine vazife değildir. Ancak şu kadar var ki, Allah dilediğini
doğru yola iletir. Hayır olarak harcadıklarınız kendi iyiliğiniz içindir.
Yapacağınız hayırları ancak Allah'ın rızasını kazanmak için yapmalısınız.
Hayır olarak verdiğiniz ne varsa; karşılığı size tam olarak verilir ve asla
haksızlığa uğratılmazsınız.” Leyse :
Olumsuzluk için konulmuş olan bir kelimedir.[781]
Bunun mastarı ve muzari fiili yoktur. Burada leyse
kelimesinin getirilmesi ile bu, sen hiç hidayet edemezsin anlamına gelmez. Bu, doğru
yola getirmek görevi sana düşmez, sen bununla mükellef değilsin, sen sadece yol
gösteririsin, demektir.[782]
Doğru yolu tutturacak ise ancak Allah’tır. Aleyke : Senin
üzerine demektir. Burada ilk muhatap Kuran-ı Kerim’in kendisine indiği Hz.
Muhammed’dir Sonra onun yerini alan başkanlar, sonra dini tebliğ etmekle görevli
âlimler, daha sonra da tebliğ etme işinde âlimlere yardımcı olan bütün
Müslümanlar gelir.[783] Bu hüküm her
birey için ayrı, ayrı geçerli olduğundan aleyke
diye senin üzerine denilmiş, sizin üzerinize denilmemiştir. Hüdâhum : Onların
hidayetleri. Yani onların doğru yola gitmeleri sana ait değildir, demek olur. Fatiha
suresinde geçtiği üzere hidayet iki manaya gelir. Birisi doğru yolu göstermek,
diğeri ise doğru yola götürmektir. Fatihada olduğu gibi burada göstermek değil,
götürmek manasınadır. Bu yolda görevli olan kimselerin mükellef olmadıkları
hidayet budur. Yoksa doğru yolu söyleyip göstermek bütün peygamberlerin asıl
vazifesi olduğu gibi, bu aynı zamanda bütün Müslümanların üzerine de farzdır. Ayette hidayet
kelimesi çoğul zamirine izafe ederek hidayetleri denilmiştir. Hidayete erdirmek senin
görevindir, denilmemiştir. Yani hidayet işi, doğru yolu tutma işi bütün toplumla
ilgili bir şeydir. Bu ifade ile burada toplumların zorla İslami vergiye tabi
tutulmayacakları, İslami yolun zorla empoze edilmeyeceği açıklanmaktadır. Diğer
taraftan burada her toplumun bütçelerini kendileri yapacağı ve devlet başkanının
yapılan bütçenin uygulamasında nezaretçi durumunda olacağı esasına işaret
edilmiştir. Yine hidayet
kelimesi Müslüman olma anlamına da geliyordu. Çünkü Kuran’ın ancak muttakilere
hidayetçi olduğu bildirilmiş bulunuyordu.[784]
O halde vergi vermeyen toplumlar İslamiyet’in dışına çıkmış olurlar. Böylece
bunlar ya zimmî (azınlık) hukukunu kabul edip mecburi vergiyi verecekler veya İslam
yurdunu terk edeceklerdir. Çünkü burada infakları yerine hidayetleri denildiği için
zekât (vergisini) vermekle, Müslüman olmak aynı kabul edilmiştir.[785]
Lâkin : Bu
kelime daha önce geçen cümlelerin manasına zıt olarak bir açıklama yapmak için
gelir.[786]
Buna istidrak, (daha iyi anlama, açıklama, düzeltme, telafi etme) denir. Burada iki
istidrak vardır. Birisi doğru yola götürmek işinin Allah’a ait olduğudur. Diğeri
ise doğru yola götürme işinin bir mecburiyet olmayıp dileme, isteme işi olmasıdır.
Men yeşâü :
Dilediği kimseyi. Birey isterse Allah onu doğru yola götürür. Onun için hidayet
bireyin kendi ihtiyarı ile olur. Böylece o ister, Allah da takdir eder.[787]
Ayetin bu
ifadesinden vergi sisteminin bir mevzuatla düzenleneceğini, mükelleflerin vergilerini
bu mevzuata göre ödeyeceklerini, hükümetlerin zorla fazla vergi
toplayamayacaklarını, Müslümanların vergilerini kendi istekleri ile vereceklerini,
verdikleri vergilerin bir ibadet olduğunu, bunun aslında topluma karşı yerine
getirilmesi gereken bir vecibe olduğunu anlamak mümkündür. Hayırdan neyi
infak ederseniz kendi lehinize olur, buyrulmaktadır. Bu konu ile ilgili olarak daha önce
birçok ayet geçti.[788]
Böylece bu ayetler muhtelif tekitler ifade eder. Burada yine vergi verenlerin, verdikleri
verginin, tekrar kendilerine döneceği söylenmektedir. İnfakın hayra matuf olacağı
bildirilmiş ve infakın mükelleflerin istediği
Ve harcamadaki
görüşleri ile yapılacağına işaret edilmiştir.[789] “Böylece hayra
dair her ne verirseniz, karşılığı size tamamen ödenir ve asla haksızlığa
uğramazsınız”. Yani verilen vergilerin fayda bakımından tekrar bireylere dönmesi
ve hiçbir kimseye faydası dokunmayan bir mükellefiyetin yüklenmemesi gerektiği bu
ayetlerde açıkça ifade edilmiştir. Burada önemli bir noktaya işaret etmekte fayda
vardır. Herkesin topluma yapmış olduğu harcama, kendisine düşen faydalanma payından
daha fazla olmamalıdır. Eğer fazla olursa bireyler zarara uğramış olurlar. Buradan
şöyle bir esasa varıyoruz ki, hiçbir kimse kendi aleyhine olacak bir fedakârlıkta
bulunmaya zorlanmamalıdır. Şimdi bu ölçü
ile savaşı el alıp inceleyecek olursak, mesela savaşa katılan bir kişi ya kazanır
veya kaybeder. Mesela kazanırsa yaşar, fakat kaybederse ölür. Öyleyse savaşan kimse
çok iyi savaşmak durumundadır. Çünkü savaşa giden bir nevi ölüme gidiyor
demektir. O, devletinin sahip olduğu toprakları savunacak ki, devleti yaşayabilsin.
Onun kendisi ölse bile soyu ve devleti yaşayacaktır. Nasıl olsa insan bir gün gelip
ölecektir. Ancak burada önemli olan şey sahip olduğumuz ömrün en iyi ve en faydalı
bir şekilde değerlendirilmesidir. Eğer ölmek büyük bir hayır getirecekse bu uğurda
hayatını ve canını veren kişi en iyi değerlendirmeyi yapmış demektir.[790]
Öyleyse hak için ölenler bir zarar değil, ancak fayda sağlamaktadırlar. Bunun için
savaşa katılanlar büyük bir rizikoyu yüklendikleri için bunun karşılığını
mutlaka almalıdırlar. Bir hukuk terimi olarak savaş Allah
(kamu, toplum ve devlet) yolunda can, mal, dil ve bunlardan başka şeylerle çarpışmada
kudret ve varlığın harcanmasıdır.[791]
Kuran’daki bazı ayetlere[792]
baktığımız zaman sanki savaş farz-ı ayın gibi gözükmektedir.[793]
Yine bazı ayetlere[794]
bakıldığı zamanda da savaşın farz-ı kifaye oldu anlaşılmakta ve öyle hüküm
verilmektedir.[795]
Ancak burada bu iki görüşü uzlaştırarak şöyle bir neticeye varmak da mümkündür.
Vatanı müdafaa etmek herkesin bir görevidir. Fakat savaşa bizzat bedenen katılıp
katılmama konusunda serbestlik vardır. Yalnız İslam düzeninde askerlik yapmayanlar ve
savaşa katılmayanlar devlete bunun bedelini ödemek durumundadırlar. Zaten gayri
Müslimlerden alınan cizye vergi de bundan başka bir şey değildir. Selçuklular ve
Osmanlılar askeri teşkilatlarında bu usulü uyguladıkları için[796]
Tarihte büyük imparatorluklar kurdular. İngiltere, Rusya ve Amerika’nın da bugünkü
seviyelerine gelmelerinde bu sistemi benimsemiş olmalarının bir katkısı bulunduğunu
kabul ediyoruz. Burada herkesin
yapmış olduğu infakın faydalanmasından daha çok olmayacağı esasını bir de savaş
üzerinde düşünelim. Savaşa katılanlar hayatlarını kaybetmek gibi büyük bir
riziko ile karşı karşıyadırlar. İşte bunun içinidir ki, savaşta elde edilen
ganimetlerin beşte biri devlet bütçesine kalırken[797]
beşte dördü de savaşçılar arasında paylaştırılır.[798]
Savaş yapılması
için birtakım zaruri sebeplerin bulunması gerekir. Mesela ganimet almak için savaş
yapılmaz.[799]
Eğer savaşa karşı taraf sebebiyet vermişse o yenildiği takdirde savaş
masraflarını ondan almak en doğal bir haktır. İşte ganimet de bundan başka bir şey
değildir. Yani bunun için ganimetin bir bakıma savaşta yapılmış olan masrafların
bir karşılığı olarak alındığını söyleyebiliriz. Savaşı da zaten bireyler
yaptığı için ganimeti almak da onların hakkı olur. Bu bakımdan savaşan kimselerin
elde edecekleri faydanın yaptıkları katkıdan daha fazla olduğu düşünülebilir.
Eğer onlar ölürlerse bu da onlar için bir nevi tüccarın zarar etmesine benzer. Yani
elde edilen kar onların olacağı için uğranılan zarar da yine kendilerine ait
olmalıdır. Bir tüccar da
ancak ödediği vergi nispetinde faydalanma hakkına sahip olmalıdır. Bu kural bizi,
vergilerde birçok esasları ortaya koymaya veya konulmuş olan esasları bulup ortaya
çıkarmaya götürmektedir. 1- Bir tüccar
ancak ödediği vergi nispetinde kredi alma hakkına sahip olur. 2- Bir tüccar ve
pazarcı, ödediği vergi nispetinde belediyenin mevki yerlerinden yer tutup alış-veriş
yapma hakkına sahip olur. 3- Bir tüccarın
malları, ancak ödediği vergi nispetinde sigortalanmış demektir. 4- Bir tüccar
ancak ödediği vergi nispetinde devlet bütçesinin yapımında söz sahibi olabilir. Bunların, bir
tüccarın ancak toplum için yapmış olduğu harcamalardan kendi payına düşen
faydalanma hisseleri olduğunu söyleyebiliriz. Bir tüccar bunların dışında verdiği
verginin sağladığı kamu hizmetlerinden de faydalanabilir. Bundan başka onun malını
satabilmesi için halkın elinde alım gücünün bulunması gerekir. Alış-veriş
mekanizmasının çalışabilmesi, sirkülâsyonun sağlanabilmesi yani tüccarın iş
görebilmesi için üreticilere ve tüketicilere de ihtiyaç vardır. İşte tüccarın
verdiği bu vergi ile kendisine yine ticaret yapabilme ortamı sağlanıp hazırlanır.
Eğer devlet bir çalışma ve yaşama düzenine sahip değilse, bir tüccarın
birilerinden malı alıp diğerlerine satması mümkün olmaz. Dolayısıyla bir tüccar,
ticaret yapamaz. İşte bir tüccarın verdiği vergi böylece devlet düzeni sayesinde
fazlasıyla kendisine geri dönmektedir. Hiç şüphesiz bu fayda, milli gelir kabilinden
bütün tüccarlara hep birden olan bir faydadır. İşte ayetteki hayırdan ne harcarsanız sizin içindir,
sözünden biz böyle bir faydayı anlamaktayız.
Toprak sahipleri de yine tüccarlar gibi
ödedikleri vergi nispetinde milli gelirden ve devlet düzeninden faydalanma imkânına
sahip olurlar. 1- Bir ziraatçı,
ödediği vergi nispetinde su, elektrik ve ilaçlama gibi vakıf hizmetlerinden ve
yardımlarından faydalanma hakkına sahip olur. 2- Ziraatçı,
ödediği vergi nispetinde çalışma kredisi alma hakkına sahip olur. 3- Ziraatçı,
ödediği vergi nispetinde toprağın istimlâk bedelini alma hakkına sahip olur. 4- Ziraatçı,
ödediği vergi nispetinde bütçenin yapımında söz sahibi olabilir. Diğer taraftan
ziraatçı, bütün vatandaşlarda olduğu gibi, devletin kamu hizmetlerinden de
faydalanır. Tabi bu da onun kendisine geri dönen faydadan başka bir şey değildir. Bir
tüccar ticaretini devletin kendisine sağladığı bir ekonomik ortam ve şartlarda
yaptığı gibi, ziraatçı da yine bu sayede meydana gelen bir işbölümünün yardımı
ile üretimini artırabilir. Zaten üretim işbölümü sayesinde artar.[800]
Ekonomik hayatta bir işbölümü olmasa ziraatçı her şeyi kendisi yapmak zorunda
kalacağı için çok sıkıntı çekecek ve neticede elde ettiği ürün de az
olacaktır. Hâlbuki onun geliri işbölümü yüzünden artıp daha çok olur. Bundan
başka devlet onun tarlasını ve ürününü tecavüzden koruyup beklemektedir. İşte o
bütün bunlara karşılık olarak elde ettiği ürünün onda birini devlete vergi olarak
verir, onda dokuzu da kendisine kalır. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki,
ziraatçının da devlete verdiği vergi, fazlasıyla kendisine geri dönmektedir. Yaptığımız bu
açıklamalar aynıyla madenciler için de geçerlidir. 1- Bir madenci
verdiği vergi nispetinde kredi alma hakkına sahip olur. 2- Madenci verdiği
vergi nispetinde maden vakıflarından faydalanma hakkına sahip olur. 3- Verdiği vergi
nispetinde madenciye öncelik hakkı tanınır. 4- Madenci devlet
bütçesinin yapımında verdiği vergi nispetinde söz sahibi olur. Hanefilere göre
erimesi mümkün olan madenlerden beşte bir oranında vergi alınır.[801]
Taş, kireç, firuze gibi, toprak cinsinden olan ve erimeyen şeylerden vergi alınmaz.[802]
Ayrıca zift ve petrol gibi sıvı olan maddelerden de vergi alınmaz.[803]
Kuranda madenler hakkında bir ayet yoktur.[804]
Bu konudaki hükümler daha çok hadislerle tespit edilmişlerdir.[805]
Hanbelîlere göre
erisin ve erimesin her türlü madenden vergi alınır. Çünkü bu madenlerden
faydalanılır.[806]
Biz de bu görüşü benimsemek istiyoruz. Zira mal anlayışının ve tarifinin gereği
budur. Sanayi
teşebbüsleri karma teşebbüsler olup ziraat, ticaret ve madenciliği içersine
alırlar. Bunların hükümleri ziraat, ticaret ve madencilikten meydana gelen karma
oranına göre tespit edilebilir. Bireyin çalışması ile faydalanmasının birbiri
ile orantılı olması esası, bugünkü meseleler hakkında hüküm vermemize de
yardımcı olur. Buna göre mesela birey çalışır, o çalıştıkça da fayda
kendisisine geri döner. Çalışan bir kimse dürüst çalıştıkça geliri azalan bir
meslek bu esasa aykırı düşer. Bu hususun daha iyi anlaşılması için burada bir iki
örnek vermeye çalışalım. Mesela bugünkü
avukatlar çekişmeleri ve anlaşmazlıkları halledip kaldırmakla görevlidirler. Ancak
bunların gelirleri toplumdaki anlaşmazlıklarla doğru orantılıdır. Vatandaşlar
arasında ne kadar çok çekişme ve kavgalar olursa avukatların ücretleri de o derece
artar. Bu demektir ki, iyi bir hizmet vererek adli vakaları azaltan ve çekişmeleri
ortadan kaldıran bir avukatın ücreti azalır. Böylece iyi hizmet etmenin ve iyi niyet
taşımanın karşılığı kaybetmek olmaktadır. İşte böyle bir sistem yukarıda
anlattığımız faydalanma esasına ters düşmektedir. Onun için İslam adliye
teşkilatında böyle bir avukatlık kurumuna benzer bir şey göremiyoruz. Kuran-ı Kerim’de
anlaşmazlıkların daha çok hakemler yolu ile bir çözüme kavuşturulacağı hakkında
uyarılar bulunmaktadır.[807]
Hukm kelimesi Arapçada hem hükmetmek ve hem de
ihtilafları halletmek manalarına gelir.[808]
Adiye işlerinin yürütülmesi, bilhassa Hz. Ömer devrinde gelişmiştir. Onun Ebu Musa
el-Eşari’ye bu konuda yazdığı mektup muhakeme usulünün esaslarını teşkil
etmektedir.[809]
Biz kaynaklarda
avukatlığı ifade eden veya onu karşılayabilen bir kelime ve terim bulamıyoruz.
Kadı, hâkim (hakem), şahid, müddei (davacı), müddeâ aleyh (davalı), kâtib-i adil
(noter) gibi kurumlar muhakemenin elemanlarıdır.[810] İslam hukukundaki
vekâlet kurumunu avukatlıkla bir kabul edenler olabilir. Evet, İslam hukukunda vekâlet
verme ve vekâlet etme vardır. Hem bu vekâlet kurumu ayet[811]
hadis[812]
ve icma ile sabittir.[813]
Vekâlet bir adiden ibarettir.[814]
Akid yapılması caiz olan yerlerde vekâlet verilebilir. Caiz olmayan yerlerde ise
vekâlet vermek caiz olmaz. Alış-veriş, borç ve alacak, hukuk, davalı ve davacı olma
işlerinde vekâlet verilir.[815] Bugünkü
uygulamada adliye meselelerinde avukatlardan başkası vekil yapılmadığı gibi
müvekkili savunanların sayıları da mahdut tutulmakta ve en tabii bir hak olan vekâlet
verme hakkı böylece kısıtlanmış olmaktadır. Netice olarak diyebiliriz ki,
avukatlık statüsü ile İslam hukukundaki vekâlet statüsü birbiriyle uyuşmaz ve
hatta bazı yerler taban tabana zıttır. Hatta yukarıdan beri anlattığımız
faydalanma esası bakımından avukatlık sistemi İslamiyet’in getirdiği çalışma ve
faydalanma esasına ters düşmüştür, diyebiliriz.
İslami anlayışa
uygun olarak şöyle bir statü geliştirmek mümkündür. Hakemlik yapacak olanlar önce
belirlenir. Herkes kendisine bir hakem seçer. Hakemler kendilerine bağlananlar
sayısınca ücret alırlar. Vatandaşlar arasındaki anlaşmazlıklar ister az olsun
ister çok olsun, hakemler aynı ücreti alacağından onlar yaptıkları hizmetten daha
fazlasıyla kendilerine geri dönmüş olur. Çünkü onlar boş kalan vakitlerini de
başka işler yapmakla değerlendirmiş olurlar. Bugün doktorlar
sağlık hizmetlerini gereği gibi yapıp hastaların sayısını azaltsalar ve uygulanan
sisteme göre onların ücretleri de azalacağı açıktır. Bu durum ise
açıkladığımız faydanın geri dönme esasına aykırı düşmektedir. Onun için aile
doktoru gibi herkes bir doktora bağlanır ve kendi sağlığı için bir doktor tayin
ederse mesele kendiliğinden çözümlenir. Böylece doktorlar hasta etmemek için bütün
güçleriyle çalışırlar ve ücretlerini alırlar. Bu hususu ileride gelecek olan el-üsvetü kelimesinin bulunduğu ayetlerde[816]
daha geniş bir şekilde ele alacağız. Çünkü el-esvü
yaraya ilaç koymak ve konan ilaç manasına gelir. El-üsvetü de kendisiyle şifa bulunan kimseye
denir. (Manevi tabibe denilir.)[817]
Makine ve motor
tamircilerinin durumu da buna benzer. Onlar da makineleri iyi ve bozulmayacak bir şekilde
tamir edip işlerini güzel yaptıkları zaman yapacak başka iş bulamayacakları için
böylece kendilerini işsizliğe mahkûm etmiş olurlar. Bu konuda bazı ülkelerde bu
arızaları giderecek şöyle bir sistem geliştirilmiştir. Parça parası makine
sahiplerine ait olmak üzere tamirciler yıllık bakım ücreti alırlar. Makineler az
arıza yapsa da çok arıza yapsa da onlar aynı ücreti alırlar. Böyle bir sistemin
İslami esaslara yakın olduğunu söyleyebiliriz. Tam uygun değildir, ama yakındır.
Çünkü bunun da eksiklikleri vardır. Zira alınan ücretlerin zamanla değil de
hâsıla ile veya hizmetle orantılı olması lazımdır. Mesela asansör bakımının
ücreti asansörün iniş ve çıkış sayısı ile orantılı olarak olabilir ve bu
hususta ölçü olarak elektrik sayacından yararlanılabilir. Böylece usta aleti ne
kadar sağlam yaparsa o kadar çok ücret almış olacağından o, her zaman iyi ve
sağlam yapmaya devam edecektir. Öğretmen ve
ustalar öğrenci ve çırak yetiştirmekle aynı zamanda kendilerine rakip çıkarmış
olurlar. Bu da kendi emekleri aleyhinde bir görev yükümlülüğü ortaya çıkarmış
olur. Bundan dolayı bu sistem İslam’ın eğitim öğretim, usta-çırak ve emek-ücret
anlayışına aykırıdır. Onun için öğretmen ile ustalar da kendilerinden okuyan ve
öğrenen öğrenci ve çırak nispetinde ücret ve maaşlarını almalıdırlar. Mesela
kurulacak bir okul kendisine yapılmış olan vakıf gelirleri ile çalışır. Okulun her
türlü giderleri bu vakfın gelirleri ile karşılanır. Tarihte bunun pek çok
örnekleri vardır. Mesela İbrahim Kafesoğlu’nun da söylediği gibi, Selçuklular
zamanında kurulan Nizamiye medreseleri böyle ve bu usulle çalışan bir üniversite
idi.[818] İşte çalışma
ve is hayatında her zaman uygulanır olması gereken bu esas hiçbir zaman unutulup göz
ardı edilmemelidir. Bir kişinin yaptığı her hayır mutlaka kendisine geri
dönmelidir. Çünkü hiçbir kimse kendi aleyhine olacak bir şeyi yapmadığı gibi
böyle bir işle de görevlendirilemez. İş hayatında
tanınmış olan bir serbesti de verimliliği artırır. Bunun için bir işçi istediği
zaman işi bırakabildiği gibi, işveren de istediği zaman işe son verebilmelidir.
Mesela işçiyi çıkarma hakkına sahip olan bir işverenin yanında çalışan bir
kimse, hiçbir zaman işten çıkarılmaz, belki işte tutulur. Hatta kendi isteği ile
ayrılmış olsa bile daha sonra tekrar işçi olmak isteyip müracaat ettiği zaman hemen
işe alınır. İşte bu durum aslında işçinin lehine olan bir davranıştır. Hâlbuki
mecburi çalıştırma statüsü esasında işçinin lehine değil aleyhine olan bir
durumdur. Çünkü o, ne kadar çok çalışırsa çalışsın, gayret gösterirse
göstersin ve emek harcasın az çalışanlardan daha fazla farklı bir maaş
alamayacaktır. Fazla olarak gösterdiği gayret ve titizliğinin karşılığını
göremeyecektir. İşte bunun için bugün sosyal siyaset adı altında işçilere bu
anlamda tanınmış olan hakların İslami esaslara aykırı olduğunu söyleyebiliriz.
Elbette çalışan kişinin ücreti yükselmeli ve emek harcayan, gayretli kişinin pirimi
artmalıdır. Bunun için iyi çalışsın, kötü çalışsın, çalışsın ve
çalışmasın herkesin ve bütün işçilerin ücretlerini artırma ve primlerini
yükseltme geleneğinin İslam ekonomisine göre yanlış olduğunu söylüyoruz.
Burada şunu ifade
etmek isteriz ki, işçiye yardım etmek ve onu korumak başka şey, işçiyi işverene
karşı kışkırtmak ve mülkiyette onu işverene ortak bir hale getirmek başka şeydir.
Bu yanlış statü bizi, işçi ile işveren arasında her iki taraf için de serbestlik
hakkını koyup uygulamaya zorlamaktadır. Yine bu yanlış
uygulama bizi işçi-işveren, amele-patron yerine denge esasına dayalı bir iş
ortaklığı sistemini ortaya konup geliştirilmesine götürmektedir. Mesela bu konuda
İslam hukukunda düzenlenmiş ortaklıklar vardır. Bunlardan birisi mudarebe şirketi[819]
diğeri ise müzaraa şirketidir.[820]
Bundan başka müsakat şirketi de bu konuda örnek alınabilecek ortaklıklar
arasındadır. Bunların her birinin ayrı ayrı statüleri ve ayrı ayrı hükümleri
vardır. İşte biz bunları nazar-ı itibara alarak işçi ve işveren statülerine yeni
bir düzenleme getirebiliriz. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Doğru yola
ancak davet edilir. Doğru yola götürme işi insanların görevi değildir. Hiçbir
konuda insanları zorlamak ve baskı yapmak yoktur. 2- Mesela vergi
vermek gibi mükellefiyetlerde gevşeklik göstermek ve görevleri yerine getirmemek
cezayı değil, kamu hizmetlerinden mahrumiyeti gerektirir. Kişinin o konudaki ehliyetini
düşürür. 3- Kamu hizmetleri
gönüllü olarak yapılır. 4- İslam düzenini
kabul etmek veya etmemek yani reddetmek serbesttir. 5- Her topluluk
bütçesini kendisi yapar. 6- İslamiyet vergi
mükellefiyetini zorunlu kılmıştır. 7- Vergi vermeyen
bir Müslüman İslam’dan çıkmış sayılır. 8- Hükümetlerin
zorla fazla vergi alma hak ve salahiyetleri yoktur. 9- Hiçbir kimse
yapmış olduğu bir hizmetten dolayı devlette ortaklık iddiasında bulunamaz. 10- Kimse kendi
aleyhine ve zararına olan bir işi yapmaya zorlanamaz ve bununla mükellef tutulamaz. 11- Herkes verdiği
vergi nispetinde kamu hizmetlerinden faydalanır. 12- Herkes verdiği
vergi nispetinde kredi alma, mallarının sigortalanması, vakıf hizmetlerinden
faydalanma bütçenin yapımında söz sahibi olma haklarından yararlanır. 13- Çalışan bir
kimse emeği nispetinde ücret alır. 14- Tasarrufta
bulunanlar yaptıkları bu tasarruf kadar bir hakka sahip olurlar, kredi alma hakkına
sahip olurlar. 15- Doktorlar mali
sağlık, avukatlar milli barış, öğretmenler milli kültür, tamirci ve bakımcılar
milli üretim nispetinde bedel ve karşılık alırlar. 16- Bir bireyin
çalışıp kazanmakla gelirleri, kendisine ve başkalarına bakmakla da harcamaları ve
giderleri vardır. 17- Mahalle
başkanları kendi bölgelerinde oturan fakirleri ve bunların fakirlik derecelerini
zekât-vergi mütevellilerine bildirirler. 18- Vergi
verenlerin vermiş oldukları bu değerler, kredi alma, vakıf hizmetlerinden faydalanma,
mallarının sigorta edilmesi ve bütçelerin yapılmasında söz sahibi olma gibi
yollardan tekrar kendilerine geri döner. 19- Ganimet
savaşta yapılmış olan masrafların bir karşılığıdır. 20- İnsanoğlunun
elde edip faydalandığı her şey maldır. Böyle olan her şeyden mesela zift, petrol,
taş, eriyen ve erimeyen bütün madenler gibi mallardan vergi alınır. 21- Öğretmen ve
ustalar kendilerinden okuyan ve öğrenen öğrenci ve çırak sayısı nispetinde ücret
ve maaşlarını alırlar. 22- Çalışan ve
fazla mesai yapan işçilerin ücret ve primleri artar. 23- Üreticiler
verdikleri vergi nispetinde devlet hizmetlerinden faydalanma hakkına sahip olurlar. Bakara Suresi 2/
Ayet: 273 “Harcamayı Allah
yolunda çalışmaya koyulmuş olup öteye beriye koşup kazanamayan fakirlere yapın.
Dilenmekten çekindikleri için bilmeyenler onları zengin zannederler. Sen onları
simalarından tanırsın. Onlar iffetlerinden ötürü insanları rahatsız edip bir şey
istemezler. Siz malınızdan bunlara ne harcarsanız Allah onu muhakkak bilir.” Li’l-Fukarâi
kelimesindeki Li harfi, Beyzavi tefsirinde de anıldığı üzere yukarıda geçen ayetin [821]
kazandığınız şeylerin temizini infak edin emrine bağlıdır.[822]
Buraya kadar
nelerden harcama yapılacağından ve vergi verileceğinden, verginin niçin ve nasıl
verileceğinden veya genel olarak nelerin nafaka verileceğinden, nelerin alınıp
satılacağından, nasıl harcanacağından ve satılacağından bahsedilmişti. Şimdi
ise bu ayette harcamaların kimlere yapılacağından söz edilmektedir. En son malların
kime gideceği anlatılmaktadır. Gerçi nasıl bir harcama yapılacağı anlatılırken
fakirlere vermekten bahsedilmiş ise de orada fakirlerin bir tarifi yapılmamıştı.
Burada ise fakirin tarifi yapılmakta ve infakın kime ait olduğu bildirilmektedir. Bu Li harfini
hayırdan ne infak ederseniz fiiline de bağlayabiliriz. O zaman açık olarak verilen
sadakaların sarf yerleri bu fakirlerin şümulü dışında kalır. Yoksa açık yapılan
sadakaların da (yani vakıf hizmetlerinin) fakirlerle ilgili olduğu anlaşılır. Yani
mallar ya kapalı olarak fakirlere verilecek veya fakirlerin açıkça faydalandığı
kurumlar meydana getirilecektir. Li harfi temlik
için gelmiş olabilir. Buna göre sadakaların fakirlere kapalı olarak verilmesi
gerekir. Ayeti böyle anlamak daha uygun gibi gelirse de o sadece bu manada olsaydı,
fukara kelimesinin Li harfi ile gelmemesi ve yukarıda geçen “onu fakirlere veriniz” cümlesindeki fakirler
kelimesinden bedel olması gerekirdi. Hâlbuki Li harfi ile beraber gelmesiyle onun bedel
olmadığı anlaşılmaktadır. Burada temlik için
gelen bu lam harfinin vergi konusunda çok önemli bir delaleti vardır. Buna göre
verilen vergiyi temlik etmeden sadece bir menfaat temin etmekle bu görev yerine
getirilmiş sayılmaz. Mesela bir fakire ben sana bir elbise yapacağım onu giyeceksin
satmayacaksın gibi veya gel şu lokantada yemek ye ben parasını vereyim şeklinde
yapılan yardımlar zekât (vergi) yerine geçmez. Ayrıca şartlı olarak verilen
zekâtlar da zekât yerine geçmez. Bu satışlarda da böyledir. Bu gibi davranışlar
mülkiyet hukuku ile bağdaşmayan hallerdir. Bu Lam harfi tahsis
için gelmiş olabilir. Bu durumda zenginlere zekât verilmeyeceği ve sadece fakirlere
verileceği hususu ortaya çıkar. Gerçekten kapalı olarak verilen zekâtların zaten
fakirlere ait olması gerekir. Bunun için herkes zekâta saymak üzere fakirlere
yardımda bulunabilir. Lam harfi talil
için gelmiş olabilir. Bu takdirde kendilerini Allah yolunda hasreden insanlar bulunsun
diye infak edin anlamı çıkar. Bu durumda ne temlik olur ve ne de tahsis bulunur.
Kendilerini Allah yolunda hapseden ve istenip dilenmeyen bu onurlu kimseleri meydana
getirmek, ancak bu iyilere kendi kendimize infak etmek suretiyle gerçekleştirilebilir. Li harfi Ba harfi
anlamında gelmiş olabilir. O zaman fakirlere fakir olmalarından dolayı yani muhtaç
olmaları sebebiyle infak ediniz, manası anlaşılır. Bunun için insanların
ihtiyaçlarının temin edilmesi gerekir. Mademki insanın yapısında bu ihtiyaç duygusu
var ve ihtiyaç içtimaidir, öyleyse bu infak yapılmalıdır. Fakr : Çukur
demektir.[823]
Bu insandaki bir eksikliği yani ihtiyacı ifade eder. Öyleyse fakir kendi ihtiyaç ve
eksiklerini kendi başına giderme imkânına sahip olamayan, başkalarına ve başka
şeylere muhtaç olan kimse demektir.[824]
Bununla beraber fakir örfte kendi ihtiyaçlarını giderecek mallara sahip olmayan
kimsedir. Bu ihtiyaç ise asli ihtiyaç yani normal hayatın gerektirdiği bir ihtiyaç
olup[825]
zaruri olan ihtiyaç değildir. Fakir, ğanin tam karşıtı olan bir kelimedir. Ayet
harcamanın fakirlere yapılacağını, fakirler için yapılacağını ifade etmekle
ekonomik faaliyetin insanlara ait bir olay olduğunu belirmiş olmaktadır. Sonra
ihtiyaçlarını insanın kendisinin gidereceğini ve böylece kendisine vesayet
yapılmayacağı da anlaşılır. Yani kendilerine yardım yapılan kimselere bu yardım
temlik edilecek, bunun tasarrufunda, kullanım ve tüketiminde bir tavsiye yapılmayacak
ve malın tasarrufunda kendisinin cüzi iradesine asla dokunulmayacaktır. Bundan
dolayıdır ki, mecburi bir tasarruf mekanizması olan sigorta primlerinin kesilmesi,
İslam ekonomisinde yeri olmayan uygulamalardır. Zaten İslam düzeninde ferdi ve sosyal
sigorta tamamen karşılıksız olarak devletin teminatı altındadır.[826]
Bütün vatandaşların hayatları devlet hazinesi ile sigortalanmış durumdadır. Vergi
dışında kimsenin malına dokunulamaz. İşte bundan dolayı ayette fakirler için
denilmiş de fakirlik için denilmemiştir, diyebiliriz. Buradaki
tarif harfi ile fakirlerin belirli kimseler olması gerektiği bildirilmektedir. Bunun
için kimlerin fakir olduğu toplum tarafından belirlenir. Ortalamanın üstünde bir
servete sahip olanlar zengin, ortalamanın altında bir servete sahip olanlar ise fakir
sayılır. Mesela herkesten mal beyannamesi alınıp bu beyannamelere dayanarak servet
sahipleri sıralanır. Ortalamanın üstünde olanlar zengin, altında olanlar ise fakir
kabul edilir. Zenginlik ve fakirlik servetle ilgilidir; yoksulluk ise gelirle ilgilidir.
Yoksullar da gelir beyannameleri ile tespit edilir. İşte buradaki tarif harfi bize
bunları hatırlatmaktadır. Tarif
harfi istiğrak için gelmiş de olabilir. O zaman bütün fakirlere devlet gelirlerinden
pay ayrılacağı manası anlaşılır ve bu pay onlar arasında taksim edilir. Fukarâ’ kelimesi
fakir kelimesinin çoğuludur. Bu kelimenin çoğul olarak gelmesi fakirlerin fakirlik
hallerinin birbirinden farklı ve bunların sınıf, sınıf veya derece, derece olduğunu
gösterir. Böylece bu ayetle fakirlerin grup, grup olduğu anlaşılır. Razi bunların
ayette geçen Allah yoluna koyulma, çalışıp kazanmaya imkân bulamama, iffetlerinden
dolayı zengin gibi görünme, kendilerini ancak bilenlerin tanıması ve dilenmeme gibi
beş özelliğini açıklamaktadır.[827]
Ancak bu fakir gruplarını başka ayetlerin yardımı ile de daha kolay bir şekilde
tespit edebiliriz. Cins
itibariyle gruplar; yolculuk, yetimli, yoksulluk, hastalık, yaşlılık ve memurluk gibi
sebepler yüzünden fakir olan kişiler ayrı, ayrı sınıflarda toplanırlar.[828]
Çevre ve
yerleşim birim yerleri itibariyle de fakirler ayrı, ayrı gruplar meydana getirirler.
Mesela bucak veya il gelirlerindeki bunların hisseleri buralardaki fakirlere harcanır.
Fakirler ayrıca fakirlik derecelerine göre de bir tasnife tabi tutulabilirler. Çok
fakir durumda olanlara daha çok hisse verilebilir. Bu fukara
kelimesi fakîrûn: fakirler diye akıllı
çoğul kalıbında gelmemiş kırık çoğul kalıbında gelmiştir. Buradan
anlaşılıyor ki, bu fakirler bir dernek ve cemiyet gibi teşkilatlı bir topluluk
değildirler. Yukarıda geçtiği gibi bunun sebebi, fakirlere verilecek hisselerin
kapalı tutulması olsa gerektir. Eğer bunlar bir dernek ve bir kulüp etrafında
toplanmış olsalardı açıklanmış ve meydana çıkmış olurlardı. Ellezîne ismi
mevsûlü ile tavsif edilmekle akıllı çoğul kalıbı kullanılmıştır. Çünkü
buradaki vasıflar açık ve bellidir. Devlet hizmetinde bulunanlar tarif ve tavsif
edilmektedirler. Bunların ellezîne kelimesi ile tavsif edilmeleri onların belirli ve
bilinen kimseler olduklarını gösterir. Ayrıca çoğul olarak gelmesi de bunların
âmilîne (vergi memurları) ve sâilîne (hayır ve sadaka toplayıcıları)
görevlilerinde olduğu gibi bir topluluk teşkil ettiklerini bildirir, diyebiliriz. Uhsırû : Hasır
olundular. İçine eşya konan ambara hasîr, denir.[829]
Bir nesneyi bir yere kapatmak bu kelime ile ifade edilir. Muhasara etmek ve edilmek de
buradan gelir. Burada başka yerden ve işten alıkonmuş[830]
Allah yolunda hasredilmiş anlamında kullanılmıştır. İsmi fail yerine ellezine ile
birlikte mazi fiil getirilmesi bu hasr işinin devamlı değil, bir görevlendirmeden
ibaret olduğunu gösterir. Böylece devlet işlerinde bir hizmet yapacakların
kendilerini bu işe hasredecekleri tasvir edilmektedir. Elmalılı da bu konuda ayetin
hükmünün âm olduğunu bu şekilde nöbet bekleyen askeri öğrenci yetiştiren
öğretmeni ve bütün amme hizmeti gören kamu görevlilerini içerisine aldığını
yazmaktadır.[831]
Burada mazi fiil ile belirli mevsul kullanılması bu memuriyetin baştan tevdi
edilmiş olacağını ifade eder. Ancak burada hem çoğul ve hem de meçhul kalıbının
getirilmesi bu görevlendirme işinin toplumsal bir şey olduğunu ortaya koyar. Bu kelime
if’âl babından getirildiği için yasak ifade ettiğinden kendilerine görev verilen
kimselerin, bu hasrolma özelliklerinden dolayı, başka bir iş yapamayacaklarını
düşünebiliriz. Zaten onlar kendilerini devlet hizmetine verdikleri için kazanmakla ve
geçim işleriyle uğraşmazlar.[832] Fî : İçinde
demektir. Burada Bâ yerine Fî harfinin kullanılması verilen görev içersinde bir
serbestlik bulunduğunu gösterir. Mesela kendisine öğretmenlik görevi verilen bir
kimse öğretmenlik yapacak ve kendisini tamamen bu göreve verecektir. Ancak kimler,
nerede ve nasıl görev yapacaklar bu konularda da tamamen bir serbestlik vardır. Mesela
Fatih Medreselerinin vakfiyesinde öğrencilerin sabah kahvaltısında ne yiyecekleri dahi
belirlendiği halde ders müfredatı ve programları hakkında tek kelime bile
söylenmemiştir. Çünkü ayette sebîl kelimesi tekil olarak ve başında fî edatı ile
gelmiştir. Fî kelimesi ise zarfiyet için olup zarfın her yerine aynı derecede şamil
olur. Demek
oluyor ki, görev yetki ve belgesi toplum-kamu tarafından verilecek, böylece devlet
hizmeti yapanlar yardım alma hakkına sahip olacaklar, ancak görevin yer ve şeklini,
nasıl yerine getirileceğini kendileri tasarlayıp tayin edeceklerdir. Burada fakir
kelimesinin delaletini genişleterek görevlilerin yalnız kendi şahsi ihtiyaçlarını
değil de bizzat devlet görevini ifa ederken muhtaç oldukları araçları da fakir
kelimesinin içersine katmayı düşünebiliriz. Sebîl
: Örümcek ağı şeklinde olduğu için bu adı alan[833] ve yerleşim
birimlerini, bölgeleri birbirine bağlayan yola denir. Ağın toplam adı olduğu için
çoğul olarak değil, tekil halinde kullanılıp bütün yollar kastedilmiş olabilir. Devlet
yolu denildiği zaman devletin değişik bölgelerini birbirine bağlayan ulaşım
imkânları kadar devletin çeşitli uzuvlarını birbirine bağlayan yani bireyleri
birleştirip tek vücut haline getiren vasıtaların tümü hatıra gelmektedir. Aslına
bakacak olursak bireyler ayrı ayrıdır. Fakat bu yolların yardımı ile birleşerek tek
varlık haline gelirler. Neticede böylece bir birlik, toplum ve devlet ortaya çıkmış
olur. İşte ayette “Allah’ın yolu” tabiri ile bütün vasıtalar ve sebepler
kastedilmiş olduğunu anlayabiliriz. Burada bizzat izafe edilen şeyler sebepler olduğu
için, sebîlünâ: yani bizim yolumuz denilmemiş, sebîlü’llahi:
toplumun-kamunun-devletin yolu denilmiştir. Besmele ayetinin tefsirinde geçtiği üzere
bismillah yani toplum-kamu ve devlet adına olduğu gibi bir de burada sebîlü’llahi:
yani toplum-kamu ve devlet uğruna esası vardır. Sebîl
kelimesinin tekil kullanılması devlet hizmetlerinin birbirine bağlı olup bir bütün
teşkil ettiğine, böylece bunların hepsinin hep birlikte yerine getirilmesi
gerektiğine ve bu hizmetlerin bir nizam ve düzen, bir uyum ve ahenk içersinde
yapılması gerektiğine işaret edilmektedir. Böylece bir düzen bir bütün halinde
çalışır. Bir makine de tüm parçaları ve dişlileri ile birlikte bir araya gelip
yine birlikte bir bütün olarak çalışır. Yoksa bu parçaların ayrı, ayrı ve kopuk
çalışması hiçbir anlam taşımaz ve hiçbir fayda sağlamaz. Fî
harfinden sonra sebîl kelimesinin tekil olarak gelmesi devlet hizmetlerinde
işbölümünün doğal olarak kolektif bir şekilde toplu olarak meydana getirileceğine
işaret eder, diyebiliriz. Burada
bir noktayı daha açıklamakta fayda vardır. Yukarıda biraz değindik ama sanki burada
daha geniş bir açıklama yapmaya ihtiyaç vardır. Acaba kamu görevlileri, yaptıkları
görevlerinin dışında başka bir iş yapmayacaklar mıdır? Yani onların görevlerinin
dışında başka bir iş yapmaları yasak mıdır? İslam ekonomisinde bunun hükmü ve
esası nedir? Ayetteki “ihsâr” kelimesi her ne kadar bunun yasak olduğu hissini
veriyorsa da bu yasaklığın işin icabından mı[834]
yoksa bu şer’i (kanuni) bir yasak mıdır, bu husus pek anlaşılmamaktadır. İşte bu
soruyu bundan sonra gelen cümle cevaplamakta ve böylece bu husus açıklığa
kavuşmaktadır. “Bunların
ülkede kazanmaya güçleri yetmez” İstitâa
:
Bu, tav’un kökünden gelen bir kelimedir. Tav’ ise
devenin yedeğe gelmesine denir.[835]
Deve kendi kendine yedeğe gelirse tav’ denilmekte, zorla çekmek suretiyle gelmesine de
kürh denilmektedir. Böylece tav’ kelimesinin
zıddı kürh kelimesi olmaktadır.[836]
İtaat ise başkansın yedeklemesine tabi olmaktır. Tav’da bir işi isteyerek yapmak
vardır. İtaat’te ise başkasının isteğini yerine getirme vardır. İstitâa, tav’
kökünün istif’âl babından gelmiş şeklidir. Bu kendi kendine yetebilmek
manasınadır ki, güç yetmek diye tercüme edebiliriz. Bu
anlayışa göre bunlar aslında kendi kendilerine geçinmek için çalışırlar. Ancak
buna güçleri yetmez. İşte böyle olan fakirlere yardım edilir. Bunların istedikleri
halde kendilerini geçindirmemelerinin iki sebebi olabilir. Birincisi gelir
dağılımındaki aksaklık yüzünden aldıkları ücret giderlerini karşılayamaz bir
hale gelmiş olabilir. İkincisi de bunlar devlet hizmetine kapandıkları için
çalışıp kazanmaya güçleri yetmeyebilir. İstitâa
kelimesi, bunların bu işi yapabildiklerini ancak başaramadıklarını ifade etmektedir.
Demek ki, bir devlet görevlisi için başka bir iş yapmama diye bir şey yoktur. Fakat
buna güç yetirip yetirememe meselesi söz konusudur. Lâ
kelimesi nefi istikbal içindir. Öyleyse kamu görevlileri üzerlerine almış oldukları
bir vazifeyi tamamen yapmadan başka bir işle meşgul olamazlar. İşte bunun için
istemeyenler denilmemiş de gücü yetmeyenler buyrulmuştur. Darben
fi’l ardı : Bu bir yere kazanmaya gitmektir. Burada kazanmak için ülkede veya
yeryüzünde dolaşmaktan bahsedilmektedir. Çünkü mübadele sayesinde verim on misli
artar. Dolaşıp mallara uygun müşteri bulmak ve uygun iş yerleri temin etmek esas
kabul edilmiştir. Görevliler ise hizmet süresince bulundukları yerden ayrılamazlar.
Buna göre onların bir kazanç temin edemeyecekleri doğaldır. Dolayısıyla bunlar
bütçeden pay alma hakkına sahip olurlar. Darben
kelimesinin belirsiz olarak gelmesi, başka hiçbir yere gidememe durumunun bir
ifadesidir. Demek ki mesleki bir ehliyet alıp biat usulü ile bir görev yüklenen kimse
artık o görev yerini terk edemez. Cahil,
onları, dilenmekten çekindikleri için, zengin zanneder,
buyrulmaktadır. Burada cahil kelimesi kullanılmıştır. Kendisinde hiçbir yol, yolak
bulunmayan belirsiz ve nişansız sahraya mechel
adı verilir.[837]
Bir şeyi tanıyıp bilmek ikanı olduğu halde tembellik veya inatçılık yaparak
öğrenmemek, bilmemek ve bilmek istememek cehalettir. Burada bilmeyenler denilmemiş de
cahiller buyrulmuştur. İsteyenler araştırıp bu gibilerin muhtaç olduklarını
öğrenip bilebilir. Araştırma ve öğrenmek istemeyenler de onları ğani: zengin
zanneder. İhtiyaçlarını
kendisi gideren kimseye ğani denir. Aslında kamu hizmetlerini yüklenen kimseler bu
görevlerini malları ve canları ile yapma durumundadırlar. Böyleleri devletten yardım
alma şöyle dursun, bu uğurda bütün imkânlarını bile harcarlar. Nitekim Ebu Hanife
böyle yapmış, verdiği derslerden dolayı bir ücret almamış ve bilakis daha birçok
fakir öğrencileri kendi parası ile okutmuştur.[838]
“Sen
onları simaları ile tanırsın” Sîmâ
kelimesi, sime yani veseme kökünden gelir.[839]
Bedene basılmış olan dağlamaya vesm adı
verilir.[840]
Otlağa salınmış olan hayvanların belirlenmesi ve tanınması için onlar dağlanmakta
ve damga basılmaktadır. Bu damga bir işaret ve alamettir. Bu hayvanların kime ait
olduklarını bildirir. Tevsîm ise nişan ve
rütbe takmaktır. Askerlerin taktıkları rütbeler de simadır. Kuran-ı Kerim’de
secdelerin insanların yüzünde bir iz meydana getirdiğinden ve böylece bir sima
oluşturduğundan bahsedilir.[841] “Sen
onları simaları ile tanırsın”,
cümlesine iki türlü mana vermek mümkündür. İhtiyaç ve fakirlikten dolayı
üzerlerinde bir belirti mesela yüzlerinin saı ve elbiselerinin eski olması gibi bir
alamet bulunur.[842]
Başka bir deyişle resmi görevliler bu görevlerini ispatlayacak bir işaret, bir arma
taşırlar demektir. Buradaki
sima kelimesi mutlak olarak kullanılmıştır. Yüzlerindeki simaları denilmemiştir.
Bunun için görevliler kendilerine biat edenlerin sayısını belgeleyen ve dolayısıyla
ne kadar yardım alacaklarını gösteren bir rozet, küçük bir alamet taşıyabilirler.
Mesela bu bir yüzük de olabilir. Nitekim Hz. Peygamberin mühür yerine kullandığı
bir yüzüğü vardı.[843]
Bu yüzük mührü korumak ve onu kaybolmaktan uzak tutup kurtarmak maksadı taşıyordu.
Hatta bugün bile yüzük bir belirti alameti olarak nikâh ve nişan için
kullanılmaktadır. Osmanlılar zamanında da ilmiye sınıfının bir alameti olmak
üzere sarık giyilirdi. Taaffüf
:
Bu iffetten türemiş bir kelimedir. Muz meyvesine afaf denir.[844]
Değerli, fakat korumamız için ihtimam isteyen bir meyve olduğundan bu adı almış
olabilir. Kadının eşinin dışında kimsede gözünün olmamasına da iffet denilir.
Bir kişinin kıymetli eşyasını başkalarından ve başkalarının zedeleme ve
tasallutundan korumasına teaffüf denir. Burada şahsiyet sahibi ve vakarlı olmak kendi
değerini bilmek iffet kelimesi ile ifade edilmektedir. Böylece devlet hazinesinde
olanların her zaman ve her safhada iffetlerini korumaları ve şahsiyetlerini asla ayağa
düşürmemeleri konusunda daha dikkatli olacakları ortaya çıkar. Onları
sen tanırsın denilmek suretiyle fakirleri bulup çıkarma maaşlarını bağlama
mükellefiyetinin başkanlara ait olduğu bildirilmektedir. Herkes gereken yerlere mal
beyannamelerini verince zengin ve fakirler kendiliğinden ortaya çıkar. Kamu
görevlileri de ehliyet ve biat sistemi ile sabit olur. Ehliyet yaş ve tahsille tespit
edilir. Görevlilerin ehliyetlerini tespit ederek maaşlarının ödenmesi işi
hükümetlerin vazifesidir. Burada senden istemezler denilmeyip insanlardan istemezler buyrulması, burada
hükümetten yardım talep etme hakkının tanınmış olmasına kapalı bir işaret
olabilir. Kamu
görevlileri belgeleri ile müracaat ederek istihkaklarını alırlar. Böylece bütçede
kadro tahsisi ve tespiti ve de her görevlinin ismini yazarak kadro tanzimi gibi
külfetlere katlanmadan maaşlar dağılabilecektir. Başkan biat edenlerin (yani
kendisine bağlanıp emrine girenlerin) sayısını ve ehliyet derecesini gösteren görev
belgesine bakarak ne kadar maaş alacağını hesapladıktan sonra devlet hazinesine bir
çek yazar. Görevli de gidip bu çek ile maaşını oradan alır. Maaşlar böylece
sahiplerine dağılmış olur.[845]
İlhâfen
: Yorgan
ve çarşaf gibi örtünülüp bürünecek şeye lihâf
adı verilir.[846]
Bir ağacın etrafını sarmaya, insanların bir dağın etrafını sarmasına ilhâf denilir. Dağ dibinde ve dağ eteğinde
bulunan köylere de (çevirip örttükleri için) aynı kökten gelen isimler verilir.[847] Ayette
bu kelime kullanılmakla sanki dilencilerin insanın etrafını sararak vermeye adeta
nasıl mecbur ettikleri tasvir edilir. Geri kalmış ülkelerde ve normal işleyip
çalışmayan düzenlerde işler, görevlinin etrafında dört dönmekle ve dilenmek
suretiyle yürütülür. İffetli kimseler ise buna asla tenezzül etmezler. İslam
toplumu böyle dilenenlere değil, iffetli olup devletten bir şey beklemeyenlere
vazife verir. Bu, vazife istenmez verilir kuralının bir uygulamasından ibarettir.
Kuran-ı Kerim bu ayetle vazife göreceklerin talip olmalarını değil, iffetli
kalmalarını istemekte, halkın ise vazifeyi arayıp bulup ehline vermesini
emretmektedir.[848]
İslam düzeninde görevlerin başında iffetli insanlar bulunur. Çünkü halk ve
başkanlar böylelerini arayıp bulup yerli yerine koyarlar. İslami olmayan düzenlerde
ise ilhafen dilenenler işbaşındadırlar. Dolayısıyla bütün işler ilhafen yoluyla
el etek öperek ve yalvararak ancak yürütülebilir.
Devlet
gelirleri dağıtılırken kişilere görevlerini ifa edecek kadar tahsisat verilir.
Kişiler bu imkânları kendi ihtiyaçları ile birlikte kullanırlar. Bunun sınırını
tayin etmek tamamen görevliye aittir. Artık burada hizmet ile şahıs bütünleşmiş
olup birbirinden ayrılmış değildir. Bu husus devlet başkanları için de böyledir.
Zaten idareciler devlet malından kendileri için yeteri kadar harcarlar. Aslında bu mana
bu ayetten açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü verilen şeyler şahsın kendisine
temlik edilmiştir. Artık o bütün hizmeti ve malları kendi işi gibi yürütüp idare
eder. Cahiller onları zengin zanneder,
denilmekle zengin oldukları takdirde devlet hazinesinden bir şey almayacakları da
anlaşılmaktadır. Zaten başka bir ayette zengin olan kimsenin kamu hizmetinden dolayı
ücret almayacağı, fakir olanın ise örfe göre bir miktar alacağı veli veya vasi
olan kişi örneğinde açıklanmaktadır. Orada “zengin olan (veli veya vasi) yetimin
malından iffetli davransın (yemesin), fakir olan ise örfe göre alıp yesin”
buyrulmuştur.[849]
Nitekim Hz. Peygamber de devlet gelirlerinden kendi ihtiyaçları kadar bir harcamada
bulundukları kaynaklarda açıklanmıştır.[850]
Hatta bundan olsa gerektir ki, Hz. Peygamber vefat ettiği zaman Hz. Ebu Bekir onun geri
kalan mallarını miras olarak mirasçılarına verip dağıtmamış, hazineye
bırakmıştır.[851]
Hâlbuki diğer taraftan Hz. Peygamberin kendi geçimi hususunda ticaretle meşgul olduğu
ve birkaç yerde arazileri de bulunduğu İslam Tarihi kitaplarında anlatılmaktadır.[852]
Başkanlar da
yetimlerin mallarına bakan veliler gibi velidirler. Serahsi’nin açıklamasına göre
yetimin velisinde olduğu gibi, devlet başkanı zengin ise bir ücret almaz; eğer fakir
ise ihtiyacı kadar hazineden kendisine bir maaş bağlanır.[853] Raşid halifelerden
Hz. Ebu Bekir, şuranın kendisine tahsis ettiği maaşı almış, ölümü sırasında
ise kızı Hz. Aişe’ye bunun beytülmale geri verilmesini vasiyet etmiştir. Hz. Ömer
ihtiyacına yetecek kadar bir şey almış; Hz. Osman da kendisi zengin olduğu için hiç
ücret ve maaş almamıştır.[854] Hz. Ömer Hz.
Peygamber’in ashabını toplayarak maaş konusunda şuraya bir talepte bulundu. Ben
ticaretle geçinen biriydim. Siz beni devlet başkanlığı ile görevlendirdiniz.
Hazineden bana maaş bağlanması konusunda ne dersiniz, dedi. Mesele konuşulup Hz.
Ali’nin fikri kabul edilerek Hz. Ömer’e yıllık altı bin dirhem (bazı kaynaklarda
beş bin) tahsisat ayrılmıştır.[855] Böylece devlet
başkanları için üç çeşit bir uygulama yapılmış ise de biz, ihtiyaçların
hazineden karşılanması demek olan Hz. Peygamber’in tatbikatını esas alıyoruz.
Nitekim hazinenin hazine-i hassa bölümü başkanın masrafları ve diplomatik temaslarda
yapılacak harcamalar ve hükümdarlara gönderilecek hediyeler için kullanılıyordu.[856] Ayette “hayırdan
neyi infak ederseniz Allah bilir”, buyrulmaktadır. Bunun için toplanan vergilerin,
yapılan yardımların ödenen maaşların yani bütün gelir ve giderlerin ne kadar
olduğu hesap edilip bilinmelidir. Herkes aldığını ve verdiğini yazı ile kayıt edip
bir ihtiyaç karşısında istendiği zaman gerekli mevkilere sunmalıdır. Ayetin umumi
muhtevasından ve fukara kelimesinin kullanılmasından kamu görevlilerinin vasat bir
hayat orta bir hayat tarzı sürecekleri anlaşılabilir. Nitekim Hz. Peygamber, Ebu Bekir
ve Ömer’in böyle sade bir hayat yaşadıkları tarihen sabittir. Bir kamu görevi
maddi menfaat için değil, Allah rızası ve insan-toplum-devlet sevgisi için yapılır.
Ancak devlet hizmetleri maddi bakımdan cazip hale getirilebilir. Fakat tabi bu başka bir
şeydir. Hatta infakların kapalı olmasının sebeplerinden birisi de bu olsa gerektir,
diyebiliriz. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar 1- Kamu hizmetleri
bireylere verilir. Bu görevlerde yapılacak masraflar da kendilerine temlik edilir. Bu
kamu görevlileri verilen devlet hizmetlerini aynı kendi özel işleri gibi yerine
getirirler. Onlar kendilerine verilen görev bedellerinin sarf yer ve şekillerini
kendileri tayin ederler. 2- Devlet
bütçesinin gayrimenkul giderlerinin dışındaki harcamaların (yani menkul malların
ihtiyaçları için yapılacak harcamaların) yetkisi görevliye verilir. 3- Kamu
görevlisinin kendi mameleki ile hizmet için verilmiş olan tahsisat her ikisi
birleştirilerek görevlinin merinde olur. 4- Zengin olan
kimselerin zekât (devlet yardımı) almaya hakları yoktur. Devlet hizmetleri herhangi
bir meslek gibi bir kazanç vasıtası yapılamaz. Her bir devlet hizmeti için mali bir
tahsisat ayrılır. 5- Kendisine
verilen bir devlet hizmetini yerine getirebilmesi için kamu görevlisine hazineden bir
tahsisat ayrıldığı gibi, hem kendisi ve hem de bakmakla yükümlü olduğu kimseler
için bir nafaka tahsis edilir. 6- Bütün ekonomik
faaliyetler hep insan için yapılır. Bunun için insanın dışındaki varlıkların
hepsi birer vasıtadan ibarettir. 7- Zenginlik
derecesine (nisaba) ulaşamayan kimseler fakir sayılırlar. Bir toplumdaki fakirler o
toplum tarafından belirlenir. 8- Fakir olan
kimseler cinslerine, derecelerine ve çevrelerine göre gruplara ayrılırla. 9- Fakir kişiler
gizli bir şekilde belirlenerek sınıflanmazlar ve dernek gibi bir topluluk da meydana
getiremezler. 10- Kamu
görevleri yetkililere açık olarak verilir. Kamu görevlileri kendi aralarında gruplar
teşkil ederler. 11- Görevliler
hizmet mahallini terk edemezler. Bunun için de devlet gelirlerinden bir pay alma hakkına
sahip olurlar. 12- Bir görevli
görev alanını bulunduğu çevre içersinde kendisi tayin edip belirler. 13- Toplumda bir
tek düzen bulunur. Bu düzen de toplumun varlığını meydana getirir. 14- Kamu
görevlileri bu görevlerini aksatmamak şartı ile kendi özel işlerini de yapabilirler.
Bir görevlinin şahsi bütçesi ile hizmet bütçesi birleşik halde bulunur. 15- Kamu
hizmetlerinde görevli olan kişiler kendi şahsiyetlerini ve onurlarını korumalı, bu
sebeple halkın dilencisi durumuna düşmemelidirler. 16- Kamu görevinde
çalışan herkese mesleki derecesini gösteren ve görevini bildiren bir tanıtma, kimlik
kartı veya nişanı (rozeti) verilir. Görevli bu kart yardımı ile devlet bütçesinden
hak ettiği istihkakını alır. 17- Kamu
görevlilerini tespit edip onların istihkaklarını kendilerine dağıtmak hükümetlerin
görevidir. 18- Kamu görevlisi
olan kimseler orta halli, vasat bir hayat seviyesinde yaşamlarını sürdürürler. 19- Bir toplumda
bulunan herkes, mal beyannamelerini gereken yerlere verince o toplumda bulunan zengin ve
fakirler kendiliğinden ortaya çıkar. Bakara Suresi 2/
Ayet: 274 “Mallarını gece
ve gündüz, gizli ve açık hayra sarf edenler var ya, onların mükâfatları Allah
katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler.” Burada malların
infakından, harcanmasından yani yatırımdan veya tüketimden[857]
veya pazara götürüp satmaktan bahsedilmektedir. Ellezine
diyerek çoğul edatı kullanılmakla üretim, tüketim ve mübadelenin toplumsal ve
sosyal olduğuna işaret edilmiş olabilir. Ellezîne belirli
bir kelime olduğu için onun burada kullanılması ile üretici, tüketici ve satıcı
kimselerin belli topluluklar olduklarına işaret edilmiştir. Men yünfikune: infak
edenler yerine, ellezîne yünfikune: infak edenler diye buyrulması, bunlara delalet
edebilir. Böylece ekonomik faaliyetlerin ancak belli topluluklar halinde olacağı
bildirilmiş bulunmaktadır. Emvalehum: malları kelimesi ile de özel mülkiyetin esas
olduğuna, bunun çoğul olarak kullanılması ise müşterek ve müşterek tüketim
hallerinde bile özel mülkiyetin var olduğuna işaret edilmektedir. Bunlar daha önce
geçmiş mallar olup burada tekit olarak tekrar edilmiştir, diyebiliriz. Mallarını leyl
ve nehar infak ederler,
buyrulmaktadır. Burada ilk mana ile bu iki kelimeden gece ve gündüz anlaşılır. Ancak
bu anlamı genişletmekte fayda vardır. Çünkü burada gerçekten sadece gece ve
gündüzleyin infak etmekten söz edilmiş olsaydı sirran
ve alâniyeten’de olduğu gibi nekre
olarak leylen ve nehâran denilmesi gerekirdi. Hâlbuki belirli
olarak bi’lleyli ve’n nehâri şeklinde
buyrulmuştur. Zaten sirran ve alâniyeten kelimeleri kavram olarak leyl ve nehâr’ı
ifade edebilirdi ve bunun açıkça tekit edilmesine ihtiyaç kalmazdı. Sonra bu
harcamanın çoğu gündüz yapılacağı için önce leyl değil, nehâr kelimesi getirilirdi. Müfessirler, her
vakti içersine alması için gece ve gündüz denildiği; kapalı infak etmenin açık
infak etmekten daha üstün olduğunu belirtmek için de gecenin gündüzden sirran kelimesinin de alâniyet’ten önce getirildiği
görüşündedirler.[858]
Bütün bunlar bizi leyl ve nehâr kelimelerinden asıl maksadın sadece gece ve gündüz
olmayıp burada daha geniş bir anlam bulunduğu anlayışına götürmektedir. Leyl, bir nesnenin,
bir vücudun kısım ve parçalarına verilen bir isimdir. Bir nesnenin bir kısmı
diğeri üzerine bingeştiği zaman Araplar elbese leylün leylen derlermiş[859]
Böylece bir günün karanlık kısmına yani karanlık parçasına leyl (gece) denilmiştir. Nehr ise su yatağına, çay ve ırmağın
aktığı yere denir.[860]
Sonra bu kelime mekân alakasıyla dere içersinde akan şeye (ırmağa) isim olmuştur.
Yani nehr mastar olarak akmak demektir. Zaten nehâr da bu kökten gelen bir kelimedir. Yani
nehâr: gündüz, ışığın akıp dağıldığı bir zaman parçasının adıdır.[861]
Bunun için Nehar denildiği zaman hatıra ışık gelir. Leyl nehâr’ın; gece ise
gündüzün karşılığıdır. Bu açıklamalar
bize burada leyl’den maksat ekonomik olarak maddenin; nehâr’dan maksat ise enerjinin
ifade edilmiş olduğu düşüncesini vermektedir. Bu düşüncemizi aşağıdaki şu
ihtimaller şeklinde sıralayabiliriz. 1- Madde
harcaması, enerji harcaması; 2- Mal harcaması,
emek harcaması; 3- Üretim için
yapılan harcama, tüketim için yapılan harcama; 4- Barınma
harcaması, geçinme harcaması; 5- Ayni harcama,
nakdi harcama. Bu harcamalar Ba
harfi ile ifade edilmiştir. Bu harf, vasıtalardan önce gelir. Vasıtaların
hususiyetinde ise uzuvlarının yerli yerince kullanılması esastır, buna ihtiyaç ve
hatta zaruret vardır. Leyl ve nehâr’dan asdeec gece ve gündüz anlaşıldığı
takdirde burada Ba harfinin gelmiş olmasıyla vasıta olan bu gece ile gündüzün yerli
yerinde kullanılması, yani çalışma ve yaşama saatlerinin, çalışma ve dinlenme
zamanının bir düzen içersinde ayarlanması gerektiğine işaret edilmiş olabilir.
Burada bu kelimelerin belirli olarak gelmiş olmaları belli malların harcanmasına
benzer özellikleri ifade ettiği gibi çalışma saatlerinin de belli bir şekilde
düzenlenmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Böylece infak edilecek mallar ve hizmetler
tarifelendirilmiş, belirlenmiş ve herkese ayrıcalık yapmadan aynı şekilde bu tarife
içersinde verilmiş olur. Sirran : Bu
gönülde ve kalpte gizli tutulan söze denir.[863]Serîr
ve sürûr kelimeleri de aynı kökten gelir. Serîr, taht, koltuk; sürûr ise kalpte
gizli bulunan sevinçtir.[864]
Kuran’da sürûr kelimesi nazrat kelimesi ile beraber zikredilir.[865]
Nazrat yüze vurmuş ve onu güzelleştirmiş olan sevinçtir. Sürûr ise içte saklanan,
dışarıya vurulmamış olan sevinç ve ferahlıktır. Sirr da gizli tutulması gereken
bir şeydir. Mesela cimaya sirr denilir.[866]İsrâr
ise birisine sirr açıklamak anlamına gelir. Alâniyeten : Bu da
ılvân kelimesinden gelir. Ilvân ise kişilerin kendilerini veya işlerini tanıtmak
için mektupların üzerine vurdukları başlığa denir.[867]
Bir şeyi açığa vurmaya da i’lân denir. Alâniyeten kelimesi sirr’ın
karşılığıdır.[868] Harcama işlerinin
gizli ve açık olmasını tespit eden bu ayet leyl ve nehâr’ın aksine bu sirran ve
alâniyeten kelimelerini belirsiz olarak getirmiştir. İ’lân ve isrâr
için belli bir sistem ve belli bir yöntem ve metot yoktur. Bunlar her çeşit vasıta ve
imkânlarla yapılabilir. Bu yardım kimlere
açık verilecek ve kimlere gizli verilecek bu konuda Kuranda bir hüküm yoktur. Yalnız
burada önemli bir nokra vardır. Mükellefler kendi sermayelerinin ne kadar olduğunu
hazineye bildirmeyebilirler. Ancak sermayesini bildirmeyen kişi sigortalı olma ve kredi
kullanma gibi ödenen vergi nispetinde faydalanılan haklardan istifade edemez. Bununla
beraber o, vergisini uygun gördüğü yerlere kendisi verebilir. Eğer ileride onun
vergisi verilmedik malları bulunduğu ortaya çıkarsa bunu böyle zanneden maliye memuru
kendisine vergi talebinde bulunduğu zaman onların vergisini gizli olarak verdiğini
açıklayabilir. Böylece o iki defa vergi vermekten kurtulmuş olur. Hz. Osman malları
zahiri mallar ve batıni mallar olmak üzere iki kısma ayırdı. Zahiri mallar, ziraat
ürünleri, meyveler, hayvanlar ve madenler gibi mallardır. Batıni mallar ise ticaret
malları, altın, gümüş, para ve defineler gibi değerlerdir.[869]
Buna göre bazen devlet başkanları hangi çeşit malların gizli ve hangi çeşit
malların açık olarak verileceğini tespit ederek ilan edebilirler. Biz bu anlamı sirran ve alâniyeten
kelimelerinin belirsiz olarak gelmelerinden çıkarmaktayız. Yardıma hak
kazananların tespit edilme işi de yine bir düzen içinde sağlanıp gerçekleştirilir.
Kendilerine açık olarak verilecek olanlar belli bir sistem içersinde düzenlenir ve
açık olarak yapılır. Gizli olarak verilenler ise bizzat veren kimseler tarafından
tespit edilip verilirler. Kişilerin
istihkakları ihtiyaçlarına göre tespit edilir. Onların kendi geçimleri bir ihtiyaç
sayıldığı gibi üzerine alıp yaptıkları iş için olan masrafları da bir ihtiyaç
kabul edilir. Bunları tespit edenler arasında ise başta mahalle muhtarları olmak
üzere idari kuruluşuna göre çeşitli başkanlar bulunur. Burada ellezîne yünfikûne: harcama yapanlar,
cümlesinde harcama şekilleri toplanmış bulunmaktadır. Bu bize herkesin hem gece hem
gündüz; hem açık ve hem de gizli olarak harcama yapması gerektiğini göstermektedir.
Nitekim ayetin son kısımlarında bunlar için
Rableri katında ücretleri vardır, denilmektedir. İsterlerse gizli olarak
yaptıkları harcamaları açıklamak suretiyle devletin sigorta ve kredi gibi verdiği
geri dönen karşılıktan faydalanma imkânına sahip olabilirler. Böylece onlar
harcamalarının yarısını sirran (gizli olarak), yarısını da alâniyeten (açık
olarak) yapabilirler. Elmalılı Muhammed
Hamdi Yazır merhum bu ayetin tefsirinde şunları yazmaktadır. Bu şekildeki
harcamalarda malların faydalanmaya tahsis edilmesiyle ihtikâr ve iddihardan (toplayıp
saklamadan), vurgunculuk ve yığıcılıktan korunması ve tedavülün
hızlandırılması gibi, hayati, mali ve iktisadi hikmetler vardır. Dikkat edilecek en
önemli nokta birey ekonomisi ile toplum ekonomisini birleştirmektir. Toplumun genel
düzeni bütün servetin tedavülüne engel ve bireyin bencillik duygularını
kamçılamaya elverişli olduğu zaman toplumda çöküntünün başlamış olduğunu
bilmek lazım gelir. İşte o zaman müminlerden mal sahiplerine bu konuda yüksel
görevler düşer ki, bu bütün kazançlarını harcamaya kadar gidebilir. Burada Kuran
harcamayı (tüketimi) ahlaki ve içtimai değeri ile birlikte bundan daha çok, ekonomik
görüş açısından öğretip her şeyden evvel bize şunu gösterir ki, kazanmaya ve
üretimi düzenlemek için ilk önce üretimin gayesi olan tüketimi düzenlemek,
tedavülü hızlandırmak ve genelleştirmek lazımdır. Zamanımızda iktisatçıların
“tüketim: konsumasyon” tabir ettikleri infak, genel olarak ikiye ayrılır. Birisi
ferdi ve içtimai (bireysel ve toplumsal) hiçbir faydası olmayan boş veya zararlı
harcamalardır ki, sadece tüketmek için tüketim olan bu harcamaları Allah yasak
etmiştir. Diğer ise herhangi bir hayati ihtiyaca yönelik bulunan harcamalardır ki,
malı hayata çevirmek demek olan bu harcamalar haddi zatında tüketim değil, üretimin
bir gayesidir.[870]
Bütün bunlardan
anlaşılıyor ki, vergi ve diğer harcamalar ekonomik düzende refahı sağlamakta ve
herkesin çalışıp yaşamasını gerçekleştirmektedir. Ayrıca siyasi düzenin milli
hâkimiyeti savunmasına, yurdun düşmandan korunmasına da yardımcı olmakta ve
böylece korku ve sıkıntılar ortadan kalkmaktadır. Zekât yani vergi düzenini
kuramamış toplumların hem siyasi düzenleri bozuk olup iç ve dış güvenlikleri
sarsılmakta hem de ekonomik düzenleri bozuk olup yoksulluk, açlık, sefalet ve
hastalık çekerler. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Ekonomi bir
toplum düzenidir. 2- Toplu üretim ve
toplu tüketim vardır. 3- Bireyler
emeklerini harcayarak topluma verirler. Bunun karşılığında mal alırlar. 4- Özel mülkiyet
toplum düzeninin içersinde mütalaa edilir. 5- Çalışma ve
dinlenme, belirli zamanlarda yapılır. Vakit toplum tarafından ayarlanıp düzenlenir. 6- Sabahleyin
uykudan kalkıp uyanma, çalışma, dinlenme ve geceleyin yatma saatleri belli ve
belirlidir. Bu saatlerde topluca çalışılır ve yaşanır. 7- Harcamalar,
madde-enerji, emek-mal, üretim-tüketim, geçinme-barınma, ayni ve nakdi harcamaları
gibi çift çifttir. 8- Harcamalar
(verilen vergiler) açık ve gizli olmak üzere iki çeşittir. 9- Açık
harcamaları (zahiri malların vergilerini) devlet toplar ve devlet dağıtır. 10- Gizli
harcamaları (Batıni malların vergilerini) herkes, kendisi yerlerine verip dağıtır. 11- Mal beyanında
bulunmamak suç sayılmaz. 12- Mal beyanında
bulunanlar gizli harcama (vergiyi halka kendisi verip) yapsa bile devlet yardımlarından
(kredi alma ve sigortalı olma gibi) faydalanırlar. 13- Toplumdaki
muhtaçların tespit edilmesi idari kuruluşa uygun olan bir yolla gerçekleştirilir. 14- Devlet
başkanı bazı malların vergilerini halka gizli olarak verilip dağıtılmasına karar
verebilir. Bazı malların da açık olarak verilmesini isteyebilir. 15- Vergi sistemini
gereği gibi düzenleyip ayarlayan bir toplumun ekonomik düzeninden kriz, korku ve
sıkıntılar gider ve böylece refah ekonomisi gelmiş olur. 16- Toplumda
tüketimi iyi bir şekilde düzenlemek üretim kadar ve hatta ondan daha fazla önemlidir.
Çünkü üretimin gayesi tüketimdir. Zira üretim tüketim için yapılır. 17- Üretim,
tüketim ve mübadele hareketleri hep birer sosyal olaydırlar. 18- Uyumak,
dinlenmek ve zamanı kullanmak ve vakit geçirmek hep bir harcamadır. 19- Birey ekonomisi
ile toplum ekonomisi birleştirilip bir araya getirilir. 20- Üretip kazanma
sistemini düzenlemek için ilk önce üretimin gayesi olan tüketimi düzenlemek,
tedavülü hızlandırmak ve genelleştirmek gerekir. Bakara Suresi 2/
Ayet: 275 “Faiz yiyen
kimseler, şeytanın çarptığı kimse nasıl ayakta duruyorsa öyle dururlar.” Bundan önceki
ayette olduğu gibi burada da müpteda olarak ellezîne kelimesi ile başlanmış, atıf harfi olan vav getirilmemiştir. Böylece
vergilerden yalnız verenlerin değil, başkalarının da faydalanacağı bildirilmiş
olmaktadır. Eğer vergilerden sadece verenlerin faydalanması esas olsaydı, önceki ayet
vav harfiyle gelip “fukara” kelimesi
üzerine atfedilirdi. Hâlbuki böyle olmamıştır. Çünkü fasıl yeri ile vasıl yeri
birbirine zıttır.[871]
Öyleyse vergi kendisiyle sadece verenlerin
iş gördüğü ve herkesin verdiği kadar faydalandığı bir şey değildir. Bunun için
devletin hizmetlerine karşılık vergi alması yani faydalanma teorisi İslamiyet’in
vergi teorisine aykırı düşmektedir. İslam ekonomisinde vergide iktidar teorisi
esastır. Onun için zekât: vergi zenginlerden alınır ve fakirlere verilip
dağıtılır. Zira Hz. Peygamber, Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderdiği zaman zenginlerinde al ve fakirlerine ver, buyurdular.[872] Toplumda vergi
verenler başkadır; direkt olarak faydalananlar başkadır. İşte bundan dolayıdır ki,
İslam ekonomisinde devlet hiçbir zaman zenginlerin kurdukları bir şirket değildir.
Kredi ise bu vergi sisteminin tersine çalışır. Mevduat sahipleri krediden
faydalandıkları gibi fazla vergi ödemek fazla kredi almaya sebep olur. Ancak burada
vergi, kredi ihtiyacının ne kadar olduğunu tespit etme bakımından bir rol oynar;
yoksa vergi kredindin bir sebebi değildir. Ayette faiz
yiyenler de ism-i mevsulün cemi müzekker salim kalıbı ile getirilmiştir. Öyleyse
faiz, bir kurum meselesidir. Yani faiz, zekât kurumuna karşı zıt bir kurum olup ona
ters bir fonksiyon icra eder. Ellezîne
yünfikûne: zekât verenler, denildikten sonra ellezîne
ye’külûne er-ribâ: faiz yiyenler buyrulması ve burada atıf harfi olan vavın
getirilmemesi ile anlıyoruz ki, bu ayet öncekinden ya bedeldir veya başka bir şeydir.
Bedel olmayacağına göre başka bir şeydir. Çünkü fasıl, valsa zıttır.[873]
Yani demek oluyor ki, faiz ile zekât ayrı, ayrı ve birbirine zıt şeylerdir.[874]
Bu zıtlıkları şöyle sıralayabiliriz. 1- Zekât,
zenginlerden alınır, fakirlere verilir. Faiz ise fakirlerden alınır zenginlere
verilir. 2- Zekât fazla
sermayenin eksiltilmesidir. Faiz ise fazla sermayenin daha da artırılmasıdır. Yani
faiz, eksi zekâttır. 3- Zekât, milli
gelir dağılımını düzenleyip dengeler. Faiz ise milli gelir dağılımının
dengesini bozar. 4- Zekât, ekonomik
faaliyetleri artırır, mükellefleri yatırımlara sevk eder. Faiz ise ekonomik faaliyeti
yavaşlatır ve yatırımları frenler. Bununla beraber
burada adı geçen sadece bireylerin alıp verdiği faiz değil, zekât gibi
kurumlaşmış olan faiz kurumlarıdır. Yani faizin asıl kaynağı olan müessesler ve
bankalardır. Daha doğru bir ifade ile faizli sistemin bizzat kendisidir. Onun için
burada ellezi ye’külü’r ribâ: faiz yiyen
denilmemiş, ellezîne ye’külâne’r ribâ:
faiz yiyenler buyrulmuştur. İsm-i fail kalıbının kullanılmayıp da sıla ve mevsul
ile getirilmesi de faiz alıp verme ve faizli düzeni kurma işinin yasaklığını ifade
eder. Yoksa faizli bir ekonomik sistem, kurulup çalışmaya başladıktan sonra işlemesi
doğaldır. Böylece bu iki
ayette[875]
ayrı iki sistem olan zekâtlı sistem ile faizli sistem ortaya konup anlatılmaktadır.
Bunların ayrı, ayrı birer sistem oldukları, ellezîne
kelimesinin belirli olmasından; ikisinin bir arada yaşayamayacağını da
fasledilmiş olarak gelmelerinden anlaşılır. Öyleyse faizli sisteme önem verilirse
zekâtlı sitem ortadan kalkar, eğer zekâtlı sisteme önem verilirse bu defa faizli
sistem ortadan kalkar. Yani zekât, faizi yok eder. Bunun içindir ki, İslami düzende
faiz yalnız Müslümanlara değil, zimmî vatandaşlara bile yasaktır. Mesela onlar bir
faizli banka kurup işletemezler. Hz. Peygamber
İslam tabiiyetine giren zimmî olan Necran Hıristiyanlarına faiz alıp vermemek üzere
zimmetlerini kabul etmiş ve buna göre onlarla sözleşme yapmıştı.[876]
Her ne suretle
olursa olsun İslam yurdunda faiz haramdır. Savaş yurdunda ise bir Müslüman ile bir
harbi arasında faiz müsaadesi vardır.[877]
Hz. Peygamber “Dar-ı harpte Müslüman ile harbi arasında faiz olmaz,”
buyurmuşlardır.[878] Önceki ayetteki
zekât, vergi ve sadakayı ifade eden infaka karşı, burada ekl: yemek kelimesi
kullanılmıştır. el-ekletü, kaşımak, sürtmek, kazımak, aşındırmak anlamlarına
gelir.[879]
Mesela iki nesnenin birbirini sürterek aşındırmasına ve tüketmesine denir. Aslında ekl de
infak gibi bir harcamadır. İnfak, mal ve emek üretimi için yapılan bir harcama yani
yeni bir üretime yöneltilmiş bir harcamadır.[880]
Ekl ise bitirip tüketmeye denir, bu tam tüketime yönelik bir harcamadır. Burada faizi
ahiz ederler (alırlar) denilmemiş, faizi ekledderler (yerler) buyrulmuştur. Böylece bu
kelime bize çok önemli bir noktanın anlaşılmasına yardım etmektedir. Üretim ve tüketim
olayları bir toplumda çeşitli basamak ve safhalardan geçer. Bunlar birbirine bağlı
olan zincirin halkaları gibi bir elden diğerine geçer. Mesela bir yerde
yoğunlaşırken diğer yerde dağılırlar. Doğal bir oluş olduğu için bunların bir
haksın veya kötü yönlerinin bulunduğu düşünülemez. Çünkü bugün burada
depolanan bir mal yarın elbette çıkarılıp harcanır. Depoda bulunan bir malın falan
veya filan şahsa air olması da önemli değildir. Önemli olan depo edilmiş bulunan
malların dağılıma tabi tutulduğu zaman nerelere gittiğidir ve hangi şahısların
eline geçtiğidir. Öyleyse bir şeyin kime ait olduğu ve kimin elinde bulunduğu o
kadar önemli değil, bir şeyin tüketimi, harcanıp yenmesi önemlidir. Mesela bir
tüccarın fazla malı olması bir değer taşımaz. Ancak bu fazla mallar gelişi güzel
harcanır, israf edilir ve saçıp savrularak tüketilirse işte bu kötüdür. Yani
malın en son kullanılış şekli çok önemlidir. Bunun içindir ki, İslam düzeninde
ve İslam ekonomisinde üretim ve mübadelede özel mülkiyet ve serbest rekabet kabul
edilirken, tüketimde bu serbestlik kaldırılmış, zekât ve israf emir ve yasağı ile
tüketim dengesi sağlanmıştır. İşte burada bu hususların ifade edilebilmesi için
ahz kelimesinin yerine ekl kelimesinin kullanılmış olduğunu söyleyebiliriz. Eğer gerçekten
faiz sadece bir servet birikimi ve dolayısıyla bir sermaye dolaşımından ibaret bir
şey olsaydı her hangi bir zararı olmazdı. Çünkü fakirler çalışır, zenginler de
çalıştırır ve böylece toplumda bir refah ekonomisi meydan gelirdi. Hâlbuki faiz,
üretim vasıtalarının şurada veya burada bulunmasına tesir eden bir faktör ve kurum
olmayıp bizzat tüketime etki yapan bir faktördür. Zaten faiz toplumda üretime hiçbir
katkısı bulunmayan işsiz, asalak ve atıl emekli bir sınıfın doğmasına sebep olur.[881]
Milli gelirin
kullanılmasında faizin oldukça önemli menfi bir rolü vardır. Mesela faiz yok iken
milli gelir ile şu işler yapılır. Mevcut tesislerin bakımı yapılır. Mevcud
insanların bakım ve geçimleri temin edilir. İmar ve tesisler geliştirilip
büyütülür ve toplumdaki nüfus artıp çoğalır. Depolardaki stok yapılmış
malların miktarı da böylece artar. Bütün bu olaylar olurken ve işlemler yapılırken
bir de ortaya faiz faktörü çıkarsa o zaman bu gelir payları azaltılıp faize
aktarılır. Öyleyse faiz üretim faktörlerinin gelirlerini azaltır, milli gelir
tüketimini kısıtlar ve yatırımları durdurur. Mesela burada tarihten bir örnek
vermek gerekirse merkantilist anlayışta iş hayatını canlı tutmak için kanun yolu
ile faiz hadleri düşük tutulmuştur.[882] Diğer üretim
vasıtalarının payları kesin olmayıp duruma göre zamanla azaldığı veya
çoğaldığı halde sermayenin hakkı olduğu iddia edilen faiz kesindir. Faizin
karşılanabilmesi için önce diğer paylardan kesintiler ve kırpmalar yapılır. Sonra
eğer faiz yetiştirilemezse ana sermayeden alınıp karşılanır. İşte bu yüzden
tüccarların ellerinde bulunan sermaye, faiz yüzünden azalır. Eğer sermaye mevcud
değilse bu defa fakirlerin zimmetinden yani fakirleri borçlandırmak suretiyle
karşılanır. Demek ki, faiz bu haliyle ağacı kemirip yıkan bir kurda benzer. Çünkü
o milli geliri kemirip tüketir. İşte bunun için ayette faizi alırla” denilmemiş,
“faizi yiyenler” burulmuştur, diyoruz. Ribâ: Terbiye
kelimesinin açıklaması daha önce geçmişti.[883]
Bir şeyi yavaş, yavaş geliştirip olgunlaştırmak anlamına geliyordu. Ribâ kelimesi
de bu kökten gelen bir kelimedir. Ziyadeleşmek, fazlalaşmak, artmak anlamlarına gelir.[884]
Şeriat dilinde ise riba, bir muavaza akdi zımnında ıvazsız kalan herhangi bir
fazlalık demektir.[885]
Buna göre faiz, karşılığı, bedeli olmayan bir fazlalıktır. Daha geniş bir anlamda
faiz, milli gelirdeki bir artı ve fazlalıktır. Yıllık üründen
herkes kendisine düşen payını aldıktan sonra geriye arta kalan fazlalık birikerek
milli serveti meydana getirir. Demek ki, ihtiyaçtan arta kalan milli servet bir nevi riba
yani artan mal ve değerlerdir. Bu milli servet ya depolara konularak saklanıp
biriktirilir veya tesisler yapılarak ülke imarının gelişmesinde kendisini gösterir.
Buna göre ister mülk olsun, ister ticaret malları olsun bunların hepsi geçmişteki
ihtiyaçlardan geri kalan artık ve fazlalıkların birikiminden ibarettir. İşte bu
artan değerleri ekl etmek demek bunu yiyip bitirmek ve tüketmek demektir ki, bu ayette
asıl yasaklanan şey de budur. Bu artan değerin yenilip bitirtilmesi şu şekilde olur.
Eğer bir mal ve mülk kar getirebilecek bir tüccarın ve kullanacak bir şahsın elinde
olmazsa zamanla çarçur olup gider. Böylece işte bu yolla milli servet de yok olup
gider. Zaten bize göre bu ayetteki kelimenin akıllı çoğul kalıbında ellezine
şeklinde gelmesiyle faizli sistem, bu milli servetin çarçur edilip tüketildiği bir
sistemdir. Çünkü bütün servetin faiz sayesinde zamanla yavaş, yavaş üretim ve
tüketime hiçbir ihtiyacı ve katkısı olmayan kimselerin elinde toplandığı
görülür. Asıl muhtaç olanlar ise imkânsız ve çaresiz hale düşer. İşte bu
suretle milli servet mahvolup gider.[886] Esasen bir malın,
bir servetin hiçbir müdahalede bulunulmadan durup dururken çoğalıp artması bir
ribadır, faizdir. Bir mal ancak kendisine bir emek eklendiği zaman çoğalıp şekil
değiştirebilir. Hâlbuki faizde bir emek harcanmadan artıp çoğalma vardır ve buna
göre hareket edilir. Aslında bu açıdan bakıldığı zaman tüccara tanınmış olan
kar da böyle bir şeydir. Ancak karın faizden farklı yönleri de vardır. Ticarette
sermaye bir riziko çekmektedir. İşte kar bu riziko karşılığı tanınmış olan bir
haktır.[887]
Onun için kar servette azalmaya değil artmaya yönelik bir faktördür. Zira kar, malın
değerinde bir artışa sebep olur. Faiz ise servette azalmaya ve azaltmaya yönelik bir
rol oynar. Demek ki, netice olarak ribanın-faizin biri birey, diğeri toplum açısından
olmak üzere iki anlamı vardır. Riba-faiz, toplum için milli servetteki bir artış
demektir. Birey açısından ise bir emek ve riziko karşılığı olmadan şahsın
servetinin artıp çoğalmasıdır. Ekl kelimesi bir
yandan milli hâsıladaki artışı yiyip bitirme manansa diğer yandan da bireyin kendi
servetindeki artışı yiyip tüketme anlamına gelir. Burada ise daha çok milli
hâsıladaki artışın yenilip bitirilmesi kastedilmiş olabilir. Çünkü riba kelimesi
tekil ellezine kelimesi ise çoğuldur. Bunun için burada toplumun faaliyetinden
bahsedilmiş olsa gerektir. Ayetin bu
bölümünden anladığımız manayı şu şekilde özetlemek mümkündür. Milli
gelirdeki artış imara, nüfus artışına, refah ve yedek mal stoklarına kaydırılacak
yerde faize aktarılır. Bu defa adı geçen bu yerlerde zorunlu olarak yapılacak olan
bir kısıtlamadan dolayı bir takım aksaklıklar meydana gelir. Bu aksaklıklar işte
milli gelirin yok olmasına sebep olurlar. Tam burada bu konuda Hz. Peygamber’in faizin
daha ziyade servetin azalmasına sebep olan bir şey olduğunu ifade etmek üzere[888]
«Malının
ekserisi ribaya dayanan hiç bir kimse yoktur ki, onun işinin neticesi azlık ve
fakirliğe müncer olmasın»[889]
«Faizcinin kazancı üzerinden kırk sene geçmez, muhakkak mahvolur»[890],
buyurduklarını nakletmek tam yerinde bir hareket olacaktır. Faizi kar gibi
meşru görenler “ticaret faiz gibidir” demişlerdi.[891]
Yalnız karı değil, hatta kira ile ücreti bile aynı kabul edenler çıkabilir.
Böylece kar, kira ve ücretin faiz gibi oldukları, bunlar meşru sayılıp da faizin
gayri meşru görülmesinin yanlış olduğunu iddia edenler bulunabilir. Burada hemen
söyleyelim ki, arada bazı benzerlikler bulunmakla beraber farklar da vardır. Faiz,
kira, kar ve ücretten tamamen farklı bir şeydir. Kira ve ücret bir şeyi kullanıp
faydalanmanın karşılığıdır. Yani bunlar ayni malın değil, menfaatin
karşılığıdır. Kar da sermayenin çektiği rizikonun karşılığıdır. Kira ve
ücret aslında menfaatin temlik edilmesidir.[892]
Burada fayda veya menfaat dediğimiz şey, bir evin kiralanması gibi bir aynin menfaati,
bir işçinin ücretlendirilmesi gibi emeğin menfaati olabilir. Yalnız kira ve ücret,
kira ve hizmet sözleşmelerinde menfaatin-faydanın bilinmesi ve belli olması şarttır.[893]
Mesela meyvesinden faydalanmak için bir ağaç ve sütünden faydalanmak için bir inek
kiralanamaz. Çünkü meyve ve süt ayni olan bir maldır, menfaat değildir. Faiz ise
ancak bir aynin menfaatinin kiralanması olabilir. Yalnız buradaki menfaat da belli
değildir. Onun için böyle bir faiz sözleşmesi İslam ekonomisinde batıl-hükümsüz
sayılır. Bunlar arasında başka bir fark da mesela ücretlerdeki artışlar refahı
yükseltir ve nüfusun çoğalmasına sebep olur. Kiralardaki artışlar da yeni, yeni iş
alanları açarak yatırımların hızlanmasına katkıda bulunur. Kar ise malların
çoğalmasına ve daha çok malların depo edilmesine yardım eder. Faiz ise bütün bu
ekonomik faaliyetleri eksi etki yaparak azaltır. Sanki faiz, ücret, kira ve kar
faktörlerinin yaptıklarına ters yönde bir etki yapar. İşte bunun için biz “faiz yiyenler” cümlesini milli gelirdeki artışı yok edenler diye
çevirmek istiyoruz.[894]
Biz bu faizin milli gelirdeki artışı kemirip eksilttiğini veya yok ettiğini şu
denklemle daha güzel açıklamış oluruz. Artan Milli Gelir
– Faiz = Refah +Nüfus Artışı + Depolanan Stok Mal + İmar Bu denklemde faizin
milli geliri kemirip eksilttiği çok açık bir şekilde görülmektedir. Ayette faiz
yiyenlerin şeytanın çarpmış olduğu kimsenin kalktığı gibi kalkacakları
bildirilmektedir. Burada faiz yiyenler sanki saralının duruşu gibi ayakta
durmaktadırlar. Böylece faiz yiyen bir toplum saralı bir hasta gibi krizlere tutulacak
demektir. Tıp dilinde saraya epilepsie adı verilir. Epilepsie bir semptom-belirtidir.
Sinir dokusunun anormal, aşırı ve zaman, zaman görülen deşarjı demektir. Bu
hastalıkta şuur, geçici veya devamlı olarak kaybolur. Hasta bir kütük gibi yere
devrilir. Bundan sonra horultu ve derin bir uykuya dalar. Vakasına göre 5 dakikadan
yarım saate kadar süren bu uyku döneminden sonra hasta şaşkın bir ifade ile
sersemleşmiş bir halde ve doğal bir şekilde ne olduğundan habersiz olarak uyanır.
Bazı vakalarda uykuyu şiddetli bir (konfüzyon) takip eder. Uykudan kalkan hasta
etrafına saldırır. Bağırır, çağırır, cinayet işler ve intihar bile edebilir.[895]
Bu çeşit
hastalıklar sinir sistemine olan hâkimiyeti kaybettirir. Bu hastalıklardan bir kısmı
nörolojik, bir kısmı da psikolojiktir. Bugün bu hastalıklar tıp fakültelerinde
nöroloji ve psikiyatri kürsülerinde tedavi edilmektedirler. Faizli sistemin
sağlık durumu, şuurunu kaybetmiş ve ne yaptığını bilmez bir delinin sağlık
durumuna benzer. İşleyişi ve çalışması aynı onun davranışı gibidir. Psikiyatrik
hastada görünüşte hiçbir araz ve belirti görülmeyebilir. Fakat bazı zaman onun
çok güçlü olduğu hareketlerinden anlaşılır. Ancak bu hastanın dengesi yerine
olmaz, anormal davranışlar sergiler. İşte milli gelirin gereken yerlerine
açıkladığımız şekilde dağılmasını engelleyen faizli sitem de böyledir. O kendi
kendini kemirmektedir. Bir gün gelecek bir kütük gibi yere devrilecektir. Fakat
insanlar bugün bunun pek farkında değildirler. Ekonomik bedenin ve bünyenin
azalarında beliren felçler faizin eserinden başka bir şey değildirler. Zaman, zaman
nöbet krizleri de gelebilir. Hatta 1930lardaki krizin sebebi araştırılmış John Maynard Keynes gibi doktorlar faiz teşhisini koyarak tedaviyi
faiz hadlerinin düşürülmesinde bulmuşlardır.[896]
Bugün de bütün dünyadaki ekonomik bünyelerin, ekonomik düzenlerin sara
hastalığına tutulup bayılma ve krizler geçirme tehlikesi ile karşı
karşıyadırlar. Ayetten Çıkan
Ekonomik Ayetler: 1- Faizli sistem
zekâtlı sistemin zıddı ve karşıtıdır. 2- Faizli sistem,
ücreti, karı ve yatırımları kısar, en sonunda bunları tamamen ortadan kaldırır. 3- Faizli sistem,
ekonomik dengeyi ve ekonomideki ahengi bozar. Bunların işlerliğine son verir. 4- Faizli sistem
ile zekâtlı sistem ikisi bir arada yaşayamazlar. 5- Faiz bir toplum
işidir; birey işi değildir. Bakara Suresi 2/
Ayet: 275 “Onların bu
halde olmaları, “alış-veriş aynı faiz gibidir” demeleri yüzündendir. Hâlbuki
Allah alış-verişi helal, faizi ise haram kılmıştır.” Faizli sistemin ekonomik düzeni mefluç hale
getirmesi ve dengesini bozmasının sebebi, alış-veriş ile faizi aynı görmeleri ve
öyle uygulamalarıdır. El-Bev’u : El
uzatmak manasınadır.[897]
Bey’ satmak emektir. Ayrıca almak anlamına da gelir.[898]
Alıcı ile satıcı akit yaparken birbirlerinin sağ ellerini tutarak toka ederler.
Böylece verdikleri sözlerini hareketleri ile de ifade etmiş olurlar.[899]
Bu el tutma işi başkan seçiminde de yapılır ki, buna biat adı verilir.[900]
Biat (Bey'at): Ulu’l emre bağlılık sözü vermek demektir. Rasulullah, önemli
dini-siyasi olaylar arifesinde veya İslamiyet’i kabul eden kimselerle ilk defa
görüştüğünde biat almıştır. Biat, genelde el sıkışma şeklinde olmuştur.[901] Biatte başkan
seçilenin eli üstte, seçmenin eli altta olarak başkanı dinleme ve itaat etme
sözleşmesi yapılırdı. Hâlbuki alış-veriş, icar ve kira gibi akitlerde ellerin her
ikisi de düşey olarak tutulur. Başkanı dinleyip itaat etmek için söz verme demek
olan biat ve ihtiyaçları gidermek için yapılan alış-veriş aynı zamanda bir
toplantı yeri olan mabetlerin yanında yapılırdı. Halk gidip hem mabette ibadetini
yapar ve hem de ihtiyaçları için alış-verişte bulunurdu. Hatta Kuran-ı Kerim’de
hacdan ve cumadan bahseden ayetlerde de aynı resim tasvir edilmekte; bir taraftan hac ve
Cuma ibadetlerinden bahsedilirken diğer taraftan da faydalanmadan, ticaretten,
alış-verişten söz edilmektedir.[902]
Yine bundan dolayı eski mabetlerin bir kısmına (kilise adı verilen Hıristiyan
mabedine) biyat, çoğulu biya’ adı verilmektedir.[903]
İşte bey’
sözlük olarak bir akit ve bir sözleşmedir; terim olarak ise bu bir alış-veriş ve
mübadele sözleşmesidir. Bu mübadele sözleşmesi sözleşmeye, alınıp satılan
şeye, paraya ve paranın miktarına göre ayrı, ayrı kısımlara bölünür.
Alış-veriş, alınıp satılan şeye göre şu kısımlara ayrılır: 1- Malın mal ile
değiştirilmesine mukayada (trampa) 2- Paranın para
ile değiştirilmesi ne sarf (Kambiyo) 3- Malın para ile
değiştirilmesine bey’ (Trade) 4- Paranın mal ile
değiştirilmesine selem, adı verilir.
Bunların her birerinin ayrı, ayrı hükümleri vardır.[904] Bundan başka
satılan şeye göre icare, hizmet ve kira sözleşmeleri de vardır. İcare veya kira
sözleşmelerinde menfaatin satımı gerçekleşir. Mesela bir insan emeğini satar ve
onun karşılığında ücret alır. Hayvanını, arabasını veya evini kiraya verir ve
bunların kargışlığında da bedelini alır.[905]
İslam hukukçuları alış-verişi (el-bey’i) iki tarafın kendi rızaları-gönül
hoşnutluğu ile talep edilen bir malı yine talep edilen bir mal ile değiştirmeleri
(mübadele etmeleri)dir, şeklinde tarif ediyorlar.[906] Bey’de ve
mübadelede tam bir temlik vardır. Onun için kayıtlı ve muvakkat-geçici olan
temlikler mübadele sayılmaz. Hibeler, tam ve devamlı olan bir temlik olduğundan bey’
sayıldığı gibi, gayrimenkullerin iareleri de bey’ sayılabilir. Çünkü bunlardan
hibe karşılığı ve bedeli sıfır olan bir satıştır; ariyet de yine karşılığı
ve bedeli sıfır olan bir icaredir.[907] Ribâ kelimesi
rbv kökünden gelir. Arapçada bu kelime rbv, rby ve rbb
olarak birbirine yakın anlamlarda kullanılır. Yüksek yer, artma, su yüzüne çıkma
gibi anlamlar ifade eder.[908]
Bunun ilk manası ise daha önce söylediğimiz gibi deriyi, yağını yavaş, yavaş
emdirmek suretiyle hâsıl etmektir. Bu manalar ile ribâyı, bir şeyin zamanla yavaş,
yavaş artarak büyümesi şeklinde düşünebiliriz.
Bu anlayış ile
bir kimsenin malının, başka bir kimsenin yanında zamanla artıp büyümesine ribâ
denilebilir. Ayrıca milli gelirde zamanla meydana gelen artışa da riba denir. Ancak ticari karlar
bu tarifin içersine girmez. Çünkü ticari karlardaki artış, zamanın geçmesiyle
değil, bir muamele neticesinde doğar. Bunda ani bir oluş ve muamele cereyan eder ve
hemen bir kar meydana gelir. Alıp satarken elde edilen karda bir zaman düşünsek bile
buradaki artan şey, malın kendisi değil, fiyatı ve değeridir. Mesela üç liraya
alınan bir şey beş liraya satılmaktadır. Burada artan şey malın kendisi değil onun
değeri ve fiyatıdır. Emeğin
karşılığı olarak alınan (verilen) ücretlerin biriktirilmesi de bir ribâ değildir.
Bu ancak bir iddihar: yani biriktirmekten ibarettir. Yoksa bu bir artma değildir, emeğin
kendisi artmamıştır. Sadece karşılığı ve bedeli olan ücret biriktirilmiştir.
Faydalanmanın karşılığı ve bedeli olan kiralar da böyledir. Burada da faydalanma
aynı kalır ve hiçbir zaman artmaz. Sadece bunun karşılığı olan kira birikir.
Öyleyse kira da bir ribâ değildir. Ribâ, alınan 1000
liranın veya 1000 kilo buğdayın belli bir zaman sonra mesela 1100 lira ve 1100 kilo
buğday olmasıdır. Burada artan bizzat paranın ve buğdayın kendisidir. İşte faiz
denen şey budur ve milli gelirdeki artış da böyledir. Milli gelir toptan artmıştır.
Hem bu malın kendi cinsinden bir artmadır. Hz. Peygamber aynı cinsten olan mallar
değiştirildiği zaman peşin ve aynı miktarda olmaları gerektiğini buyurmuştur. Bu
konudaki “Buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla, tuz, tuz ile, altın, altın
ile, gümüş, gümüş ile değiştirildiği zaman misli misline denk ve peşin
yapılır. Fazlası ise faizdir.”, şeklindeki hadisi meşhurdur.[909] Esasen kar ile faiz
arasında bir fark bulunduğu faizciler tarafından da kabul edilmektedir. Çünkü
bütün iktisat kitaplarında faiz, sermayenin bir payı olarak gösterilmektedir.[910],
kar da müteşebbise ayrılmaktadır.[911]
Böylece kar ile faizin ayrı, ayrı şeyler olduğu görülmektedir. Yalnız İslam’ın
dışındaki görüşler faizi, mesela liberalizm ve kapitalizm gibi, ya meşru görüyor
veya sosyalizm ve komünizm gibi görüşler ise gayrimeşru sayıyorlar. Ayetin ifadesine
göre faizi kar gibi meşru sayanlar felç ve sara gibi kötü bir hastalığa tutularak
krize tutulacaklardır. Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta vardır.
Onların bu kriz belasına uğramaları, faiz alıp vermeleri yüzünden değil, faizi
meşru saymaları sebebiyledir. Demek oluyor ki, faizin kendi kötü etkisinin dışında
bir de meşru sayılmasından dolayı toplumda ayrıca çöküntüler meydana gelir. Bu
çöküntüleri şu şekilde sıralayabiliriz: 1- Faiz meşru
sayılınca herkes kendisini rizikoya sokmadan, oturup kolay kazanmanın yollarını
araştırır. Böylece toplumda çalışarak kazanma yerine sömürerek kolay kazanma
felsefesi doğup yerleşir. 2- Faizin meşru
sayıldığı bir toplumda parası olmayanlar, paralı olanların kendilerini
sömürdüğünü gördükçe sadece sömürenlere düşman olmakla kalmazlar; doğrudan
doğruya toplum düzenine düşman olurlar ve onu yıkmaya çalışırlar. 3- Faizin
meşruiyeti insanda bir an evvel servet edinip köşeyi dönüp yan yatmayı hedef alan
bir duygu uyandırır. Artık herkes gayrimeşru da olsa bir hendek atlama yarışına
başlar. Meşru çalışma yerine gayrimeşru mal kazanma yolları tutulur. 4- Faizin meşru
olduğu yerlerde kimse kimseye faizsiz bir borç vermez olur. Faizli ve teminatlı borç
verme zorluğu dolayısıyla toplumda sermaye akışı yavaşlar dolayısıyla işsizlik
meydana gelir ve neticede krizler baş gösterir. 5- Faizli sistem
zenginin fakiri ezdiği bir sistem olduğu için bunun meşru kabul edilmesi toplumda
zenginleri de merhametsiz hale getirir. Bu yüzden insanlar eti için kesilen bir koyundan
farksız duruma düşürülürler.[912] Görülüyor ki,
faizin zararları yalnız kendisinin meydana getirdiği zararlardan ibaret değildir.
Bunun yanı sıra toplumun siyasi ve iktisadi düzeni bozulmakta ahlaki ve insanlık
duyguları körelmekte, böylece toplum gerçekten cin-şeytan çarpmışa dönmektedir.
İşte Kuran-ı Kerim bu durumun faizin meşru görülmesiyle meydana geldiğini
açıklamakta, “Böyledir, çünkü onlar, alış-veriş aynı faiz gibidir,
demişlerdi”, diyerek onların bu görüşlerini sebep olarak göstermektedir. “Zalike
bi ennehum”, derken buradaki bi harfi sebebiye için gelmekle[913]
bu mana daha açık bir şekilde anlatılmıştır. Benzetmelerde asıl
kural zayıf olan tarafın kuvvetli olana benzetilmesidir. Bazen de insanlar kuvvetliyi
zayıfa benzetirler. Bu çeşit benzetmeye teşbih-i maklub adı verilir.[914]
Ayette faiz taraftarları, alış-verişi faize benzetmişlerdir. Yani bir nevi teşbih-i
maklub yapmak istemişleridir. Ancak bu benzeyen ile benzetilen arasında ortak bir
vasfın bulunması gereklidir. Onun için farklı olan şeyler birbirine benzetilmezler.
Böylece bu faizciler faizin asıl olduğunu farz ve iddia etmişlerdir.[915] Onlar faiz ticaret gibidir diyecekleri yerde (tabi
bu iddia da yanlıştır), ticaret faiz gibidir, demişlerdir. Bu benzetmedeki hataları
göstermek için ticaret ile faizi karşılaştıralım. 1- Bey’, mülkün
veya menfaatin tam temlikidir. Bu muamelede kar da ve zarar da etme ihtimali vardır. Karz, (misli olan
bir malın ödünç olarak verilmesi)[916]
muvakkat bir zaman için mülkün temlikidir. Bunda da kar ve zarar etme ihtimali vardır.
Eğer kar ve zarar, mülkü temlik edene ait olursa bu bir şirket olur yani mudarebe
şirketi olur.[917]
Eğer kar ve zarar temellük edene yani ödünç alana ait olursa bu da karz-ı Hasen
adını alır. Bunların her ikisi de meşrudur. Eğer kısmen de olsa kar bir tarafın,
zarar da diğer tarafın olursa, bu mutlak bir faiz olup gayri meşrudur. 2- Ticaret, alma ve
satma gibi, iki akit ile üretici, tüketici ve tüccar olmak üzere üç kişi arasında
cereyan eden bir mübadeledir.[918]
Faiz ise bir akid ile yalnız iki kişi arasından geçer. Bunun için birincisinde yani
ticarette tüccar, üretici ve tüketiciyi buluşturma gibi bir hizmet yapar. İkincisinde
yani faiz akdinde ise böyle bir hizmet söz konusu değildir. 3- Kira akdinde
zaman faktörü menfaati ölçme vasıtası olarak kullanılır. Faizde ise zaman,
artışın bizzat sebebi sayılmaktadır. 4- Ticarette malın
fiyatı ve değeri artar. Faizde ise zimmet artar, ödenmesi gereken borç paranın
miktarı artar. 5- Ticaretteki kar,
zararı karşılamak için, kiralardaki ücret de amortismanı, aşınma ve yıpranmayı
karşılamak için verilir. Faizde ise ne riziko, ne aşınma ve yıpranma vardır.
Öyleyse faiz niçin verildiği belli olmayan karşılığı bulunmayan bir fazlalıktır.[919] Faiz ile kar
arasındaki bu farkı iyice kavrayabilmek için burada gelir dağılımı formülüne
tekrar dönmek istiyoruz. Batı üretim biçiminde elde edilen artı değer ve gelir
fazlası, dört üretim vasıtası arasında bölüştürülür. Emek ücret, toprak kira,
sermaye faiz ve müteşebbis de kar alır. Biz bu tasnifin yanında meseleyi daha iyi
anlayabilmek için ikinci bir tasnif yaparak, tüccara kar, tesislere kira, emek sahibine
ücret ve para sahibine de faiz verilmiş olduğunu düşünelim. Herkesin kendi
mesleğinde kalmaya mecbur olduğunu kabul ederek düşünelim. Yani tüccar, tesis
sahibi, işçi ve sermaye sahibinden her biri kendi işinde kalsın ve kendisine düşen
payı yine kendi işi için harcasın, başka bir yere aktarmasın. Mesela işçi
faizciliğe, sermaye sahibi de tesis kurmaya kalkmasın. Şimdi bu hipoteze dayanarak
neticenin ne olacağı hakkında düşünmeye çalışalım. Ücretle çalışan
işçiler aldıkları fazla ücreti ihtiyaç ve refahları için harcasınlar. Onların
refahları artınca nüfusları da artar. Nüfusları artınca fazla iş gücü bulunur.
Fazla iş gücü bulununca emek ucuzlar. Böylece ücret denge durumuna gelir ve emeğin
gerçek payı olur. Tüccar sağladığı kar sayesinde sermayesini artıracak ve
artırdığı sermaye kadar mal depo edecektir. (Tüccarın para depo edemediği
hipotezini kabul ediyoruz.) Fazla mal bulunması fiyatların düşmesine sebep olacak ve
bu da tüccarın karını azaltacaktır. Buna göre tüccarın sermayesi bir noktada denge
durumuna gelecek ve alınacak kar haddi ancak masrafları karşılayacak kadar olacaktır.
Böylece tüccarın payı olan kar, kendiliğinden meydana gelip tespit edilmiş olur. Tesis sahipleri
aldıkları kira ile amortisman ve yıpranmalarını karşıladıktan sonra artırma
yapacaklardır. Başka yere bir aktarma yapmayacaklarından dolayı yeni yatırımlara
girişecekler ve böylece tesisler çoğalacaktır. Tesislerin çoğalması ile kira
hadlerini düşürecek; kira hadleri düşünce tesis sahiplerinin gelirleri de
düşecektir. Bir noktada denge sağlanacak ve bu nokta tesis sahiplerinin payını tayin
ve tespit etmiş olacaktır. Biz bu kıyasta
üç faktör arasında birinden diğerine aktarmanın yapılmadığını kabul ettik.
Aslında bu faktörler arasında aktarma yapıldığı zaman bu durumda hiçbir
değişiklik meydana gelmez. Çünkü her üç faktör denge haline geldiği zaman
aktarmalar kendiliğinde durmuş olacaktır. Bu üç faktörün
bu şekilde anlatılmasından sonra para sahibine verilen faizi ele alalım. Verilmiş
olan faiz, para sahibinin parasını artırır. Tedavülde bulunan para sınırlı ve
mahdut olduğu için sermaye sahiplerinin parasının artması demek, başkalarının
parasının azalması demektir. Bunun anlamı ise şudur, eskiden faiz haddi mesela yüzde
beş iken şimdi yüzde yediye çıkar. Çünkü parayı kullanan kimseler, daha çok
paraya ihtiyaçları olduğu halde az bir paraya sahiptirler. Faiz haddi ne olursa olsun,
bunlar kredi almaya mecbur olurlar. Hâlbuki bu para sahibi için ise böyle bir durum
yoktur. Zira paranın depo edilmesi, istif edilmesi bir külfet olmadığı gibi daha
fazla faize vermek için bekletmek imkânı da vardır. İşte faiz ile diğer faktörler
arasındaki asıl fark buradadır. Kar, kira ve ücretler yükseldiği zaman piyasa
bunları düşürmeye çalıştığı halde faiz için böyle bir ayarlama olmaz. Bu
sebeple faiz dengenin daha da bozulmasına yardım eder. Faizli muamele devam ettikçe
ekonomik denge de artan bir hızla bozulmaya devam eder. Sonunda bütün ekonomik düzen
bozulur. Sosyal huzursuzluklar baş gösterir. İşte bundan dolayı faiz ticaretin bir
benzeri değildir. Faizli düzenden
iktisadi dengenin kurulması çok zordur. Ücret, fiyat ve kiralar durmadan artar.
Borçlar da artmaya devam eder. Böylece kararsız bir denge ortaya çıkar. Bu
açıklamalar bey’ ile ticaretin hiçbir zaman faize benzemediğini göstermektedir.[920] Burada ticaret faiz
gibidir, diyenler, ayetin başında geçen faiz yiyen kimselerdir. Faiz yiyenleri,
“milli gelir toplumundur”, “milli gelir sermayenindir”, diyenler olmak üzere iki
kısma ayırmak mümkündür. Bunlardan birincisi, milli geliri, üretim faktörlerine ve
bireylere dağıtmayıp bu toplumundur, demektedirler. Buna göre milli geliri idareciler
harcamaktadır. Böylece idarecilerin, pay sahiplerinin milli gelirdeki haklarını
yedikleri bir gerçektir. Bu düşünceyi sosyalist görüş temsil etmektedir. Diğer grup ise
milli geliri sermayenin bir hakkı kabul ederek onu faiz halinde zenginlere ve bankerlere
verir. Bu görüşü savunan kapitalist düşünce biraz yumuşamakla üçüncü bir grup
olarak karma ekonomi adı altında ortaya çıkmıştır. Bunların her birinin ortak
felsefesi faizin kar gibi ya da karın faiz gibi olduğu görüşüdür. Bu üç ekolü
şöyle özetleyebiliriz. 1- Hem karı ve hem
de faizi yasaklayan sosyalist görüş 2- Hem karı ve hem
de faizi meşru sayan kapitalist görüş 3- Hem karı ve hem
de faizi yarı meşru sayan karma ekonomi görüşü. İslam ise bunlardan apayrı bir yol izlemektedir.
İslam ekonomisi karı tamamen serbest, faizi ise tamamen yasaklamakla kapitalizmden
bunlarda, yarıcılık değil de hepçilik esası uygulamakla karma görüşten
ayrılmaktadır. Bunu da şöyle formüle etmek mümkündür. Karı tamamen serbest, faizi
ise tamamen yasak sayan İslami görüş[921]
Misl: Ayak üzere
dikilip durmaya ve yere yapışıp yatmaya müsûl derler.[922]
Hatta döşeğe de mis?l denilmektedir. Kuran-ı Kerim’de de aynı kökten gelen tem?s?l
kelimesi heykel manasına gelir.[923]
Misl bir şeyin dengine, aynısına denir. Benzerine ise mesel denir.[924]
Ticareti faize denk
tutmak demek bunların her ikisini aynı hükme tabi tutmak demektir. Bu da kapitalistler
gibi ya her ikisini meşru saymak veya sosyalistler gibi her ikisini de gayri meşru kabul
etmek ya da karma ekonomiciler gibi kayıt altına alarak ikisini yarı meşru saymakla
gerçekleştirilir. Burada ticaret
faize benzetilmiş de faiz ticarete benzetilmemiştir. Hâlbuki faiz ticarete
benzetilerek, faiz ticaret gibidir, denilseydi cümlenin gelişine daha uygun düşer gibi
gelirdi. İnsan ilk bakışta böyle düşünebilir. Ancak bu ayet bu şekilde
getirilmekle kapitalistler kadar sosyalistlere de cevap olmaktadır. Çünkü faiz kötü
ise ona benzeyen ticaret de kötü olmalıdır. Faiz yiyenler denilirken kapitalistler,
ticaret faiz gibidir diyenlerden söz edilirken sosyalistler hatıra gelir. Yiyenler
denildiği için de kapitalistlerin sömürüde ileri oldukları, diyenler denildiği
için de sosyalistlerin fitnede ileri oldukları düşünülebilir. Bununla beraber hem
sömüren hem de yaygara yapan fitneci aynı ibare içinde geldikleri için aynı derecede
haksız ve batıl yoldadırlar. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Bey’
(mübadele), mülkiyetin veya menfaatin başkasına temlik edilmesidir. 2- Alış-veriş
(mübadele), iki tarafın kendi rızaları ile gönül hoşnutluğuyla talep edilen bir
malı yine talep edilen bir mal ile değiştirmeleridir. 3- Karz,
mülkiyetin başkasına geçici olarak temlik edilmesidir. 4- Kar, zararı
karşılar, malın değerindeki bir artıştır, fiyat farkıdır. 5- Faiz rizikoyu
üzerine almaz, milli gelirdeki artıştır, malın aynen artmasıdır. 6- Faizin asıl
zararı, yan tesirleridir. Çalışmadan kazanmayı, karşıdakini sömürmeyi,
tembelliği, fakirliği, düzensizliği ve ihtilalleri doğurur. 7- Kar ile mal,
ücret ile emek ve kira ile tesis stabildir, istikrarlıdır. Bunlar hem kendi aralarında
ve hem de diğerleri ile bir arada dengeyi sağlarlar. 8- Faiz ile kredi
instabildir. Yani bunlar hem kendi aralarında bir denge sağlayamazlar ve hem de
diğerlerinin dengesini bozarlar. 9- İslam dışı
diğer sistemler, faiz ile karı aynı kabul etme görüşü üzerine dayanırlar. 10- Faizin bizzat
kendisi zararlı olduğu kadar, faiz ile karı aynı kabul etmenin ve aynı görmenin de
ayrıca zararları vardır. 11- Faiz yüzünden
toplumun siyasi ve iktisadi düzeni bozulur, ahlaki ve insanlık duyguları körelir,
böylece toplum gerçekten cin-şeytan çarpmışa döner. 12- İslam sistemi
ise ticareti helal, faizi de haram kılmıştır. 13- Sistemlerden
birisi (kapitalizm) faiz ile karı meşru; diğeri (komünizm) her ikisini gayri meşru;
bir diğeri (karma ekonomiciler) de yine her ikisini yarı meşru saymışlardır. 14- Bu sistemlerden
bir kısmı, faiz yüzünden sömürüde ileri gitmiş, bir kısmı da bozgunculukta ileri
gitmiştir. 15- Milli gelirdeki
artış, imara, nüfus artışına, refaha ve yedek mal stoklarına yöneltilecek yerde
faize aktarılıp kaydırılmaktadır. Bakara Suresi 2/
Ayet: 275 “Hâlbuki Allah,
alış-verişi helal, faizi ise haram kılmıştır.” Cümlenin başında
vav harfi getirilmiştir ki buna vasl adı verilir. Vav harfi, kelimeyi kelime üzerine,
cümleyi de cümle üzerine atıf yaptığı gibi, ikinci cümlenin birinci cümleye hal
vaki olmasını da sağlar.[925]
Bu cümle bir başlangıç cümlesi olabileceği gibi[926]
hal cümlesi de olabilir.[927]
İnsanın vaziyetine, üzerinde bulunduğu durumuna hâl denir.[928] Bu hal cümlesi,
onların yaptıklarının yanlış olduğunu bildirmekle beraber, ayrıca genel bir kural
da ortaya koymaktadır. Tabii bir düzen hiçbir zaman insanlar tarafından
değiştirilemez. Allah’ın helal kıldığını onlar nasıl haram derler; haram
ettiğini de nasıl helal edebilirler?
Ayetin bu bölümü
faizli sistemin karşısında olan faizsiz sistemin özelliklerini çok veciz bir şekilde
ifade etmektedir. Faizli sistem değil, zekâtlı sistem esastır. Alış-veriş tamamen
serbest faiz ise tamamen yasak, zerresi bile haramdır. İşte Allah böyle bir düzen
kurmuştur.[929] Yukarıda bey’ ve
ribâ kelimeleri hakkında oldukça bilgi verilmişti. Burada da helal ve haram
kelimelerinin anlamlarını hatırlayarak ayetin manasını çözmeye çalışalım. Hall, hulûl : Donmuş
bir şeyin çözülüp erimesine denir.[930]
Bu aslında düğüm çözmek demektir.[931]
Nitekim ayette “Dilimdeki düğümü çöz”,
buyrulmuştur.[932]
Bu kelime yüklerin çözülmesinden istiare edilerek gelmek, konmak, girmek manalarında
kullanılmıştır. İşte helal Allah tarafından yapılmasına izin verilip müsaade
edilmiş ve üzerinden nehiy-yasak-haram düğümü kaldırılmış mubah şeye denir.[933] Haram ise yasak
olan nesne, kullanılması yasak olan şey demektir.[934]
Harîm, yasak edilmekle asla yapışılıp dokunulmaz olan nesneye denir. Evin çevresinde
ve yöresinde, eve mahsus olan ve başkalarının mülkiyeti atkına alması yasak olan
yere harim-üd dar: evin harımı denir. Yerde kazılan kuyuların da harimi vardır. Onun
için başkaları gelip de bir kuyunun hemen yanı başında bir kuyu kazamaz. Buna da
harim-ül bi’ri: kuyunun harimi denilmektedir.[935]
Nitekim Türkçede de ev, bağ ve bahçenin etrafında duvarların üzerine konulan
çalı-çırpıya harım denilir. İşte haram, Allah tarafından katı bir emir ile
yapılması yasaklanmış olan şeylerdir.[936] Helal ve haram
birer hükümdür. Bunların helal ve haram edilmelerine sebep teşkil eden illet de kendi
manalarında saklıdır. Bünyeye uygun olan, faydalı ve münasip şeyler, helal
kılınmış; bünyeye uygun olmayan, zararlı ve yabancı şeyler ise haram
kılınmıştır. Ayette helal
kelimesi if’al, haram kelimesi ise tef’il babından getirilmiştir. Buradan helal
edilen şeyin normal bir şekilde helal edildiğini, haram edilen şeyin ise çokça yani
şiddetli bir şekilde haram kılındığını anlamaktayız. Çünkü tefil babı bunu
gerektirir.[937]
Bundan da şu netice çıkar ki, bazı olağanüstü durumlarda ve bazı şartlar altında
helal olan ticarete izin verilmeyebilir. Fakat yasak olan bu faize hiçbir zaman izin
verilemez. Onun için faizin en küçük zerresi bile yasaktır. “Allah
alış-verişi helal etti.”, cümlesi “faizi haram etti”, cümlesinden daha önce
getirilmekle de ticaret serbestliğinin faiz yasağından daha önemli olduğu
bildirilmiş olmaktadır. İşte bunun için ticaret helal kılınmıştır. Hiçbir
suretle devamlı olarak yasaklanamaz ve kaldırılamaz. Faiz ise şiddetli bir şekilde
yasaklanmıştır. Onun için faize hiçbir suretle ruhsat verilemez ve müsaade edilemez.
Burada “helal
kılındı” ve “haram kılındı” denilmeyip de “Allah helal kıldı” ve
“Allah haram kıldı” buyrulmuştur. Bunun iki sebebi olabilir: Birisi bu helal kılma
ve haram kılma işinin ancak Allaha ait bir şey olduğunu ve bunun doğal düzenin bir
icabı olduğunu bildirmektir. Bu hususta insanların yapabilecekleri herhangi bir şey
yoktur. Bu yaratılış kanunlarının bir gereği olarak böyledir, diye fiil Allah’a
izafe edilmiştir, diyebiliriz. Diğeri ise bu helal etme ve haram kılma işinin önemine
binaen Allah’a izafe edilmiş olduğu düşünülebilir. Böylece burada
devletin bu serbestliği getirmesi ve yasaklığı koyması gerektiği belirtilmiş olur.
Yani İslam ekonomisinde ticarete serbestlik tanıyan ve faize de yasaklık koyan
devlettir. Bu da tekrar söylemek gerekirse İslam düzenini kabul etmiş olan bir
devlettir. İslami olmayan devletler ise yine devletlik yetkisini kullanarak ticareti
yasaklayabilir ve faize serbestlik getirebilir. İslam’ın buna diyeceği bir şey
yoktur. Ancak böyle devletler bunu yapmakla doğal düzeni terk etmiş ve vatandaşları
şeytan çarpmışa dönmüş olan bir düzeni getirmiş olurlar. Ticaret yapmanın
serbest ve helal, faiz alıp vermenin ise yasak ve haram olduğunu bildiren bu ibare, vav
harfi ile bitişik yani vasl olarak getirilmiştir. Öyleyse bu her iki hususun ancak bir
arada bulunması bir anlam ifade edebilir. Mesela İslam ekonomik düzeninin kuruluşu
ancak bu suretle gerçekleşir. Yoksa bunlardan birisi bulunur, diğeri bulunmazsa bu
düzen İslami olmaktan çıkar. Zira bu iki esastan her biri diğerini tamamlamaktadır.
İşte bu hal, İslam’ın ekonomik sistemini diğer sistemlerden ayırıp farklı kılan
en önemli esaslardan birisidir. Faizin yasaklığı
tamamen uygulanabilir bir olaydır. Çünkü bu bir yapmamaktan ibaret bir işlemdir. Faiz
alınıp verilmez, böylece iş olur, biter. Ticaret serbestliği ise böyle değildir.
Onda bir oluş ve bir hareket vardır; onun şöyle olması be böyle olması söz
konusudur. Bu şöyle veya böyle olma hareket ve davranışının esasına gelince işte
İslam ekonomisi bu konuda serbest rekabet ve serbest pazarlık esasını getirmiştir.
Başka ayetlerden de anlaşıldığı gibi, mübadelede, bir alış-veriş sözleşmesinde
tarafların rızalarının bulunması yani gönüllerinin hoşnut olması şarttır.[938]
Ticaret ile faiz
arasındaki farkı iyice anlayabilmek için irade ile rıza arasındaki farkı bilmemiz
gerekir. Kelam ilminde Allah’ın iradesi ve rızası ile ilgili bir konu vardır. Günah
bir fiilin işlenmesinde Allah’ın iradesi vardır amma rızası yoktur. Allah’ın
iradesi, meşieti ve takdiri bütün fiillere taalluk eder, fakat kötü şeylere taalluk
etmez.[939]
Allah, kullarının küfrüne asla razı olmaz.[940]
Kumar da aynı
böyledir. Kumarcının karşı tarafa kaptırdığı para, kendi iradesi ile olmuştur.
Ancak o bu para kaptırmaya razı değildir. Hâlbuki o kumarhaneye kendi iradesi ile
gitti ve kumar oynadı. Eğer gitmek istemeseydi, oraya gitmez ve oynamazdı. Fakat o
kendi isteği ile gitti, kumar oynadı ve kaybetti. Hâlbuki o kaybetmek istemiyor,
kazanmak istiyordu. O kendi rızası ile gönül hoşnutluğu ile kaybetmedi. İşte Allah
da insanları yaratırken kendi iradeleri ile hatta kötülük de yapabilecek bir şekilde
yaratmış; onlara cüzi irade vermiştir. Küfür de böyle Allah’ın iradesi ile olur.
İşte faiz de aynı bunlara benzer. İnsan kolay, kolay faiz vermez; o mecbur kaldığı
için faiz verir. O bunu kendi iradesiyle verir, fakat onun buna rızası yoktur. Hatta
hiçbir kimse kendi istek ve arzusu ile seve, seve faiz vermez.[941]
Bey’ ve icare
ayni bir malın ve menfaatin rıza ile başkasına temlik edilmesidir.[942]
Hiçbir kimse ellerindeki malların hepsini bizzat kendisi kullanıp tüketmez. Hemen,
hemen herkes, elindeki malını ucuz veya pahalı olarak bir başka mal ile mübadele
etmek durumundadır. Burada rıza dışı olan bir şey yoktur. Çünkü piyasa tamamen
serbest olarak arz talep kanunları dengesiyle kurulur. Faiz ise buna benzememektedir.
Zira faiz, sermaye temin etmek için verilir. Bu sebeple birey sermaye malını elde
edebilmek için fazla, fazla faiz ödemek durumunda kalır. İşte o, bu fazlalığı
gönül hoşnutluğu ile seve, seve vermez. Eğer bir şey
aynı kendi cinsinden olmak üzere zamanla artıyorsa buna riba adı verilir ve bunun
bizzat kendisinde faiz var demektir. Mesela bir ortaklıkta veya başka bir şeyde eğer
bir taraf kazanıp kar ediyor, diğer taraf ise kaybedip zarar ediyorsa bu da faiz olur.
Ancak eğer kar ile zarar taraflara dağılmayıp ortak oluyorsa burada faiz yoktur.
Riziko taşımadan elde edilen karlar, aynı zamanda bir emek karşılığı da değilse
bunlar da faiz olurlar. Hele sadece zaman faktörü yüzünden elde edilen karlar tamamen
faiz olurlar.[943] Hz. Peygamber faiz
hakkında hadislerinde şöyle buyurmuşlardır. “İnsanlar üzerine öyle bir zaman
gelecek ki, faiz yemeyen hiçbir kimse kalmayacaktır. Eğer faiz yemese bile, ona
eserinden (tozundan) dokunacaktır.”[944]
“Faiz yetmiş üç çeşittir.”[945] Ticaret malı satan
bir kimse parasının bir kısmını tahsil etse geriye kalan alacağı için fiyatını
artırsa bu faiz olur. Ancak borç ödenmediği takdirde alış-veriş akdini bozup
parasını iade ederek malını geri alırsa bu sözleşmenin feshi olup İslam hukuk
terminolojisinde ikale adını alır.[946]
Yani bu faiz olmaz. Faiz sisteminde
karın bir tarafa zararın da bir tarafa yüklenmesi, hiçbir riziko taşımadan kazanma,
zamanla paranın para kazanması gibi, temel kurallar vardır. Bu muameleler, haksız
iktisaba sebebiyet verdikleri için İslam ekonomisinde yasaklanmışlardır.[947]
Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Bir şeyi helal
ve haram kılma hakkı Allah’a aittir. Hiçbir kimse kendiliğinden helal ve haram
hükmünü veremez. 2- Alış-veriş
tamamen serbesttir ve serbest mübadele esası vardır. 3- Bünyeye uygun
olan, faydalı ve münasip şeyler helal kılınmış, bünyeye uygun olmayan, zararlı ve
yabancı şeyler ise haram kılınmıştır. 4- Bazı hallerde
ve olağanüstü durumlarda bazı şeylerin alış-verişi yasaklanabilir. Fakat faize
asla müsaade edilemez. 5- İslam
ekonomisinde devlet, faiz yasağı ve ticaret serbestliği esasının işlerliğini
sağlamakla görevlidir. 6- İslam
ekonomisinde faiz yasağı ile ticaret serbestliği biri diğerinde ayrılmayan iki
unsurdurlar. 7- Ticaret irade
ile yapılır, bunda rıza-gönülde meydana gelen hoşnutluk da vardır. Faiz ise böyle
değildir. Birey faizi kendi iradesiyle verse bile onun buna rızası yoktur. 8- Riziko
taşımadan elde edilen karlar faiz olur. Bakara Suresi 2/
Ayet: 275 “Bundan böyle
kim kendisine Rabbinden bir öğüt gelir de son verirse, artık geçmiş olan kendisine
aittir.” Va’z : Öğüt
vermek, iyi ve kötü şeyler hakkında sözlü hatırlatma yapmak demektir.[948]
Bir şeyin kötülüğünü anlatmak vaazdır. Faizin
zararlarını ve kötü neticelerini insanlara anlatmak bir vaazdır. Allah bize burada
faizin zararlarını anlatmakla vaaz etmektedir. Burada aynı
zamanda vaazın nasıl yapılması gerektiği de öğretilmektedir. Bir şeyden
sakındırmak için önce onun zararları açıklanmalıdır. İntihâ : Dere
suyunun son bulduğu yere tenhâ denir.[949]
İntihâ, esleyip-dinleyip geri durmak, son vermek, vazgeçmek demektir. Bu kelime
bireylerin faize kendi kendilerine son vermeleri için iftial babından getirilmiştir.
Faiz birey için haramdır; ama yasak değildir. Toplum için ise yasaktır. Bunun için
İslam ekonomisinde devlet, bir cemiyet haline gelmiş, müesseseleşmiş olan faiz
kurumlarını kapatır. Bu şekildeki bir faizciliği yasaklar. Ancak Ahmet’in
Mehmet’e faiz vermesi gibi münferit, kendi başına kalan hususlarda bir şey yapamaz.
Ancak böyle olan faiz anlaşmaları mahkemeye intikal ederse mahkeme bu davalara
bakmamakla devlet faizi korumamış olur. “Artık
geçmiş olan kendisinindir”, denilmekle faiz
yasağı hükmünün makabline şamil olmadığı bildirilmektedir.[950]
Böylece bu yasaktan önce yapılmış olan faiz sözleşmelerinin feshedilmeyeceği
açıklanmış oluyor. Bu yasak öncesi yapılmış olan fiillerin haram olmadığını
bildirir, diye bir düşünceye kapılmak yanlıştır. Çünkü yasaktan evvel, yani
bildirilmeden önce zaten haramlık ve helallik söz konusu olamaz. Ancak daha evvel faiz
sözleşmesi yapılmış, fakat henüz ödeme yapılmamış durumda ise faizci sadece
sermayesini alır, faizi ise almaz, geri bırakır.[951]
Ayette de geçtiği üzere Haram ve yasaktan sonra geriye kalmış olan faizler alınmaz
bırakılır, sadece sermaye alınır.[952]
Bu durum bugünkü hukukta da böyle olup kanunlar makabline şamil tutulmazlar. Ayette faizin
şahsın kendisine ait olacağı, temlik için olan lam harfi ile ifade edilmiştir.
Böylece gayri meşru iktisaplarda bile mülkiyet hakkının zedelenmeyip var olduğu
anlaşılmaktır. Burada İslam
ekonomisinin çok önemli bir esası daha ortaya çıkıyor. Toplumdaki kötülükler
iyiliklerle kaldırılır. Mesela gayri meşru yoldan kazanç sağlayanların mallarını
ellerinden almak yerine, meşru kazanç elde etme yollarını desteklemek gerekir. Demek ki, bu ayet
ile bir mal, geçmişte haksız olarak elde edilmiş olsa bile şimdi hakka yöneltmek
şartıyla meşruluğu tescil edilmiş olabilir. Böylece toplum daima iyiye doğru
yöneltilmiş olur. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Bir şey
yasaklanmadan önce onun zararlı olduğu söylenmeli ve zararları da açıklanmalıdır.
2- Faizin
kötülükleri ve zararları insanlığa anlatılmalıdır. 3- Faiz, birey,
birey olarak herkese haramdır. Tüm olarak topluma ise yasaktır. 4- Faizin
zararları maddi olup herkesin kendisine raci olur. 5- Faizin
zararları, (mesela ekonomik hayatta sebep olduğu krizleri) kendisini tam olarak
göstermeden önce bazı belirtileri ortaya çıkar. 6- Faizin
kötülükleri Allah tarafından anlatılarak nehyedilmiştir. 7- Faiz, bireyler
için yasak değil, haramdır. 8- Mülkiyetten
maksat, malların daha faydalı hale yöneltilmesidir. Ancak bir malın faydalı tarafa
yöneltilmesi için, onun meşru yoldan kazanılmış olması şart değildir. 9- Mülkiyet sadece
geçmişin bir neticesi olarak değil, aynı zamanda geleceğin faydası için de
konulmuş olan bir haktır. 10- Bilinmeden,
farkına varılmadan gayri meşru yoldan elde edilen mallara hakka dönmek şartıyla,
mülkiyet hakkı tanınabilir. 11- Şimdiki halde
düzelmiş olan kimselerin hakları kötü geçmişlerinden dolayı kısıtlanamaz. 12- Ceza vermenin
ve tazmin ettirmenin gayesi geleceğe ibret olmaktır, yoksa geçmişi düzeltmek demek
değildir. 13- İyilikler
kötülükleri ortadan kaldırır. 14- Faizsiz düzen
faizli düzenin geçmişteki kötülüklerini, faizin yol açtığı zararları ortadan
kaldırır. 15- Yaptırımcı
önlemler ve zorlu tedbirler almak faizin sebep olduğu kötülükleri ortadan kaldırmaz. 16- Toplumdaki
kötülükler iyiliklerle yok edilmelidirler. Böylece meşru yolda olan kimseler
desteklenince gayri meşru yolda olanlar da kendine gelip düzelirler. Bakara Suresi 2/
Ayet: 276 “Allah faizi
mahveder (eksiltir), sadakaları ise artırır.” Mihâk : Ayın
sonundaki üç geceye, ayın sabah ve akşam güneş ışığının etkisiyle gizli kalıp
görünmez olmasına denir.[953]
Sonraları bir şeyin tesirini izale edip belirsiz hale getirmek manalarında
kullanılmıştır.[954]
Kuran-ı Kerim’de ise [955]kâfirlerin
ve faizin mahkından bahsedilmektedir. Mesela küfür kıyamete kadar devam edecektir.
Ancak imanın ışığı karşısında sinmiş ve silinmiş gibi gözükür, sözünde
mahk ile mahv’in farkı anlaşılabilir. Mahv, bir şeyin eserinin tamamen silinip
ortadan kalkmasına denir.[956]
Mahk ise görünürde yok olup tesirsiz-etkisiz hale gelme anlamınadır. Bu ayette
Allah’ın faizin bereketini gidereceğini ve faizli malı eksilte, eksilte
tüketeceğini bildirmektedir.[957]
Yani İslam düzeninde İslam ekonomisinin kanunları uygulanınca faizin tesiri ve faizde
artıp çoğalma yok olur ve ortadan tamamen kalkmış gibi gözükür. Bu kelimenin
muzari olarak gelmesi, bu işin kıyamete kadar sürüp gideceğini, Allah’a isnat
edilmesi de bu işin mutlaka olacağını; faizin dolunay, yarımay ve hilal devrelerini
geçiren ayın gözden kaybolduğu gibi, silinip yok olacağını ifade eder.[958] Faizin yok edilmesi
iki yolla gerçekleştirilebilir. Faizsiz bir kurumun faizli bir kurumu, faizsiz düzenin
faizli düzeni ortadan kaldırması yoludur. İkincisi ise faizli sitemin kendi içersinde
kendi kendini yok etmesidir. Bu durum Hz. Peygamber’in “Faiz, daha çok servetin
azalmasına sebep olan bir şeydir”, şeklinde tavsif buyurdukları bir hadisin neticesi
olarak meydana gelebilir.[959] Burada evvela
faizin yok olmasından ve onu Allah’ın yok etmesinden bahsedilmesi ikinci yok oluşa
yani faizin kendi kendini yok edeceğine işarettir. Bu ifade aynı zamanda ekonomik bir
esas da ortaya koymaktadır. Faizli bir sistemde üretim vasıtalarından yeteri kadar
faydalanılamaz.[960]
Yatırımlar kısıtlanır, gelir dağılımında dengesizlikler meydana gelir.[961]
Bu yüzden fakirler daha çok fakir, zenginler de daha çok zengin olmakla toplumda isyan
ve ihtilaller çıkar ve sistem kendi kendini ortadan kaldırır. Ayette mahk kelimesi kullanılmakla bu kelimenin
gündüzleyin ayın güneş ışığından kaybolup görünmemesi anlamına geldiğinden
faizli sitemin faizsiz sistemle yok edileceği fikri akla gelmektedir. Bir toplumda faizin
meşru olması demek, zenginler fakirlerin servetlerini azaltıp kendi servetlerini
artırıyorlar demektir. Bir adamın 1000 lirası olduğunu, diğerinin de 500 lirası
bulunduğunu düşünelim. Para ihtiyacının da 750 lira olduğunu farz edelim. Buna
göre 1000 lirası olan kimse 500 lirası bulunan kişiye 250 lira vererek bir yılı
böyle geçirsinler. Gelirde hiçbir artış olmadığını kabul ederek yüzde on (%10)
faiz üzerinden gelecek yıl için her ikisinin parasını hesaplayalım. 1000 lirası
olan kimsenin yılsonunda 1025 lirası olduğu, 500 lirası olan kişinin ise 475 lirası
kaldığı görülür. Bu böyle devam ettiği müddetçe bir gün gelir, bütün paranın
tamamen zengin kişinin elinde toplanmış olduğu görülür. Artık bundan sonra
halkın elinde zenginin işçilere ürettiği malları satın alma gücü kalmayacaktır.
Bu defa zengin parayı tekrar iade etmek için halkın elinde bulunan gayrimenkulleri
satın alacak ve ülkede mülkiyet yerine kira sistemi kurulacaktır. Bu ise malların
itinasız, gelişi güzel kullanılmasını doğuracak ve ülke gittikçe fakirleşmeye
başlayacaktır. Zenginler bu sefer
de gayrimenkulleri borçla halka geri verecek ve yine faiz almaya devam edecektir.
Böylece halk devamlı olarak borçlu, zenginler ise alacaklı bir durumda bulunmakla
toplumda birbirine zıt iki sınıf doğmuş olur. Bu sistem
başlangıçta zenginlik devirlerinde çalışır gibi gözükebilir. Ancak çeşitli
sebepler yüzünden doğan kriz devreleri gelmeye başlayınca halk, istediğini bulmaz
bir duruma düşer ve bütün suçu zenginlere atarak bir halk direnişi başlar.
Çeşitli bahanelerle yer, yer ayaklanmalar ortaya çıkar Bunun neticesinde ya komünizm
gibi bir devlet yönetimine ya da faşizm gibi bir dikta rejimine gidilir. İşte böylece
faizli sistem kendi kendini mahk etmiş, yani ortadan kaldırmış olur. Diğer taraftan
bireyler arasında buğuz hâkim olur. Toplumda karşılıklı güven hissi ortadan
kalkar. Zenginlerle fakirler arasında haset ve kıskançlık duyguları gelişerek kin ve
nefret haline dönüşür. Neticede düşmanlıklar meydana gelip sınıf kavgaları
başlar. Böylece toplum her yönüyle yıkılışa gider.[962] Faizin milli gelir
artışındaki mahk: eksiltme etkisi ise marjinal fayda (son birim yararı) teorisiyle
açıklanabilir. Serbest rekabet neticesinde milli gelir dağılışında kira, kar ve
ücretler marjinal faydayı azami yapacak şekilde dağılır. Bu dağılım hem kişiler
ve hem de üretim faktörleri bakımından en iyi bir şekilde gerçekleşir. Mesela
tesisini en ucuz kiraya veren kimse aldığı bedeli gayrimenkule çevirir. Dolayısıyla
böylece toplumda en düşük kira piyasası doğmuş olur. Mübadelede en az karla
satış yapan bir tüccar, sürümden kazanarak en çok karı sağlamış olur.
Dolayısıyla o, böylece en çok ticari sermayeyi kendi elinde toplamış olur. En çok
iş yapan kimseler en fazla ücret almaya hak kazanırlar. Dolayısıyla böylece işler
en düşük ücrete razı olan kimselerin elinde toplanmış olur. Faiz ise bir
kabiliyete göre değil de sadece daha evvelki sermaye yığılışına göre
verildiğinden tesadüfen birisinde biriken sermaye bu şahsın kendi kabiliyeti ve
yarışması olmaksızın artarken diğer kişilerin sermayesi ise azalır. Böylece faiz
yalnız kendi alanında değil, diğer bütün sahalardaki azami marjinal fayda dengesini
bozup ortadan kaldırır. Tam bu noktada John
Maynard Keynes hatıra geliyor. Ona göre üretin inkısamdan-bölüşümden önce gelir.
O yüzden emek ve sermayenin istihdamını temin etmek gerekir. Bunun için de faiz
hadlerini düşürmeli ve sermayenin verimliliğini artırmalıdır. Bu tedbirler
sayesinde üretim mallarına tahsis artar, milli gelir yükselir ve bireyler de çalışma
imkânı bulmuş olurlar.[963]
Diğer taraftan
faizsiz sistemin faizli sistemi yok etmesi de yine aynı şekilde ekonomik kanunlar
açısından açıklanabilir. Faizsiz sistemde zenginlerden sermaye vergisi alınmakta ve
bu fakirlere-halka karşılıksız olarak dağılmaktadır. Böylece halkın elinde
faizcilerin tuzağına düşmeyecek kadar bir imkân bulunmuş olur. Artık hiçbir kimse
yaşamak için faiz alma durumunda kalmaz. Bu durum ise faizcileri imkânsız ve işsiz
bırakır. Faizciler olsa, olsa çok karlı bir iş yapan kişilere kredi verme yolunda
çalışabilirler. Yalnız zamanla bu kapı da kapanmak durumunda kalır. Çünkü buna
karşı karz-ı hasen- faizsiz banka kurumu kurulmuş olup böylece iş yapacak
müteşebbislere faizsiz kredi sağlanır. Böyle bir durum karşısında hiçbir kimsenin
faizsiz kredi dururken gidip de faiz ile kredi almaya yanaşmayacağı son derece
doğaldır. Eğer alan olsa bile faizin maliyete intikal etmesi sebebiyle bu davranışın
faizsiz çalışan bir kurum ile rekabet etme imkânı bulamayacağından güneşin ayı
görünmez hale getirdiği gibi faizsiz sistem de faizli sistemi mahk edip ortadan
kaldırır. Sadaka :
Mızrağın doğru ve sağlam vasfını, sadk kelimesi ile ifade ederler.[964]
Kocanın karısına veya karının kocasına sadakati karşılığı olan mihire de aynı
kökten gelen saduka adı verilir. Devlete verilen
vergilerde iki özellik görülür. Birisi malın nami olması dolayısıyla devletin
artıp çoğalan milli gelirden pay alması anlamına gelir ki, bu zekât kelimesiyle
ifade edilmektedir. Diğeri ise Müslüman vatandaşın kendi beyanına göre yukarıda
kendisinden söz edilen nami malın zekâtını vermesi devlete olan sadakatini ifade
etmektedir. Zaten bu anlamda zekât sadaka demek olur.[965] Ayette Allah’ın
sadakaları artıracağı bildirilmektedir. Böylece içersinden sadaka verilmiş olan
malların artacağı anlaşılmaktadır.[966]
Sadaka veren kişilerin mallarının artacağı hakkında birçok hadisler de vardır.
Vergisini tam veren ve hayır yapan kimseler, herkesin sevgisini kazanır ve taraftan
destek görür. Hem bütün fakirler kendisine yardımcı olur. Böylece bu kişi maddi ve
manevi yönden zinde bir şekilde kazanmasına devam edip gider.[967] Sadaka kelimesi
burada hem müennes çoğul, hem de belirli olarak getirilmiştir. Bu suretle vergilerin
grup, grup ve belirli olduğuna işaret edilmiş bulunmaktadır. Böylece her bucak, il ve
devlet ayrı, ayrı bütçelere sahip olur.[968]
Ayrıca mallar normal şartlar altında beşte, onda, yirmide ve kırkta birden başka bir
vergiye tabi tutulmazlar. İrbâ : Bu, ribâ
kelimesinin ifal babından gelen şeklidir. Bunun tefil babından getirilmeyip de ifal
babından getirilmiş olması verilen sadakaların parça, parça değil de topluca
verilmesi ile izah edilebilir. Bu da bizi toplanan her verginin o yıl içinde harcanması
gerekeceği sonucuna götürür. İşte bu sebepten dolayı İslam ekonomisinde bütçeler
gelirler yapılır, muhammen bütçe yapılmaz ve harcamaları gelirler tayin eder.[969]
Nitekim Hz. Ömer zamanında Hz. Ali’nin görüşü üzerine toplanan vergilerin
hepsinin halka dağıtılması, bütçe fazlası olarak geri bırakılmaması konusunda
danışma kurulu ittifak etmiştir.[970] Burada ikinci
cümle, birinci cümle üzerine vav harfi ile atfedilmiştir. Bu bize göre biri olmadan
diğerinin de olamayacağı anlamını taşır. Eğer bir toplumda faizli sistem varsa,
orada faizli sistem çalışamaz demektir. Bunun tam aksi olarak zekâtlı sitemin
bulunduğu yerde de faizi sistem yürümez. Mahk kelimesi ile zekâtın faizi ortadan
kaldıracağına işaret edilmiş olmakla beraber sadakaların artırılacağını
bildiren cümlenin tehir edilmesi, zekâtlı sistemin getirmesi için faizli sitemin
kaldırılması ile işe başlanabileceğine işaret edilmiş olabilir. Demek ki, faizli
sistemden zekâtlı sisteme geçmek için iki yoldan da gidilebilir. Birisi önce zekât
emredilir, sonra da faiz yasaklanır. Zaten Hz. Peygamber zamanındaki uygulama böyle
olmuştur. Zekâtın hicretten önce Mekke’de farz kılındığını söyleyenler
bulunduğu gibi[971]
hicretten iki yıl sonra yani 624 yılında Medine’de farz kılındığını
söyleyenler de vardır.[972]
Bilindiği gibi faiz ise daha sonra Hz. Peygamber’in son zamanlarına doğru
yasaklanmıştır. Hz. Peygamber’in veda Hutbesinde[973]
faiz yasağını tüm insanlara ilan ettiği bilinmektedir. Faiz ayetinin[974]
nüzul sebebini açıklayan tefsirler, bunun Taif’in fethinden sonra[975]
nazil olduğunu söylerler.[976]
Bundan başka Hz. Peygamber’e gelen son ayetin faiz ayeti olduğunu söyleyenler
tefsirler de vardır.[977]
Bütün bunları
açıkladıktan sonra şu neticeye varıyoruz ki, İslamiyet’in ilk devrinde önce
zekât emredilmiş, sonra da faiz yasağı getirilmiştir. İkinci yol ise önce faiz
yasaklanır, sonra da zekât kurumu getirilir. Böyle ani bir devrimin zamanımızda bile
moda olması dolayısıyla bunun daha kolay gerçekleştirilebileceği düşünülebilir. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Bu faizli sistem
ebedi gidemez; bir gün gelir ortadan kalkar. 2- Faize karşı
olan mücadele, dünyanın sonuna kadar devam eder. 3- Faiz bir gün
kendi kendini yo edip ortadan kaldırır. 4- Faiz aşırı
sermaye birikimi sonucu sömürü, kargaşa ve ihtilallere sebep olur. 5- Zekât, faizi
ortadan kaldırır. 6- Faiz, önce
parayı sonra menkul malları, sonra da iş yerlerini tekelinde toplar. Böylece sömüren
ve sömürülen sınıflar meydana gelir. Faiz devleti de ele geçirip zenginler teslim
eder. Artık devlet sermayenin devleti olur. İç kargaşa, isyan, ihtilal ve savaşlar
ortaya çıkar. Neticede faiz yüzünden diktacı rejimler işbaşına gelir. 7- Faiz mübadeleyi
yavaşlatır, tedavülü frenler ve milli gelirin azalmasına sebep olur. 8- Faiz, marjinal
faydayı azami dereceye yükselten serbest rekabet dengesini ortadan kaldırır ve
böylece milli gelirin düşmesine sebep olur. 9- Zekât marjinal
faydayı azami dereceye yükselten serbest rekabet dengesini kurar ve böylece milli
gelirin kat, kat artmasını sağlamış olur. 10- Zekât
azami sermayeleri sınırlandırdığı için aşırı sermaye birikimlerini önler ve
sermaye sahiplerini teşebbüslere ve yatırım yapmaya zorlar. 11- Her kuruluşun
yani kişilik sahibi toplumların ve yerleşim birimlerinin (mesela bucak, il ve devlet
gibi) ayrı, ayrı bütçeleri vardır. 12- Vergiler
belirlenmiş olup bunların nispetleri zaman ve mekâna göre değişmez. Bakara
Suresi 2/ Ayet: 276 “Allah pek kâfir
ve çok günahkâr kimselerin hiçbirini sevmez.” Habâb : Suyun
veya kumun derinliklerine, köpüklerin ve kabarcıkların suyun derinliklerinden
çıktığı yere denir.[978]
Devenin bir yere çöküp bir türlü kalkmak istememesi haline, onun kumun derinliğine
gömülüp kalmasına benzetilerek ihbâb adı verilir. Habbe dane demektir. Ekin
başağını aşağıya doğru eğip indirmiş olması ve toprağın derinliklerine
ekilmiş olması sebebiyle bu ad verilmiş olabilir. Gönlün bir yere saplanıp oradan
ayrılıp uzaklaşmamasına muhabbet, sevgi ve sevmek denir. Bu anlamda muhabbet bir
tercih ifade eder. Ancak tercihte bir nesneyi diğeri üzerine seçme vardır. Bunda ise
bir şeyi, diğerlerine karşı bir seçme vardır. Böylece muhabbette bir çeşit hasr
bulunur. Allah’ın bir
şeye muhabbet etmemesi o işten hoşlanmadığını ve orada ilahi hayrın
bulunmadığını ifade eder. Bu ayette Allah’ın hiçbir keffâr ve esîm’den
hoşlanmayacağı bildirilmektedir. Keffâr : Tohumu
toprağa eken ziraatçının adı olan kafir’den gelmektedir. Burada Faizin
haramlığını kabul etmeyip helal sayan kimse anlamına gelmektedir.[979]
Bu kelimenin burada Allah’ın kendisine verdiği nimeti nankörlük yapıp fakir ve
muhtaçlara infak etmeyen anlamına geldiğini söyleyenler de vardır.[980]
Buna göre malını saklayan, beyanda bulunmayarak vergisini vermeyen kimse keffar olarak
tavsif edilmiştir. İşte bu kelime ile vergilerin, mükellefin kendi beyanı üzere
verileceği teyit edilmiş bulunmaktadır. Esîm :
Hızlı gitmek mümkün iken gitmeyip yavaş, yavaş sağa sola sallana, sallana giden
insan e hayvanın haline müâsim, denir.[981]
Gidilmesi gereken yollardan gitmeyip eğri büğrü yollara sapmaya, doğru yoldan
ayrılmaya ism: günah adı verilmiştir. Burada faiz alıp veren kimseye esîm,
denilmektedir.[982]
Böylece küfretmiş olduğundan dolayı zekât yani vergi vermeyeni ve şeriatın
dışına çıkmış olduğundan dolayı da faiz alıp vereni Allah’ın sevmediği
açıklanmaktadır. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1-
Vergi, mükellefin kendi beyanına dayanılarak alınır. 2-
Faiz alıp vermek, düzenin dışına çıkmak demektir. 3-Faiz haram
olduğu halde onu helal saymak kişinin küfrüne sebep olur. Bakara Suresi 2/
Ayet: 277 “Gerçekten iman
edip Salih ameller işleyen, namazı kılan ve zekâtı veren kimselerin, Rableri katında
mükâfatları vardır.” Bu ayet inne harfi
ile başlamıştır. İnne tekit harfidir. Dinleyicilerin durumuna göre sözler tekitli
olarak getirilir.[983]
İnne harfi, itiraz eden, kabul etmeyen muteriz kimselere cevap olan cümlelerde de
kullanılır.[984]
Genellikle insanlar faizsiz düzenin kurulamayacağı ve bundan bir netice
alınamayacağı düşüncesindedirler. Evet, faiz kötü bir şeydir ama başka çare de
yok derler. Allah ise zekatlı sistemin yeterli olduğunda bir şüphe bulunmadığını,
ancak bunun başka kurumlarla teyit edildiği zaman bir anlam taşıdığını
bildirmektedir. Burada iman etmiş
olmak, Salih ameller işlemek, namaz kılmak ve zekât vermek gibi dört kurum
zikredilmektedir. Salih amel yarayışlı iş, amel demektir. Belli bir standart ve norm
üzere faaliyet göstermek ve çalışmaların iş bölümü içersinde birbirini
tamamlaması, amel-i salihtir. Burada Salih kelimesi hem müennes çoğul, hem de belirli
olarak getirilmiştir. Bu, işlerin grup, grup olarak organize edilmesi ve
standardizasyona tabi tutulması gerektiğine bir işaret olabilir. Mesela
çalışmalardaki mesai saatleri namaz vakitleri ile düzenlenebilir. Bu dört kurum,
birbirine vav harfi ile bağlanmışlardır. Bunun anlamı, bu zekâtlı sitemin ancak bu
kurumlarla birlikte alışabileceğini gösterir. İşte bu dört temel diğere dayalı
olan faizsiz sistem yeterli olup ayrıca faizli sitemden hiçbir şeye gerek yoktur. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Faizsiz
sistem kendi kendine yeterlidir. 2- Faizli
sisteme ihtiyaç iddiaları yanlış ve yersizdir. 3- Zekâtlı
yöntem bir sitemdir. Sadece bir iş değildir. 4- Çalışmada
işbölümü, tamamlanmış iş, uygunluk ve standardizasyon temin etmek esastır. 5- İşler
grup, grup olarak organize edilir. 6- ş
hayatında çalışmalarda mesai saatleri namaza vakitleri ile düzenlenir. 7- Vergilerle hem
ekonomik düzensizlikler giderilir, hem de toplumun müşterek harcamaları sağlanır. 8- Faizsiz sistemin
esaslarını düzenin kendisi, uygun işler, ortak mesai ve vergiler meydana getirir. Bakara
Suresi 2/ Ayet: 278 “Ey iman etmiş
olanlar, Allah’a ittika ediniz, eğer mümin iseniz faizden geri kalanı
bırakınız.” Bundan
önceki ayetlerde vergiden ve faiz yasağından bahsedilmişti. Bu ayette ise faizli
devreden, faizsiz devreye geçiş ile ilgili hükümler getirilmektedir. Buradaki hitap
müminleredir. Yabancıların ve zimmîlerin kendi aralarında faiz alıp vermeleri bu
ayetin hükümlerine tabi değildir. Faiz
yasaklandığı andan itibaren daha önce yapılmış olan faiz sözleşmelerinden henüz
alınmamış olan faizlerin alınmayıp terk edilmesi gerekir.[985]
Bu ifadeden faizli sözleşmelerin fasit, faiz şartının ise batıl olduğu sonucuna
varıyoruz. Bu durumu şu şekilde açıklayabiliriz. Sözleşme fasit olduğu için
alacaklının alacağını hemen isteme hakkı doğar. Eğer sözleşme sahih olsaydı,
alacaklı vakit gelmeden alacağını isteyemeyecekti. Eğer batıl olsaydı alacağın
kaybı halinde mislini talep etme hakkı olmayacaktı. Faiz şartı ise batıl olduğundan
daha önce ödenmiş olan faizler hibe mahiyetinde olup geri talep edilemez. Faiz şartı
fasit olsaydı, o zaman daha önce ödenmiş olan faizleri geri isteme hakkı doğardı.
Eğer sahih olsaydı sözleşme ya tümden iptal edilirdi ya da ödenmiş olan faizlerin
de ödenmesi gerekirdi. Burada faizin terk
edilmesi imanlı olma sıfatına bağlanmaktadır.[986]
Böylece bu hükmün, faizli sistemi bırakanlara ait olduğu anlaşılır. Eğer
alacaklı faizi de talep ediyorsa o zaman faiz sözleşmesi batıl olup sermayenin bile
geri verilmesi düşünülemez. Bu hüküm faize karşı alınmış olan en güçlü
tedbirdir. Çünkü alacaklı faizi istediği takdirde borçlu hem faizi hem de sermayeyi
vermeyecektir. Alacaklı tarafından herhangi bir dava açılsa bile hâkim böyle hüküm
verir.
Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar; 1- Faizli
borçlanma sözleşmesi, esasta batıldır. Alacaklının sermayesi de kaybolur. 2- Alacaklı
faizden vazgeçtiği takdirde sözleşme fasit hale gelir. Bu sebeple alacaklı
sermayesini hemen talep edebilir. 3- Faiz şartı
batıldır. Bunun için ödenmiş olan faizler geri istenemeyeceği gibi henüz
ödenmemiş olan faizlerin de artık ödemesi gerekmez. 4- Faizsiz düzeni
kabul ettikten sonra tekrar faiz alıp vermeye başlamak İslam düzeninden çıkmak demek
olur. 5- Faizli sistemden
faizsiz sisteme geçildiği zaman henüz ödenmemiş olan faizler alınmayıp geri
bırakılır. 6- İslami sistem
ile faiz bağdaşmaz. Bakara Suresi 2/
Ayet: 279 “Eğer böyle
yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından savaş açılacağını biliniz.” Geri kalan faizleri
terk etmeyip almak isteyenler, devlete isyan etmiş gibi, kendilerine savaş
açılacağını bilmelidirler. Yani böyle yapanlar, Allah ve Resulü ile savaş yapma
durumundadırlar. Bunlar faiz yasağına saygı göstermemekle sanki irtidat etmiş
gibidirler. Ebu Hanife’ye göre bunların irtidat halinde iken kazanmış oldukları
mallar Müslümanlar için bir ganimet teşkil eder. Şafiye göre ise zaten bütün
malları ganimettir,[987]
onun için kendilerine verilemez. Yani faizi yasak telakki etmeyenler veya faizli
muamelelere devam edenler, devletin hükmünden ve teminatı altından çıkmış
sayılırlar.[988]
Bütün malları yağma edilse bile artık İslam devleti onu korumaz. Böylece Kuran-ı
Kerim faize karşı en şiddetli bir tedbiri almış bulunmaktadır. Burada İslam’ın
müeyyide sistemi ile ilgili çok önemli bir hüküm getirilmiştir. İslamiyet’te ceza
(mesela hırsızlık, zina, iftira, sarhoşluk ve kısas gibi) pek az bir yerde
uygulanmaktadır. Bunların dışında kalan (mesela gasp ve faiz gibi) hususlarda ise
sadece tazmin cezası verilir. Bu suçlara devam edenler için ise isyan gerekçesiyle
vatandaşlık hakları iptal edilerek mal ve canlarına yağma edilir.[989]
Ayette Allah’ın
ve Resulün savaşından bahsedilmektedir. Bu ise daha önce geçtiği üzere tevil
yoluyla devlet ve hükümeti ifade eden iki kelime olduklarından buna göre faizi meşru
görenlere karşı İslam devlet düzeni içersinde hükümetlerin harekete geçmesi
gerektiği bildirilmektedir.[990]
Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Faiz yasağını
kabul etmeyenler, İslam devletine isyan etmiş sayılırlar. 2- Faizde ısrar
edenlerin can ve mal emniyetleri ortadan kalkar. 3- İslam devleti
faize karşı hükümet vasıtası ile mücadele eder. 4- İslam
devletinde bütün güçler, genel güvenliği korumakla görevlidirler. Bakara Suresi 2/
Ayet: 279 “Eğer tövbe
derseniz, (faizden vazgeçerseniz), sermayeleriniz sizin olur.” Bu cümle ile
tövbe edenlerin yani faizden artık tamamen yüz çevirenlerin sermayelerinin kendilerine
ait olduğu açıklanmaktadır. Tevbe kelimesinin kullanılması sadece bir borcun
faizinin istenmemesini değil, bütün faiz alacaklarından vazgeçilmesini gerektirir.
Borçlu, alacaklı kendiliğinden faiz istemese bile başka yerlerden faiz almaya devam
eden bir alacaklının sermayesini ödemez. Bu mana Tevbe kelimesinden anlaşılmaktadır.
Böylece faiz çalıştıran kimselerin ele geçmiş olan paraları ganimet olup helaldir.[991]
Ayette “rüûs-ü
emvâlikum” mallarınızın rüusu yani başları şeklinde bir ifade
kullanılmaktadır. Gerek ticarette ve gerekse borçlanmada ilk konulan mala, başmal,
sermaye denilir. Ortaklıklarda sermayedeki artma ve eksilme alacaklıya; borçlanmalarda
ise sermayedeki artma ve eksilme borçluya aittir. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Bir alacaklı
sermayesini alabilmesi için bütün faizlerden başka alacaklarından doğan faizlerden
de vazgeçmiş olması şarttır. 2- Faizci faize
devam ediyorsa alacağını vermemek günah değildir. 3- İslam devleti
faizcilik yapanların mallarını himaye edip korumaz. 4- Ticaret,
borçlanma ve diğer hususlarda ilk konulan mala başmala, anamala sermaye adı verilir. Bakara Suresi 2/
Ayet: 279 “Böylece ne
zulmetmiş ve ne de zulme uğramış olursunuz.” Birey,
borçlulardan alacağının faizini almamakla zulmetmekten kendisine verilen sermayeyi de
eksiksiz, tam olarak ödemekle, zulme uğramaktan kurtulmuş olur.[992]
Bu ifade ile faiz almaya devam eden bir kimsenin sermayesinin kendisine ait olmadığı
anlaşılır.[993]
Zâlim : Vakitsiz
sağılan süte zalim denir.[994]
Toprakta kazılan su kuyusu yerinde olmazsa zalemtü’l arza : ben yere zulmettim derler.
Zulmün manası bir şeyin karışık, karanlık ve yerli yerinde olmayışıdır.
Zulmetmek, zamanda mekânda miktarda ve vasıfta uygunsuzluk yapmak demektir. Ayetteki zulümden
maksat miktardaki uygunsuzluk yani alacak miktarının eksik veya fazla olmasıdır. Bu
cümle mülkiyeti kabul, faizi ise reddeden İslami sistemin bir başka şekilde
ifadesidir. Esasen İslam’da mülkiyet emeğe dayanır.[995]
Bu mülkiyet hakkının korunması için faiz yasaklanmıştır. Çünkü faiz mülkiyete
rıza dışı bir taarruz vasıtasıdır. Yani faiz serbestliği mülkiyet hakkının
korunması değil, mülkiyet hakkının ortadan kalkması demektir. Borçlunun faizi
istemeye, istemeye vermesi bu şekilde bir anlayışı gerektirir. Sosyalistler mülkiyeti
sistem vasıtasıyla siyasi güçlere; kapitalistler ise mülkiyeti faiz vasıtasıyla
zenginlere çiğnetmektedirler. İslamiyet ise bu her iki yolu da kapamıştır. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Borçlanma
muamelesinde sermaye alacaklının, faiz (yani kar) ise borçlunun hakkıdır. 2- Faiz mülkiyeti
zedeler. 3- Mülkiyete
tecavüz etmek zulümdür. Faizde mülkiyete tecavüz vardır. 4- Faizsiz sistemde
borçlanma muamelesinde alacaklıya sermayesi, borçluya da karı verilmekle
haksızlıklar ortadan kaldırılmıştır. Bakara Suresi 2/
Ayet: 280 “Eğer borçlu,
zor durumda ise, bir kolaylığa kadar bekleme vardır.” Yesîr : Az şeye
(ağırlığı çok az olup kolayca kaldırılan yüke) denir.[996]
Usr ise bunun zıddıdır. Bir iş
yapılırken sıkıntı çekmeden normal şartlarla ifa edilebiliyorsa bu durum yüsr; eğer sıkıntı çekerek zorlukla
yapılıyorsa buna da usr, denir. Ayette borçlu
güç durumda ise kolaylanıncaya kadar mühlet verileceği bildirilmektedir. Bu ifade
faizden vazgeçmenin alacağını hemen isteme hakkının doğacağına işaret eder.
Bundan sadece borçlunun güç durumda olması istisna edilmektedir. Bununla beraber
burada mühletin kimin tarafından verileceği hususu meçhul bırakılmıştır. Eğer hem alacaklı
ve hem de borçlu her ikisi de genişlikte iseler borç hemen ödenir. Eğer borçlu
genişlikte ise yine hemen ödenir. Alacaklı genişlikte, borçlu darda ise bu borç da
faizli bir sözleşmeden doğmuşsa alacaklı bu parasını borçlu ancak genişliğe
kavuştuğu zaman tahsil edebilir. Yani faizli muameleye girişmiş olan kişi darda olan
kimseye borç verirken alacağını çok daha tehlikeye sokmuş olur. Eğer hem alacaklı
ve hem de borçlu her ikisi de darda iseler bu durumda mühleti devlet verip borçluya
karz-ı hasen ikraz ederek alacaklıya ödemede bulunabilir. Burada bilinmesi
gereken ikinci bir nokta zorluk ve kolaylık kavramlarıdır. Ayette bunların her ikisi
de belirsiz olarak kullanılmıştır. Böylece zorluk ve kolaylık kavramlarının
alacaklı ve borçlunun durumuna göre hâkim tarafından takdir edileceği ve bunların
daha önce şeriat tarafından tespit edilmediği ortaya çıkar. Ayette nazıratün kelimesinin de belirsiz olarak gelmesi
borçlunun kısmen ödemesi taksit, taksit ödemesi gibi ve faiz dışında olan başka
külfetleri yüklenmesi şeklinde düşünülebilir. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Faizden
vazgeçen kimse alacağını borçlunun ancak genişlikte olması halinde istemeye hakkı
vardır. 2- Borçluya
tanınacak bir mühlet ve onun borcu ödeme şekli hâkimin takdirine bağlı olan bir
husustur. Bakara Suresi 2/
Ayet: 280 “Bilseniz
tasadduk etmeniz sizin için daha hayırlıdır.” Tasadduk etmek
faizin zıddıdır. Faiz servet sahiplerinin başkalarının emeklerini sömürmesidir.
Kendi servetlerine haksız olarak servet katmalarıdır. Tasadduk ise servette mevcut olan
emeğin hakkını sahibine geri vermektir ki, mallardaki haksızlıkları ortadan
kaldırır. Burada tasadduk
etmenin (yani borçlulara borçlarını ödemeleri için bütçeden yardım yapmanın)
mühlet verip bekletmekten veya alacağını almaktan daha hayırlı olduğu ifade
edilmiştir.[997]
Bunun daha hayırlı ve daha faydalı olduğunu anlayabilmek için ekonomi ilminin
bilinmesi ve milli gelirin ferdi gelirdeki aksinin düşünülmesi gerekir. Bu cümle
alacaklının borçtan vazgeçmesi şeklinde de anlaşılabilir. Ayetteki yeri sanki bu
manaya daha yakındır. Bu ifade ile alacağın zekâta mahsup edilebileceği de
gösterilmiş bulunmaktadır. Buradaki tasadduk kelimesi çoğul olarak geldiği için
yukarıda da değindiğimiz gibi darda olan borçluların borçlarını tasfiye etmek
üzere karz-ı hasen vermek devletin vazifesi olduğu anlaşılabilir. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Zekât faizin
zıddıdır. 2- Bir alacak
zekâta mahsup edilebilir. 3- Devlet darda
olanlara bütçeden yardım eder. 4- Bireylere
borçlanma yerine devlete borçlanma daha iyidir. Bakara Suresi 2/
Ayet: 282 “Ey iman etmiş
olanlar, muayyen bir vade ile borçlandığınız zaman onu yazınız” Ayetin “Ey iman
etmiş olanlar” diye başlaması ile bu borçlanma hükümlerinin Müslümanlarla ilgili
olduğunu, Müslüman olmayan kimselerin bu hükümlerle yükümlü olmadıklarını,
gayri Müslimlerle yapılacak borçlanmaların da bu hükümlere tabi olmadığını,
borçlanma işinin bir toplum işi olduğunu, bir bireyin diğerine borçlanması yerine
borçlanmaların devletin kefaleti altında yapılacağını ve İslam düzeninde bütün
toplulukların kendi aralarındaki borçlanmaları ayrı, ayrı tekeffül edeceklerini
anlamak mümkündür. Bu ifadenin bu manalara nasıl delalet ettiğini daha önceki
ayetlerde açıklamıştık.[998]
Burada izâ edatı
kullanılarak borçlandığınız zaman denilmektedir. İzâ da in gibi şart ve ceza
için gelir. Fakat bu in’den farklıdır. İn edatı yalnız şart için geldiği halde
izâ hem şart ve hem de zarf için gelir.[999]
Bu izâ kelimesinin burada şartıye olduğunu cevap cümlesinin başına gelen fa
harfinden anlamaktayız. Çünkü şart edatının cevaba bir tesiri yok ise o cevabın
şartın cezası olduğunu bildirmek için başına bir fa harfi getirilir.[1000]
Ayette cevap cümlesi, fektübûhu : onu
yazınız emridir; şart cümlesi ceza cümlesine sebep teşkil ettiği için kendisine
şart denilmiştir. Ceza da sebebin bir neticesi olarak meydana gelir.[1001]
Buna göre borçlanma bir sebep onu yazmak ise neticedir. Yani borçlanma işi ve
borçlanma sözleşmesi, ancak netice olan yazmadan sonra gerçekleşir. Demek ki,
borçlanmaların yazı ile tevsik edilmeleri şarttır. Zaten borçlanmada esas borcun
vadesinin belli olması ve bir de onun yazı ile tevsik edilmesidir.[1002]
Bu sebeple yazı ile tevsik edilmemiş olan sözlü borçlanmalar bu hükmün dışında
kalır. Faizli veresiye
borçlanmalarının yasaklığı bildirildikten sonra bunun hemen arkasından
veresiyelerin yasak olmadığını bildirmek için bu borçlanma ayeti gelmiştir.[1003]
Borçlanmalar
vadeli ve vadesiz olmak üzere iki kısma ayrılabilir. Vadeli borçlanmalara deyn,
vadesiz borçlanmalara ise karz adı verilir. Karz ile deyn birbirinden farklıdır. Karz,
kişinin mesela altın, gümüş, arpa, buğday gibi şeyleri ödünç olarak vermesidir
ve burada zaman yani vade söz konusu değildir. Deyn’de ise vadenin belirlenmesi
gereklidir.[1004]
Bunun için karz’da alacaklı alacağını her zaman talep etme hakkına sahip olduğu
halde, deyn’deki alacaklı vadesi gelmeden alacağını isteyemez.[1005]
Karzda alacak borçluda bir vedia (emanet) gibi durmaktadır. Bu çeşit borçlanmaların
fertler arasında değil de devlet aracılığı ile yapılacağı hususu daha önce
geçen karz-ı hasen ayetinde bildirilmiştir.[1006]
Bu ayet ise karzdan çok deyn şeklindeki bir borçlanmanın hükümleri ile ilgilidir.
Çünkü lügatçiler karzı deynden az yukarıda anlattığımız şekliyle
ayırmışlardır.[1007]
Aslında deyn karza göre daha genel, karz ise deyne göre daha özeldir ve bu sebeple her
karz bir deyn olduğu halde her deyn karz değildir.[1008]
Ancak bu ayet vadeli borçlardan söz ettiği için karz şeklindeki borçlanmaların
hükmü dışarıda bırakılmıştır, diyebiliriz. Mübadele peşin ve
veresiye olması bakımından dört şekilde cereyan eder. 1- Aynin ayn ile
mübadelesi, (ayni bir malın ayni bir mal ile değiştirilmesi demek olan trampa
şeklindeki mübadele) ki, bunun borçlanma ile ilgisi yoktur. 2- Deynin deyn ile
mübadelesi. (Bu İslam hukukuna göre hükümsüz olup ayetin konusu dışında kalır). 3- Aynin deyn ile
mübadelesi. (İslam hukukunda buna selef adı verilir. Mal peşin olup para ise belirli
bir zaman için veresiye olan bir borçlanma şeklidir.) 4- Deynin ayn ile
mübadelesi. (Buna İslam hukukunda selem adı verilir. Para peşin, mal ise belirli bir
zaman için veresiye olan bir borçlanma şeklidir.) İşte bu borçlanma ayetinin
getirdiği hükümler son iki şık ile ilgilidirler.[1009] Karzda ikrâz
denilerek[1010]
ifâl babı kullanıldığı halde burada tedâyün denilip tefâul babı
kullanılmıştır. Tefâul babı iki veya daha fazla kimselerin aralarında olacak bir
borçlanmayı gösterir. Çünkü bu babın binası iki veya daha çok kişilerin
aralarında yaptıkları ortak bir iş içindir.[1011]
Burada kelimenin bir de çoğul olarak getirilmesiyle borçlanmanın bireyler arasında
cereyan edeceği, bireylerin birinci derecede alacaklı ve borçlu olacakları ve devletin
ise buna kefil olacağı anlaşılır. İşte deyn kelimesi tekil olduğu halde fiilin
çoğul olarak gelmesi borçlanmanın kamunun-devletin kefaleti altında olduğunu tefâul
babından gelmesi de borçlanmanın birinci derecede alacaklı ve borçlu olan kimselerin
arasında cereyan ettiğini gösterir. Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai ve Ebu Davud’un
rivayet ettikleri bir hadiste Hz. Peygamber borçların devletin teminatı altında
olduğunu bildirmişlerdir. “Ben her müminin kendisine kendisinden daha yakınım. Bu
sebeple kim bir borç bırakırsa onu ödemek benim üzerimedir. Kim de bir mal
bırakırsa o da varislerinindir.” buyurmuşlardır.[1012]
Bu hadisin başka bir varyantı da şöyledir. “Kim ölür de bir borç bırakırsa onun
bu borcu Allah ve Resulüne aittir. Kim de ölür ve bir şey bırakırsa o da
varislerinindir.[1013] Ayette “bi
deynin” bir borç ile borçlandığınız zaman denilmekle deyn bir vasıta ve bir
alet durumuna sokulmuştur. Karzda ise böyle yapılmamıştır. Mesela karzın bizzat
kendisi ikraz ediliyordu ve devlet tarafından ikraz ediliyordu. Deyn ise burada daha çok
şahsa yükletilmiş ve borçlanmak için bir vasıta olarak getirilmiştir. Karzda birey
verdiğini daha çok aynen almak durumundadır. Çünkü bunda bir çeşit ariyet sistemi
cereyan eder. Deyn’de ise borç ayn değil, zimmetle ilgili bir borçtur.[1014]
Onun için bu bir hizmet veya ayn olabilir. Ancak bu eski bir aynin iadesi değil de
tamamen yeni bir ayndir. İşte bu sebeple sadece “deynen” denilmeyip “bi deynin”
denilerek ba harfi ile getirilmiştir, diye düşünebiliriz. Deyn kelimesi
belirsiz olarak getirilmekle borçlanmanın şekli ve miktarı serbest bırakılmıştır.
Borçlanma selem olsun, selef olsun büyük olsun küçük olsun[1015]edası
mümkün olan her şey, ister emek ister mal olsun, borçlanma konusu olabilir. Bunun ne
miktarı ve ne de şekli hiçbir biçime tabi tutulmadığı için deyn kelimesi mutlak
olarak getirilmiştir. Bugünkü hukukta cereyan eden ve çeşitli borçlanmaları, mesela
poliçe[1016]
bono senedi[1017]
yazlı ve sözlü resmi borçlanmalar gibi, değişik hükümlere bağlayan sistem, İslam
hukukunda reddedilmiş, karz dışındaki bütün borçlanmalar bu ayetle aynı
hükümlere bağlanmıştır. Deyn kelimesi, din
kökünden gelir. Din ise hesaplaşma demektir. O halde bir şeyin deyn sayılabilmesi
için onun rakamlara dökülebilmesi, başka bir deyişle para ile değerlendirilip ifade
edilebilmesi gerekir. Para ile ifade edilemeyen borçlara Kuran-ı Kerim’de mağrem
adı verildiğini görüyoruz.[1018]
İlâ : Bu
kelime zamanda mekanda ve fiilde son gayeyi bildirmek için gelir.[1019]
Burada borçlanma zamanının tayin edilen vadenin sonuna kadar devem ettiğini gösterir.
Ecel kelimesinin kullanılması ile de müddetle ilgili olmayan borçlanmaların
dışarıda bırakılmış olduğunu anlıyoruz. Esasen deyn belli bir zaman için
yapılan borçlanmaları içersine almakta iken tekrar belli bir müddete kadar sıfatı
ile tavsif edilmesi, bu hükümlerin müddeti belli olan borçlara ait olduğunu tansis
etmektedir. Yahut deyn yukarıda da söylediğimiz gibi vadeli ve vadesiz borçların her
ikisini de içersine alır. Karz ise sadece vadesiz borçları içersine alır.
Bu ilâ kelimesi
bize borcun eda halindeki durumunun adı olmayıp edaya kadar geçen müddetin hali
olduğunu gösterir. Yani burada bir alacağın tevsik edilmesinden çok bir borcun tecil
ve tehiri söz konusudur. İşte burada bir alacaklının hakkı kadar bir borçlunun
hakkı da korunmaktadır. Tabi bu da borcu geç ödeyebilme hakkıdır. Bu yüzden zaman
deyn için bir miyar yapılmış ve eda hemen ödenecek borcun değil, son vade
zamanının miyarı olmuştur. Buradan şu sonuca varıyoruz ki, müddet dolduğu zaman
deyn karza dönüşür. Yani alacaklı da isterse alacağını hemen talep edebilir. Ancak
o isterse bu alacağını tehir de edebilir. Bu durumda borçlu da talep edilmeden hemen
ödemekle mükellef olmadığı gibi alacaklı da hemen talep etmekle mükellef değildir.
Kendisine lazım olduğunda istediği zaman talep eder. Borçlu da talepten evvel
istediği zaman ödemede bulunabilir. Ayette alacağın
talep edilme zamanı demek olan ecel kelimesi
tekil olarak getirilmiştir. Çünkü bir akit için bir vade tayin edilir. Bu sebeple
bunun bir zaman zarfı ile ifade edilmesi doğru değildir. Mesela ben sana borcumu Mart
ayı içersinde ödeyeceğim, şeklindeki bir sözleşme yanlıştır. Zira tayin edilen
vade, ödemenin yapılacağı zamanı değil, talep hakkının doğacağı zamanı tespit
etmektedir.[1020]
Ecel
kelimesinin belirsiz olarak gelmesi ile de vade zamanının uzun olsun kısa olsun ve ne
vakit olursa olsun, muteber olduğunu, bu hususta sözleşme sahiplerinin tamamen serbest
tutulduklarını anlamaktayız. Böylece bu kelime ile vadenin tek olması şartı ile ne
biçim olursa olsun muteber sayılacağı bildirilmektedir. Borçlanmanın ve
borcun yazılmasını gerektiğini bildiren fektübûhu:
cümlesi onu yazınız diye emir kalıbı ile
getirilmiştir. Emirler gereklilik ifade ettiklerinden bunun mutlaka yazılacağı
anlaşılır. Yazılmadığı takdirde günah olur, hatta bu, cezayı bile gerektirir veya
sözleşme hükümsüz olur. Buradaki izâ
kelimesinden sözleşmenin hükümsüz hale geleceğini anlamaktayız. Ayrıca fesada
sebep olduğu için günah da olabilir. Yazınız emrinin
çoğul kalıbında getirilmesi ile yazma işlerinin birlikte yani bir toplum tarafından
yapılacağı düşünülebilir. Bu suretle bu nevi borçlanmaları tespit edecek özel
bir kurum getirilmiş oluyor ki, bugünkü noterlik (kâtibiadil) kuruluşu herhalde
buradan gelmektedir.[1021]
Burada yalnız
“yazınız” denilmeyip de “onu yazınız”
şeklinde buyrulması bize neyin yazılacağını gösterir. Bu zamir ya borca gider[1022]
veya tedâyün mastarına gider. Bu zamir tedâyüne yani borçlanmaya gittiği takdirde
borçlu, alacaklı, borcun çeşidi ve ödeme tarihinin yazılacağı ortaya çıkar.
Borca gittiği takdirde borcu ödeme tarihi ile birlikte yazınız manası çıkar.[1023]
Bu iki çeşit anlayışın iki ayrı duruma uygulanması şöyle olabilir: Birinci halde genel
bir borçlanma söz konusudur. Burada her şeyin yapılması gerekir. İkinci halde ise
bireylere verilen borçlanma cüzdanlarına borç ve ödeme tarihi yazılır. Burada
mesela borçlanma föylerinin, kısa bilgiler içeren belgelerin doldurulması gibi,
miktar göstermek yeterli olup ayrıntılara gitmeye gerek kalmaz. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Borçlanma
sözleşmelerinin yazılı olması şarttır. 2-Borçlanma
sözleşmeleri bireyler arasında yapılır. 3-Borçlanma
sözleşmeleri devletin teminatı altındadır. 4- Borçlanma şekillerinin tespitinde bireyler
serbesttirler. 5- Borçlar
şahıslar arasındaki zimmetle ilgilidir. 6- Borçlar aynı
zamanda nakit ile ifade edilebilmelidir. 7- Borçlanma
sözleşmesi talebin geciktirilmesi, yani tecil ve tehir anlamına gelir. 8- Borçlanma
sözleşmesi alacak için bir sebep teşkil etmez, alacak için sözleşmenin gereği olan
fiilin gerçekleşmiş olması lazımdır.
9- Borçlanma
sözleşmelerinde borç vadesinin bitiş zamanı gösterilir. 10- Borcu talep
zamanının gösterilmesi yerine bir şart da konabilir. 11- İslam’ın
borçlanma kanunlarına aykırı olan borçlanmalar gayri meşrudur. Mesela poliçe ve
bono ile olan borçlanmalar böyledir. 12- Borçlanma
sözleşmesi alacaklının hakkı kadar borçlunun hakkını da ifade eder. Borcun vade
tarihine kadar tehir edilmesi borçlunun bir hakkıdır. 13- Borçlanma
sözleşmelerinin yazılması için bir yazı kurumu (kâtibiadil-noterlik) kurulur. 14- her şeyi
yazıp gösteren serbest borçlanma sözleşmeleri geçerlidir. 15- Bir isim ile de
olsa standart tespit edilmiş olacağı için standart malların borçlanma sözleşmeleri
de geçerlidir. Bakara Suresi 2/
Ayet: 282 “Hem aranızda
adaletli bir kâtip yazsın.” Burada yazma işlerinin nasıl olacağı
anlatılmaktadır.[1024]
Sözleşmeyi yapanlar, kâtibe (kâtibiadil’e-notere) söyledikten sonra kâtip de
yazacaktır. Buradaki emrin üçüncü şahıs kalıbında gelmiş olması bu anlamı
ifade edebilir. Beynekum :
Aranızda kaydı ile yazılma işinin resmi bir yerde ve bir makamın huzurunda değil de
her yerde ve her katibin yanında serbestçe olabilmesi ve yapılabilmesi anlaşılır. Kâtib :
Noter-kâtibiadil, demektir. Bu ismi fail kalıbıdır. İsm-i failler bir işi meslek
haline getirmiş kimseler için kullanılır. Men
yektübü: kim yazarsa denilmeyip de böyle söylenmiş olması kâtipliğin bir
meslek olduğunu göstermektedir. O halde bu yazı işleri gelişi güzel kimseler
tarafından değil de yazma ehliyetine sahip olan kimseler tarafından yürütülmesi
gerekir. Hem bunların mevzuatı bilmeleri şarttır.[1025]
Zaten bugün de noterlik için aynı şekilde bir ehliyet istenmektedir. Böylece
bugünkü noterlik kurumunun hem aynı zamanda İslami bir kuruluş olduğu ortaya
çıkmaktadır. Bugünkü şekliyle avukatlık kurumunun ise İslam’ın meslek
anlayışına aykırı olduğu daha önce açıklanmıştır.[1026]
Katip kelimesinin
belirsiz olarak gelmesi ile herkesin veya devletin özel noteri bulunması yerine kim
olursa olsun, ehliyete sahip olan herkesin bu yazma işini yapabileceğini anlamak
mümkün olur. Bi’l-adli :
Adalet ile. Buradaki ba harfi ilsâk için gelmiştir. Bu, yazma işinin ancak adaletle
olacağını gösterir. Bunun iki yere taalluk etme ihtimali vardır. Birisi yazma işinin
adaletle olacağını ifade ederken, diğeri ise kâtibin adil olmasıdır ki, bu, İslam
hukukundaki tezkiye kurumuna işaret edebilir.[1027]
Böylece bazı meslekleri icra edebilmek için kişinin adalet sahibi olma vasfının
bulunmasının şart olduğu meydana çıkar ki, kâtipler, noterler bunlardan biridir. Adalet kelimesinin
belir olarak gelmesi tadildin belli bir statü ile tespit edileceğini ve burada böyle
bir metotla sabit olan bir adaletten bahsedildiğini ifade eder. O halde
kâtiplik-noterlik serbest bir meslek olmakla birlikte böylece adalet sıfatının
bulunması da şart koşulmuştur. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar 1- Toplum
sözleşme yazılarını ehliyetli kâtiplere (kâtibiadillere-noterlere) yazdırırlar. 2-
Kâtiplerin-noterlerin tezkiyeli, yani onların ellerinde adil olduklarını tasdik eden
bir belgenin bulunması şarttır. 3- Ehliyetli olan
her kâtip sözleşme senetlerini yazabilir. 4- Sözleşme
metinleri, bir yer ve zaman tahdidi yapılmadan her yerde ve her zaman yazılabilir ve
sahiplerine verilebilir. 5- Adalet
sıfatının tasdiki yani kişinin tezkiye edilmesi işi belli kural ve kaidelerle
yapılır ve bu belirli kişilere (makamlara) sunulur. Bakara Suresi 2/
Ayet: 282 “Kâtip yazmaktan
kaçınmasın.” El-ebâü : Bu
kamışlık, sazlık demektir.[1028]
Kamışlıktan ve sazlıktan geçme zorluğuna benzetilerek ibâ, inat etmek, direnmek,
kaçınmak anlamında da kullanılır. Kuran-ı Kerim’de şeytanın secde etmekten
kaçınması aynı kelime ile ifade edilmiştir.[1029]
Burada da kâtibin yazmaktan kaçınmaması gerektiği buyrulmaktadır. Böylece
kâtiplerin yazmaya mecbur oldukları ortaya çıkmaktadır. Gerçekten ayetin devamında
kâtibin bir zarara uğratılmayacağı söylenmekle kendilerine ücretlerini vermemek ve
ödememek suretiyle zarar verilmemesi gerektiği bildirilmektedir.[1030]
Kâtibin yazmayıp kaçınması halinde ne
yapılacak; bir ceza mı verilecek yoksa sadece kâtiplik ehliyeti mi elinden
alınacaktır. Sonra kâtibin alacağı bu ücret nasıl tespit edilecektir. Ayette
kâtibin yazmaktan kaçınmayacağı bildirilmekle ücret için serbest pazarlık
yapılmayacağı ifade edilmiştir. Çünkü yazıp yazmamak serbest olsaydı, ücret de
serbest pazarlık sistemi ile tespit edilebilirdi. Ancak kâtip yazmaya mecbur olduğu
için, ücret söz konusu yapılmadan önce yazacak demektir. Öyleyse kâtibin ücreti
aşağıda açıklaması geleceği üzere ya tarifeli ücret sistemi ile ödenir veya bu
onlara devlet tarafından bir maaş olarak verilir. Ayette kâtip
kelimesi belirsiz olarak tekrar edilmiştir. Böylece bu onların ayrı, ayrı kâtipler
olduğunu ifade etmekle bir kâtibin yarım olarak bıraktığı bir yazıyı aynı
zamanda diğerinin tamamlayacağını da gösterir. Aynı meslek sahipleri kendi
aralarında rekabet yaptıklarından birisinin yapıp eksik bıraktığı bir şeyi
diğerleri tamamlamayabilir. İşte burada bunun yasak olduğu bildirilerek her kâtibin
her ne suretle olursa olsun yazmaya mecbur olduğuna işaret edilmiştir, diyebiliriz. Bu
kâtiplik görevini aynı zamanda yabancılar da yapabilirler. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Ehliyetli
kâtipler (kâtibiadiller-noterler) istenilen şeyleri yazmak zorundadırlar. 2- Ehliyetli
kâtiplerin, tarafların serbest pazarlık sistemi ile kendi aralarında bir ücret tespit
etmeleri geçerli değildir. 3- Bir kâtibin
yazıp da herhangi bir sebeple yarım bıraktığı bir yazıyı başka bir kâtibin
tamamlaması gerekir. Kâtipler kendilerine müracaat edildiği zaman yazmak
zorundadırlar. 4- Kâtip sadece
yazmakla mükelleftir. 6- Kâtipliği,
kâtibiadillik ve noterlik mesleğini yabancılar da yapabilirler. Bakara Suresi 2/
Ayet: 282 “Kâtip
Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazsın” Bu cümlenin ayetin
sonunda gelmesi daha uygun gibi görünürken takdim edilerek burada gelmesi, yazma
mükellefiyetinin bilmek özeliğinden ileri geldiğini gösterir. Hem bu ifadeden kamu
hizmetlerinin görülmesi, alınacak bir ücret karşılığı olmayıp sahip olunan bir
mükellefiyetten, yükümlülükten doğduğu düşünülebilir. Ayrıca Allah’ın
öğretmesinden söz edildiği için yazma usulü ve resmi yazının kamu tarafında yani
devletçe tespit edileceği anlaşılabilir. Yazılacak her türlü resmi yazılarda ve
sözleşmelerde devletin tayin ettiği bu yazı şekli ve biçimine uyulur, bir devlet
içersinde değişik yazılar değil, bir çeşit yazı kullanılır diyebiliriz. Bu ayette eğitim
ve öğretim işlerinin bazı esaslarının da getirilmiş olduğunu görüyoruz.
Öğrenim konusu hemen olmayıp uzun bir zaman ihtiyaç gösterdiği için ilam kelimesi yerine talim kelimesi tercih edilmiştir. Bir de öğretim
işleri toplum-kamu-devlet tarafından düzenlenip yürütülür ve denetlenip kontrol
edilir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber Medine’ye hicret edip orada İslam devletini
kurduktan sonra Saffa ve diğer mekteplerde eğitim ve öğretim işlerini bizzat
kendileri yürütmüşlerdir.[1031]
Tarihte Müslümanların eğitim sistemi parasız olarak yürütüldüğü için okumak
isteyen herkese bütün okullar açık tutulmuştur.[1032]
Devlet bu görevini eskiden vakıflar yoluyla yerine getirmiştir.[1033]
Bu hususta ayrıca devlet bütçesinden de yardım yapılabilir. Bireyin can, mal,
ırz ve namus güvenliği ve hakları devletin teminatı altında olduğu gibi, onun
mesken, eğitim ve öğretim hakları da vardır. Aç olan kişinin doyurulma, çıplak
olanın giydirilme, hasta kimsenin tedavi edilme, korkak kimsenin de emniyet ve güvence
altına alınma hakları vardır. İşte bu hakların hepsi aynı derecede olup bunlar
İslam devletinin teminatı altındadırlar.[1034] Devlet yazı
yazmayı öğretir ve en iyi öğrenen kişilere kâtiplik belgesi verir. Bu kâtipler
mesela amil statüsünde olup yazsalar da ve yazmasalar da devlet bütçesinden maaş
almaya hak kazanmış olurlar. Böylece hiçbir kâtip devletin kendisine bir icazet verip
maaş bağlaması sebebiyle artık bu yazma işinden kaçamaz ve yazmak zorunda kalır. İslam düzenindeki
bu kâtiplerle bugünkü noterler arasında bazı farklar da vardır. Bugün noterler
noterlik işinden başka bir şey yapmadıkları halde kâtipler yapabilirler. Kâtiplere
bu kâtiplik maaşının dışında başka gelir kaynakları sağlama hususunda
kendilerine bir yasak yoktur. Noterler ücretlerini yazı yazdıran kişilerden yani
müşterilerinden aldığı halde kâtipler maaşlarını devlet bütçesinden alırlar. Burada Allah’ın
öğrettiği gibi yazsın emri ile, bu şekilde yazmayan katiplerin katiplikten
çıkarılarak belgelerinin iptal edilerek ellerinden alınacağı düşünülebilir.
Ayetteki fa harfi de kendilerine müracaat edilince vakit geçirmeden hemen
yazacaklarını gösterir. Zira yapılacak iş sözleşmeyi bekleyemeyeceği gibi,
sözleşme de yazma işini bekleyemez. Öyleyse bu durum kâtibin talep anında hemen
yazmak zorunda olduğunu gösterir. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1-Borçlanma
sözleşmelerinin kâtipler tarafından yazılması konusundaki yazı şekli ve biçimi
devlet tarafından tespit edilir. 2-
Borçlanma sözleşmelerindeki yazışmalar resmi yazı ve biçimi ile yazılır. 3-
Eğitim ve öğretim işlerini düzenleme, yönlendirme ve kontrol etme gibi görevler
devletin görevleri arasındadır. 4-
Yazı yazmayı öğrenen kişilere devlet tarafından belge verilir ve bunlar kâtiplik
görevini yapabilirler. 5- Bu
yazma görevi öğrenme karşılığı ve verilen belge karşılığı olarak yapılır.
Yoksa bu bir ücret karşılığı değildir. 6-
Kâtip olan kişi yazı için kendisine müracaat edilince vakit geçirmeden hemen yazar.
Yoksa o kendiliğinden yazmaz. 7-
Kâtip olan kişi müracaatın hemen arkasından yazmaya başlar ve bu yazma işini asla
geciktirmez.
Bakara Suresi 2/
Ayet: 282 “Borçlu
olan kimse imla etsin.” Borçlanma
sözleşmelerinin yazılması emredildikten sonra burada şimdi kimin yazdıracağından
bahsedilmektedir. Böylece yazılı sözleşmelerin ikinci esası orta çıkmaktadır. Mellün
: Bu kelime oku ateşe
tutup doğrultmak, yürümek, elbiseyi çatıp ilmek anlamlarına gelir.[1035]Bir
dikiş dikilmeden önce ilmik atarak onun nasıl dikileceği ayarlanıp tespit edilir ve
dikiş buna göre yapılır. İşte imlâl kelimesi imlâ kelimesinin aslı ve müradifi
olup[1036]
ezbere yazdırmak manasına olduğundan[1037]
kâtibin nasıl yazacağını bildirmektedir. Borçlu olan kişi söyler, kâtip de aynı
borçlunun söylediği şekil ve biçimde aynı o gibi yazar. Bu
kelimenin temlîl şeklinde değil de imlâl biçiminde gelmiş olması,
müsveddelerin katibe birden, tüm olarak verileceğini, katibin sadece bu ilk verilen
bilgileri ve söylenilen şekli kağıda geçireceğini ve değişiklik yapmayacağını,
aynı yazıda böyle bir şeyin bulunmayacağını ifade eder. Bu sebeple her ne kadar
yazı bitmeden sözleşme tamamlanmış sayılmasa da takrir verdikten sonra caymak
geçerli değildir. Kâtip ancak verilen takriri aynen yazıya geçirmekle yükümlüdür.
Fakat alacaklının da yani tarafların muvafakati (onayı-oluru) alındıktan sonra bir
değişiklik yapılabilir ve bu değişiklik maddeleri ise ayrı olarak yazılabilir. Ayette
borçlu kavramının “ellezi aleyhi’-hakku” (üzerinde hak bulunan kimse)
şeklinde ifade edilmesi önemlidir.[1038]
Çünkü bu ifade hem alacaklı ve hem de borçluyu içerinse alır. Şöyle ki, borçlu
belli bir borcu ikrar ettiği için üzerinde hak bulunan bir kimse olur. Alacaklı da
alacağını belli bir müddet sonraya ertelediği için yine o da üzerinde hak bulunan
bir kimse olur. Böylece her iki tarafın da birbirilerine borçlu oldukları
anlaşılmaktadır. O halde ana borcun ifadesi borçlu tarafından yapılacak, buna
karşılık borcun ödenme müddeti ise alacaklı tarafından ikrar edilecektir. Alacaklı
ve borçludan her birini ifade etmek için burada men yerine ellezi
kelimesinin kullanılmış olması aynı zamanda borçlanmaların bireyler arasında
cereyan ettiğini bildirir. İşte yukarıda borçlanmadaki tefâul babı ve çoğul
sığası ile tedâyentüm (borçlandığınız zaman) denilmiş, burada ise belirli
gelmesi ve tekil kalıbının kullanılması ile arasındaki ayrılık bu suretle
giderilmiş olur. Yani yukarıda borcun, toplumun kefaleti altında olduğunu, burada ise
asıl borçluların özel mülkiyet esasları dâhilinde bireylerden ibaret olduğunu dile
getirmektedir. “Rabbi
olan Allah’tan ittika etsin de o haktan hiçbir şeyi eksik etmesin.” Borçlu
yazdırırken kâtipten veya başka birisinden değil, yalnız Allah’tan korksun
ifadesinde hile ve oyuna saparak veya bazı yabancı kayıtlar koydurarak, olayın halde
ve gelecekte cereyan edecek hukuki statüsünü değiştirmesin.[1039] Borcun
doğru olarak itiraf edilmemesi borçlunun alacaklılar tarafından tecavüze uğramasına
sebep olur ve devlet mütecavizleri aramaya koyulur. Bu hileli ve tehlikeli durumlar
toplumu yorduğu gibi bireylerin toplum içersindeki güvenlerini de sarsar. Neticede
bunun zararı da yine bireylere geri döner.
Burada Allah ve Rabb kelimelerinin kullanılması bize devletin can ve mal
güvenliğini sağlama görevini, hak ve hukuk tanımayan mütecaviz kimselere karşı
yapmayacağını ve onların güvenliklerini sağlamayacağını hatırlatır. Yasaklara
uyamayan kimselerin o yasaklardan yararlanma hakları yoktur. Can ve mal mülkiyetine
saygılı olmayan bu yasadan faydalanamaz. “Hürmetler, haram ve yasaklar
karşılıklıdır.”[1040]
Saygı gösterilmesi gerekli olan her şeyde kısas cereyan eder.[1041]
Canda ve malda saygı gösterene saygı gösterilir; göstermeyene de gösterilmez.
Çünkü bu ayet mallara da şamil olur.[1042]
Bahs : Su nasibi olmayıp sulanmadığı için ziraatı hemen yağmurun
arkasından yapılan tarlaya denir.[1043]
Eksik ve noksan yapmak anlamına gelir. Bir şey bahs etmek demek yeterince ölçememek
veya değerlendirememek demektir. Buradaki borcun eksik olarak ifade edilmesindeki yasak,
burcun esasını zedeleyecek ileride anlaşmazlıklara yol açacak kaçamaklı ifadelerin
kullanılmasıdır. Yoksa borcun kendisini etkilemeyecek, şahitlerin beyanları ve
hakemlerin hükümleri ile ortaya çıkabilecek hakların söylenmemesi eksik yapmak demek
değildir. Mesela unutmak, bilmemek veya ihmal etmek gibi hususlar affedilebilir. Bahs ise
borcun kendisinden bir eksiklik yapacak şekilde davranmaktır.
Hakk : Üç yaşını bitirmiş, dörde basmış olan deveye hıkk adı verilir
ki, bu devrede binilip kullanılmaya elverişli hale gelmiştir.[1044]
Böyle bir deve şimdiye kadar beslenip bakılmış ve büyütülmüş yani sahibinden hak
almış ve şimdi ise vazifeye ehil hale gelmiştir. Artık bu durumda hak ve vazifeye
layık olan bu deveye yiygi verilecek, böylece o beslenecek ve kendisine yük sarılıp
taşıtılacaktır. Burada insanın hak ve vazifeli olması, devenin gerek beslenmesinde
ve gerekse hizmet etmesinde hak ve vazifeli olmasına benzetilmiş ve dolayısıyla
alacaklı ve borçlu, hak ve vazifeli kılınmıştır. Borçlanmada
mükellefin yükleneceği külfetin belli olması için hakk kelimesi burada belirli
olarak getirilmiştir. Bu yüzden belirsiz borçlanmalar hükümsüz olur. Borçlanma
sözleşmelerinde borçlu ve alacaklı, borcun cinsi ve miktarı ve ödeme zamanı mutlaka
belirtilmelidir. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Kâtip borcun
tespitinde hiçbir rol oynamadan kendisine söylenenleri aynen yazmakla görevlidir. 2- Borcun esasını
borçlu ödeme müddetini ise alacaklı beyan eder. Borçlu ve alacaklı beyanlarını
bitirdikten sonra yazma işi henüz tamamlanmamış olsa da tarafların cayma hakları
yoktur. 3- Borç
sözleşmesinin tamamlanması için şahitlerin dinlenmesi ile kâtibin resen yazması
yeterli olup sonun imza gerekli değildir. 4- Borçlanma
toplum içersinde olur. Fakat borçlu ve alacaklı olan bireylerdir. 5- Hak kelimesi,
hak ve vazifeyi, alacak ve borcu içersine alır. 6- Borçlanma
senedinde borç ve alacak, ödeme tarihi, borçlu ve alacaklı belirtilir. 7- Şeriatın tayin
etmiş olduğu belli esasların sözleşme senedinde yazılmış olması şart değildir. 8- Borcun evsafı
ve borçlanmanın şekli yazıda kesinlikle belirtilir. Bakara Suresi 2/
Ayet: 282 “Eğer üzerinde
hak bulunan kimse (borçlu), akılsız, bunamış olursa yahut kedisi söyleyip
yazdıramayacaksa velisi dosdoğru söyleyip yazdırsın.” Noterlik kurumu
anlatıldıktan sonra şimdi burada velayet kurumu dile getirilmektedir. Velayet, bir
kimsenin başka bir kimse üzerinde can ve mal hakkında sözünün geçerli olmasına
derler.[1045]
Eğer borçlu malını israf ve telef eder; hafif akıllı ve geri zekâlı biri yahut
çocuk, deli e çok yaşlı bir durumda ya da dilsizlik, fazla tutukluluk ve cehalet gibi
herhangi bir sebepten dolayı bizzat söyleyip yazdırmaya gücü yetmez bir kimse ise
onun velisi yazdırır.[1046]
Ayette burada
cümle fa harfi ile başlamaktadır. Fa vav harfi gibi kendisinden sonra gelen cümleyi
kendisinden önce gelen cümleye bağlar. Ancak ondan farklı olarak fa’da tertip söz
konusudur.[1047]
Bazen ikinci cümle birinci cümleyi tafsil eder. “Borçlu olan yazdırsın”,
cümlesinde küçük çocuk, bunak, yaşlı ve akıl hastası olan kimselerin kendilerinin
mi, yoksa onlar adına başkalarının mı yazdıracağı hususu açık değildir. Bu
cümlede ise istisnalar zikredilerek birinci cümlenin açıklaması yapılmıştır.
Yalnız cümle açıklama cümlesi olduğu için bize iki hususu belirtmektedir. Birincisi
velayet kurumunun genel bir kurum olup yalnız borçlanmada değil, küçük ve zayıflar
için her türlü muamelede geçerli olduğunu bildirir. Cümlenin bir
açıklama cümlesi olduğunu gösteren fa harfinin ikinci manası ise şudur: Sefihlik,
zayıflık ve yazdırmaya gücü yetmeme cümlesi bir istisna cümlesi olsaydı, ona
başkaları kıyas edilmezdi. Çünkü istisna üzerine kıyas yapılmaz.[1048]
Hâlbuki burada cümle kıyas yapılabilecek bir şekilde getirilmiştir. Çünkü bu
tafsil fa’sı bize kıyasın yapılabileceğini göstermektedir. Bunun için kayıp,
hasta veya dil bilmeme ve konuşamama gibi durumlar başkalarının yani velilerin
yazdırmasına meşru bir mazeret teşkil ederler.
Borcun ikrarı
genel vekâlete bağlanmamıştır. Bu yüzden özür bulunmadıkça borç bizzat borçlu
tarafından takrir edilecektir. Burada genel vekâletnameyi kayıtlama gibi bir durum
düşünülebileceği gibi zayıf, hasta ve yazdırmaya gücü yetmeyenlerin takrirlerinin
geçerli olmadığı anlaşılabilir. Yoksa genel olarak hiçbir mazeret söz konusu
olmadan da vekâletin caiz olduğu hükmünü çıkarabiliriz. Borcu yazdırmak
borçlunun görevi olup o bundan kaçınamaz. O halde faile yapılan tafsil de aynı
hükümlere tabi tutulmalıdır. Bunun için sefihin ve zayıfın velileri, borcu
yazdırmakla mükelleftir ve bu görevden kaçamazlar. Demek ki, buradaki yazdırsın emri velayet kurumunun çalışmasını
icbar eder bir emirdir. Yoksa bu velayete izin veren bir hüküm değildir. Böylece bu,
bize genel vekâlet kurumunun kayıt altına alınmadığını gösterir. Burada malların
kusurlu sayılması ile ilgili olan bir hususa da işaret edildiğini söyleyebiliriz. Bir
malın kusurlu sayılması o malın bu eksik ve kusurundan dolayı piyasada değerinin
düşmesine bağlıdır. Kusur, malın faydasından da bir eksiklik getirecek derecede
olmalıdır. Yoksa mesela güzellik açısından bir eksiklik kusur sayılmaz. Bu nokta
alış verişteki malı görmeden almaktan dolayı meydan gelen cayma hakkı yani
hıyâr-ur ru’yet (görme muhayyerliği) ile açıklanabilir.[1049] Karz
borçlanmasında borcun nevi ayn olmayıp misliyyattan bir mal veya para olduğu için[1050]
görmeden dolayı caymaya, zarar verecek derecedeki vasıflar kusur sayılmaz. Ancak
kusurdan dolayı caymaya (hıyâr-ul ayba) girebilecek vasıflar ise[1051]
kusur sayılır. Yukarıda geçtiği üzere tüccarların nazarında fiyat
düşüklüğünü gerektiren her şey, kusur
sayılır.[1052]
Bundan dolayı bu ayette bahs: eksiklik kelimesi kullanılmış ve eksiklik meydana
getirmeyen vasıfların borçlanmalarda ve tediyede söz konusu yapılmayacağı ifade
edilmiştir. Mesela bir alacaklı paranın bütün veya bozuk olmasını ileri sürerek ya
da yırtık olduğunu iddia ederek parayı almaktan kaçınamaz. Yine bunun gibi mesela
buğday alacaklısı olan bir kimse bu buğday küçük tanelidir, ben bunu kabul
etmiyorum diyemez. Ancak çürük veya fazla taşlı diye kabul etmekten kaçınabilir. Bu bakımdan
malların standart olmasında çok büyük kolaylıklar vardır. Standartlamada mal ve
eşyalar bütün evsafıyla belirlenmiş olacağından belli bir borçlanma yapılacaksa
sadece malın adı söylenmekle yetinilir. Buna karşılık eğer standart dışı bir
borçlanma yapılacaksa o zaman malın vasıflarını uzun, uzun yazma mecburiyeti
vardır. Bu yazma külfeti kişileri standart muamelelere zorlamakta, ancak hiçbir zaman
mecbur etmemektedir. Bu İslam düzeninin temel kurallarından biridir. Bireyleri
kanunlara korku ile değil, kendilerine sağlanan faydalarla uydurmak gerekir. Yine
uymazlarsa o zaman cezalandırılırlar. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Kişi devlete ve
kâinat düzenine karşı sorumlu olur. 2- Kişi ancak
kendisinin riayet ettiği haklardan faydalanabilir. 3- Kişi
başkalarının hakkına saygı göstermediği zaman kendi hakları da devlet tarafından
korunmayabilir. 4- Borçlanma
sözleşmelerinde borcun esasını zedeleyen her şey yazılır. 5- Borçlanmalarda
görmemekten dolayı caymayı (hıyar-ur ru’yet) gerektiren vasıflar kusur sayılmaz. 6- Borçlanmalarda
bir kusurdan dolayı caymayı (hıyar-ul aybı) gerektiren vasıflar kusur sayılır. 7- Standart
malların borçlanma sözleşmelerinde yalnız hükümlerini zikretmek yeterli olur. 8- Standart olmayan
malların borçlanma sözleşmelerinde bütün vasıfları anlatılır. Anlatılmamış
olan sözleşmeler, devlet teminatı altında olma hakkını kaybederler. 9- Velayet, bir
kimsenin başka bir kimse üzerinde can ve mal hakkında sözünün geçerli olmasıdır. 10- Velayet Kurumu
genel bir kurum olup yalnız borçlanmada değil, küçük ve zayıflar için her türlü
muamelede geçerlidir. 11- Bir malın
kusurlu sayılması o malın bu eksik ve kusurundan dolayı, piyasada değerinin
düşmesine bağlıdır. 12- Bir eksiklik
meydana getirmeyen vasıfların borçlanmalarda ve ödemelerde söz konusu yapılmaması
gerekir. Bakara Suresi 2/
Ayet: 282 “Üzerinde hak
bulunan borçlu eğer bir safih veya zaif ya da söyleyip yazdıramayacaksa velisi
dosdoğru söyleyip yazdırsın.” Sefîh : Sefh,
kepek demektir.[1053]
Rüzgârın ağaç dallarını eğmesine, teseffüh denir.[1054]
Sefih ise hafif akıllı olan kimsedir. Rüzgar ne taraftan eserse o tarafa eğilen kendi
zarar ve faydasını gözeterek hareket etmekten çok, dış etkilerin altında kalan ve
aklını kullanarak kendi kendine karar veremeyen kimsedir. Malını saçıp savuran
kimsedir.[1055]
Böyleleri takrir verirken başkaları tarafından kandırılabileceği için bunların
haklarını kendileri adına velileri kullanır. Dolayısıyla sefihlik hukuki bir durum
olup keyfi olarak takdir edilemez. Belli bir hukuk prosedürü-izlek içinde tespit
edilir. Mesela bir kimseye sefih hükmünün verilebilmesi için hâkim kararı gerekir.[1056]
İşte insanın kendi aklını kullanarak haklarını koruyamayacak bir durumda olması
velayet kurumunun çalışması için yeter sebeptir. Sefîh kelimesinin
sıfat-ı müşebbehe kalıbında gelmesi sefihlik vasfının devamlı olmasını
gerektirir. Sefihliğin bazı hallerde var, bazı hallerde yok kabul edilmesi
düşünülemez. Artık bir kimse sefih ise o her işte sefih kabul edilir. Bu sebeple bir
mükellef, medeni haklarını kullanmada ya bir ehliyete sahiptir ya da değildir. Bu
ikisinin arası olmaz. Zaîf :
Zı’fün, katlamak, za’fün ise zayıflık demektir.[1057]
Za’fün bedenen zayıflık olunca[1058]
zaîfün de bedenen zayıf bulunan kimse demektir ki, burada küçük çocuk veya
yaşlanmış ihtiyar anlamına gelir.[1059]
Buna göre sefîh, aklı zayıf, zaîf ise bedenen zayıf olan kimsedir. Ayette sefih ve
zayıf kişilerden sonra üçüncü olarak bir de yazdırmaya gücü yetmeyen kimseden
söz edilmektedir. Bu dilsiz ve bilgisiz[1060]
pepe[1061]
olduğu gibi, kör, sağır, hasta veya yolcu da olabilir. Sefîh ile zaîf
kelimeleri aynı kalıptan geldikleri halde üçüncü vasıf olan güç yetmeme,
değişik bir üslup olarak cümle ile ifade edilmiştir. Buradan şu esası çıkarabilir
ki, sefih ile zayıfın yani zayıf akıllı, malının saçıp savuran çocuk veya bunma
haline gelmiş olan ihtiyarların velileri, onların izni ve düşüncesini almadan
hareket edebilirler. Gücü yetmeyen kimsenin, yani dilsiz, bilgisiz ve pepe gibilerin
velileri asıl borçlunun gücü yetmediği yerde onun görevini yapabilirler. Borçlu,
bir noktaya kadar kendisi yapmaya yetkili olup ondan sonra velisine sen devam et
diyebilir. Yani bu çeşit velayetlerde veliler, bir nevi vekil durumundadırlar. Asilin
gücü yetmediği yerde vekilin işi başlar. Ancak bu yine de vekâlet değil, velayet
kurumudur. Hem kişilerin velilerini azledip değiştirmeye hak ve yetkileri yoktur.
Burada vekâlet kurumu ile ilgili bir hüküm daha ortaya çıkmaktadır. Müvekkil
yapamayacağı bir iş için vekil tayin etmez. Bilakis yapabileceği şeyler için vekil
tayin edebilir. Çünkü asaleten yapılması caiz olmayan bir şeyin vekâleten
yapılması hiçbir suretle caiz olmaması gerekir. Böyle acziyet hallerinde iş, bir
başkasına havale edilebilir. Bu bir vekâlet değil, velayettir. İşte İslam
düzeninde bugünkü avukatlık sistemi yerine velayet kurumu getirilmiştir.[1062]
Avukat vekil değil, bir çeşit velidir. Çünkü
avukat, müvekkilin kendisinin güç yetiremediği hususların savunulması için tevkil
edilmiş bir kimsedir. Vekâlette kişi kendisinden daha zayıf olan birini kendi
işlerini tedvir için görev verebilir. Fakat avukatlıkta ise kendi haklarını
kendisinden daha çok bilgili olan kimsenin savunması esastır. Onun için avukatlıkta
vekâlet, velayet ve müşavirlik gibi üç vasıf toplanmış bulunmaktadır. Bunların
ise birbirinden farklı hükümleri bulunduğu için bu tür bir sözleşme İslam hukuku
açısından batıl sayılır. Mesela herhangi bir konuda avukat ikrar etse sanık ise
inkâr etse durum ne olacaktır. Sanık avukatın yanında ikrar edip de sonra inkâr etse
durum ne olacaktır. İşte bunlar avukatlıkta birbiri içine girmiş çözümü güç
olan girift işlerdir. Velinin adaletle
yazdırması söz konusudur. Yani veli sadece savunucu bir durumda olmayıp hakkı teslim
edici olacaktır. Dolayısıyla o karşısındakini haklı bulduğu zaman onun hakkını
vermek zorundadır. Bu da bugünkü avukatlık statüsüne ters düşen ayrı bir
noktadır. Çünkü avukat müvekkilini sadece hakkını korumakla görevli olup aleyhine
olan bir beyanda bulunması suç teşkil eder. Hukukun kendilerine
velayet hak ve vazifesi verdiği kimselere veli denir. Daha önce de geçtiği üzere[1063]
vely : Bir yağmur yağdıktan sonra bunun
arkasından ikinci bir yağmurun yağmasına denir.[1064]
Bu yakınlık ve takip ifade eder. Bunun için dost anlamında da kullanılır. Veli,
çocuğun, bunağın, malını saçıp savuran delinin ve (dilsiz, bilgisiz, kör ve
sağır gibi) gücü yetmeyen kimsenin arkasında dolaşıp takip eden ona bakan ve
kollayıp gözetleyen kimse demektir. İslam hukukunda velilik, akrabalık, kölenin
sahibi olmak, köleyi azat etmek ve başka olmak gibi dört yoldan biri ile
gerçekleştirilir.[1065]
İmamet yani
başkan olmak sıfatı veliliği gerektirdiğine göre[1066]
idari taksimattaki yani yerleşim birimlerindeki başkanlıklara uygun olarak en
küçüğünden en büyüğüne kadar velilik silsilesi var demektir. Mesela bir beldenin
başkanı o beldenin velisi, bir vilayetin velisi o vilayetin valisi (burada vali
kelimesinin aynı kökten gelip bu anlamda olduğuna dikkat edilmelidir), bir devletin
velisi, o devletin başkanıdır. İslam devlet düzeninde, idari teşkilatlar arasında
en büyük veli devlet başkanıdır.[1067] Bütün başkanlar kendi başkanlığı altındaki
bireylerin her türlü haklarını korumakla görevlidirler. Buna göre velayet kurumu
aynı zamanda siyasi bir kuruluş olup bu siyasi kuruluşların kendi mensuplarının
haklarını koruma ve savunma görev ve yetkileri vardır. İşte bu sebepten dolayı
ayrıca avukatlık ve savcılık gibi kurumlara İslam düzeninde ihtiyaç yoktur. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- İnsanın
aklını kullanarak kendi haklarını koruyamayacak bir durumda olması velayet kurumunun
çalıştırılması için yeter bir sebeptir. 2- Dilsiz,
bilgisiz, kör, pepe, sağır, hasta, yolcu ve bu gibi kimselere veli tayin edilebilir. 3- Hukukun
kendilerine velayet hak ve vazifesini verdiği kimselere veli denir. 4- Müvekkil,
yapamayacağı bir iş için vekil tayin etmemeli, tam tersine o ancak yapabileceği bir
iş için vekil tayin etmelidir. 5- Velayet,
kişinin bizzat kendisi tarafından kullanılamayan hakların bir yakını tarafından
kullanılması demektir. 6- Borç
sözleşmelerini borçlular adına onların velileri yapabilir. 7- Küçük
çocuklar ve sefihler (mallarını akıl, mantık ve ekonominin gereklerine göre
kullanamayan kimseler) her türlü işlerinde velileri tarafından temsil edilirler. 8- Bir noktadan sonra işlerine güç yetiremeyen
kimselerin bu işleri bu yerden itibaren velayet ve temsil yolu ile yürütülür. 9- Alacaklının
alacağı için kendisi veya başka bir kimse tarafından temsile ve ikrara gerek yoktur. 10- Vekil, ancak
müvekkilin gücü yetebilen işleri yapabilir, yetmeyen işleri yapamaz. 11- Veli, velisi
bulunduğu kimseye sorup danışmadan onun yapabileceği her şeyi yapma hakkına
sahiptir. 12- Avukatlıkta
vekâlet, velayet ve müşavirlik işleri hep birbirine karışmış durumdadır. Bunları
ayrı, ayrı kendilerine mahsus statüleri bulunduğu için avukatlık sözleşmesi İslam
hukuku açısından hükümsüzdür. 13- Bütün haklar
velayet yolu ile korunur. 14- Herkesin özel
bir velisi vardır. Bu mükellefin idarede yani siyasi alanda seçip tayin ettiği
başkanıdır. Küçükten büyüğe doğru bu başkanlar silsilesi siyasi kuruluşu
meydana getirir. 15- İslam
düzeninde idari teşkilatta en büyük veli devlet başkanıdır. 16- Veliler, belli
bir müddet için vazifeli olup görevlerinden azledilemezler. 17- Veliler velisi
bulundukları kimselerin haklarını savunmakla birlikte karşı tarafın hakkını da
teslim etmek zorundadırlar. 18- Bireylerin
hakları velayet (siyasi kuruluş) tarafından korunur. 19- İslam
düzeninde velayete dayanan siyasi kuruluşlar aynı zamanda bireylerin haklarını, can
ve mallarını, mülkiyetlerini savunma görevini de üstlenirler. Bakara Suresi 2/
Ayet: 282 “Erkeklerinizden
iki kişiyi de şahit tutun.” Noterlik ve velilik
kurumları açıklandıktan sonra şimdi burada şahitlik kurumunun esasları
getirilmektedir. Şehd :
Peteğinde bulunan gömeç balına şehd denir.[1068]
Bu balın göz önünde olup bozulmadan ve hile yapmaktan korunduğu için bu adı almış
olabilir. Göz önünde bulunan şeylere şahid, gözden ırak olan şeylere de ğaib
derler. Müşahede etmek gözle görmek demektir. Olaylar gözle görüldükten sonra
peteğin balı koruduğu gibi hafıza, bellek tarafından korunurlar. İşte buna yani bir
nesnenin hakikatine muttali olup kesin bilmeye şehadet denir.[1069]
Bu kelimenin ayette şehîd şeklinde sıfat-ı müşebbehe kalıbında gelmesi
şahitliğin de noterlik ve velilik gibi bir meslek olduğunu göstermektedir. Yani buna
göre şahitlik de ehliyeti gerektiren bir meslek olmaktadır. Bu ehliyetin şartlarından
birisi de abt ve hıfz’dır. Zaten şahitlikte şüphe ve töhmeti kaldırmak, hata ve
unutma ihtimalini yok etmek için en az iki kişi şahit tutulur.[1070]
Bireyler şahitlik
ehliyeti bakımından üç kısma ayrılabilirler. Bunlardan birincisi tezkiye edilmiş,
adil ve şahitlik yapmaya ehil olan kimselerdir. Hâkimler böyle kimselerin şahitliğini
kabul etmeye mecburdurlar. İkincisi de adalet sıfatları zedelenmiş, şahitlik
ehliyetini yitirmiş olan kimselerdir. Bunlara mecruh adı verilir ki, bunların
şahitliği kabul edilmez. Üçüncü kısım ise adil veya gayri adil oldukları belli
olmayan meçhul kimselerdir. Hâkim bunların şahitliğini ister kabul eder, isterse
kabul etmez.[1071] Ayette min ricâlikum : Adamlarınızdan denilmekle
şahitlik için İslam, adil, baliğ, erkek ve hür olmak gibi şartlar koşulmaktadır.[1072] Şahitlik yapmak
bir hak değil, daha çok bir görevdir. Erkek ile kadın arasında iş bölümü bulunup
vazife alanları ayrı, ayrı olduğu için erkeklerin göreceği işlerde erkeklerin,
kadınların göreceği işlerde de kadınların şahit tutulması normaldir. Bu yüzden
mesela ceza ve kısas gibi yerlerde kadınların şahitliği kabul edilmez.[1073] Doğum, bekâret ve kadınlara ait işlerde de
erkeklerin görmeleri mümkün olmadığı için buralarda erkekler şahit tutulmaz.
Şahitlikte en az iki kişi şart iken[1074]
bu gibi yerlerde bir tek kadının şahitliği bile geçerlidir. Zaten bu konuda Hz.
Peygamber’in hadisleri de vardır.[1075]
Nikah, talak, vekalet, ve vasiyet gibi hukuki meselelerde ve mali hususlarda ise erkekle
kadın birlikte şahitlik yapabilirler.[1076] Bireyler şahit
tutulurken şahitlik yapmaları kendilerinden istenir.[1077]
Yani borçlanma, nikâh ve vekâlet gibi, hukuki meselelerde şahit olacak kimselerin,
bile, bile gelip şahitlik yapmaları gerekir. Ayrıca “sizin adamlarınızda” ifadesi ile şahitlerin
idari taksimata göre mahalle, bucak, vilayet ve devlet içersinde olacakları
anlaşılır. Müslümanların şahitleri Müslümanlardan olur.[1078]
Ebu Hanife’ye göre gayri Müslimlerin birbirlerine karşı yapacakları şahitlikler de
kabul edilir.[1079]
Şehideyni : İki
şahit demek olan bu kelimenin belirsiz olarak gelmesi şahitlerin serbest olup şahit
olabilecek herkesten ve her kişiden istenilen şahısların şahit tutulup
gösterilebileceğini ifade eder. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Toplumdaki hukuk
düzeni şahitlik kurumu üzerine kurulur. 2- Şahitlik yapmak
bir ehliyet işidir. 3- Şahitlerin
Müslüman, adil, akıllı, baliğ ve hür olmaları şarttır. 4- Şahitlik
yapmak, bir hal değil, vazifedir. 5- Borçlanma
sözleşmelerinde iki şahidin hazır bulundurulması gerekir. 6- Borçlanma sözleşmelerinde iki şahitler şahit
olduklarını bile, bile hazır bulunurlar. 7- Her toplumun
şahitleri kendi aralarından tutulur. 8- Şahitlik
yapmada sadece erkekler görevlidirler. 9- Şahitler
mükellefler tarafından serbestçe tayin edilirler. 10- Kadınlara
mahsus alanlarda kadınlar şahitlik yapar ve hem tek bir kadının şahitliği geçerli
olur. Bakara Suresi 2/
Ayet: 282 “Eğer iki erkek
bulunmazsa, bir erkek ile iki kasını (şahit tutun).” Bu ayet şahitlik
hususunda kadınların da ehliyete sahip olduklarını gösterir. Ancak kadınlar
şahitlik yapmaya zorlanamazlar. Aynı bu gibi kadınlar savaşa katılmaya da ehildirler;
ancak onlar savaş yapmak zorunda değildirler. Aslında burada temel bir kural ortaya
konmaktadır. Kadın ile erkek arasında bir işbölümü vardır. Evin içi ve ev işleri
kadının, evin dışındaki işler, dış işleri ise erkeğindir. Hz. Peygamber’in Hz.
Ali ile Fatıma arasındaki işleri taksim ederek ev içindeki görevleri kızı
Fatıma’ya, ev haricindeki işleri de damadı Hz. Ali’ye verdiği kaynaklarda
yazılıdır.[1080]
Şu halde kadınların evlerinin dışında
çalışma zorunlulukları yoktur; ancak isterlerse çalışabilirler. Demek ki, kadınlar
dış işlerde aynı erkekler gibi eda ehliyetine sahiptirler; ancak bu onların üzerine
erkeklerde olduğu gibi, bir vücup ve bir görev değildir. Erkekler de ev işlerinde
kadınların dış işlerde olduğu gibi bir mecburiyetleri yoktur. Şu halde az yukarıda
söylediğimiz gibi kadınla erkek, karı ile koca arasından bir işbölümü vardır. Ayetin bu kısmı
tafsil için olan fa harfi ile başlamıştır. Bu buradaki olan hükmün genel olduğunu
gösterir. Şahitlerin iki erkek olacağı söylendikten sonra acaba kadınlar şahitlik
yapmazlar mı diye akla gelen bir soruya işte bu genel hüküm cevap vermektedir. Yani
kadınlar şahitlik yapmaya ehildirler. Ebu Hanife de ceza ve kısasın dışında bütün
hukuki meselelerde bir erkek ile iki kadının şahitliklerini kabul eder. Şafii ise bu
hükmü yalnız mali konularda kabul eder.[1081]
Burada dikkat
edilecek önemli bir nokta vardır. Şahitlik esasen erkekler tarafından yapılıp bu
konuda en az iki erkek şahidin bulunması gerekir. Eğer şahitler iki erkek olmazsa bir
erkek ve iki kadın şahit olmak üzere, üç kişi şahitlik yapacaklardır. Aslında
şahitlik yapmak, erkeklerin görevidir. Bu ayet bedel yolu ile kadınların da şahitlik
yapabileceklerini bize öğretmektedir. Bir asıldan onun bedeline geçildiği zaman o
şeyin yarısı alınır. Mesela abdest asıl, teyemmüm ise bedeldir. Buna göre abdestte
dört aza yıkanırken teyemmümde iki aza mesh edilmektedir. Şahitlikte de bir erkeğin
yerine iki kadının tutması da bu kabildendir. Yoksa hiçbir zaman kadın erkekten eksik
onun yarısı demek değildir. Çünkü bazı yerlerde kadının şahitliği asıldır.
Mesela bundan önceki bölümde de geçtiği gibi nesebin tespitinde bir tek kadının
şahitliği tam şahitlik (iki erkeğin şahitliği) olarak kabul edilir. Kadınların
şahitliği sadece erkekler bulunmadığı zaman geçerli değildir. İki erkek bulunsa
bile bir erkek ile iki kadının şahitliği yine geçerli olur. Çünkü ayette bu nefi
umumun nefyidir; yoksa nefinin umumileşmesi değildir.[1082]
Öyleyse bir erkek yerine iki kadının şahitlik yapması zaruretten dolayı tanınmış
bir ruhsat olmayıp esasen meşrudur. Kadınla erkeğin
şahitlik yapma alanlarının ayrılmış olması da gösterir ki, şahitlik yapmak hak
değil, bir vazifedir. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- İki erkek
şahidin yerine bir erkek ile iki kadının şahitlik yapması geçerli sayılır. 2- Kadınlar kamu
görevlerinde yalnız başlarına bırakılmazlar. 3- Kadınlar
şahitlik yapabilirler; ancak şahitlik yapmaya mecbur tutulamazlar. 4- Ehliyetli olmak
şartıyla her türlü iş için istenilen herkes şahit tutulabilir. 5- Eda ehliyeti
bulunup vücup ehliyeti olmayan yerlerde kadınların yetkileri yarılanır. İki kadın
bir erkek yerine geçer. 6- Şahitlik yapmak
hak değil bir vazifedir. 7- Erkeklerin
şahitlik yapamayacakları yerlerde bir kadın iki erkek yerine geçer. Bakara Suresi 2/
Ayet: 282 “Şahitlerden
razı olduklarınız arasından (bir erkek ile iki kadını şahit tutun)”. Bu ayet sayesinde
istediğimiz kimseleri şahit tutabileceğimiz anlaşılmaktadır. Burada “terdavne” (razı olduğunuz) kelimesi, çoğul
olarak geldiği için toplumun razı olup kabul etmesi gerekir. Ancak burada toplum adına
yetkili olan ve toplumu temsil eden kimse ve kimselerin bilinmesine ihtiyaç vardır.
Bilindiği gibi burada borçlu, alacaklı, kâtip, gerekirse veliler ve son olarak da
şahitler vardır. İşte bu kimselerin hepsi şahitlik yapacak kişileri onaylama
hususunda ittifak etmelidirler. Davalı, davacı, kâtip veya şahitlerden birisi bir
şahidin şahitliğini kabul etmezse rıza ortadan kalkmış olur. Böylece de toplumun
rıza şartı gerçekleşmemiş olur. Bu hususta kadın şahitle de aynı hakka
sahiptirler. Ayette “şahitlerden” denilmektedir. Böylece
şahitliğin bir ehliyete dayandığı nas, delil ile ifade edilmiş bulunmaktadır.
Şahit kelimesinin topluluk çoğulu değil de yığın-kalabalık çoğulu ile
getirilmesiyle şahitlerin bir teşkilat kuramayacakları ve bir dernek altında
toplanamayacakları ortaya çıkar. Kelimenin belirli olması ise daha önce geçtiği
gibi, toplumda ancak belli kimselerin yani adil oldukları bilinen tezkiye edilmiş
kişilerin şahit tutulacaklarına işaret edilmiş olabilir. Çoğul olarak gelmiş
olması da her toplumun şahitlerinin kendi aralarından olmasının bir esas olduğuna
bir işaret sayabiliriz. a) Erkek ve kadın
şahitler, ehliyetli olup belli kimselerden seçilirler. Eğer cümle tehir edilmeseydi bu
durum kapalı kalırdı. b) Kadınlara da
şahitlik ehliyeti verilir. Kadınların bizzat kendilerinin adil olup şahitliğe ehil
oldukları gösterilir. Bu cümle daha önce gelseydi bu mana verilemezdi. c) Kadınların da
aynı erkekler gibi şahitlikte razı olup olmama hak ve salahiyetleri vardır. d) Eğer bu cümle
daha önce gelseydi tafsiliye fâsı bir erkek şahidin yerini iki kadın şahidin
tuttuğunu değil de kim olursa olsun razı olunan şahitleri gösterir ve kadınların da
şahitlik yapabileceği hükmü genel bir kaideye bağlanamazdı. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Şahitlik
yapabilecek kimseler, önceden toplum tarafından belirlenirler. 2- Şahitler
topluluğu diye bir teşkilat kurulamaz ve şahitler kendilerini temsil eden bir dernek
kuramazlar. 3- Her toplumun
mesela mahalle, bucak ve vilayet gibi yerleşim birimlerinin kendi şahitleri vardır. 4- Bir iş
hakkında şahit tutulurken tarafların yani kâtibin, şahidin ve varsa velinin şahit
olan kimsenin şahitlik yapmasına rıza göstermede ittifak etmeleri gerekir. 5- Kadınlara da
şahitlik yapma belgesi verilir. 6- Kadın şahitler
de erkek şahitler gibi diğer şahitlerin şahitlik yapmasını kabul edip etmeme
konusunda söz hakkına sahiptirler. 7- Kadınların
şahitlik yapma belgeleri genel olup ceza ve kısasın dışında her yerde geçerlidir. Bakara Suresi 2/
Ayet: 282 “Kadın
şahitlerden birisi şaşırırsa diğeri hatırlatsın.” Burada cümle en harfi ile başlamıştır. Bazı zaman bu en
harfinden lâm hazfedilir.[1083]
Bu sebeple bu cümle bir illet cümlesi olup[1084]
kendisinden önce geçen hüküm, bir erkek şahidin yerine iki kadın şahidin
konmasının sebebi olan, biri unutursa diğerinin hatırlatmasını açıklamaktadır.
Yani bir erkek şahidin yerine iki kadın şahidin tutulması kadının şahitlik
ehliyetinin eksikliğinden ileri gelmez. Sadece kadınlar toplum işleri ile pek meşgul
olmadıklarından, alınıp satılan şeylerle ilgilenmedikleri için ve bu tür yerlere
de sık, sık katılmamaları sebebiyle olayları unutabilirler. Bunun için bir kadın
yerine iki kadın olsun ki, eğer ileride birisi unutursa diğeri hatırlar ve
şahitlikleri tam ve eksiksiz bir şekilde ifa edilip tamamlanmış olur. İki erkeğin
şahitliğinde bunlardan her biri aynı şeyi ayrı, ayrı söylemeleri gerekirken, bir
erkek ile iki kadının yaptığı şahitlikte ise kadınlardan birisinin olayın
yarısını, diğer kadının da diğer yarınsı hatırlaması yeterlidir. Bu kadın
şahitlerden biri, “ben bunu hatırlamıyorum” dese, diğeri ise ben hatırlıyorum,
bu şöyledir”, dese bu şahitlik geçerli olur. Bir başka deyişle
şahit tutulurken ya iki erkek şehit tutulur ya da bir erkek ile iki kadın şahit
tutulur. Şahit dinlenirken ise bir erkekle bir kadın şahitlik yapsalar ve kadın şahit
olaydan hiçbir şeyi unutmamışsa şahitlik geçerli olup bu şahitliğe dayanılarak
hüküm verilebilir. Çünkü Kuran’daki bir erkek yerine iki kadının şahit
tutulması, şahit dinlenirken değil, şahit tutarken verilmiş bir emirdir. Birisi
unutursa diğeri hatırlatsın demek suretiyle şahit dinlenirken her iki kadının da
aynı şeyi söylemelerine gerek yoktur. Bundan dolayıdır
ki, ihdâhuma: o ikisinden birisi kelimesi iki defa tekrar edilmiştir. Yani biri
diğerine hatırlatmaktan çok birinin unuttuğunu diğeri anlatacaktır.[1085]
Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Kadınların
şahitlik yapma ehliyetleri tamdır, eksik bir tarafı yoktur. 2- Kadınlar
toplumun kamu işleri ile ilgilenmek ve onları üstlenmek zorunda değildirler. 3- Kadınlar
üstlerine görev olmadığı için toplum meselelerini hafızalarında tutamayabilirler. 4- Her kadın
şahit ayrı, ayrı hakemlere şahitlik yapar. 5- Bir kadın
şahidin doğruluğundan emin olarak söylediği sözler, diğer kadın şahidin tasdik
etmesine ihtiyaç kalmadan muteber sayılır. 6- Bir kadın ile
bir erkek şahit olarak dinlenebilir ve bu şahitlik tamam sayılır. 7- Şahitlik
yaparken her kadın, karşı şahidi kabul edip etmemekte ayrı, ayrı hak ve salahiyete
sahiptir. 8- Şahitlikte
tecezzi (kısımlara ayrılma, bölünme ve parçalanma) caizidir. Böylece olayın bir
kısmını bir şahit tarafından, diğer kısmı da diğer şahit tarafından
açıklanıp ispat edilebilir. Bakara Suresi 2/
Ayet: 282 “Şahitler de
çağrıldıkları zaman kaçınmasınlar” Düâ : Bir
kimseyi bir nesneye sevk etmek anlamında kullanılır. Davet ise bir adamı yemeğe ve
ziyafete çağırmak demektir.[1086]
Daha sonra düa bir kimsenin diğer kimselerden bir şey istemesi veya bir yere
çağırması anlamında kullanılmaya başlanmıştır. İddia ve dava kelimeleri de
aynı bu düa kökünden gelir. Şahitlik
meselesinde biri şahit olmak, diğeri de şahitlik yapmak üzere iki görev vardır.
Bunlar teknik olarak şahitliğin tahammülü ve edası diye tabir olunur.[1087]
Mesela bir borç sözleşmesi yapılırken şahitlerin bulunması şahit olmaktır. Bir
adamın hırsızlık yaptığını gören kişinin mahkemede hâkimin huzurunda bu
gördüğünü söyleyip açıklaması ise şahitlik yapmaktır. Bunların her ikisi de
aynıdır. Şahitlere buyurun
şahit olunuz veya şahitlik yapınız diye davet edildikleri zaman bu daveti kabul edip
gelmeleri gerekir. Bu şahitlerin bir davet almadan gelmeleri ise yerinde bir davranış
değildir. Ancak onlar şahitlik için davet edildikleri zaman davet edildikleri yere
gitmeleri bir vecibedir ve bir görevdir.[1088]
bu toplumsal bir görev olmakla İslam hukuku terimi olarak farz-ı kifayedir. Hatta
şahitlik yapacak bir kimse bulunmadığı zaman ve belirli kimselerin şahitlik yapması
da gerekiyorsa buna farz-ı ayın olur, diyenler de vardır.[1089] Ayette şahitlik
yapılacak yer hakkından herhangi bir açıklama yoktur. Mesela borçlanma sözleşmeleri
ve her türlü sözleşmeler mahalle mescitlerinde yapılabilir. Daha önemli olan
sözleşmeler ise bucak merkezlerinde veya Cuma mescitlerinde yapılabilir. Bilindiği
gibi Hz. Peygamber, adliye ve mahkeme işlerini mescitte yapmış, bu işler dört halife
devrinde de hep mescitlerde yürütülmüştür.[1090]
Az önce bu ayeti
tefsir ederken geçtiği üzere ibâ kelimesi geçitlere imkan vermeyen
kamışlıktan kinaye olarak istenilen her şeyi yapmamak üzere, direnen bir kimse için
dayatmak, kaçınmak ve çekinmek anlamlarında kullanılır. Burada emir verilerek şahitlik
yapsınlar denilmemiş, çağrıldıkları zaman kaçınmasınlar, buyrulmuştur.
Yalnız bu ifadeden şahitler şahit olmaya veya şahitlik yapmaya davet edildikleri zaman
kaçınmasınlar, gitsinler manası anlaşıldığı gibi, şahit olmaya ve şahitlik
yapmaya gitsinler fakat davet edildikleri yere varınca eğer bu görevi tam olarak
yapamayacakları düşüncesine kapılırlarsa onlar şahitlik yapmak zorunda
değildirler, bu işten cayabilirler, anlamı da çıkabilir. Böyle bir hakkın
kendilerine tanınmış olduğunu belirtmek için bu ifade emir biçiminde gelmeyip emir
kalıbına çevrilmiş ve burada meful de hazfedilmiştir. Ayette şahitler
kelimesi yine çoğul ve belirli olarak getirilmiştir. Böylece buna dayanarak her
topluluğun belli ve ayrı, ayrı şahitleri bulunacağını anlayabiliriz. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Borç
sözleşmelerinin yazılması, mahkeme ve adliye işleri belli bir mecliste yürütülür.
2- Şahitler
şahitlik yapmak üzere davet edildikleri zaman meclise ve mahkeme salonuna gelmek
zorundadırlar. 3- Şahitler
şahitlik yerine ve mahkeme salonuna ancak davet edilirlerse gelirler. 4- Şahitler
sözleşme meclisine veya mahkeme salonuna geldikleri zaman kendilerinde bir şüphe
uyanır ve içleri rahat olmazsa şahitlik yapmaktan çekilebilirler. 5- Şahitlik yapma
işi bir ehliyete dayanır ve her topluluğun ayrı, ayrı şahitleri vardır. Bakara Suresi 2/
Ayet: 282 “Küçük olsun,
büyük olsun, o borcu (veya hakkı), vadesi ile birlikte yazmaktan usanmayı.” Seâmet : Bir
nesneden bıkmak, bezmek, usanmak anlamına gelir.[1091] Bu
kelimenin mahreçleri aynı olması dolayısıyla anlam bakımından se’ben kelimesiyle
ilgisi vardır. Se’ben, boğmak, bunaltmak, tulumu sıkıp bağlamak anlamına
gelir.[1092]
Bu ayette alacak ve borçların, hak ve vazifelerin, az olsun çok olsun, büyük olsun
küçük olsun, kısa vadeli veya uzun vadeli olsun, bunların yazılacağı
bildirilmekte, “vadesine kadar yazın”, buyrulmaktadır. Bu ifadeden iki
çeşit anlam çıkabilir. Birisi yazılma işinin vade sonuna kadar yapılabileceği,
ikincisi ise sözleşmede vade tarihinin bildirilmesidir. Alusi[1093]
birincisini katiyetle reddederek ancak borcun vadesiyle beraber yazılacağı şeklindeki
manayı kabul eder. Yani borcun vade sonuna kadar borçlunun zimmetinde bulunduğunu
bildirmek demek olan vadesiyle beraber yazılmasını savunur. Öyleyse borç, borçlanma
senedi ile doğmaktan çok başka sebepler yüzünden mesela fiili bizzat yapmakla meydana
gelir. Borçlanma senedi alacağın tarihini bildirir. Usanıp
sıkılmayın, üşenmeyin diye gelen emir yine çoğul olup topluma hitap etmektedir. Bu
sebeple yazma işleri kamu hizmetleri arasında yer alır. Yukarıda da söylediğimiz
gibi borcun yazılması, tarihi belirtip borcun ödenmesi için bir tecil ve tehirdir.
Yani borç senedi alacağın tevsiki için değil, borcun tecil ve tehiri için
hazırlanır. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Her türlü
hukuki işlerin yazılma işi ve faaliyeti kamu hizmetlerinden sayılır.
2- Küçük
büyük, az çok, kısa veya uzun vadeli olsun her çeşit borç sözleşmeleri yazı ile
tespit edilip kayda geçilir. 3- Borçlanma
senetleri, alacağın tecili için bir delil sayılır. Fakat bunlar yalnız başlarına
bir alacağı tevsik edemezler. 4- Müddeti ve
vadesi gelmiş bulunan alacaklar borç senedi ile delillendirilmiş olmazlar. 5- Vadesiz borç ve
alacakların tevsiki, şahitler ve diğer delillerle yapılır. Bakara Suresi 2/
Ayet: 282 “Bu Allah’ın
yanında adalete daha uygun şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşmememiz için
daha elverişlidir.” Sözleşmeleri bu
şekilde yazmak daha adaletli ve daha sağlam olur. Ayrıca meydana gelecek şüpheler de
ortadan kalkar ve böylece bu muamele üç çeşit faydayı içersine almaktadır.[1094]
Bu yazma işi Allah’ın yanında adalete daha uygundur.[1095]
Eğer biz burada
Allah kelimesini kamu ve toplum anlamında tevil edecek olursak, borç sözleşmelerinin
yazılması devlet için en uygun yol olduğu, devletin ancak bu çeşit borçları
teminat altına alacağı ve bu senetlere-sözleşmelere dayanarak hüküm verileceği
anlaşılır. Bu yazma emri ile evlenmelere varıncaya kadar devletin teminatı altında
olan her türlü sözleşmeleri içersine alır diyebiliriz. Burada aksatu kelimesi adalete en uygun anlamında
kullanılmıştır. Bu ifade başka uygun yolların da bulunduğunu gösterip onların da
devletin teminatı altında olduğunu belirttiği gibi, kâtibiadil tarafından
yazılmış bulunan senetlerin başka bir ispata gerek kalmaksızın muteber
sayılacağını gösterir. Yazılı olan
borçlar ve her türlü haklar aksi ispat edilinceye kadar muteber sayılırlar. Yazılı
olamayanlar ise aksi ispat edilinceye kadar muteber sayılmazlar. Bunun için yazılı bir
hakkın yokluğu, yazısız olarak iddia edilen bir hakkın ise varlığı ispat edilmeye
ihtiyaç gösterir. Yazmanın ikinci
fonksiyonu şahitliğin bu sayede daha sağlam bir hale getirilmesidir. Mesela
sözleşmeler yazı ile tespit edildikten sonra olduğu gibi korunmuş ve unutulmaktan
korunmuş olurlar. Bu ayet bize aynı zamanda sözleşme nüshalarından birinin
şahitlerde bulunmasını dikkat çeker[1096],
alacaklı, borçlu ve kâtipte de bulunmasının gerekli olduğuna işaret eder. İşte
şahitler bu yazılı belgelere dayanarak beyanlarda bulunurlar. Bu
açıklananlardan şu esaslara ve neticelere varıyoruz ki, İslam ekonomisinde yazı ile
şahitlik birlikte iş görür ve bunlar birbirini tamamlarlar. Yazılı senetler,
şahitlerin hafızalarını tazeler ve onların yanıltılarını düzeltir. Şahitler de
senetlerin doğruluğunu söyleyip beyana muhtaç yerleri varsa bunları açıklığa
kavuştururlar. Bu ayet bize
borçlanma ve borçlanma dışındaki sözleşmelerin yazışma hükümlerini getiriyor.
Buna göre borçlanma sözleşmelerinde özel bir şahitlik yazışması dışındaki her
türlü resmi muamelelerin yazılmış olması gerekir. Hatta bu ayet toplumla ilgili her
hususun böyle özel sicillerde tutulması esasını getirmiştir. Bunun burada üç
sebebe dayandığını söylemek mümkündür: a) Daha önce
düzenlenmiş olan yazılar, her türlü anlaşmazlıklarda en sağlam bir belge olurlar.
Bu belgeler bütün şartlarda devletin teminatı altındadırlar. b) Şahit olan
kimselerin şahitlikleri yazılı belgelere dayandığı müddetçe en muteber bir delil
sayılırlar. c) Kişilerin her
türlü beyanları vaktinde yazılmış olan belgelere dayandığı için aksi ispat
edilinceye kadar geçerli sayılırlar. Bu sebeple her
türlü sözleşmelerin yazılması gerekir. Ancak bundan sadece peşin olan
alış-veriler istisna edilmiştir. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Her türlü
borçlar ve haklar, yazı ile tespit edilirler. 2- Yazı ile tespit
edilmiş olan borç ve haklar, aksi sabit oluncaya kadar muteber ve geçerli sayılırlar.
3- Yazılı olmayan
borç ve haklar aksi sabit oluncaya kadar muteber sayılmazlar. 4- Şahitler
yazılı belgelere dayanarak şahitlik yaptıkları zaman onların ifadeleri reddedilmez,
sözleri kabul edilir. Böylece yazılı bir belgeye dayanan ifadeler, dayanmayan sözlere
tercih edilirler. 5- Kişilerin
geçmişe ait olan beyanlarının geçerli sayılabilmesi için o zaman yazılmış olan
yazılı belgelere dayanmaları şarttır. Bakara Suresi 2/
Ayet: 282 “Ancak aranızda
hemen devredeceğiniz bir alış-veriş müstesnadır. O zaman bunu yazmamanızda bir
sakınca yoktur.” Ticaret : Kar etme
düşüncesiyle mal üzerinde bir tasarrufta bulunmaya denir. Bu aslında normal bir
alış-verişten ibarettir. Yalnız bir ihtiyaç için faydalanma gayesi ile bir mal
satın alındığı zaman buna ticaret adı verilmez. Çünkü burada bir kar etme amaç
ve gayesi yoktur.[1097] Ticaret peşin ve
veresiye olan alış-verişleri içersine alır. Ayette hazır ticaret denilmekle karşılıklı her iki
bedelin de göz önünde ve elde bulunmasını gerektirip alıcının malı alması,
satıcının da parayı alması gibi olan peşin alış-verişleri içerinse alır.[1098]
Ayrıca burada bu hükme sadece ticaret malları diyebileceğimiz menkul mallar girse
gerektir. Çünkü ticaret kelimesi ve hazır ticaret ifadesi buna işaret edebilir. Bunun
için bey’ ve şirâ kelimeleri ile ifade edilen gayrimenkul alış-verişleri yazılıp
resmi tescillere geçirilebilir. Hemen teslim edilmeyen menkul malların alış-verişleri
de yine böyle yazıya geçirilir. Yazılma
mecburiyeti bulunmayan peşin alış-verişlerin ikinci şartı da bunu alıcı ile
satıcıların kendi aralarında devretmiş olmalarıdır. Buna göre alış-veriş peşin
olsa bile vekâletle yapılan alış-verişlerin yazılacağı esası ortaya çıkar.
Mesela mudarebe ortaklığında bu ortaklığı yürüten şahıs, hangi şekilde olursa
olsun bütün alıp sattıklarını defterine yazar. İşte vekâleten yapılan ticaret
sözleşmelerinin yazılması gerekeceği “aranızda
devredeceğiniz” ibaresinden anlaşılmaktadır. Peşin olarak
yapılan ticaret alış-verişleri peşin olduklarından dolayı ileride sözleşme
şartlarının unutulup da taraflar arasında bir çekişme ve anlaşmazlık çıkmasında
uzak olduğu için[1099]
yazma mecburiyeti yoktur. Yalnız bunların bile yazılmalarında ekonomik açıdan
birçok faydalar bulunabilir.[1100]
Ayetin bu cümlesi,
istisna-i muttasıl veya munkatı olup buna göre burada ayrı, ayrı hükümler ortaya
çıkar.[1101]
Daha önce de geçtiği üzere istisna cümlelerine kıyas yapılmaz.[1102]
Bu yüzden icare ve kira sözleşmeleri, ticari olmayan malların alış-verişleri bu
hükmün dışında kalır diyebiliriz. Yalnız bir üreticinin tüccara sattığı mal
ile tüketicinin tüccardan aldığı mal bir ticaret malı olup bunlar peşin oldukları
zaman yazılmalarına gerek yoktur. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Ticaret malları
sahipleri tarafından peşin olarak alınıp satıldıkları zaman böyle peşin olan
ticari sözleşmelerin yazılmasına gerek yoktur. 2- Peşin olmayan
yani veresiye olan ticaret alış-verişlerinin yazılması şarttır. 3- Başkalarının
adına vekâleten yapılan ticaret alış verişleri yazıya geçirilir. 4- Ticaret malı
sayılmayan gayrimenkul alış-verişlerinin tescil edilmeleri şart olduğu için peşin
olsa bile yazıya geçirilmeleri gerekir. 5- Her türlü
sözleşmeler yazıya tabi tutulur. 6- Sözleşmelerin
yazılma şartları asıl, şahit tutulma şartı ise istisnaidir. Bunun için yalnız
yazmaya izin verilen yerlerde yazılmayabilir. Fakat bunun dışında yazılıp
yazılmayacağı belli olmayan yerlerde bile yazılır. Şahitlik ise bunun aksine olup
şahitlik emredilen yerlerde şahit tutulur. Emredilmeyen yerlerde ise tutmaya gerek
yoktur. Bakara Suresi 2/
Ayet: 282 “Alış veriş
yaptığınız zaman şahit tutun.” Peşin olsa bile
bir alış-veriş yaptığınız zaman şahit tutun[1103],
sadece yazı ile iktifa etmeyin. Bu emir mubayaa, icare ve şira sözleşmelerini
içerinse alır. Çünkü ticaret malları kimin elinde bulunuyorsa onlar onun kabul
edilir. Ticari olmayan malların elde bulunması zilyetlik için yeterli değildir. Mesela
bu bir ariyet veya emanet olabilir. Borçlanmada
olduğu gibi bu mubayaa da tefâul babından çoğul olarak getirilmiştir. Buna göre
alış-verişler bireyler arasında cereyan etmekle birlikte devlet adına olup tüm
alış-verişlerin devletin teminatı altında olduğu ortaya çıkar. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Ticari olmayan
malların alınıp satılması da yazışmaya tabi tutulur. 2- İcare ve kira
sözleşmeleri de yazışmaya tabi tutulurlar. 3- Mubayaalar
şahitlerin önünde aleni olarak herkese açık bir şekilde yapılır. 4- Mal ve
gayrimenkul alış-verişleri bireyler arasında cereyan edip devlet adına ve devletin
teminatı altında gerçekleşir.
Bakara Suresi 2/
Ayet: 282 “Kâtibe ve
şahide bir zarar verilmesin” Bir kimsenin kendi
varlığına veya malına gelen bir eksiklik durret
veya darâret kelimeleriyle ifade edilir. Anadan
doğma kör olan kimseye de darir, denir.[1104]
Şu halde zarar vermek demek, eksikliğe uğratmak demektir. Böylece ayette kâtibe ve
şahide zarar verilmesi yasaklanmaktadır. Bunlar karşılıksız olarak kâtiplik ve
şahitlik külfetini yüklenmekle zarara uğradıkları gibi, bu görevi yaparken kendi
işlerini bırakmakla da ayrıca bir zarara uğramış olabilirler. Bu sebeple kâtip ve
şahit yüklendikleri bu göreve karşılık ücret alabilirler diyenler de vardır.[1105] Ayetteki darar kelimesi muzaaf olduğu için hem malum ve
hem de meçhul olarak okunabilir. Böylece bu kelimeye iki türlü mana vermek mümkün
hale gelir. Bu kelimeyi malum olarak okuduğumuz zaman kâtip ile şahidin eksik yazmak ve
doğruyu söylememek suretiyle taraflara zarar vermeleri yasaklanmıştır. Kelime meçhul
olduğu zaman ise yukarıda anlattığımız mana yani kâtip ile şahide zarar
verilmemesi anlaşılır. Zaten bu her iki türlü kıraat de rivayet edilmiştir. Ancak “ve in tefalu” (eğer bunu yaparsanız)
kelimesi ikil gelmeyip de tef’alu şeklinde çoğul söylenmiş olması ile ikinci
kıraat olan kâtip ve şahide zarar verilmemesi anlamı daha fazla güç kazanmaktadır.[1106] Ayette kâtip ile
şahide ücret verilir denilmemiş, “Kâtibe ve
şahide bir zarar verilmesin” buyrularak bu ifade getirilmiştir. Çünkü kâtip
ile şahidin işi sadece kâtiplik ve şahitlik yapmaktan ibaret değildir. Böylece onlar
bir taraftan bu devlet hizmetlerini yürütürken diğer taraftan da kendi özel işlerini
de yaparlar ve çalışıp kazanırlar. Geçimlerini asıl kendi işlerinden sağlarlar.
Böylece buradan bir devlet hizmeti olan kâtiplik ile şahitliğin ücretsiz ve
karşılıksız yapılacağı esası ortaya çıkmaktadır. Burada sanki kamu
görevlilerinin tabi olacakları bir statü belirlenmektedir. Buna göre devlet
hizmetlerinin yürütülmesinde esas olan ücret ve maaş almamaktır. Ancak bir zarar
görmemesi için bu görevi yapan kişiye çalıştığı kadar bir ücret verilebilir.
Yetimlerin velileri ve devlet başkanlarında olduğu gibi, zengin olanlar hiç ücret
almaz; fakir olan kimseler ise alabilirler.[1107]
Burada ortaya çıkan bu statü şöyle uygulanabilir. Bir defa yetkili olanlar mahalle,
bucak, il ve devlet başkanlarının verdikleri görevleri yapmak zorundadırlar. Bunlar
çağrıldıkları zaman hemen gelirler ve çalışırlar. Çalıştıkları müddetçe de
ücret almaya hak kazanmış olurlar. Görevden ayrıldıkları zaman da diğer
vatandaşlar gibi artık devletten alacakları bir şey yoktur. Zarara sokulmaz
kelimesi meçhul olarak kullanılmış ve ücretin kim tarafından verileceği
bildirilmemiştir. Yukarıda şahit tutunuz diye
ifadenin çoğul olarak getirilmesiyle burada kâtip ile şahidin ücretlerinin devlet
tarafından ödeneceğine bir işaret olarak anlayabiliriz.
Eğer devlet ödeyebilecek bir durumda değilse bu taraflarca da
ödenebilir. Burada taraflardan hangisinin ödeyeceği de belli değildir. Aralarında
anlaşarak ödeyeceklerini düşünecek olursak, eğer alacaklı verirse, o hem borç
verecek ve hem de kâtibin ücretini vereceğinden herhalde bu bir haksızlık olur. Eğer
borçlu öderse o da faiz vermiş olur. İşte bu sebepten dolayı burada böyle
masrafların kamu giderlerinden karşılanması herhalde en çıkar yol olsa gerektir.
Eğer bu devlete bir külfet teşkil edebilir denilecek olursa biz buna şöyle cevap
veririz. Eğer devlet verirse bu sayede borç verme ve sözleşme yapma kolaylaşır ve
ekonomik hayata hareket ve canlılık gelir. Böylece milli gelir de artar, dolayısıyla
böylece devlet verdiğinin karşılığını almış olur. İşte İslam’ın
getirmiş olduğu bu sağlam ve külfetsiz olan sözleşme sistemini en ileri bir sistem
olarak kabul edebiliriz. Çünkü noter masrafı ve şahit ücreti birçok muamelelerin
yazısız ve şahitsiz kalmasına sebep olabilir. İslam ise yazıyı ve şahitliği
mecburi tutarken bunların masraflarını da devlet bütçesine yüklemektedir. Böylece
bugün devletin sözleşme yapanlarda harç ve vergi alması sistemi ile noter ve
şahitlik masraflarını karşılayan İslam ekonomik sistem ve devlet düzeninin farklı
olduğu ortaya çıkmaktadır. Kâtip ve
şahitlerin ücretleri neye göre takdir edilir, değer ve miktarı ne olur, ayette bu
hususlar açıklanmamıştır. Ancak “Kâtibe ve şahide bir zarar verilmesin”
tabiri ile bunlara verilecek bir ücretin dışarıda alacakları ücretten daha az
olmaması ortaya çıkar. Ücretler zaten başka ayetlerden de anlaşılacağı üzere
ilme[1108]
tecrübeye[1109]
kabiliyete[1110]
ve çalışkanlığa[1111]
bağlıdır. İlim tahsil ile
tecrübe de yaş ile elde edip kazanılır. Herkes için bu ölçülere göre bir barem
tayin edilir. Hakemlik ve şahitlik için ayrılmış olan tahsisat bu barem dereceleri ve
harcama nispetinde hak sahiplerine paylaştırılır. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Kâtip (noter)
ve şahitler bireylere karşı hizmetlerini ücretsiz ve karşılıksız yaparlar. 2- Kâtip ve
şahidin zararları karşılanır. 3- Kâtip ve
şahitler çalışma ücretlerini devlet bütçesinden alırlar. 4- İslam düzeni
ve ekonomik sistemindeki memurluk statüsü bugünkünden farklı olup kâtip ve şahidin
statüsüne benzer. 5- Kâtip, şahit
ve bütün hizmetlilerin ücretleri genel bütçeden karşılanır. 6- İslam idare
sisteminde başka bir iş yapmamayı esas alan çalışsa da çalışmasa da ücret hakkı
tanıyan bir memurluk anlayışı olmasa gerektir. Ancak var olan bu devlet hizmetlerini
yerine getiren görevlilere yaptığı bu hizmet kadar ücret verilir.. 7- Sözleşme
masrafları devlet tarafından karşılanamadığı zaman sözleşme yapan taraflarca
ödenir. 8- Ücretler
mesleki ehliyete göre ve harcanan zaman nispetinde paylaştırılıp dağıtılır. 9- Ücretler ilme,
tecrübeye, kabiliyet ve çalışkanlığa göre ayarlanıp dağıtılır. Bakara
Suresi 2/ Ayet: 282 “Eğer böyle
yaparsanız (kâtibe ve şahide zarar verirseniz) bu sizi fasık yapar, kural dışına
çıkarır.” Ayette eğer böyle
yaparsanız yani kâtibe ve şahide zarar verirseniz[1112]
bu sizin için fısk olur, yani sizi kanun ve kural dışına çıkarmış olur,
buyrulmaktadır. Buradaki muhataplara çoğul olarak hitap edilmiştir. Bu durum kamu
görevlilerinin ücret ve maaşlarının devlet bütçesinden ödenmesi hususunda bir
delil ve işaret olabilir. Fısk : Taze
hurmanın kendisini koruyan kabuğundan dışarıya fırlayıp çıkmasına fısk derler.[1113]
Kamuyu, toplum ve devleti koruyan ve onun devamını sağlayan kanun ve kuraların, sistem
ve düzenin dışına çıkanlara ve doğru yoldan ayrılanlara fasık adı verilir. Kâtip ve şahide daha geniş
bir anlam ile düşündüğümüz zaman kamu görevlilerine bir zarar verildiği zaman
koruyucu kabuğundan ayrıldığında hurmanın başına gelen o toplumun da başına
gelir. Artık bu hurma havanın, rüzgâr ve yağmurun etkisiyle bozulur, eriyip
çürüyüp yok olup gider. Böyle yapan bir toplumda da kanun ve kurallar çiğnenir,
düzen bozulur, artık bir yıkılış ve çöküş baş gösterir. Görevliler bu
görevlerini yerine getirirken can ve mal güvenliği gibi iki sorun ile karşı
karşıyadırlar. Bir taraftan kendilerine ücret verilerek mali güvenlikleri
sağlanırken diğer taraftan da onların can güvenliği hakkında da gereken tedbirler
alınır. Mesela kendisini savunma yetkisi verilebilir. Silah taşıma hakkı verilebilir.
Zaten eğer görev başında kendisine bir şey olursa o şehit sayılarak geride
bıraktığı çoluk çocuk ve evlatlarına iki misli yetim yardımı yapılabilir. Öyleyse İslam
idare sisteminde v ekonomik düzeninde kâtip şahit ve tüm kamu görevlilerinin can ve
mal güvenlikleri sağlanacak, kendilerine ücret verilerek mali zarar verilmeyecek ve can
güvenlikleri de çeşitli tedbirler alınarak sağlanacaktır. Bu yapılmadığı
takdirde toplum düzeni bozulur, kargaşa meydana gelir, yıkılış ve çöküşler baş
gösterir. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Kâtip ve
şahidin, kamu görevi yapan memurların bu görevlerini yerine getirirken uğrayacakları
maddi zararlar tazmin edilip karşılanır. 2- Kâtip ve
şahidin uğrayacakları mali zararlar devlet bütçesinden karşılanır. 3- Kâtip, şahit
ve tüm kamu görevlilerinin can ve mal güvenlikleri sağlanır. 4- Kamu
görevlilerinin ve bütün memurların hayatları, can ve mal güvenlikleri devletin
teminatı altındadır. 5- Kamu
görevlilerine görevlerinin başında iken bir şey olursa onlar şehit sayılarak geride
bıraktığı yakınlarına çift yetim maaşı bağlanabilir. 6- Toplumda bulunan
bütün kamu görevleri kâtip ve şahit statüsüne göre düzenlenebilir. 7- Eğer kamu
görevlilerinin can ve mal güvenlikleri sağlanmazsa karışıklıklar ortaya çıkar,
düzen bozulur ve toplum yıkılıp çöker gider. Bakara Suresi 2/
Ayet: 282 “Allah’a ittika
ediniz” Yani Allah’ın
sizi korumak için koymuş olduğu kanun ve kurallara, düzen ve sisteme uyunuz,
buyruklarını tutup yasaklarından kaçınız.[1114] Allah Kuran ile ve
bu ayetlerle bilgiler verip insanlara öğretmektedir. Allah bütün bunları anlatmakla
sizin faydanıza olan hükümleri kaide ve kuralları size öğretmektedir.[1115]
Yani buralarda verilen bilgiler ekonomik ve sosyal kanunlara dayanır. Bu doğal kanun ve
kurallar kainatı var eden, dizayn edip tasarlayan ve bilen yaratıcı tarafından
bildirilmektedir. Bu sebeple bu tabii ve
doğal olan kanun ve kurallara aynen uyulması gerekir. Bunlara uyulmaması halinde ise
uymayan kimselerin, birey ve toplumların bizzat kendileri zarar görür. Allah her şeyi
bilir. Yani Allah bu kendisinin koyduğu ekonomik ve sosyal kanunları bile, bile
söyleyip anlatmaktadır. Allah bütün dünya ve ahiretin faydasına olacak şeyleri
bilmektedir.[1116]
Onun için Allah bu ekonomik ve sosyal kanunları bile, bile emretmektedir. Bu borçlanma ayeti
burada son bulmaktadır. Bu ayet Kuran-ı Kerim’de en uzun bir ayet olup faizin hemen
arkasından uzun, uzun açıklamalarda bulunarak, borçlanma ile ilgili olan hükümleri
getirmiştir. Aslında bu hükümlerin de faiz ile yakından bir ilgisi vardır. Bu ayet
borçlanmaları şahit ve yazı şartına bağlamış, şahit ve yazı masraflarını da
devlet bütçesine yüklemiştir. Hatta borcun bizzat kendisi de devletin teminatı
altında bulunmaktadır. Böylece borçlanma işleri hem sağlama alınmış, hem de
külfetsiz bir hale getirilmiştir. Parça, parça anlattığımız bu borçlanma
ayetinden sonra bu ayetin genel mefhumuna dayanarak şu esasları çıkarabiliriz. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Para basma
hakkı devletindir. 2- Kâğıt parayı
yalnız devlet çıkarabilir. Kâğıt para bir mevduat karşılığı çıkarılır veya
bu açılan bir kredidir. 3- Faizsiz olan
bankayı devlet işletir. Devlet halktan mevduat kabul edebilir ve halka kredi açabilir. 4- Devlet iyi
niyetli olan üçüncü şahıslara karşı sahte paraların karşılığını ödemek
zorundadır.
Bakara
Suresi 2/Ayet: 283 “Eğer sefer
halinde olur da bir kâtip bulamazsanız o takdirde kabzedilmiş bir rehin gerekir.” Burada borçlanma
işlerinde rehin alma yolu gösterilmekle yazı-noter hükümlerine bir istisna
yapılmıştır. Eğer bu rehin ayeti tam bir istisna cümlesi olsaydı; hal vavı ve
şart için olan in harfiyle gelmeseydi, istisnaya kıyas yapılamayacağı için[1117]
rehin yalnız yolculukta ve kâtip bulunmadığı zamanlarda geçerli olurdu. Bu sebeple
yolculukta olsun ikamet halinde olsun, kâtip ister bulunsun, ister bulunmasın, rehinle
alış-veriş yapılabilir.[1118]Yani
rehin olayı sadece yolculuğa mahsus olan bir iş değildir. Buna göre kâtip bulunmazsa
başka sebepler yüzünden makim iken de rehin hükmü yine geçerlidir.[1119] Nitekim Hz. Peygamber’in mukim iken demir zırhını rehin
vererek bir Yahudi’den veresiye bir miktar yiyecek maddesi aldığı Hz. Aişe
tarafından nakledilmiştir.[1120]
Rehin ayet, hadis
ve icma ile sabit olan bir husustur. Hazarda ve seferde geçerlidir. Bu ayette seferle
kayıtlanması rehinin çoğunlukla yolculukta olmasından kaynaklanır.[1121]
Mücahid ve Dahhak ayetin zahirine bakarak rehin usulünün yalnız yolculukta olduğunu
iddia etmişlerdir.[1122]
Burada bir kâtip bulmazsanız, denilmektedir. Bu kâtip
herhalde resmi kâtip (noter) olsa gerektir. Çünkü sadece yazı yazan bir kişi olmak
yeterli değildir; bu yazıyı noterlik ehliyetine sahip olan kişilerin yazması gerekir.
Tarafların yolculukta bulundukları yerin ve bölgenin kâtibinin yazması yeterli olup
geçerlidir. Bunu da kâtip kelimesinin belirsiz olarak gelmesinden anlamaktayız. Demek
ki, şahitlik için şahitlerin toplumun kendi aralarından olması şartı kâtiplik
için aranmamaktadır. Onun için başka bölge ve vilayetlerin kâtipleri de
yazabilirler. Ancak yazılan yazının bir nüshası yazıldığı yerin arşivinde
tutulup saklanmalıdır. Yolculukta olup da
kâtip bulamama durumunda borçlanmalarda rehin almayı gerektirir. Rehn : Bu
hapsetmek demektir. Türkçede buna tutu adı verilir. Rehantühu lisânî: ona dilimi tuttum yani
konuşmadım, demektir.[1123]
İslam hukukunda rehin bir malın alınması mümkün olan bir hak karşılığında
tutulup hapsedilmesi diye tarif edilmektedir.[1124]
Rehin bir hak
karşılığı olarak elde tutulan bir şey olduğuna göre yani bir nevi şahitlik
yaptığına göre bunun başka insanlar tarafından tanınıp bilinmesinde fayda vardır.
Bu sebeple rehin tutulan şey, ticaret malı ve para olmamalıdır. Çünkü ticaret malı
kimin elinde bulunursa onun mülkü sayılır. Rehin tutulacak olan şey, toplulukça veya
toplumun muhasebe defterlerinde kime ait olduğu kayıtlı ve belli olmalıdır. Rehin tutulan
malın kıymeti karşılığında tutulduğu borcun miktarına aşağı yukarı uygun
gelmelidir. Çünkü rehin, şahit hükmünde bir senettir. Rehin olan malın başına
herhangi bir şey gelirse borç ödemiş sayılır. Eğer rehin borçtan fazla bir değere
sahip ise rehini elinde tutan kişi bu fazla kısmı karşı tarafa öder. Eğer az ise
borca mahsup edilir. Geriye arta kalan borcu ise borçlu öder.[1125]
Ayette kabzedilmiş bir rehinden söz edilmektedir. Bu
rehinin teslim edilmesinin şart olduğunu gösterir. Zaten rehinden asıl maksat
borçlunun bir an evvel borcunu ödemeye koşmasını temindir. Bu da ancak rehinin
alacaklının elinde bulunması ile mümkün olur.[1126] Kabza : Bir
avuç veya bir tutam nesneye denir.[1127]
Kabz, ele geçirmek, avuçlamak demektir. Rihânün
makbûzah: tutulmuş, ele alınmış rehin anlamına gelir. Öyleyse burada rehinin,
menkul bir mal ve teslim edilmiş olması gerekeceğini anlayabiliriz. Az önce de
söylediğimiz gibi, rehin teslim alınmadıkça rehin sözleşmesi tamamlanmış olmaz.
Gayrimenkullerin alınıp satılması, bir başkasına devredilmesi bir yazıyı ve
şahitleri gerektireceğinden bunların rehin olarak verilmesi uygun olmasa gerektir. Bu rehin
ayetlerinin borçlanma ayetinden sonra ve ona atfedilerek getirilmiş olması hüküm
bakımından birbiri ile ilgili olduğunu gösterir. Rehin, bir nevi borçlanma
sözleşmesidir. Çünkü rehin borçlanma sözleşmesini bildiren ayetin manası içinde
söylenmiştir. Bu cümlede hazif vardır. Ayetin aslı birbirinize borçlandığınız
zaman eğer yolcu iseniz kâtip de bulamazsanız kabzedilmiş bir rehin şeklinde olsa
gerektir. Böylece rehinde borçlanma hükümlerinin cari olacağı görülür. Buna göre rehini
şöyle tarif edebiliriz. Rehin, karşılıklı borçlanmadan ibaret olan bir
sözleşmedir. Yani rehin bir borçtur. Bunu elinde tutan kişi ondan faydalanabilir ve o,
ona bakmakla görevlidir. Ölürse, kaybolursa veya herhangi sebeple yok olursa ödemek
zorundadır. Bu konuda Hz. Peygamber’in bir hayvan rehin olduğu zaman ona binilir, bir
davar rehin olduğu zaman sütü sağılır, şeklinde hadisleri vardır.[1128]
Rehin bir emanet
durumundadır. Rehinden maksat, sözleşmenin sağlamlaştırılmasıdır. Fakat bir
faydalanma ve kar elde etme muamelesi değildir. Rehin veren izin verse bile rehin
malını kullanmak helal olmaz. Çünkü bu menfaat sağlayan bir karz durumunda olur;
oysa menfaat sağlayan karzın faiz olduğu söyleyenler vardır.[1129]
Verilen rehin kadar
alacaklı olma esası bize devlet bankası ile yapılan muamelelerde mevduat hacmi
nispetinde kredi açma ve kredi alma hakkına sahip olmanın meşruluğunu
hatırlatmaktadır. Çünkü rehinsiz sözleşmeler, yazdırma işi ve şahit bulma gibi
ağır şartlara tabi tutulduğu halde rehinli sözleşmelerde bu şartlar
kaldırılmıştır. Böylece rehinli sözleşmelerde kolaylık gösterildiği açıkça
görülür ki, bu İslam ekonomisinin mübadele sisteminde rehinli borçlanmayı teşvik
ettiğini ortaya çıkarır. Rehinsiz olarak
avanslı veresiye ve taksitli satışların faizden uzak kalmaları mümkün değildir.
Aslında olmadık ve olgunlaşmadık bir malın satışını Hz. Peygamber
yasaklamıştır.[1130]
Selem ve selef alış verişlerinin caiz sayılabilmesi için bir takım şartlar ileri
sürülmüştür.[1131]
Rehinli bir alış-veriş ise hiçbir şart koşulmadan müsaade edilmiştir. Zira
satıcı alacağından hem emin olmakta ve hem de en az alıcı kadar kar etmektedir.
Birinin diğerini istismar etmesi de söz konusu değildir. Bu konuda delil, az önce
geçtiği gibi Hz. Peygamber’in demir zırhını rehin bırakarak veresiye alış-veriş
yapmış olmasıdır. Muhammed
Hamidullah, veresiye-taksitli satışlarda peşin fiyatı ile veresiye fiyat arasındaki
farkı, muhasebe gibi veresiyeden doğacak masraflar için bir ücret kabul ederek farklı
fiyattaki veresiye satışlarını müsaade etmekte ve bunun bir faiz olmadığını
söylemektedir. Ancak bu fiyat farkının ikraz faizi olmaması şarttır.[1132] Faizsiz sistemin bu
mübadele anlayışına göre burada temel bir kanun ortaya çıkmaktadır. Cins, cins ile
mübadele edilebilir. Borç, borç ile ayn, ayn ile değiştirilebilir; faiz ise borca
karşı bir aynin alınmasıdır. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Sözleşmeyi
yazacak bir kâtip bulunmadığı zaman rehinli borçlanmalar yapılabilir. 2- Rehin,
alınması mümkün olan bir hak karşılığında bir malın el altında tutulmasıdır. 3- Kâtibin
tarafların bağlı olduğu yer ve bölgeden olması şart değildir. 4- Rehin, bir aynin
borç olmasıdır. Rehinde artma ve eksilme rehini elinde tutana ait olur. 5- Rehine bakma ve
onun her türlü ihtiyacını karşılama masrafı da rehini elinde tutan kişiye ait
olur. 6- Rehinsiz olan
veresiye alış-verişler faiz etkisinden kurtulamazlar. 7- Faiz, borç
verme karşılığı olarak bir ayn temin edilmesidir. 8- Rehinli veresiye
alış-veriş ve satışlar caizdir. 9- Karşılıklı
olarak her türlü borçlanmalar yapılabilir. 10- Rehin ile
muamele usulü yalnız yolculuğa mahsusu olan bir şey değildir. Kâtip bulunmayıp da
yazma işi mümkün olmadığı zaman mukim iken de rehin muamelesi geçerli olur. 11- Rehin menkul
bir mal olup teslim edilmesi gerekir. 12- Rehin
karşılıklı borçlanmadan ibaret olan bir sözleşmedir. 13- Verilen rehin,
alacak nispetinde olduğu gibi faizsiz bankaya yatırılan mevduat nispetinde de kredi
alma hakkı tanınabilir. Bakara Suresi 2/
Ayet: 283 “Eğer
birbirinize emanetiniz varsa kendisine güvenilen kimse üzerindeki emaneti tediye etsin
ve Rabbi olan Allah’tan korksun.” Borçlanma
muamelelerinde üç çeşit senet olan yazı, şahit ve rehinden sonra[1133]
burada da emanet sisteminin esasları ve hükümleri anlatılmaktadır. Bir kimsenin
emniyetli sayılan ve güvenilen bir şahsın yanında olan malına emanet denir.[1134]
Borçlanmada çoğunlukla emanetin esasları geçerli olduğu için borçlanma konusu
burada emanet bahsi ile kapatılmaktadır. Cümlenin başında fa harfi gelmekle bu emanet
hükmünün bütün borçlanmalara şamil olacak şekilde genel bir kural olduğu
belirmektedir. Emanet olarak kabul
edilmiş bulunan malların son derece korunması bu konuda hiçbir suretle ihmal
yapılmaması gerekir. Emanetçinin ihmali yüzünden emanet malına herhangi bir zarar ve
ziyan gelirse emanetçi bunu ödemek zorundadır.[1135]
Hz. Peygamber emanete riayeti olamayan, riayet değil, ihanet eden kimseleri
münafıklıkla nitelendirmiştir.[1136]
Emanetçi emanet
malını ya kullanır, ondan faydalanır veya kullanıp faydalanmaz. Fayda zarar
karşılığı olduğu için, malı kullanan ve kullanmak üzere alan emanetçi, mala bir
şey olduğu zaman onu tazmin etmekle mükelleftir. Eğer o malı kullanmaz ve faydalanmaz
ise eğe mala kendiliğinden bir şey olursa emanetçi ödemekle yükümlü değildir.[1137]
Selçuklular
ordularının yetiştirilip yaşatılmasında askeri ikta sistemini uyguluyorlardı. Bir
yerin ve bölgenin toprağını isteyen kimselere vererek bunun karşılığında belirli
bir miktarda askeri her zaman hazır bulundurmaları onlardan isteniyordu.[1138]
Osmanlıların da şöyle bir yöntem izledikleri ilgililerce bilinmektedir. Anadolu’nun
herhangi bir yerinde bir vatandaşa mesela 100 koyun teslim edilerek bunlardan hem
faydalanması, hem bakması, artıp ve eksileni kendisine ait olmak üzere, her zaman bu
100 koyunu hazır bulundurması isteniyordu. İşte bu yöntem emanet esas ve
hükümlerine uygun bir hareket ve davranıştır. Bu suretle
İslamiyet nakit yerine mislini almak şartıyla her çeşit malı krediye konu
yapmıştır. Mesela koyunlarına bakamayacak olan bir yetimin davarları bir bakıcıya
teslim edilir. O bunların eti, sütü ve yünlerinden faydalanır. Üreyenleri, ölenleri
ve artıp eksilmeleri kendisine ait olur. Emanetçi kişi yetimler büyüdüğü zaman
onlara kendisi kaç tane koyun almışsa o kadar koyunu teslim eder. Bu hükümler başka
konularda da uygulanabilir. Mesela devlet, bu şekilde emanet mal alıp verecek ofisler
kurabilir. Nakit ve para ile çalışan bankaların yanı sıra her çeşit mal ve hayvan
üzerinde çalışan bankalar da açılabilir. Bunların dışında kar ve zarara ortak
olmak şartıyla emanet şirketleri de kurulabilir. Yalnız burada riziko borçlunun
değil, alacaklıya ait olması lazımdır. Şirketlerde yed-i emin sadece kendi ihmal ve
kusurundan dolayı sorumlu olur. Netice olarak daha
önce geçen ayete dayanıp[1139]
İslam ekonomisinde kar zarar oraklığı (mudarebe), faizsiz kredi ve emanet mal
sağlayan bankalar olmak üzere üç tip banka kurulabilir esasına varmak istiyoruz. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Borçlanmalar
emanet hükümlerine tabi tutulur. 2- Bir şahsın,
güvenilen bir kimsenin yanında bulunan malına emanet denir. 3- Borçlu ve yed-i
emin elindeki malın nemasına sahip ise ondan faydalanıyorsa bunun rizikosunu da
taşımak zorundadır. 4- Yed-i emin
ücretli veya vekil durumunda ise o, yalnız ihmal suçundan ve kasıtlı davranışının
verdiği zarar ve ziyanlardan sorumlu tutulur. 5- Nakit ve para
ile çalışan bankalar kurulduğu gibi, mal bankaları da açılabilir. 6- Para vererek
krediler açıldığı gibi, mal vermek suretiyle de krediler açılabilir. 7- Mal bankaları,
İslam hukukundaki emanet usulü ile çalışabilir. 8- Emanet usul ve
yöntemi ile çalışan bu bankaları yani mal bankalarını şirketler işletebilirler. 9- İslam
ekonomisinde nakit yerine mislini almak şartıyla her çeşit mal kredi konu olabilir. 10- İslam
ekonomisinde kar ve zarar ortaklığı (mudarebe), faizsiz kredi ve emanet mal sağlayan
bankalar olmak üzere üç tip banka bulunabilir. 11- Mal bankaları
emanet usulü ile çalışan halk kuruluşlarıdır. Bakara Suresi 2/
ayet: 283 “Şahitliği
gizlemeyin” Bundan önceki
emirde şahit tutulması hakkındaki hükümler getirilmişti. Şimdi burada ise şahitlik
yapma ile ilgili hükümler dile getirilmektedir. Resmi şahit olsun olmasın, herkes
şahitlik yapmaya ehildir. Şahitliğe ehil olanlar, baştan şahit tutulsun veya
tutulmasın şahitlik ehliyetini almış olsunlar veya olmasınlar bunlar şahitlik
yapmaya çağrıldıkları zaman her biri şahitlik yapmaya gelmek durumundadırlar.
Hakemler ve bilirkişiler de aynı şahitlerin uydukları hükümlere tabi olurlar.
Herkes, gördüğü şeyleri adaletle anlatmaya, kendi görüş ve kanaatlerini olduğu
gibi beyan etmeye ve hükümlerini kendi görüşüne göre vermeye aynı derecede
görevlidir. Bu genel kural “gizlemeyin” nehyinin çoğul olarak
gelmesinden anlaşılır. Bu nehiy müminlerin şahitlerine olabileceği gibi, borçlulara
hitap ettiğini ileri sürenler de vardır.[1140]
Burada nehiy çoğul, şahadet kelimesi ise
tekildir. Yani fail çoğul iken meful tekil olarak gelmiştir. Bu bize alınacak kararın
ve verilecek hükmün en az üç kişi tarafından oluşturulmasını hatırlatmaktadır.
Bunlardan biri hakem, diğerleri ise iki şahittir. Şahitlerin iki kişi olması icma ile
sabittir.[1141]
Buna göre bir tek hakemin bulunması da caiz olur demektir. Mesela Necran
Hıristiyanları Hz. Peygamber’e başvurarak para ve nakitle ilgili olan ihtilaflarını
çözmek üzere kendilerine bir hakem gönderilmesini istemişlerdi. Hz. Peygamber de Ebu
Ubeyde b. Cerrah’ı görevlendirmişti.[1142]
Şahadet
kelimesinin belirli olarak gelmesi de şahitliğin bilinen, belli, malum ve meşhur
usullerle yapılacağını gösterir. Yani şahitler muhakeme esnasında ancak mahkeme ile
ilgili ve hakemlerin yönelttikleri soruları cevaplandırırlar. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Herkes şahitlik
görevini yerine getirmek zorundadır. 2- Şahitlik,
bilirkişilik ve hakemlik gibi, yapılması mecburi olan kamu hizmetleri arasında yer
alan bir görevdir. 3- Şahitlik,
bilinen ve belli olan usul ve yöntemler içersinde yerine getirilir. 4- Tarafların bir
tek hakem seçmeleri de geçerli olur. Bakara Suresi 2/
Ayet: 286 “Allah, kimseye
gücünden fazla bir teklif yapmaz.”
Külfet :
İnsanın yüzünde olan kırmızı, sarı ve kara renklerin karışımından meydana
gelen bir renk. Kişinin zor ve sıkıntılı bir iş yaparken yüzünün aldığı renk, yorucu ve zor iş anlamlarına gelir.[1143]
Bir insan çalışırken renginin değişmesi, sıkıntı ve yorgunluğa delalet eder. Allah, insanı
yaratmış ve onu birtakım işlerle mükellef tutmuştur. Kendilerine Allah tarafından
yap ve yapma diye emir ve nehiy yöneltilen akıllı ve baliğ kimselere mükellef
denilir.[1144]
İşte insanlar bir devlet düzeni içersinde yaşadıkları için bir takım yasak ve
buyruklarla karşı karşıyadırlar. Bunun sınırı ise yapabilme gücüne sahip
olmaktır. Ancak herkesin mükellefiyeti kendi vüsati ve gücü ile ölçülmek gerekir.
Bireyler ayrı, ayrı kudret ve kabiliyette bulunduklarından dolayı sorumluluk
dereceleri de farklı olup fazla güç ve imkânı bulunanların mükellefiyet dereceleri
de fazla olur ki, hukuk ve adaletteki eşitlik de zaten budur. Her nimet bir külfet
karşılığıdır.[1145]
Mesela bir malı bulunmayan kimse vergi vermekle yükümlü olmayacağı gibi çeşitli
zengin kişilerin vergileri de bir nispet dâhilinde birbirinden farklı olurlar.[1146]
Ayette teklif kelimesi tefîl babından
getirilmiştir. Bu, külfetin bir hamlede karşılığı verilip yerine getirilebilen bir
nesne olmayıp bir ömür boyu sürüp giden bir görev olduğunu gösterir. Bu ayet,
teşri (kanun koyma) hikmetinin esassını özetlemektedir. Her yükümlülük
yükümlünün kendi gücü ile orantılı olacaktır.[1147]
Burada nimet ile
külfet arasındaki münasebet emek ile ücret arasındaki münasebetten biraz
farklıdır. Külfet ile nimet denkliği genel anlamda bir hak ve vazife denkliğidir.
Mesela bir bireyin bir devlet düzeni içersinde çalışıp yaşayabilme nimetine sahip
olabilmesi için onun o devlete vergi verme külfetini yüklenmesi gerekir. Çalışma ve
mal-mülk edinebilme nimeti vergi verme külfetinin bir karşılığıdır. Bu genel
anlamda bir haktır. Bir işte çalışıp oradan bunun karşılığını almak ise bir
ücrettir. İslam düzeninde
birtakım külfetler vardır. Bunlar iman, İslam, namaz, oruç, zekât, hac, cihad-savaş
yapmak, fazi ve zinadan kaçmak, hırsızlık yapmamak… gibi külfetlerdir. Bunlardan
her biri bir nimet karşılığıdır. İman bir düzen içinde ve bir güven içinde
bulunmanın; İslam, başkalarına güven verip onların huzur ve emniyetlerini
sağlamanın; namaz çalışma düzeninin; zekât yaşama düzeninin, oruç sıhhatli
olmanın; hac toplanıp bir arada bulunmanın, savaş siyasi bağımsızlığa kavuşma ve
mülk edinebilmenin; faizden kaçmak mülkiyet hakkının, zinadan kaçmak evlenmenin;
hırsızlık yapmamak ise mülkiyete saygının birer karşılığıdırlar. İslam devlet
düzeninde vatandaşlar genel olarak Müslüman teba ve gayri Müslim teba olmak üzere
iki sınıfa ayrılırlar. Bunlar ayrı, ayrı hukuk sistemine tabi olurlar.[1148]
Bu vatandaşların, topluca bir uyum ve ahenk içersinde yaşayabilmeleri için
çalışmalarını, birbirini tamamlayan bir işbölümü içersinde bir araya getirirler.
Böyle bir davranış bireylere yaşama nimetini sağlar. Bireyler yaşayabilmek için
mallarını işlemekte olan bir toplum ve devlet çarkına uygun olarak devreye sokarlar.
İşte bu davranış da böylece bireylere çalışma düzenini sağlamış olur. Burada nimet ile
külfetin iç içe birbirine bağlı oldukları açıkça görülmektedir. Bunun için
namaz kılmak, iş hayatını, çalışma ve mesai zamanını düzenliyor ve bu sayede
toplum birlikte yaşama nimetini elde ediyor. Zekât (vergi) vermek de toplumun yaşama
düzenini sağlamakta ve bu sayede de hep birlikte çalışma yapılmaktadır. Vüs’un : Bir
nesnenin bir kaba sığışmasına, bir nesnenin bir şeye geniş gelmesine siatün, denir.[1149]
Bir şeyin bir şeye yeterli olabilmesine sia derler. Her şeyin bir siası-kapasitesi
vardır. Mesela bir arabanın en çok taşıyabileceği yük miktarı olan 5 ton o
arabanın kapasitesi olur. Yalnız buradaki bu sia yani kapasite rahatlıkla yapılabilen
bir şeydir. İşte 5 tonluk bir arabanın kapasitesi o kadardır. Ona 6 ton yükleseniz
de götürebilir. Götürür, ama zorlanarak zoru zoruna götürür. O zaman da bu yük
siayı-kapasiteyi aşmış olur. Çünkü sia araç ve vasıtayı tıka basa doldurmak
değil de onun normal bir yerleştirme ile alabileceği miktardır. Onun için ayette
kimseye gücünden, kapasitesinden fazla bir yük yükletilmeyeceği bildirilmektedir.
Burada vüs’un kelimesi nefs kelimesine giden
bir zamire izafe ederek gelmiştir. Bu herkesin kendisine göre bir vüsati bulunduğunu
ve insanların hep aynı kapasitede yaratılmadıklarını gösterir. Bu sebeple herkes,
kendi gücüne göre çalışıp iş görecek ve kimseden kapasitesinin üstünde bir
görev istenmeyecektir. Ekonomik bir düzenin
temeli de zaten bu esasa dayanır. Tabiat, emek,
sermaye ve toprak, bir teşebbüs ve tesisler hep en uygun bir şekilde
çalıştırılırlar. Yani herkes ve her şeye kendi yapabileceği bir şeyi vermek ve
bunları tam kapasite ile çalıştırmak esastır. John Maynard
Keynes,
klasiklerin ekonominin tam istihdam dengesine varacağını savunan görüşlerini
reddetmiş ve ekonominin eksik istihdamda da denge kurabileceğini ileri sürmüştür.
Girişimcileri teşebbüs ve yatırımlara sevk etmek, işsizlik ve eksik istihdamı yok
etmek için de faiz hadlerini düşürmeyi teklif etmiştir.[1150][1] İşte İslam
ekonomi sisteminin temeli işsizliği kaldırıp tam istihdamı sağlama esasına
dayanır. Bunun için de ticaret serbestliği, faiz yasağı ve vergide zekât
esaslarının oluşturduğu formül uygulanır. İslam devlet düzeninde herkes ve her
şey tam kapasite ile çalışacak ve asla aşırı yüklenmeler olmayacaktır. İslam
ekonomisinde tam istihdamı sağlamak için bu formül, karz-ı hasen kurumu (faizsiz
banka) yardımı ile gerçekleştirilir. Her çalışana kredi verilir. Ticaret kredisi
gibi, çalışma dışında verilen krediler yasaklanır. Böylece çalışmak isteyen
herkes iş bulur, artık toplumda iş kıtlığı ve işsizlik diye bir problem kalmaz. Bu
da ancak faiz yasağı ve çalışana kredi verme sistemi ile gerçekleşebilir. Mal
ve tesislerin de tam kapasite ile çalışabilmeleri için özel mülkiyet sistemi cari
olmalıdır. Mübadele tamamen serbest bırakılmalı, herkesin sahip olduğu malı
böylece en elverişli ve tam kapasite ile kullanılmasına imkân sağlanılmalıdır.
Eğer kişi bu şartlar altında da mal ve sermayesini tam olarak değerlendiremiyorsa,
konan sermaye vergisi ile kullanılmayan toprakların ellerinden alınması esasları
kendi kendine çalışır ve bu düzenlemeyi yapar. Ayetten
Çıkan Ekonomik Esaslar: 1-Devlet
düzeni içersinde bulunan kişiler üzerlerine düşen görevlerini yerine getirmekle
yükümlüdürler. 2-
Her nimet bir külfet karşılığıdır. 3-
Nimet ve külfet, genel hak ve vazifeler arasında düşünülür. Ücrette olduğu gibi
bir emek karşılığı olarak düşünülmez. 4-
Mükelleflerin-yükümlülerin görevleri devamlı olup bir ömür boyu sürer. 5-
Herkesin kendine göre bir kabiliyeti, becerisi ve gücü vardır. 6-
Herkesin yapabileceği iş farklıdır. 7-
Herkesten ancak yapabileceği kadar bir iş istenir. 8-
Hiçbir kimseden gücünün yetmeyeceği bir işi yapması istenmez ve beklenmez. 9-
Çalışma hayatından bütün işler, her türlü aşırılıktan, ifrat ve tefritten
uzak bir şekilde istikrar ve denge esasına göre yapılır. 10-
Ticaret serbest, faiz yasak ve vergide zekât sistemi uygulanarak çalışma hayatında
işsizlik önlenir, hatta kalkar, tam istihdam sağlanır ve her iki yönden de
aşırılık bulunmayan bir iş ve çalışma düzeni kurulur. 11-
Mal ve tesislerin tam kapasite ile çalışması sağlanır. 12-
İslam devlet düzeni hak ve vazifeler, alacaklar ve borçlar üzerine kurulur. 13-
Kendilerine Allah tarafından yap ve yapma diye emir ve nehiy yöneltilen akıllı ve
baliğ kimselere mükellef-yükümlü adı verilir. Bakara
Suresi 2/ Ayet: 286 “Herkesin
kazandığı lehine, kazandırıldığı ise aleyhinedir.” Allah’ın
kimseye gücünden fazla bir şey yüklemediğini bildiren bir cümleden sonra burada
herkesin kendisinin çalışmasını esas alan bir ifade gelmiştir. Kesb :
Daha önce de geçtiği gibi[1151]
kesb faydalı olan şeyleri toplayıp elde etmek manasınadır.[1152]
Yani
çalışıp kazanmak demektir. Müfessirler bu kesb
ve iktisab
kelimeleri hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Vahidi, kesb ile
iktisabın aynı manaya olduğunu iddia etmiştir. Bunların farklı anlamlara
geldiklerini söyleyenler ise kesb kişinin hem kendisi, hem de başkası için kazanmak;
iktisap ise yalnız kendisi için kazanmak demektir. İyilikler kesb ile kötülükler ise
iktisab ile ifade edilir gibi fikirler yürütmüşlerdir.[1153] Bu
anlamlardan biri de şudur. “İnsanın kazandırdığı sırf kendi lehinedir. Hak ve
menfaat temin eder. Fakat diğerlerinin kazancıyla yaşaması da aleyhinedir.”[1154]
Kişinin sadece kendi emeğine dayanarak değil de sistemin ve düzenin icabı olarak
kazandırılıyorsa, hak etmediği halde kazanmış oluyorsa işte bu onun aleyhine olur.
Mesela devletten ticari kredi alarak kolay kazanmanın yollarını aramak ve kazanmada
fırsatçılık yapmak hem birey ve hem de toplum açısından zararlı olan şeylerdir. Rüşvetlerin,
iltimasların ve adam kayırmaların kol gezdiği bir toplumda doğal bir işbölümü
olmaz; armutların yerini elmalar alır; işler ve görevler ehlini bulmaz. Beceriksiz,
kabiliyetsiz ve bilgisiz insanlar işin başına geçtiği için ekonomik çark
rantabl-getirimli dönmez; üretim tam olmaz ve verim düşer, artı değer kalmaz. Böyle
kişiler işlerinde becerikli ve iş bilir görünüp ve gösterilebilirler. Ancak menfaat
çarkı her zaman böyle bu şekilde dönüp durmaz. Havaya para fırlatıldığı zaman
hep tuğra üzerine düşmez. Açıktan kazanmaya ve karın doyurmaya alışmış olan
kimseler hiç belli olmaz; bir gün aç kalabilirler. İşte bunun için birey geliri ile
toplumun geliri, ferdi gelir ile milli gelir çok önemlidir. Hep bu kazandırılma
yanlışları yüzünden milli gelirde düşüşler olur. Neticede hem birey ve bireyler
ve hem de toplum bundan zarar görür. İnsanlara
yükletilen külfet, bir nimet karşılığı olduğu gibi, bu denge aynı zamanda
herkesin faydasınadır. Kimseye kendi varlığının aleyhine ve zararına olan bir şey
emredilemez. Zaten devletin genel düzeni bireylerin menfaatlerinin birleşmesinden
meydana gelir. Herkesin ayrı, ayrı menfaatine olan şeyler toplumun da menfaatinedir.
Mesela nisaptan daha az olan mallardan vergi alınmamasının sebebinin bu olduğunu
söyleyebiliriz. Çünkü bu mallar zaten kişinin kendi ihtiyaçlarını bile
gideremiyor. Bir de vergi alınacak olursa ona zarar verir. Burada daha çok muhtaç
durumda olan toplum değil, bu bireydir. Bir malın daha çok ihtiyaç duyulan bir yerde
harcanması daha çok fayda sağladığı için alınmayacak kimseden vergi almak zarar
doğurur. Bu zarar hem bireyi ve hem de toplumu içersine alır. Nisaptan fazla olan
bir servet de bireyin ihtiyacından artan ve çok olan bir değer demektir. Bu ihtiyaç
fazlası malın vergi olarak topluma aktarılması onu daha çok faydalı hale
getirecektir. Burada ise toplumun ihtiyaç derecesi bireyin ihtiyaç derecesinden daha
yüksek olduğundan, vergi olarak verilen malın bireyin ihtiyacı için değil, toplumun
ihtiyacı için harcanması onu daha değerli hale getirecektir. Onun için vergi,
fakirlerden değil, zenginlerden alınmalı ve servetten yüzde üzerinden alınmalıdır.
Bunun için İslam ekonomisinde bireyle toplum arasından tam bir denge vardır. Fakirlere
devlet bütçesinden maaş bağlanması da bu esasa dayanır. Birey kazanırsa devlet de
kazanmış olur; birey kaybederse devlet de kaybetmiş olur. Diğer taraftan aynı zamanda
devletin kazancı bireyin kazancı, devletin kaybı da bireyin kaybı demek olur. Ayette herkesin
kazandığı kendi lehine, kazandırıldığı ise aleyhine olduğu bildirilmektedir. Bu
kazandırıldığı kelimesi yani iktisab iftiâl
babından gelir. Bu babın binası mutavaat yani itaat edip kabullenmektir.[1155]
O zaman buradan başkasının kazandığını kabullenmek, onun yapıp ürettiğine sahip
olmak, başkasının gittiği yoldan gitmek ve başkalarını taklid etmek manalarını
anlayabiliriz. İşte bu ayetin
işaretiyle insanın kendisinin çalışması, her alanda üretim yapması, kendisine ve
alın terine dayanması esastır. Birey başkalarını taklid etmekten ziyade aklını
kullanarak gideceği yolunu kendisinin tayin etmesi gerekir. İslam düzeninde birey
hiçbir zaman toplumun içinde kaybolup gitmez. O, kendisi çalışır, üretir,
düşünüp kendisi karar verir, yapabildiği müddetçe tüm ihtiyaçlarını kendisi
karşılamaya çalışır. Ancak arızalı olup çalışamayanlar ve aklı ermeyenler
bunlarla bir tutulmazlar. Aklı başında olmayanlar, her ne kadar mükellef olmasalar ve
bir görev alamasalar da insan olarak ehliyete sahiptirler ve velileri aracılığı ile
alacaklı ve borçlu olabilirler. İşte bu
anlattıklarımızdan dolayı İslam ekonomisinde serbest teşebbüs esas alınmıştır.
Herkes en uygun ne ise onu araştırıp bulup ve uygulamakla görevlidir. Toplumcu olan
sistemler İslam’ın bu prensibine ters düşmektedirler. Çünkü onlar insanın
serbest iradesini elinden alarak onu bir uydu haline getirirler. Bırakın insanları,
birlikte yaşayan hayvanlar bile kendi kendine hareket etmekte serbesttirler. Onların
başlarında bile bir güdücüleri yoktur. Onun için bireyi bir robot haline sokan
böyle sistemleri hayvanlara bile uygulamak mümkün değildir. Özgürlükçü ve
liberal olduğunu iddia eden ve bireye serbest teşebbüs imkânı verdiğini ileri süren
sistemler neticede aynı yere varırlar. Çünkü her ne kadar bireye hürriyet verilmiş
ve onun iradesi elinden alınmamış olsa bile faizin meşru sayılması, ticari kredide
adam kayrılması ve bu gibi arızalar yüzünden teşebbüs imkânları ortadan
kalkmaktadır. Buna göre toplumu tutan görüşün mutlaka bunu yapacaksın diye emir
verip dayatması ile bireye önem verdiğini iddia edenlerin insana istediğini
yapabilirsin deyip de buna imkân vermemeleri arasından bir fark yoktur. Yani ister
Reşat deyin, ister Taşer deyin, görünüşler farklı fakat harfler aynı; sayıları
da aynı, hele tersinden okunduğu zaman kendilerinin de aynı olduğu ortaya çıkar. Kuran-ı Kerim’de
“eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun”, buyrulmaktadır.[1156]
Sorup öğrenmek hiçbir zaman başkasına uymak ve taklit etmek değildir. Bilakis bunlar
araştırıp ictihad etmenin ilk şartıdır. Buna göre herkes araştırıp bilgi toplar
ve neticede ne yapacağını kendisi karar verir. Mesela bir doktor bile hastasının
rızası olmadan zorla bir ilaç uygulamasında bulunamaz. Hatta küçük çocuklara ve
delilere bile bir ilaç uygulanacağı zaman velilerinden izin alınması şarttır.
Çünkü doktor sadece bir müşavir durumunda olup hiçbir zaman bir veli konumunda
değildir. Ayetten Çıkan
Ekonomik Esaslar: 1- Herkes kendi
menfaati olan şeye çalışır. Hiçbir kimseye kendi zararına olacak bir şey
emredilemez. 2- Bireylerin
faydalarının toplamı toplumun faydasını meydana getirir. 3- Birey ile toplum
arasında denge bulunduğundan birey için faydalı olan bir şey toplum için de
faydalı; birey için zararlı olan bir şey toplum için de zararlı olur. Toplum için
faydalı olan bir şey birey için de faydalı; toplum için zararlı olan bir şey de
birey için de zararlı olur. Birey ile toplum paranın iki yüzü gibi birbirlerini
tamamlayan iki unsurdur. Bu sebeple bir insanın başkasına zarar vermesi kendisine zarar
vermesi demektir. Onun için her türlü zararlı davranışlardan sakınmak gerekir. 4- Herkes kendi
gerçek menfaatini bilmek zorundadır. 5- Gerçek ferdi
fayda gerçek toplum faydası demektir. 6-
İhtiyaçlarını herkes bizzat kendisi tespit eder. 7- Herkes
çalışıp araştırıp kendisi kazanmak zorundadır. 8- Herkes kendi
kabiliyeti ve gücüne göre bir çalışma yolu seçer. 9- Herkes
araştırma yapıp kendisi içtihad edip karar vererek bir uygulamaya geçmesi ve buna
göre hareket ve davranışlarda bulunması gerekir. 10- Bireyin
başkalarının sözüne göre çalışması, üretmesi, meslek seçmesi ve gezip
dolaşması hem kendi aleyhine ve hem de toplumun aleyhine olur. 11- İslam
ekonomisinde serbest teşebbüs ve serbest ticaret yöntemi esastır. 12- Faiz
karşılığı olmayan bir fazlalık olduğu için sermayeyi şişirir ve kapitalizmi
doğurur; serbest ticareti ve serbest teşebbüsü engeller. Bunun için faiz İslam
ekonomisinde gayri meşrudur. 13- İnsan bir
bilmediğini bilenlere sorup öğrenir. Buna göre bilenler müşavir durumundadırlar. 14- Doktor bir
hastasına, bu hastanın veya velisinin izni olmadan bir ilaç uygulamasında bulunmaz.
Velisinin izni bulunmadan bir akıl hastası tevkif edilemez. Eğer veli izin vermezse
kendisi sorumlu tutulabilir.
[1] Müfredat, s, 423. [2] Razi, II, 14. [3] Elmalılı, I, 162. [4] Nur 24/ 33. [5] Kamus, IV, 1222. [6] Müfredat, s, 530. [7] Sarf Bina, 217. [8] Hidayet kelimesi Fatiha Suresinde geçti, oraya bak. [9] Kamus, IV, 550. [10] Merginani, Hidaye, II, 104 [11] Ö.N.Bilmen, H. İslamiyye, IV, 146. [12] Müfredat, s, 366. [13] Kamus, I, 416. [14] Müfredat, s, 285. [15] Kamus, IV, 1041 [16] Nisa 4/ 115; İbrahim 14/ 29; Mücadele 58/ 8. [17] Müfredat, s, 502. [18] Kamus, III, 1020. [19] Kamus, III, 859. [20] Müfredat, s, 502. [21] Afif Abdülfettah Tabbara, Ruh-ud Din-il İslami, s, 319. [22]
Maruf Devalibi, Marksizm ve Kapitalizm
Karşısında İslam, s, 31. [23] Halil Esat, Hulasat-üş Şüruh, s, 31. [24] Ömer Nasuhi Bilmen H. İslamiyye, IV, 80. [25]
Ebû Yusuf, K. Harac, s,
142–143; Buhâri, Ahkâm, 24. 41, bak. Zekât, 67 [26] Enam 6/ 141. [27] Elmalılı, a.g.e. I, 910. [28] Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, Kitab-ül Emval, s, 507, No: 953–957. [29] İmam Şafii, el-Ümm, II, 4. [30] Selim A. Sıddîkî, İslam Devletinde Mali Yapı, s, 3. [31] Selim A. Sıddîkî, İslam Devletinde Mali Yapı, s, 34. [32] Ebu Davud, Zekât, 95, No: 1562; Ş. Mansur Al Nasıf, et-Tac, II, 20 Zekât, Ticaret Mallarının Zekâtı [33] Elmalılı, I, 191. [34] İbn-ül Hacib, el-Kafiye, s, 58. [35] H. Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s, 174. [36] Burhanüddin el-Merğınani, el-Hidaye, III, 185. [37] Hüseyin Cahit Oğuzoğulu, Roma Hukuku, s, 109. [38] Elmalılı, I, 289. [39] Molla Hürev, Mirat, s, 95. [40] Elmalılı, I, 949. [41] Bakara 2/ 29. [42] Feridun Ergin, İktisat, s, 2. [43] Sarf Merah, s, 26. [44] Fahrul İslam, Usul-ü Pezdevi, III, 229. [45] Selim A. Sıddîkî, İslam Devletinde Mali Yapı, s, 157. [46] İbn Mace, Sünen, Zekât, 4–5, No: 1790–1792. [47] Muhammed b. Abdurrahman, Telhis, s, 42 [48] Sad 38/ 75. [49] Sad 38/ 72 [50] Hıcr 15/ 23. [51] Meryem 19/ 52 [52] Şura 42/ 11. [53] El-Fıkh-ül Ekber, Aliyy-ül Kari Şerhi, s, 12. [54] Abdülkerim Zeydan Fert ve Devlet, s, 83; M. F. Ansari, Komünizme Karşı İslam, s, 24. [55] Ahmet Şelebi, es-Siyasetü ve’l İktisadü Fi’t Tekfir-il İslami, s, 187. [56] Buhâri, Zekât, 1. [57] M. A. Manan, Faizsiz Banka, s, 37. [58]
Kamus, III, 835. [59]
İnsan 76/ 2 [60]
Tarık 86/ 5–7. [61]
Kıyame 75/ 37 [62]
Razi, XXX, 234 [63]
Bakara 2/ 30–32. [64]
Lam harfinin manası Fatiha’da geçti, oraya bak. [65]
Razi, II, 154 [66]
Halil Esat, Hulasat-üş Şüruh, s, 488. [67]
Elmalılı, I, 288. [68]
Reşid Rıza, Menar, I, 247. [69]
Razi, II, 154. [70]
Ebu Ubeyd, Kasım b. Sellam, Kitab-ül Emval, s, 386; No: 674 [71]
Necm 53/ 39. [72]
Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 143. [73]
Şakir Berki, Türkiye'de Toprak Davası ve Mevzuat Karşısında Toprak Rejimi, s, 18. [74]Buhari,
Vekâlet, Hars, 15; Ebû Dâvud, İmâre, 37;
Tirmizî, Ahkâm, 38; Ebu Ubeyd, el-Emval, s, 402, No: 700; Tac, II, 229. [75]
Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 113 [76]
Kamu otoritesinin tasarrufundaki arazi ve taşınmaz malların mülkiyet, işletme veya
faydalanma hakkını kişilere tahsis etmesi. Buna ikta denir. [77]
Ebu Yusuf, K. El_Harac, s, 72; İslam Ansiklopedisi, V/2, s, 950. [78]
Ali b. Muhammed b. Habib Ebu’l-Hasan el-Maverdi, Ahkâm-üs Sultaniye, s, 191. [79]Kamus,
II, 1235. [80] Kamus, III, 212. [81] Araf 7/ 128 [82] Molla Hüsrev, Mirat, s, 332; Bilmen, H. İ. Ve İ F. Kamusu I, 232. [83] Mirat, s, 328; Büyük Haydar Efendi, Usul-ü Fıkıh Dersleri, s, 482 [84] Alusi, I, 220 [85] Razi, II, 166; Ebu’l Ula el-Mevdudi, Hilafet ve Saltanat, s, 34 [86]
Müslim, İmare, 8, No: 38-39 [87]Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 90–91; Ebu Davud,
Büyu, 49; Tirmizi, Büyu, 73; İbn Mace, Ticarat, 27. [88] Alusi, I, 220. [89] Kamus, III, 1210. [90] Sad 38/ 71. [91] Alusi, I, 220. [92] Halil Esat, Hulasat-üş Şüruh, s, 488. [93] Molla Hüsrev, Mirat, s, 39. [94] İbrahim 14/ 32; Nahl 16/ 12; Hac 22/ 65; Casiye 45/ 13. [95] Kamus, II, 1235. [96] Kamus, IV, 1013. [97] Bakara 2/ 36; Araf 7/ 24. [98] Kamus, III, 569. [99] Sarf Merah, s, 45 [100] Beyzavi, I, 68 [101] Mevdudi, Hilafet ve Saltanat, s, 34. [102] Seyyid Kutup, Fi Zılal-il Kuran, I, 72 [103] Kamus, II, 1240. [104] Müfredat, s, 54 [105] Razi, II, 135 [106] Bakara 2/ 26 [107] Sarf Merah, s, 45. [108] Modern Biyoloji, I, 180–187 [109] Reşid Rıza, Menar, I, 237 [110]
Buhari,
İ’tisam, 10; Müslim, İman, 247; Ebu Davud, Cihad, 4; İbn-i Mace, Mukaddime, 1;
Tirmizi, Fiten, 51 [111]
Bakara 2/ 194. [112] Kamus, IV, 1066 [113] Bakara 2/ 275 [114] Buhari, Büyu, 72; Müslim, Büyu, 5 No: 1517–1520; Ebu Davud, Büyu, 9, No: 3436–3437 [115] Bkz. Buhari, Büyu, 41. [116] Müfredat, s, 397 [117] Yüksel Ülken, Fiyat Teorisi, I, 27 [118] Yasin 36/ 38 [119] Kamus, III, 417 [120] İbn Abidin Dürr-ül Muhtar, IV, 3. [121] Ö. N. Bilmen, H. İslamiyye, VI, 9. [122] Serahsi, Mebsut, XII, 108 [123] Nisa 4/ 24 [124] Necm 53/ 39; Bakara 2/ 134, 141. [125] Bkz. Ebu Yusuf, Harac, s, 113 [126] Bakara 2/ 219. [127] Ebu Yusuf, a.g.e., s, 113; Ebu Ubeyd, a.g.e., s, 408 [128] Ebu Ubeyd, a.g.e., s, 402 [129] Ö.N. Bilmen, a.g.e., VII, 57 [130]
Bakara 2/ 3 [131]
Müfredat, s, 213 [132]
Kamus, IV, 996. [133]
Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İslam, s, 17 [134]
Tevbe 9/ 60 [135]
Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib el-Maverdî, el-Ahkamü’s Sultaniye,
Mısır–1966, s. 113. [136]
Enam 6/ 141 [137]
M. Hamidullah, M.İ. ve İslam, s, 17 [138]
Enam 6/ 141 [139]
İbn Kesir, II, 181 [140]
Yahya b. Âdem, Kitab-ül Harac, s, 121 [141]
İbn Mace, Zekât, 5, No: 1792 [142]
Ebu Davud, Zekât, 22, No: 1623–1624 [143]
Mahmud Ebussuud, İslami İktisadın Esasları, 161–165. [144] Depo edilen yiyeceklerde zekât-vergi olduğu hususunda bilginler arasında icma vardır. Bak, Abdulvahhab eş-Şarani, el-Mizan, II, 2. [145]
Ebu Ubeyd, K. Emval, s, 751–761, No:
1786–1874 [146] Bak, Ebu Ubeyd, a.g.e. s, 751–761; Yunus Vehbi Yavuz, İslam’da Zekât Müessesesi, s, 307–331 [147]
İbn Melek, Şerh-ul Menar, s, 204 [148] Kadı Muhammed bin Ali Şevkânî, Neylü’l-Evtar, IV, 129 [149] Serahsi, Mebsut, II, 189; Kasani, II, 16; Elmalılı, I, 958 [150]
Serahsi, Mebsut, III, 44; İbn Abidin, II, 3. [151] Meks’in anlamı için kak, Ö.N. Bilmen H. İslamiyye, IV, 76. [152] Ebu Davud, Zekât, 7, No: 2937–2938; Darimi, Zekât, I, 393; A. İbn Hanbel, Müsned, IV, 234. [153]
Ebu Ubeyd, K. El-Emval, s, 703–706, No:
1624–1632. [155] Enfal 8/ 41. [156] Buhari, zekât, 66; Müslim, Hudud: 45; Tirmizi, Zekât, 16; Ahkâm, 37 [157] Enam 6/ 141 [158] Buhari, Zekât, 55; Ebu Davud, Zekât, 12, No: 1596–1597; İbn Mace, Zekât, 17, No: 1816–1817. [159] Buhari, Zekât, 38; Ebu Davud, Zekât, 5, 1567–1570; İbn Mace, Zekât, 11, 12, 13; No: 1801–1805 [160] Bakara 2/ 267; Buhari, Zekât, 33; Ebu Ubeyd, el-Emval, s, 580, No: 1178–1190 [161] Buhari, Zekât, 32; İbn Mace, Zekât, 4, No: 1790–1791 [162] Abdulvahhab eş-Şarani, el-Mizan, II, 2 [163] İbn Mace, Zekât, 4, No: 1790. [164] Kamus, IV, 853 [165] Müfredat, s, 103. [166] Müfredat, s, 338. [167] Tevbe 9/ 29 [168] Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İslam, s, 18 [169] Tevbe 9/ 60 [170] Ebu’l-Hasan el-Maverdi Ahkâm-üs Sultaniye, s, 199; İbn Haldun Mukaddime I, 619: Ahmed Şelebi el-Emval ve’l İktisad, s, 219 [171] Kasani, Bedayi’, II, 35; İbn Hümam, Feth-ul Kadir, I, 311; Hasan Nedvi, Dört Rükün, 152 [172] Alusi, Ruhu’l Meani, I, 247 [173] Kamus, III, 267 [174] Ebu Ubeyd, Emval, s, 703, No: 1624–1632; Ebu Yala el-Ferra, Ahkâm-üs Sultaniye, s, 246. [175]
İbn Melek, Ş. Menar, s, 251; Hayreddin Karaman, Fıkıh Usulü, s, 83. [176]Fatiha
1/ 5 [177]
Kamus, II, 60 [178]
Nisa 4/ 11 [179]
Kadı Beyzavi, I, 262; Alusi, IV, 227; Elmalılı, II, 1308 [180]
Bakara 2/ 83; Nisa 4/ 36; Enam 6/ 151; İsra 17/ 23; Ankebut 29/ 8 [181]
Bakara 2/ 233; Lokman 31/ 14 [182]
Muhammed Fazlurrahman el-Ensari, Komünizme Karşı İslam, s, 14 [183]
Muhammed İsmail, İslam ve Çağdaş Ekonomik Doktrinler, s, 118. [184]
Razi, III, 165 [185]
Ebû Davud, Nikâh, 4; Hadis No: 2050; İbn-i Mace, Nikâh, 8; Hadis No:1863 [186]
Bakara 2/ 233 [187]
Kamus, IV, 591 [188] Müfredat, s, 119 [189] Reşid Rıza, I, 366 [190] Reşid Rıza, I, 377. [191] Tevbe 9/ 60 [192] Razi, III, 166 [193] Alusi, I, 308 [194] Kamus, I, 424 [195] Ö. N. Bilmen, H İslamiyye, V, 207–387 [196] Z. Ahmed, Ahkâm-ül Evlad Fi’l-İslam, s, 70 [197] Kasani, Bedayi’, IV, 39 [198] Alusi, I, 308 [199] Enfal 8/ 41; Haşr 59/ 7 [200] Bakara 2/ 228; Alusi, II, 134 [201] Bakara 2/ 233; Nisa 4/ 34; Talak 65/ 6, 7. [202] Bakara 2/ 233 [203] İbn Kayyim, Zad-ül Mead Tercümesi, V, 289 [204] Kasani IV, 24. [205] İbn Kayyim, Zad-ül Mead, V, 290 [206] Müfredat, s, 550 [207] Nisa 4/ 2, 6 [208] Enfal 8/ 41; Haşr 59/ 7. [209] Fevzi Haktanır bu makaleyi Türkçeye çevirmiş ve İslam’a Göre Sigorta başlığı ile Hakses Mecmuasında (sayı: 96, Aralık 1972, s, 20–24) yayınlamıştır. [210] İbn Abidin, III, 246–248 [211] Şeyhülislam Mustafa Sabri, Meseleler, s, 149–162 [212]
Müfredat, s, 236; Razi, III, 167 [213]
Yunus Vehbi Yavuz, İslam’da Zekât Müessesesi, s, 241–243 [214]Kasani,
II, 44 [215]
Razi, III, 167 [216]
M.A. Mannan, İslam Ekonomisi, s, 320–321 [218] Kamus, s, II, 871 [219] Müfredat, s, 415; Kamus, IV, 59. [220] Saff 61/ 2 [221] Elmalılı VI, 4926 [222] Alusi, I, 309 [223] Enam 6/ 90; Hud 11/ 29, 51; Şuara 26/ 109 [224] Gazali, İhya-i Ulumi’d Din, I, 56 [225] M. Atiyye el-İbraşi, İslamda Eğitim ve Öğretim, s, 35 [226] Bakara 2/ 286; Enam 6/ 152; Araf 7/ 42; Müminun 23/ 62. [227] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 78. [228] M. Atıyye el-İbraşi, a.g.e., s, 35 [229] M. Atıyye el-İbraşi, a.g.e., s, 35 [230] Reşid Rıza, X, 582; İbn Abidin, II, 81; Y.V. Yavuz, İ.Z. Müessesesi, s, 284 [231] Bak. Bakara 2/ 83 [232] Bakara 2/ 134 [233] Razi, II, 78. [234] Nisa 4/ 59; Haşr 59/ 2 [235] Müfredat, s, 198 [236] İbn Kayyim a.g.e., I, 202 [237] M. Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 912, Paragraf No: 1522 [238] Reşid Rıza, I, 410 [239] Alusi, I, 349 [240] Bakara 2/ 280 [241] Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 217 [242]
Ebû Yusuf, a.g.e., s. 142; Buhari, Hiyel, 15, Cum'a, 29, Zekât 67, Hîbe, 17, Eymân, 3,
Ahkâm 24, 41; Müslim, İmaret, 26, (1832); Ebü Dâvud, İmaret 11, (2946). [243]
Kamus, III, 292 [244] Müfredat, s, 242 [245] Nisa 4/ 59 [246] Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, I, 84 [247] İbn Haldun, Mukaddime, I, 528 [248] Fetih 48/ 10 [249] Buhari, Ahkâm, 43: Müslim, İmare,8, No: 1709 [250] Müslim, İmare, 13, No: 1851 [251] Kamus, IV, 1253 [252] Molla Hüsrev, Mirat, s, 95 [253] Kamus, II, 1031 [254] Serahsi, Mebsut, III, 44; İbn Abidin, II, 3, 41 [255] Kamus, IV, 436 [256] Sarf Cümlesi Bina, s, 215 [257] Kamus, II, 44 [258] İbn Kesir I, 154 [259] Nahiv Cümlesi Kafiye, s, 17 [260]Muhammed el-Antaki, el-Minhac fi'l-Kavaid ve'l İ'rab, 33o [261] Kamus, II, 311 [262] Kamus, I, 469 [263] Müfredat, s, 430 [264] Alusi, I, 391 [265] Ömer Nasuhi Bilmen, H. İslamiyye, VII, 186 [266] Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, a.g.e., s, 402 [267] Ebu Yusuf, K. El-Harac, s, 113 [268] Necm 53/ 39 [269] Elmalılı, I, 511 [270] Kamus, III, 1460 [271] Kamus, III, 1460 [272] Müfredat, s; 348 [273] Müfredat, s, 348 [274] Kamus, III, 1459 [275]
Bakara 2/ 198; Cuma 72/ 11 [276]
M. Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 209 [278] Kamus, IV, 72 [279] Nisa 4/ 176 [280] Razi, IV, 131 [281] Kamus, IV, 844 [282] Muhammed Abdullah el-A’rabi, İslam Mecmuası, sayı: 3, s, 36, 9 Eylül 1960 [283] Razi, IV, 131 [284] Kamus, IV, 1223 [285] Beyzavi, I, 122 [286] Bakara 2/ 222 [287] Molla Hüsrev, Mirat, s, 269 [288] İstihsan hakkında bak. İbn Melek, Menar, s, 282; Hayreddin Karaman Fıkıh Usulü, s, 77 [289] Kamus, III, 885 [290] Alusi, II, 15 [291] Alusi, II, 15 [292]
Usul-ü Serahsi, I, 234 [293]
Molla Hüsrev, Mirat, s, 95 [294]
Kamus, IV, 741 [295] Kamus IV, 879 [296] Samuelson, İktisat, s, 17 [297] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 39 [298] Kamus, I, 59 [299] Bakara 2/ 3 ayetin tefsirine bak. [300] Kamus, III, 580 [301] Kamus, II, 1227 [302] Kamus, IV, 99 [303] Kamus, IV, 97 [304] Kamus, IV, 97 [305] Müfredat, s, 478 [306] Haşr 59/ 8 [307] Lisan-ül Arap bab-ül lam [308] Serahsi, Mebsut, XII, 108 [309] Yusuf Musa, el-Fıkh-ül İslami, s, 250 [310] İbn Abidin IV, 3; Ö.N. Bilmen H. İslamiyye VI, 10 [311] Kamus II, 1031 [312] Enam 6/ 151; İsra 17/ 31; Tekvir 81/ 8 [313] Kamus, II, 195 [314] Tirmizi, Cenaiz, 36, No: 1021 [315]
Reşid Rıza II, 39 [316] Bakara 2/ 83 [317] Razi, V, 40 [318]
) Ibn Mace Zekât, 3, No: 1789 [319]
Tirmizi, Zekât 27,
No: 659; Darimi, Zekât, 13 [320] Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih, I, 314 [321]
Alusi, II, 46 [322] Reşid Rıza, II, 115 [323] Reşid Rıza, V, 42 [324] İbn Kesir, I, 208 [325] M. Hamidullah, İ. Peygamberi, II, 227 [326] Ali İmran 3/ 137; Yusuf 12/ 109; Hacc 22/ 46; Rum 30/ 44 [327] Bak, Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve İslamiyet, s, 93; Vedat Eldem, Osmanlı İmparatorluğunun İktisat Şartları Hakkında Bir Tetkik, s, 154 [328] Ahmed Reşid Turnagil, İslamiyet ve Milletler Hukuku, s, 88; Kervansarayların çalışması hakkında bak, Cemal Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz, s, 312 [329] Ebu Davud, Zekât, 34, No: 1665 [330] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, s, 271 [331] İbn Sa’d, V, 260 [332] Nur 24/ 33 [333] Ebu Ubeyd, K. Emval, s, 626, No. 1354–1384 [334] Kasani, Bedayi’, IV, 129 [335] Tevbe 9/ 60 [336] Nisa 4/ 92; Maide 5/ 89; Mücadele 58/ 3 [337] Bakara 2/ 177 [338] Müfredat, s, 423 [339] Razi, V, 58 [340]
Bakara 2/ 183 [341]
Bakara 2/ 185 [342]
Nisa 4/ 11 [343]
Reşid Rıza, II, 134 [344]
Bakara 2/ 176 [345]
Alusi, II, 52 [346]
Ö.N.Bilmen, H. İslamiyye, I, 119 [347]
Cassas, Ahkâm-ül Kuran, I, 163 [348]
A. Şarani, Kitab-ül Mizan, II, 100 [349]
Buhari, Vesaya, 3 [350]
Buhari, Vesaya, 6; Şevkani, Neyl-ül Evtar, VI, 43 [351]
Abdül Vehhab eş-Şarani, K. Mizan, II, 100; Muhammed İbn Abdurrahman, Rahmet-ül Ümmeh
Fi İhtilaf-il Eimmeh, II, 65 [352]
Razi, V, 61 [353]
Elmalılı, I, 614 [354]
Şevkani, VI, 38 [355]
Razi, V, 58 [356]
Alusi, II, 52 [357]
Kamus III, 1054 [358]
Nisa 4/ 7, 11, 12, 33 [359]
Razi, V, 59 [360]
Bakara 2/ 272; Kasas 28/ 24; Adiyat 100/ 8 [361]
Kamus, IV, 1219 [362]Kamus
IV, 1219 [363] Muhammed Hamidullah, İslama Giriş, s, 193 [364] Razi, V, 60 [365] M. A. Mannan, İslam Ekonomisi, s, 268 [366] E.A. el-Mevdudi, İslam’da İktisat Nizamı, s, 44 [367] Razi, V, 156 [368] Kamus, III, 672 [369] Müfredat, s, 331 [370] Müfredat, s, 331 [371] Mevdudi, İslam ve Muasır Nizamlara Göre İktisat Prensipleri, s, 118 [372] Abdülkerim Zeydan İslam Hukukuna Giriş, s, 311 [373] Menna el-Kattan İslam’da Mülkiyet Nizamı, s, 21 [374] Müfredat, s, 20 [375] Alusi, II, 69 [376] Gazali, İhya, II,92 [377] Nur 24/ 26 [378] Muhammed Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi, s, 74 [379] Mevdudi, İslam’da Toprak Mülkiyeti, s, 50 [380] Ö.N. Bilmen, H. İslamiyye, V, 226 [381] Ö.N. Bilmen, H. İslamiyye, V, 435 [382] Hz. Ömer yabancıların mal ithal etmelerine istişare ederek izin verdi. Bak, Ebu Yusuf, K. Harac, s, 221 [383] Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, K. El-Emval, s, 708, No: 1643–1661 [384] Elmalılı, VI, 4820 [385] Ebu Yusuf, K. Harac, s, 198; Yahya b. Âdem, K. Harac, s, 64–66, No: 216–225; Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, K. El-Emval, s, 706, No: 1634 [386] Ebu Yusuf, K. Harac, s, 220 [387] Elmalılı, I, 679 [388] Kamus, III, 1174 [389] Nisa 4/ 29 [390] Elmalılı, II, 1343 [391] Elmalılı, II, 1341 [392] Kamus, IV, 957 [393] Muhammed b. Abdurrahman, Telhis, s, 103 [394] Razi, V, 118 [395] İbn Mace, Ahkâm, 2, No: 2313 [396] Reşid Rıza, II, 199 [397] İbn Abidin, IV, 296 [398] Ebu Yusuf, K Harac, s, 30; Mevdudi İslam’da Hükümet, s, 431 [399] Kamus, IV, 244 [400] Müfredat, s, 126 [401] Serahsi, Mebsut, XVI, 76 [402] Mevlana Şibli, İslam Tarihi Asrı Saadet, II, 652 [403] Elmalılı, II, 1353 [404] Nisa 4/ 35 [405] Müfredat, s, 127 [406] Serahsi, Mebsut, X, 5 [407] Bak, Müfredat tercümesi, II, 510 [408] Kamus, IV, 75 [409] Razi, V, 157 [410] Müfredat, s, 442 [411] Razi, V, 156 [412] Bakara 2/ 259, 261; Enfal 8/ 65; Nur 24/ 2; Saffat 37/ 147 [413] Bakara 2/ 96; Enfal 8/ 9; Kadr 97/ 3 [414] Enfal 8/ 65 [415] Enfal 8/ 65 [416] Enam 6/ 160 [417] Tekvir 81/ 4 [418] Maide 5/ 89 [419] İbn Hacib, el-Kafiye, s, 73 [420] Tekvir 81/ 4 [421] Kamus, I, 1156 [422] Bakara 2/ 197 [423] Ebu Davud, Hac, 4, No: 1730; Razi, V, 169 [424] Hüseyin Cisri Efendi, Risale-i Hamidiyye, s, 239 [425] Alusi, II, 86 [426] Sarf Bina, s, 218 [427] Yusuf 12/ 47 [428] İbn Arabî, Ahkâm-ül Kuran, I, 136 [429] Ebu Davud, Menasik (Hac), 5, No. 1731–1735 [430] Kamus, IV, 959 [431] Müfredat, s, 172 [432] Alusi, II, 94 [433] Reşid Rıza, IV, 244 [434] Tevbe 9/ 105; Müminun 23/ 51 [435]
Bakara 2/ 200–201; Ali İmran 3/ 22; İbrahim 14/ 3; Nahil 16/ 107 [436]
Kamus, IV, 1223 [437] Müfredat, s, 233 [438] Şükrü Baban, İktisat Dersleri, s, 37 [439] Şükrü Baban, İktisat Dersleri, s, 12 [440] Alusi, II, 95; Reşid Rıza, II, 248 [441] Müfredat, s, 379 [442] Kamus, III, 1138 [443] Müfredat, s, 544 [444] Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Karl Marks, s, 203 [445] Muhammed Kutup, İslam’ın Etrafındaki Şüpheler, s, 40 [446] Müfredat, s, 112 [447] Kamus, I, 647 [448] Mesela Ezheri gibi. Reşid Rıza, II, 248 [449] Bakara 2/ 221 [450] Kamus, III, 1293 [451] Kadı Beyzavi, I, 148 [452] Kamus, IV, 338 [453] Kamus, IV, 337 [454] Alusi, II, 98 [455] Kamus, III, 1351 [456] Bakara 2/ 177, 189, 217, 222; Furkan 25/ 57; Lokman 31/ 25; Zariyet 51/ 19; Duha 93/ 10, [457] Razi, VI, 23 [458]
Üslûb-ul Hakîm: Edebî sanatlardan biridir. Sorulan bir suale, soranın halini nazara
alarak başka bir sual gibi telâkki edip, ona göre cevap vermek demektir. [459] Alusi, II, 106 [460] Razi, VI, 23 [461] Bakara 2/ 262, 270; Sebe’ 34/ 39 [462] Sebe’ 34/ 39 [463] Metin Kutal, Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 271, 854 [464] Mevdudi, Riba, s, 87 [465] İbn Abidin, II, 644 [466] Abdulvahhab Şarani K. Mizan, II, 133; Abdurrahman ed-Dımışki, Rahmet-ül Ümmeh Fi İhtilaf-il Eimme, II, 126 [467] Bakara 2/ 233, 273; Ali İmran 3/ 134; Nisa 4/ 36; Nahl 16/ 90; İsra 17/ 26; Rum 30/ 37; Yasin 36/ 47; Münafikun 63/ 9; Talak 65/ 7 [468] Buhari, Zekât 28; Müslim, Zekât 57, (1010); Nesai,
Cihad 45, (6, 48–49); Buhari, Nafakat 1, İman 41; Müslim, Zekât 48, (1002); Nesai,
Zekât 60, (5, 69); Tirmizi, Birr 42, (1966). [469] Yusuf Karadavi, Fakirlik Problemi, s, 23 [470] Bak, Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye II, 514–517 [471] Kasani, IV, 15; Merğınani, Hidaye, II, 30; İbn Abidin, II, 643 [472] Hz. Peygamber kendisi bizzat devlet ve hükümet başkanı olması hasebiyle Kurandaki bazı resul kelimeleri ile Hz. Peygambere yöneltilmiş bazı hitaplardan hükümete işaret edilmiş olduğunu çıkarabiliriz. Bak, Mevdudi, İslam’da Hükümet, s, 420–460 [473] Ebu Yusuf, K. Harac, s, 91; Ebu Davud, Büyu-Ticaret, 15, No: 3450–3451; İbn Mace, Ticarat, 27, No: 2200–2201 [474] Nisa 4/ 6; Enam 6/ 141; Araf 7/ 31; Furkan 25/ 67 [475] Razi, VI, 25 [476] İbrahim Fadıl, İktisat, s, 59 [477] İbrahim Fadıl, İktisat, s, 65; Turhan Feyzioğlu, Umumi İktisada Giriş, s, 95 [478] Feridun Ergin Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 411 [479] Feridun Ergin Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 411 [480] Dr. A. Galwash E.I. Diyanet Dergisi, 11/4 s, 229 [481] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 39 [482] Turhan Feyzioğlu, Umumi İktisada Giriş, s, 95; Yüksel Ülken, Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 302 [483] Muhammed Fazlurrahman el-Ansari, Komünizme Karşı İslam, s, 14; Maruf Devalibi, Marksizm ve Kapitalizm Karşısında İslam, s, 26–27; Muhammed Ebu Zehra İslam’da Sosyal Dayanışma, s, 38 [484] Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, I, 92–93 [485] Maide 5/ 90; Müslim, Müsâkât, 67; bk. Buhari, Megâzî, 51; Büyu, 105, 112; Müslim, Büyu, 93; Fer', 8; İbn Mace, Ticarat, 11; Tirmizî, Büyû', 59; İbn Mace, Eşribe, 6 [486] Süleyman Karagülle, İktisat İlmi Görüşler ve İslamiyet, s, 40 [487]
Maide 5/ 90 [488]Bakara
2/ 219; Maide 5/ 90 [489]
Bak, İslam Ansiklopedisi ve Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedileri, kumar maddesi. [490]
Zemahşeri, Keşşaf, I, 261 [491]
Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 190 [492]
Araf 7/ 31 [493]
Maide 5/ 87 [494]
Sabahaddin Zaim, Modern İktisat ve İslam, İslam Düşüncesi, sayı:5, s, 324,
Nisan–1968 [495]
Bakara 2/ 264; Nisa 4/ 38, ayrıca israf konusunda bak, M. A. Manan, İslam Ekonomisi, s,
125–133; Sait Çekmegil, İktisat Anlayışımız, s, 63–65 [496]
İbn Kayyim el-Cevziyye, İ’lam-ül Muvakkiin I, 86; Mevlana Şibli, Asr-ı Saadet, IV,
363 [497]
Bakara 2/ 3, 195; Araf 7/ 10; Hud 11/ 6; İbrahim 14/ 31; Zariyat 51/ 58; Hadid 57/ 7;
Talak 65/ 7 [498] Müslim, Lukata, 4, No: 1728 [499] Bilhassa hicret olayından bak, İbn Hişam, es- Siret-ün Nebeviye, II, 112–150; Mevlana Şibli, I, 308 [500]Müslim, Lukata, 4, No: 1728 [501] İbn Kesir, I, 252 [502] Razi, VI, 26 [503] Reşid Rıza, II, 313 [504] Elmalılı, I, 758 [505] Razi, VI, 34 [506] Savaş hakkında bilgi için bak, İbn Haldun, Mukaddime, II, 37–57 [507] Bakara 2/ 179 [508] Kamus, IV, 712 [509] Kamus, II, 305 [510] Elmalılı, I, 761 [511] Elmalılı, I, 761 [512] Razi, VI, 40 [513] Kamus, II, 769; Elmalılı, I, 764 [514] Müfredat, s, 552 [515] Elmalılı, I, 764 [516] Kamus, IV, 510 [517] Kamus IV, 165 [518] Razi, VI, 47 [519] Razi, dipnot, VI, 47 [520] Elmalılı, I, 766 [521] Razi, VI, 46 [522] Ayni, Umdet-ül Kari, XVIII, 208; Kamil Miras, Tecrid-i Sarih, XI, 96 [523] Ayni, XVIII, 208 [524] Elmalılı, I, 765 [525] Maide 5/ 91 [526] Mustafa Reşid Belgesay, Kuran Hükümleri ve Modern Hukuk, s, 86 [527] Namık Zeki Aral, İslam Mecmuası, c,8, sayı:6, Mart–1965 [528] Mehmet Vehbi, Ahkâm-ı Kuraniye, s, 442 [529] İstanbul Defterdarı, Milliyet Gazetesi, 12.11.1964 [530] Kumar hakkında bak, Reşid Rıza, II, 330; Elmalılı, I, 764; Karadavi, Helal Haram, s, 322; İslam Ansiklopedisi [531] Nahl 16/ 89 [532] Enam 6/ 59 [533] Enam 6/ 38 [534] Molla Hüsrev, Mirat, s, 10 [535] Zerkani, Menahil-ül İrfan, II, 247 [536] Reşid Rıza, II, 332 [537] Hayreddin Karaman, Fıkıh Usulü, s, 70–71 [538] Enam 6/ 59; Nahl 16/ 89; Bilgi için bak, Keşf-u Pezdevi, III, 990 [539] Keşf-u Pezdevi, I, 213 [540] Büyük Haydar Efendi, Usul-ü Fıkıh, s, 222 [541] Fatiha Suresi 1/ 3 [542] Tirmizi, Hudud, 15, No: 1444 [543] Kasani, VII, 39; Hidaye, II, 82; Dürer, II, 86; İbn Abidin, III, 162 [544] Kasani, VII, 39 [545] Molla Hüsrev, Dürer, II, 87 [546] Mustafa Reşid Belgesay, Kuran Hükümleri ve Modern Hukuk, s, 86 [547] Kamus, IV, 1082 [548] Kazi Beyzavi, I, 236 [549] Ebu Davud, Zekât, 6, No: 1586–1589; Nesai, V, 31 [550] Buhari, Zekât, 41; Tirmizi, Zekât, 6, No: 625 [551] Reşid Rıza, II, 337 [552] Elmalılı, I, 958 [553] Seyyid Sabık, Fıkhü’s Sünneh, I, 341 [554] Seyyid Sabık, Fıkhü’s Sünneh, I, 335 [555] Bunların dışında başka çeşit bir vergi almak, nemalanma: üreme kuralına aykırı olur. [556] Nema hakkında bilgi için bak, Kasani, Bedayi’, II, 11 [557] Molla Hüsrev, Mirat, s, 238; Büyük Haydar Efendi, Usul-ü Fıkıh Dersleri, s, 360 [558] Razi, VI, 50 [559] Nisa 4/ 10 [560] Enam 6/ 152 [561] İsra 17/ 34; Fecr 89/ 17 [562] Ebu Davud, Vesaya, 6, No: 2871 [563] Razi, VI, 50 [564] Razi, VI, 51 [565] Razi, VI, 51 [566] Nisa 4/ 6 [567] Nisa 4/ 3, 127 [568] Yetimlerin bakılması konusunda fıkıh kitaplarının hıdâne bahsine bak. Kasani, IV, 40; Merğınani, Hidaye, II, 28; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, II, 425 [569] Kamus IV, 1199 [570] Kettani, Nizam-ül Hükümet-ün Nebeviye, II, 30 [571] Bakara 2/ 233 [572] Ebu Davud, Talak, 34, No: 2276–2280 [573] Hayreddin Karaman, İslam Hukuku, s, 344 [574] Kamus, I, 647 [575] Razi, VI, 71 [576] Razi, VI, 71 [577] Molla Hüsrev, Mirat, s, 234 [578] Bakara 2/ 233 [579] Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 113 [580] Bakara 2/ 229 [581] Mecelle, Madde, 88 [582] Kamus, IV, 1245 [583] Kamus, I, 59 [584] Bakara 2/ 232 [585] Nisa 4/ 3 [586] Ebu Davud, Hudud, 26, No: 4462–4463; İbn Mace, Hudud, 12, No: 2561–2563 [587] Alusi, II, 134 [588] Reşid Rıza, II, 378 [589] Ahkaf 46/ 15 [590] Bakara 2/ 237 [591] Evliliği sona eren bir kadının yeniden evlenebilmesi için beklemesi gereken süreye İslam hukukunda iddet, derler. [592] Merğınani, Hidaye, IV, 3; Kuduri, s, 104; Molla Hüsrev, Dürer, II, 2 [593] Maide 5/ 12; Hadid 57/ 11; Teğabün 64/ 17; Müzzemmil 73/ 20 [594] Razi, VI, 166 [595] Molla Hüsrev, Mirat, s, 121; Ö.N. Bilmen, H.İslamiyye, I, 82 [596] Beyzavi, I, 252 [597] Kamus, II, 1292 [598] Kamus, II, 1293 [599] Bak, Merğınani, Hidaye, III, 147 [600] M. A. Mannan, Faizsiz Banka, s, 31–32; İhsanullah Han, İslam ve Komünizm, s, 11; Namık Zeki Aral, Türkiye İktisat Gazetesi, 28 Mart 1963 [601] Bakara 2/ 275, 276, 279, Ali İmran 3/ 130; Nisa 4/ 161: Rum 30/ 39 [602] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 444 [603] İbn-ül Kayyim el-Cevziyye, İ’lam-ül Muvakkiin II, 10 [604] Elmalılı, VI, 4738 [605] İslam Ansiklopedisi, I, 572 [606] Elmalılı, VI, 4738 [607] Muhammed b. Abdurrahman, Telhis, s, 17 [608] Harun Han Şirvani, İslam’da Siyasi Düşünce ve İdare, s, 179 [609] Molla Hüsrev, Mirat, s, 312 [610] Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 131 [611] Mahmud Ebussuud, İslam İktisadının Esasları, s, 74–75; Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İslam, s, 28 [612] Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İslam, s, 28; İslam’a Giriş, s, 199; Mevlana Şibli, İslam Tarihi, V, 115 [613] Seyyid Süleyman Nedvi, Eser ve Müellifin Takdimi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 12 [614] Malik, Muvatta’, Kırâz, 1 [615] Tevbe 9/ 60 [616] Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 120 [617] Razi, VI, 168 [618] Alusi, II, 162 [619] Razi, VI, 168 [620] Elmalılı, VI, 4738 [621] Bakara 2/ 245 [622] Elmalılı VI, 5014; Kehf 18/ 94; Enbiya 21/ 96 [623] Enfal 8/ 25 [624] Reşid Rıza, II, 467 [625] Paul A. Samuelson, İktisat, s, 255; Feridun Ergin, İktisat, s, 142 [626] Razi, VI, 172; Alusi, II, 167 [627] Elmalılı, I, 860–867 [628] Yunus 10/ 99; Kehf 18/ 29; Şuara 26/ 4 [629] Razi, VII, 44 [630] Reşid Rıza, III, 59 [631] Muslihiddin Mustafa bin Şemseddin, Ahter-i Kebir, s, 479 [632] Kamus, III, 1354 [633] Tevbe 9/ 60 [634] Tevbe 9/ 111 [635] Muhammed Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi, s, 132 [636] Bak, bilgi için, Beyzavi Haşiyesi, Kazruni, I, 105 [637] Bakara 2/ 256; Elmalılı, I, 869 [638] Muhammed Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi, s, 139 [639] Bakara 2/ 217; Maide 5/ 54; İbn Abidin, III, 383 [640] Ebu Davud, Hudud, 1, No: 4351–4355 [641] Yahya b. Âdem, Kitab-ül Harac, s, 129, No: 427–433 [642] Bakara 2/ 267 [643] Ali İmran 3/ 179; Nisa 4/ 2; Maide 5/ 100; Enfal 8/ 37; Nur 24/ 26 [644] Kamus, I, 650 [645] Kamus, I, 360 [646] Elmalılı, I, 910 [647] Ali Himmet Berki, Hukuk Tarihinden İslam Hukuku, s, 44 [648] İbn Teymiye, el-Hisbe Fi’l-İslam, s, 3 [649] Mevlana Şibli, İslam Tarihi, I, 639 [650] Mevlana Şibli, İslam Tarihi, I, 639 [651] Müslim, İman, 43, No: 164 (102); Tirmizi, Büyu, 74, No: 1315; Ebu Davud, Büyu, 16, No: 3452 [652] Ahmed b. Muhammed, Kuduri, s, 52 [653] Nisa 4/ 29 [654] Muhammed Ebu Zehra, Ebu Hanife, s, 339 [655] Merğınani, Hidaye, III, 27; Kasani, Bedayi, V, 273; İbn Abidin, IV, 71 [656] Kamus, I, 470 [657] İbn Abidin, IV, 3 [658] Ahmed Cassas, Ahkâm-ül Kuran, I, 123 [659] Pezdevi, Keşf-ü Pezdevi, I, 123 [660] Molla Hüsrev, Mirat, s, 38 [661] Pezdevi, Keşf-u Pezdevi, I, 125 [662] Mevdudi, İslam’da Hükümet, s, 470 [663] Buhari, Hac, 132; Müslim, Birr, 10, No: 32; Tirmizi, Birr, 18; Mevlana Şibli, İslam Tarihi, I, 509 [664] Elmalılı, I, 948 [665] Yahya b. Âdem, Kitab-ül Harac, s, 129, No: 427 [666] Memduh Yaşa, Gelir Vergisi, Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 345 [667] Ebu’l-Hasan el-Maverdi, Ahkâm-üs Sultaniye, s, 119; Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 95 [668] Beş vesk bin kg. eder. Bak, Yunus Vehbi Yavuz, İslam’da Zekât Müessesesi, s, 120 [669] İbn Melek, Menar, s, 204 [670] Ebu Davud, Zekât, 5, No: 1572; İbn Mace, I, 570, no: 1790 [671]
Molla Hüsrev, Mirat, s, 298 [672]
Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 95, 218: Merğınani, Hidaye, I, 68; Selim A. Sıddîkî,
İslam Devletinde Mali Yapı, s, 31–32 [673]
Salih Tuğ, İslam’da vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, s, 69 [674]
Ebu Davud, Zekât, 5, No: 1572 [675]
Ebu Yusuf, K. Harac, s, 96 [676]
Elmalılı, II, 910; Selam A. Sıddîkî, İslam Devletinde Mali Yapı, s, 32 [677]
Molla Hüsrev, Dürer, I, 175 [678] Ebu Yusuf, K. Harac, s, 162; Ebu Davud, Büyu, 26, No: 3477; [679] İbn Mace, Ruhun, 17, No: 2472–2474 [680] Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 111 [681] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 274 [682] Nahl 16/ 12 [683] Casiye 45/ 13 [684] Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 160–161 [685] Süleyman Karagülle, İslamiyet ve Ekonomik Doktrinler, s, 49 [686] İsa Abduh, Mefahimün İktisadiyyetün: er-Riba, s, 50 [687] Mahmut Ebussuud, İslam İktisadının Esasları, s, 121; M.A. Mannan, İslam Ekonomisi, s, 198 [688] Necm 53/39 [689] İbrahim Fadıl, İktisat, s, 161 [690] Kuduri, s, 83; Kasani, Bedayi, VI, 79 [691] Mecelle, madde, 88 [692] Mahmut Ebussuud, İslam İktisadının Esasları, s, 121 [693] Tirmizi, Ahkâm, 39, No: 1380–1381; Ebu Davud, Büyu, 30, No. 3389–3393 [694] Ebu Yusuf, K.Harac, 151 [695] Muhammed Abdullah el-Arabî, İslam Mecmuası, III, 36; sayfa 360, Eylül 1960 [696] Ali Himmet Berki, Türk Yurdu, s, 14, Ocak 1961 [697] Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Çalışma e Emek Sosyolojisi, Türk Yurdu, s, 9, Nisan 1961 [698] Serahsi, Mebsut, XV, 80; Kasani, Bedayi, IV, İbn Rüşd, Bidayet-ül Müctehid, II, 219; İbn Abidin, V, 2 [699] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, VI, 156 [700] Kasas 28/ 27 [701] Kasas 28/ 25 [702] Kehf 18/ 77 [703] Talak 66/ 6 [704] Zuhruf 43/ 32 [705]
Şevkani, Neyl-ül Evtar, V, 316 [706]
Muhammed Fazlurrahman Ansari, Komünizme Karşı İslam, s, 24–25 [707]
Kamus, IV, 6538 [708]
Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 143; Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, Kitab-ül Emval, s,
556–558, No: 1094–1105 [710] Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, Kitab-ül Emval, s, 634–643; Hidaye, I, 78; Dürer, I, 186; Ö.N. Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, IV, 79 [711] Kamus, II, 1283 [712] Müfredat, s, 366 [713] Kamus, II, 1284 [714] Buhari, Büyu, 71; Müslim, Büyu, 21; Ebû Dâvud, Büyu, 45, N0: 2436–2437; Tirmizi, Büyu, 12, No: 1220–1221; İbn Mace, Ticarat, 16, No: 2178–2180 [715] Bak, Kamil Miras, Tecrid Sarih, VI, 458, 472–477 [716] İbn-ül Kayyim el-Cevziyye, et-Turuk-ul Hukmiyye, s, 283 [717] Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, II, 29 [718] Merğınani, Hidaye, III, 27 [719] Nisa 4/ 29 [720] İbn-ül Kayyim, İ’lam-ül Muvakkiin, I, 349 [721] Bakara 2/ 29 [722] Molla Hüsrev, Dürer, II, 160 [723] Müfredat, s, 366 [724] Kamus, [725] Razi, VII, 64; Reşid Rıza, III, 74 [726] Elmalılı, I, 915 [727] Alusi, Ruh-ul Meani, III, 41 [728] Elmalılı, I, 930 [729] Kamus, IV, 871 [730] Müfredat, s, 40 [731] Kamus, IV, 871 [732] Kamus, IV, 552 [733] Ebu Bekir Ahmed b. Ali el-Cassas, Ahkâm-ül Kuran, III, 124 [734] Kamus, III, 910 [735] Maverdi, Ahkâm-us Sultaniye, s, 113 [736] Tirmizi, Zekât, 6, 12, No: 649 [737]
Bakara 2/ 264–265 [738]
Bakara 2/ 264–265 [739]
Molla Hüsrev, Mirat, s, 321 [740]
Keşf-u Pezdevi, IV, 1357; Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s, 170–220; M.
A. Lahbabi, İslam Şahsiyetçiliği, s, 13 [741]
Cahit Oğuzoğlu, Roma Hukuku, s, 129 [742]
Bakara 2/ 123, 233, 286; Ali İmran 3/ 161 [743]
Hud 11/ 73; Kasas 28/ 12; Ahzab 33/ 33 [744]Şuara
26/ 214; Tevbe 9/ 24; Mücadele 58/ 22 [745]A’raf
7/ 96–98; Kahf 18/ 77; Ankebut 29/ 31, 34; Haşr 59/ 7 [746]
A’raf 7/ 27; Hucurat 49/ 13 [747]
Ali İmran 3/ 196; A’raf 7/ 57, 58; Bakara 2/ 126; Furkan 25/ 49; Fecr 89/ 8,11; Sebe
34/ 15 [748]
Hucurat 49/ 13 [749]
Tevbe 9/ 101, 120; Hıcr 15/ 67 [750]Nisa
4/ 90; A’raf 7/ 109; Tevbe 9/ 70; Kasas 28/ 76 [751]
Pezdevi, IV, 1357 [752]
Hud 11/ 73; Kasas 28/ 12; Ahzab 33/ 33 [753]
Şuara 26/ 214; Tevbe 9/ 24; Mücadele 58/ 22 [754] Şuara 26/ 214 [755] Elmalılı, V, 3647 [756] Tevbe 9/ 24 [757] Müfredat, s, 335 [758] Cemal Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz, II, 15 [759]
A’raf 7/ 96–98; Kahf 18/ 77; Ankebut 29/ 31, 34; Haşr 59/ 7 [760] A’raf 7/ 27; Hucurat 49/ 13 [761]
Ali İmran 3/ 196; A’raf 7/ 57, 58;
Bakara 2/ 126; Furkan 25/ 49; Fecr 89/ 8,11; Sebe 34/ 15 [762] Hucurat 49/ 13 [763]
Tevbe 9/ 101, 120; Hıcr 15/ 67 [764][764]
Nisa 4/ 90; A’raf 7/ 109; Tevbe 9/ 70, 101; Kasas 28/ 76; Hud 11/ 89 [765]
Hud 11/ 89 [766] A’raf 7/ 109; A’raf 7/ 148; Hac 22/ 42; 43; Duhan 44/ 37 [767] Enfal 8/ 72 [768] Alusi, XIX, 134 [769] Nisa 4/ 36 [770] Süleyman Karagülle İslam’da Anayasa Denemesi [771] Kamus, IV, 499 [772] Kamus, IV, 945 [773] Kamus, II, 610 [774]
Tevbe 9/ 60; İsra 17/ 26 [775] Alusi, III, 44 [776]
Bak, Gazali, İhya-i Ulumuddin, I,
225–229 [777]
M. A. Manan, İslam Ekonomisi, s, 288 [778]
Mecelle, 85, 87 ve 88. maddeler. [779]
Tirmizi, Büyu, 19, No: 1232–1235; İbn Mace, Ticarat, 20,
No: 2187- 2189 [780]
İbn Haldun, Mukaddime, II, 58 [781] Kamus, II, 1016 [782] Elmalılı, I, 938 [783] Razi, VII, 77; Reşid Rıza, III, 83 [784] Bakara 2/ 2 [785] Alusi, III, 45 [786] Kamus, IV, 753 [787] Razi, VII, 77 [788] Bakara 2/ 262, 272, 273 [789] Reşid Rıza, III, 83 [790] Tevbe 9/ 11 [791] Kasani, VII, 97 [792] Tevbe 9/ 123 [793] Muhammed Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi, s, 131 [794] Tevbe 9/ 122 [795] Merğınani, Hidaye, II, 100; Kasani, VII, 98; İbn Abidin, III, 218 [796] İbrahim Kafesoğlu, Selçuklular Tarifi, s, 147 [797] Enfal 8( 41 [798] Ebu Yusuf, K. Harac, s, 47 [799] Serahsi, Mebsut, X, 5 [800] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 306 [801] Merğınani, Hidaye, s, I, 77 [802] Kasani, Bedayi, II, 67; Ö.N. Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, IV, 103 [803] Kasani, Bedayi, II, 67 [804] Salih Tuğ, İslam’da Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, s, 60 [805] Buhar, Zekât, 65; Tirmizi, Zekât, 16, No: 642; Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, K.Emval, 467–475; Yahya b. Âdem, Kitab-ül Harac, s, 31, No: 76 [806] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, IV, 104 [807] Nisa 4/ 35; Enbiya 21/ 78 [808] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 180 [809] İbn-ül Kayyim el-Cevziyye, İ’lam-ül Muvakkıin, I, 85–86 [810] Kasani, VII, 3; İbn-ül Kayyim el-Cevziyye, et-Turuk-ul Hukmiyye, s, 4, 255; İbn Abidin, IV, 269; İbn Haldun, Mukaddime, I, 560–574; Ali himmet Berki, Hukuk Tarihinden İslam Hukuku, s, 36–55 [811] Kehf 16/ 19 [812] Ebu Davud, Akdıye, 29, No: 3632 [813] İbn Abidin, IV, 399 [814] Seyyid Sabık, Fıkh-us Sünneh, III, 230 [815] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, VI, 311–368 [816] Ahzab, 33/21; Mümtehıne 60/ 4, 6 [817] Kamus, IV, 860 [818]
İbrahim Kafesoğlu, Selçuklular Tarihi, s, 175 [819]
Hidaye, III, 147; Kasani, VI, 79; Dürer, II, 310 [821] Bakara 2/ 267 [822] Beyzavi, VII, 79 [823] Kamus, II, 610 [824] Ebu Ubeyd, s, 791 [825] Merğınani, Hidaye, I, 68 [826] Abdülkerim Zeydan, Ferd ve Devlet, s, 83 [827] Razi, VII, 79 [828] Tevbe 9/ 60; Nisa 4/ 8; Enfal 8/ 41; Haşr 59/ 7 [829] Ahter-i Kebir, s, 298 [830] Kamus, II, 257 [831]
Elmalılı, I, 941 [832]
Reşid Rıza, III, 87 [833]
Kamus, III, 1354 [834] Razi, VII, 80 [835] Kamus, III, 349 [836] Müfredat, s, 310 [837] Kamus, III, 1224 [838] Muhammed Ebu Zehre, Ebu Hanife, s, 83 [839] Razi, VII, 80 [840] Kamus, IV, 514 [841] Fetih, 48/ 29 [842] Razi, VII, 80 [843]
el-Kettânî, Abdülhay
b. Abdülkerim el-İdrisî, et-. Terâtibu'l-İdâriyy, I, 179; İbn Haldun
Mukaddime, II, 20; Hüseyin Heykel, Hz. Muhammed Mustafa, s, 355 [844] Kamus, III, 684 [845] Süleyman Karagülle, İslam’da Anayasa Denemesi, s, 28 [846] Kamus, III, 731 [847] Kamus, III, 731 [848] Nisa 4/ 58 [849] Nisa 4/ 6 [850] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 229; Ahmed Şelebi, es-Siyasetü ve’l İktisadü Fi’t Tefkiri’l İslami, s, 268 [851]
Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, II, 351; M. Hamidullah, İ. Peygamberi, II, 229 [852]
Mevlana Şibli, İslam Tarihi Asr-ı Saadet, , I, 529; IV, 48–49 [853] Serahsi, Mebsut, III, 19 [854]
Serahsi, Mebsut, III, 19; Taberi Tarihi, III, 417 [855]
Bedevi Abdüllatif İvaz en-Nizam-ül Mali el-Mukarin, s, 102 [856]
Hzine hakkında bak, M. A. Manan, İslam
Ekonomisi, s, 337; Hasan İbrahim Ali İbrahim, en-Nüzum-ül İslamiyye, s, 263; Mevlana
Şibli, Büyük slam Tarihi Asr-ı Saadet, IV, 350, 371; V, 173; Mevdudi, Hilafet ve
Saltanat, s, 214; İslamda Hükümet, 538; Selim a Sıddıki, İslam Devletinde Mali
Yapı, s, 160; İslam Ansiklopedisi, II, 59
[857] Elmalılı, I, 949 [858] Bak, Razi, VII, 84; Beyzavi, I, 267; Alusi, III, 47 [859]
Kamus, IV, 82 [860]
Müfredat, s, 506; Kamus, II, 729 [861]
Müfredat, s, 507 [862]
Abdulvahhab Şarani, Kitab-ül Mizan, I, 123 [863]
Müfredat, s, 228 [864] Kamus, II, 389 [865]
İnsan 76/ 11 [866]
Kamus, II, 387 [867]
Kamus, IV, 693 [868]
Müfredat, s, 345 [869]
Kasani, II, 6; Seyyid Sabık, I, 402 [870] Elmalılı, I, 943–949 [871] Muhammed b. Abdurrahman, Telhis, s, 10 [872] Buhari, Zekât, 1 [873] Muhammed b. Abdurrahman, Telhis, s, 77 [874] Razi, VII, 84 [875] Bakara 2/ 274, 275 [876] Elmalılı, I, 974 [877] İbn Abidin, IV, 188 [878] Merğınani, Hidaye, III, 49; Molla Hüsrev, Dürer, II, 189 [879] Kamus, III, 1154; Ahter-i Kebir, s, 81 [880] Elmalılı, I, 949 [881] Muhammed Ebu Zehre, İslam’da Sosyal Dayanışma, s, 85 [882] Sabahaddin Zaim, Ders Notları, s, 21 [883] Fatiha 1/ 1 [884] Kamus, IV, 971 [885] Elmalılı, I, 952 [886] Muhammed Kutup İslam’ın Etrafındaki Şüpheler, s, 186 [887]
M. Hamidullah, Modern İktisat ve İslam, s, 26 [888]
Kureşî Enver İkbal, Faiz Nazariyesi ve İslâm, (çev: Salih Tuğ),
İstanbul–1966, s, 57 [889]
İbn Mâce Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî (207/820–275/888)', es-Sünen,
II, 765, No: 2279 [890]
ez-Zebîdî Zeynü'd Dîn Ahmed b. Abdü'l Latîf (v. 893/1487) Tecrîd-i Sarih Tercümesi
(çev: Ahmed Naim, Kamil Miras), Ankara–1961–1972, VI, 386 [891] Bakara 2/ 275 [892] İbn Abidin, V, 2 [893] Serahsi, Mebsut, XV, 75 [894] Bu konuda bak, Seyyid Sabık, Fıkhüssünneh, III, 177–195; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, VI, 160–243; Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 91–96; Muhammed Ebu Zehre, İslam’da Sosyal Dayanışma, s, 85–88 [895] Fahreddin Kerim Gökay, Sinir Hastalıkları Nöroloji, s, 228–241; Edip Aktin, Nöroloji, IV, 198–222 [896] Paul A. Samuelson, İktisat, s, 665, 803; Mahmut Koloğlu, Ekonomi Dersleri, s, I, 93; Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 40; Mahmud Ebussuud, İslami İktisadın Esasları, s, 40 [897] Kamus, III, 195 [898] Kamus, III, 195 [899] Mehmet Vehbi Çelik, Hulasat-ül Beyan, III, 909 [900] Müfredat, s, 67 [901] İbn Hişam, III, 330; Ali Himmet Berki-Osman Keskioğlu, Hz. Muhammed, ı, 146, II, 367 [902] Bakara 2/ 198; Hacc 22/ 27–28; Cuma 62/ 10 [903] Hacc 22/ 40 [904] İbn Abidin, IV, 3 [905] Merğınani, Hidaye, III, 169 [906] Kasani, V, 133; Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 55 [907] Merğınani, Hidaye, III, 164; Molla Hüsrev, Dürer, II, 217 [908] Kamus, IV, 971 [909] Buhari, Büyu, 76–79;Ebu Davud, Büyu, 11, No. 3348–3349; Tirmizi, Büyu, 23, No: 1240 [910] Paul A. Samuelson, İktisat, s, 641 [911] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 641 [912] Bak, Razi, VII, 95; Elmalılı, I, 958–968; Muhammed İsmail, İslam ve Çağdaş Ekonomik Doktrinler, s, 131; Seyyid Kutup İslam’da Sosyal Adalet, s, 306 [913] Beyzavi, I, 267 [914] Muhammed b. Abdurrahman, Telhis, s, 112 [915] Elmalılı, I, 958 [916] İbn Abidin, IV, 171; Seyyid Sabık, Fıkhüssünneh, II, 144 [917] Merğınani, Hidaye, III, 147 [918] Mahmud Ebussuud, İslami İktisadın Esasları, s, 42 [919] Mevdudi, er-Ribâ, s, 82 [920]
Mevdudi, er-Riba, s, 82 [921] Sezai Karakoç, İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü, s, 47; Maruf Devalibi, Marksizm ve Kapitalizm Karşısında İslam, s, 20; Muhammed İsmail, İslam ve Çağdaş Ekonomik Doktrinler, s, 57 [922] Kamus, IV, 84 [923] Enbiya 21/ 52 [924] Muslihiddin Mustafa bin Şemseddin Karahisârî, Ahter-i Kebir, s, 931 [925] Muhammed b. Abdurrahman, Telhis, s, 87 [926] Alusi, III, 50 [927] Elmalılı, I, 962 [928] Kamus, III, 1259 [929] Mevdudi, er-Ribâ, s, 78–87 [930] Kamus, III, 1243 [931] Müfredat, s, 128 [932] Taha, 20/ 27 [933] Yusuf Karadavi, İslam’da Helal ve Haram, s, 15 [934] Kamus, IV, 230 [935] Kamus, IV, 233 [936] Yusuf Karadavi, İslam’da Helal ve Haram, s, 15 [937]
Bak, Sarf Cümlesi, Bina, s, 215 [938]
Nisa 4/ 29 [939]
Taftazani, Şerh-u Taftazani Ala Metn-il Akaidi, s, 119 [940]
Zümer 39/ 7 [941]
Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 214 [942]
Serahsi, XVI, 74 [943]
Mevdudi, er-Ribâ, s, 14 [944] İbn Mace, Ticarat, 58: No: 2278; Nesai, Büyû', 2 [945] İbn Mace, Ticarat, 58, No: 2275 [946] İbn Abidin, IV, 143 [947] İmam Gazali, İhya, II, 68; Ebussuud Efendi Fetvaları, s, 143; Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 52; Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İslam, s, 25–34; Yusuf Karadavi, İslam’da Helal ve Haram, s, 280–285 [948] Kamus, III, 178 [949] Kamus, IV, 1309 [950] Elmalılı, I, 962 [951] Razi, VII, 93 [952] Bakara 2/ 278–279 [953] Kamus, III, 1007 [954] Kamus, III, 1006 [955] Ali İmran 3/ 141 [956] Kamus, IV, 1175 [957] Beyzavi, I, 268 [958] Elmalılı, I, 969 [959] Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 57 [960] Muhammed Ebu Zehre İslam’da Sosyal Dayanışma, s, 169 [961] Ahmed Muhammed Cemal, İslam İktisadının Üstünlüğü, s, 52; Muhammed Kutup, İslam’ın Etrafındaki Şüpheler, s, 186 [962] Ebu’l Hasen Ali Haseni Nedvi, Dört Rükün, s, 136 [963] Mahmut Koloğlu, Ekonomi Dersleri, I, 93 [964] Kamus, III, 910 [965] Ebu’l-Hasan el-Maverdi, Ahkâm-üs Sultaniye, s, 113 [966] Alusi, III, 52 [967] Razi, VII, 95 [968] Bakara suresi 2/ 271. ayetin tefsirine bak. [969] Selim A. Sıddîkî, İslam Devletinde Mali Yapı, s, 157 [970] Fahrul İslam Pezdevi, III, 949 [971] Elmalılı, VII, 5438 [972] Tahir-ul Mevlevi, Müslümanlıkta İbadet Tarihi, s, 128; Kamil Miras, Tecrid-i Sarih, V, 34–35; Ebu’l Hasen Ali Haseni Nedvi, Dört Rükün, s, 116 [973] Miladi 632 yılında [974]
Bakara 2/ 278 [975]
Miladi 630 yılında [976]
İbn Kesir, I, 328; Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, Kitab-ül Emval, s, 276, No: 506; Mevlana
Şibli, Asrı Saadet, I, 356 [977] İbn Kesir, I, 328 [978] Kamus, I, 188 [979]
Razi, VII, 98 [980]
Reşid Rıza, III, 101 [981]
Kamus, IV, 165 [982]
Beyzavi, I, 268 [983]
Muhammed b. Abdurrahman, Telhis, s, 31 [985] Beyzavi, I, 268 [986] Reşid Rıza, III, 102 [987] Alusi, III, 53 [988] Reşid Rıza, III, 102 [989] Alusi, III, 53 [990] Elmalılı, I, 971 [991] Alusi, III, 53 [992] Reşid Rıza, III, 103 [993] Beyzavi, I, 269 [994] Müfredat, s, 315 [995] Necm 53/ 39 [996] Müfredat, s, 552 [997] Beyzavi, I, 269 [998] Bak, Bakara 2/ 103, 267 [999] Molla Hüsrev, Mirat, s, 153 [1000] Halil Esat, Hulasat-üş Şüruh, s, 435 [1001] Halil Esat, Hulasat-üş Şüruh, s, 434 [1002] Elmalılı, I, 979 [1003] Elmalılı, I, 979 [1004] Razi, VII, 108; Elmalılı, I, 979; Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, III, 146 [1005] Ömer Nasuhi bilmen, Hukuk-ı İslamiyye Kamusu, VI, 95 [1006] Bakara 2/ 245 [1007] Bak, Razi, VII, 108 [1008] Ömer Nasuhi bilmen, Hukuk-ı İslamiyye Kamusu, VI, 95 [1009] Bakara 2/ 245 [1010] Bak, Bakara 2/ 245 [1011] Sarf Cümlesi Bina, s, 219 [1012]
Buhari Feraiz 4 15 25 Kefalet 5 İstikraz 11 Tefsir Ahzab 1 Nafakat 15 Müslim Feraiz 16 (1619); Tirmizi Feraiz 1 (2091) Cenaiz 69 (1070); Ebu Davud Harac 15 (2955). [1013]
Ebu Ubeyd Ksım b. Sellam, Kitab-ül Emval, s, 315, No: 542 [1014]
Ömer Nasuhi Bilmen Hukuk-ı İslamiyye, VI, 95 [1015]
Razi, VII, 109 [1016]
Poliçe: Havale senedi: Mesela bir kimsenin belli zamanda ve muayyen bir şahıs emrine
miktarı belli bir meblağ ödenmek üzere diğer bir kimseye hitaben yazdığı
mektuptur. Bir kimsenin bulunduğu mahalde aldığı veya verdiği parayı diğer mahalde
teslim i’tâ olunmak ya da alınmak üzere oradaki ortağına, kendi adamına
gönderdiği borç senedidir. Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, s,
470 [1017]
Bono: Bir kimsenin diğer bir kimseye veya onun emir ve havalesine, belirlenen vadede
belirli bir tutarı ödeme taahhüdünü içeren, özel biçim ve hükümlere tabi olan
ticari bir senet, emre muharrer senettir. Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri
Sözlüğü, s, 61 [1018]
Tevbe 9/ 98; Tur 52/ 40; Kalem 68/ 46 [1019]Molla
Hüsrev, Mirat, s, 148 [1020] Razi, VII, 109 [1021] İbn Haldun, Mukaddime, I, 572; Ali Himmet Berki, Hukuk Tarihinden İslam Hukuku, s, 46 [1022] Alusi, III, 55 [1023] Alusi, III, 55 [1024] Alusi, III, 55 [1025] Alusi, III, 55 [1026] Bakara 2/ 272. ayetin tefsirine bak. [1027] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, VIII, 152 [1028] Kamus, IV, 851 [1029] Bakara 2/ 34; Hıcr 15/ 31 [1030] Elmalılı, I, 986 [1031] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 74 [1032] M. Atiyye el-İbrâşî, İslam’da Eğitim ve Öğretim, s, 10 [1033] İbn Haldun, Mukaddime, II, 454; M. Atiyye el-İbrâşî, İslam’da Eğitim ve Öğretim, s, 80 [1034]
Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, II, 610–611 [1035]
Kamus, IV, 96 [1036]
Elmalılı, I, 980 [1037]
Kamus, IV, 96 [1038]
Elmalılı, I, 980 [1039]
Elmalılı, I, 980 [1040]
Bakara 2/ 194 [1041]
Beyzavi, I, 223 [1042]
Elmalılı, I, 980 [1043] Kamus, II, 877 [1044] Kamus, III, 814 [1045] İbn Abidin, II, 296 [1046] Elmalı, I, 980 [1047] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, I, 110 [1048] Molla Hüsrev, Mirat, s, 237; Hayreddin Karaman, Fıkıh Usulü, s, 62 [1049] Merğınani, Hidaye, III, 25; Molla Hüsrev, Dürer, II, 156 [1050] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, VI, 94 [1051] Merğınani, Hidaye, III, 27 [1052] Ahmed b. Muhammed, Kuduri, s, 52 [1053]
Muslihiddin Mustafa bin Şemseddin Karahisârî,
Ahter-i Kebir, s, 499 [1054] Kamus, IV, 811 [1055] Reşid Rıza, III, 122 [1056] Nisa 4/ 5; Mecelle, 958. Madde [1057] Kamus, III, 651 [1058] Kamus, III, 651 [1059] Reşid Rıza, III, 122 [1060] Beyzavi, I, 270 [1061] Reşid Rıza, III, 122 [1062] Bakara 2/ 272 [1063] Bakara 2/ 148 [1064] Kamus IV, 1223 [1065] İbn Abidin, II, 296 [1066] Abdülkadir Udeh, İslam Şeriatı, s, 62 [1067] Bak, Abdül-Hayy el-Fasi el-Kettani, et-Teratib-ül İdariyye, I, 2 [1068] Kamus, I, 1182 [1069] Kamus, I, 1180 [1070] Elmalılı, I, 981–982 [1071] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, VIII, 152; Mecelle, 1716–1726 maddeler. [1072] Alusi, III, 57; Reşid Rıza, III, 123 [1073] Merğınani, Hidaye, III, 85 [1074] Elmalılı, I, 982 [1075] Tirmizi, Rada, 4, No: 1151; Merğınani, Hidaye, III, 86 [1076] Kuduri, s, 175 [1077] Beyzavi, I, 270 [1078] Razi, VII, 112 [1079] Beyzavi, I, 270 [1080] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, II, 484 [1081]
Beyzavi, I, 270 [1082] Alusi, III, 58 [1083] İmam Birgivi, Nahiv Cümlesi, Izhar, s, 121 [1084] Beyzavi, I 270 [1085]
Bak, Alusi, III, 59 [1086]
Kamus, IV, 954 [1087]
Beyzavi, I, 270 [1088]
Reşid Rıza, III, 125 [1090] Kettani, et-Teratib-ül İdariye, I, 270 [1091] Kamus, IV, 332 [1092] Kamus, I, 293 [1093] Alusi, III, 60 [1094] Elmalılı, I, 985 [1095] Beyzavi, I, 270 [1096] Reşid Rıza, III, 126 [1097] Elmalılı, I, 985 dip not [1098] Reşid Rıza, III, 127 [1099] Beyzavi, I, 270 [1100] Reşid Rıza, III, 127 [1101] Razi, VII, 117 [1102] Molla Hüsrev, Mirat, s, 237; Hayreddin Karaman, Fıkıh Usulü, s, 62 [1103] Elmalılı, I, 986 [1104] Kamus, II, 489 [1105] Reşid Rıza, III, 128 [1106] Razi, VII, 119 [1107] Serahsi, Mebsut, III, 19 [1108] Zümer 39/ 9 [1109] Enam 6/ 132, [1110] Kasas 28/ 26 [1111] Necm 53/ 39 [1112] Reşid Rıza, III, 128 [1113] Kamus, III, 988 [1114] Beyzavi, I, 271 [1115] Beyzavi, I, 271 [1116] Razi, VII, 119 [1117]
Molla Hüsrev, Mirat, s, 237; Hayreddin Karaman, Fıkıh Usulü, s, 62 [1118]
Razi, VII, 121 [1119]
Elmalılı, I, 987 [1120]
Buhari, Selem, 5-6; Ebu Davud, Büyu, 45, No: [1121]
Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, III, 154 [1122] Alusi, III, 62 [1123]
Kamus, IV, 637 [1124]
İbn Abidin, V, 307 [1125]
Merğınani, Hidaye, , 95 [1126]
Ömer Nasuhi Bilmen Hukuk-ı İslamiyye, VII, 7 [1127]
Kamus, II, 1292 [1128] Ebu Davud, Büyu, 40, No: 3526; Tac, II, 216 [1129] Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, III, 156 [1130] Tac, II, 207 [1131] İbn Rüşd, Bidayet-ül Müctehid, II, 201 [1132]
Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İslam, s, 51–52 [1133]
Elmalılı, I, 988 [1134]
Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, IV, 144 [1135]
Seyyid Sabık, III, 246 [1136]
Buhari, İman: 25;
Müslim, İman: 25 [1137] Meğınani, Hidaye, III, 157; Molla Hüsrev, Dürer, II, 244 [1138] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, s, 237 [1139] Bakara 2/ 245 [1140] Alusi, III, 63 [1141] Abdulvahhab Şarani Mizan-ül Kübra, II, 190 [1142] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 182 [1143] Kamus, III, 724 [1144] Ahmet Hamdi Aksekili, İslam Dini, s, 105 [1145] Mecelle 88. madde [1146] Elmalılı, I, 997 [1147] Elmalılı, I, 998 [1148] Muhammed Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi, s, 87 [1149] Kamus, III, 448 [1150] Mahmut Koloğlu, s, 92; Feridun Ergin, İktisat, s, 131–142; Erdoğan Aklin, Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 263 [1151] Bakara 2/ 134 [1152] Müfredat, s, 430 [1153] Razi, VII, 142 [1154] Elmalılı, I, 1001 [1155] Sarf Cümlesi Bina, s, 217 [1156] Nahl 16/ 43; Enbiya 21/ 7 *DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |