NAHL SÛRESI
Kur'an-i Kerim'in on altinci sûresi. Yüz yirmi sekiz ayet, bin sekiz
yüz kirk bir kelime ve yedi bin yedi yüz yedi harften ibarettir. Mekkî sûrelerden
olup, Kehf sûresinden sonra nâzil olmustur. Son üç ayeti Medenîdir. Fâsilasi râ,
mim ve nun harfleridir. Adini, altmis sekizinci ayetinde geçen, ari anlamindaki
"Nahl" kelimesinden almistir. Bu adi almasinin özel bir sebebi yoktur. Buna
Niam sûresi de denilmektedir. Genel üslubundan, Mekke döneminin sonlarina dogru nâzil
oldugu anlasilmaktadir.
"Bu sûre de, diger Mekkî sûrelerde oldugu gibi, büyük itikadi
konulari islemektedir. Ulûhiyet mevzuuna dokunmakta, vahiy meselesine temas etmekte ve
öldükten sonra dirilisi ele almaktadir. Ancak, bu belli basli konularin yanisira,
konuyla yakindan ilgili bir çok noktalara temas edilmektedir. Hz. Ibrahim (a.s)'in
getirdigi mesaj ile Hz. Muhammed (s.a.s)'in getirdiklerini birbirine baglayan büyük
vahdaniyet gerçegine isaret etmekte, ilâhî irade üç beserî iradenin; iman ve
küfür, hidayet ve dalâlet konusundaki alâkasina dokunmaktadir. Peygamberlerin
vazifesini göstererek onlari yalanlayanlar hakkinda Allah'in kanununa temas etmektedir.
Helâl ve haram konusunu ele almakta ve putperestlerin bu konudaki evham ve hurafelerini
anlatmaktadir. Bir nebi, Allah yolunda hicret ve müslümanlarin dinlerinden döndürülmelerine
isaret ettikten sonra, imana girip de tekrar küfre dalanlara temasla, bütün bunlarin
Allah nezdindeki karsiligina isaret etmektedir. Daha sonra, itikadî konulara, muamelât
ile ilgili hususlara, adalet, iyilik, infak ve ahde vefa mevzuunu islemektedir. Bunlarin
disinda da akide esasi üzerine bina edilen bir çok ahlâkî konulara dokunmaktadir. Görüldügü
gibi bu sûre, ele aldigi konular itibariyle son derece yüklü ve doludur".
Sûre ilk ayetine, Islâm davetine karsi çikip onu yok etmek için
bütün varliklariyla gayret gösteren inkarcilarin çok yakinda baslarina gelecek olan
azabi haber vererek basliyor. Mekkeli müsrikler, kendi itikadlarinin dogru olduguna
inaniyor, Peygamber (s.a.s)'in tebliginin, ahiret azabiyla korkutmasinin gerçekligini
inkar ediyorlardi. Bu düsüncelerine dayanak yaptiklari seylerden birisi de, eger yanlis
yolda olsalardi, Muhammed (s.a.s)'in haber verdigi azabin mutlaka biran önce kendilerini
yakalamasinin gerekliligine inanmalari idi. Ayrica, korkutulduklari azab geciktigi için,
Peygamber (s.a.s)'i alaya aliyorlardi. Onlar, azabin bir vakte kadar kâfirler toplulugu
üzerinde gecikmesinin hikmetini idrakten acizdiler. Çünkü, bu mühlet verip
geciktirme, onlar için bir rahmet kapisi idi. Bu kapi belirli bir zamana kadar onlar için
açik tutuluyordu ki, sonra, Islâm'in hakikatini düsünüp iman edebilmemiz için bize
zaman taninmadi deyip de mazeret ileri sürecek halleri kalmasin. Allah Teâlâ onlara,
azabin acele gelmesini istemelerinin bos bir sey oldugunu, zirâ her seyin kendi iradesi
ve dilemesi çerçevesinde meydana geldigini haber vererek, cehennem azabinin, sirk kosup
inkâr edenler için uzak sayilmayacak bir zamanda mutlaka gerçeklesecegini bildiriyor.
Hiç kimse, bu azabi öne alamayacagi gibi; vakti geldiginde de tehir etmeye güç
yettiremez. Allah Teâlâ; Allah'in (müsriklere azap ve felaket) emri geldi. Ancak
gelmesini bosuna istemeyin. O, müsriklerin ortak kostugu seylerden münezzehtir,
yücedir" (1) ayetiyle bu gerçegi ortaya koymaktadir.
Allah Teâlâ, dinini insanlara bildirip, onlari Allahtan baska ilâhlar
edinmekten sakindirmak ve Allah'tan baska hiç bir ilâh olmadigi gerçegiyle uyarmak için,
kullarindan diledigini seçip risaletle görevlendirmistir: "Allah meleklerini
kalpleri ihya eden vahyi ile, kullarindan diledigine göndererek: "Ben'den baska ilâh
olmadigini bildirin, ancak Ben'den korkun" der" (2).
Bu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in risaletine itiraz edenlere bir cevap
niteligindedir. Mekkeli müsrikler, Muhammed (s.a.s)'in risaletine itiraz ettikleri gibi,
sonraki çaglarda da bu tip itirazlarin vaki oldugu görülmektedir. Kureys ileri
gelenleri, peygamberlik görevinin Mekke veya Taif ileri gelenlerinden birine verilmesi
gerektigini ileri sürüyorlardi. Sonraki itirazlar, daha genis bir sahaya kaydirildi ve
milliyetçilik kisvesine büründü. Kiyamete kadar sürecek bir dönem için insanligin
tamamina gönderilen Hz. Peygamber'e, Araplardan olmasi nedeniyle itirazlar yapildi. Allah
Teâlâ, kâfirlerin, hiçbir mantikî temeli olmayan bu tür sözlerine, kesin ve meydan
okuyan bir uslûbla cevap vermektedir. Baska bir ayeti kerîmede bu hususa su sekilde
deginilir: "Allah, meleklerden ve insanlardan elçiler seçer..." (el-Hac,
22/75). Allah Teâlâ'nin bu seçimine, hiç kimsenin itiraz etme hakki olmadigi gibi,
buna gücü de yoktur.
Daha sonra, yaraticinin birligine delâlet eden ayetler gelmeye basliyor.
Gökleri ve yeri yaratan Allah Teâlâ, ortak kosulan her seyden münezzehtir. Böyle
olmasina ragmen, bir damla sudan yarattigi insan ne olduguna bakmadan yaraticisina isyan
etmis ve büyüklenerek O'nun azametini ve hâkimiyetini inkara kalkismistir: "O,
insani bir damla sudan yaratti. Buna ragmen o (insan) apaçik bir hasim olup çikti"
(4).
Yaradilis ve ondaki güzellikler zikredilerek, insanoglunun ne kadar büyük
nimetlerle riziklandirildigi anlatilmaktadir. O, bilinen ve görünen her seyi yaratmis
olup, ayrica, insanin bilip idrak edemeyecegi nice seyleri de yaratma gücüne
sahiptir:"... Daha bilmediginiz nice seyleri de yaratir" (8).
Allah Teâla yaratip, insanin faydalanmasina sundugu yer ve göklerdeki
hesapsiz nimetleri zikrettikten sonra, apaçik gerçekleri idrakten aciz kalan akillara
hitap ederek, söyle sormaktadir:" Hiç yaratanla yaratmayan bir olur mu? Bunu da mi
düsünemiyorsunuz" (17).
Daha sonra tevhid konusu islenerek, Allah'tan baska tapinilanlarin
acizligi dile getirilir. Dünyada sapik önderlerin peslerinden giden, emirlerine,
koyduklari kurallara tam bir teslimiyetle uyan kimseler, âhirette yaptiklarinin
karsiliginda, büyük bir pismanliktan baska bir sey bulamayacaklardir. Çünkü ilâh
edindikleri seyler, kendilerinden daha güçlü olmadiklari gibi, Allah'in öldürme ve
diriltmesine bagli olan ve bunlarin zamani hakkinda dahi bilgisi olmayan, Allah tarafindan
yaratilmis kimselerdir:" Allah'i birakip taptiklari seyler hiç bir sey yaratamazlar.
Çünkü onlarin kendileri yaratilmistir. Ölüdürler onlar, diri degiller. Ne zaman
dirileceklerini de fark edemezler" (20-21).
Islâm davetine cephe alarak, onu akim birakmak için gayret gösterip
batil yollara sapanlar, yaptiklarinin sonucunda maruz kalacaklari elim azabla
uyarilmaktadirlar. Onlara ahirette: "Girin cehennemin kapilarindan. Temelli olarak
kalacaksiniz orada. Büyüklenenlerin duragi ne kötüdür" (29) denilecektir.
Bunun hemen pesinden, Allah'in indirdiklerine tâbi olup, onlari yeryüzüne
hâkim kilmak yolunda gördükleri eziyetlere sabreden mü'minler zikredilir. Onlar,
Rablerinden indirilene hiç tereddüt etmeden teslim olurlar. Bilirler ki, Rableri onlar
için ancak hayir dilemektedir: "Müttakîlere; Rabbiniz ne indirdi" denildigi
vakit; "hayir" derler. Bu dünyada iyi davrananlara iyilik vardir, âhiret yurdu
ise daha hayirlidir. Nede güzeldir muttakilerin yurdu" (30).
Allah Teâlâ, kendi yolunda mücadele verip zulme ugrayan, sonra
yurdundan çikartilip hicret etmek zorunda birakilan mü'minlerin kendi korumasinda
oldugunu, dünya ve ahirette güzelliklerle mükâfatlandirilacaklarini bildirmektedir:
"Zulmedildikten sonra, Allah yolunda hicret eden kimseleri, andolsun ki dünyada
güzel bir yere yerlestiririz. Ahiret mükâfati ise daha büyüktür. Sayet bilselerdi
(41).
Kur'an-i Kerim, esyanin, Allah'in ilâhî kanununa boyun egisini
"secde" olarak niteliyor. Mevcudattaki her sey, bir bikkinlik duymadan, husu içerisinde
Rablerine secde ederler. Ancak nankörlük edip, ibret almayan insanlar bunun disindadir.
Bu, engin kainât çerçevesinde degerlendirildiginde, inkarcilar toplulugunun disindaki
her seyin, Allah Teâlâ'nin azametine boyun egdigi ve tesbih ederek, O'na secde ettigi görülür:
"Göklerde ve yerde olan canlilar ve meleklerin hepsi Allah'a secde ederler. Onlar
asla büyüklenmezler" (49).
Itikâdi konulardaki sapmalar, belirli sinirlar dahilinde kalmaz.
Çünkü her düsüncenin, yasanan pratik hayata bir yansimasi vardir. Dolayisiyla, sosyal
hayatta ve geleneklerin olusmasinda yönlendirici yegâne etken inançlardir. Islâm'in
disindaki bütün inanç sistemleri, kulun kula hükmetmesi sonucunda olustuklari için,
zulmü geleneklestirmislerdir. Bir sonraki nesil, bir öncekinin cahili düsünce, duygu
ve davranis biçimlerini devralarak, sanki uyulmasi kaçinilmaz ilâhi emirlermis gibi,
onlari sorgulamak bir yana, bunu düsünmeye bile cesaret edemeden harfiyyen tatbik
ederler. Islâmin insani sadece Allah'a kul olmaya çagiran daveti karsisinda hemen,
atalarinin kendilerine miras biraktigi prensiplere siginarak karsi çikarlar ve müslümanlarin
yeryüzünde adaleti yaymak ve insanlari, Islamin rahmet semsiyesi altina almak için
ortaya koyduklari çalismalari engellemek için, akil almaz yollara basvurarak, onlara
korkunç iskenceler yaparlar.
Bu tip cahili düsünce tarzinin hayata yansimasini en açik bir
sekilde gösteren uygulamalardan biri, hiç süphesiz ki Mekkeli müsriklerin, kiz
çocuklarina reva gördükleri muameledir. Onlar, bir kiz çocuguna sahip olduklari zaman
utançlarindan yerin dibine geçerler, kimsenin yüzüne bakamazlardi. Çünkü, bir kiz
çocuguna sahip olmak, toplumun siddetle ayiplamasini gerektiren bir olaydi. Mekke
toplumu, atalarindan böyle görmüslerdi. Allah'in, insan denen varligin bir parçasi
olarak yarattigi ve erkekle bir bütünü meydana getiren kiz çocuklarinin varligini, bir
türlü hazmedemiyorlardi. Onlari hâkir görüyor, hatta diri diri topraga gömebiliyorlardi.
Onlarin vahsileserek, cinnet halini alan ruh yapilarini, Allah Teâlâ söyle ifade
etmektedir: "Onlardan birine bir kiz çocugu müjdelenirse; içi kederle dolarak
yüzü simsiyah kesilir. Kendisine kötü müjde yüzünden halktan gizlenmeye çalisir.
Utana utana onu tutsun mu, yoksa topraga gömsün mü? Bakiniz ne kötü
hükmediyorlar" (58-59).
Daha sonra, tekrar riziklandirma olayina deginilerek, müsriklerin
hareketlerinin mantiksizligi dile getirilir:
"Onlar Allah'i birakarak göklerden ve yerden kendileri için hiç
bir rizik vermeyecek ve bunu asla yapamayacak olan seylere mi tapiyorlar?" (73).
Allah Teâlâ, akillari cahilî yasantinin pislikleriyle körelmis kâfirlerin,
göklerde ve yerde bulunan sayisiz harikuladeliklere ve onlardaki hikmetlere bakarak,
ibret almalari gerektigini bildirir. Bütün bunlara aldiris etmeden yollarina devam eden
ve tagutlarin pesinden ayrilmayan zalimlerin, kiyamette içinde bulunacaklari kötü
durumlari zikredilir. Onlar, peslerinden gittikleri kimselerin, kendilerinden hiç de
farkli olmadigini görecekler ve hayret içerisinde, kendilerini kinayan bir uslûbla
Allah Teâlâ'ya söyle sesleneceklerdir: "Rabbimiz! Iste bunlar senden baska
taptigimiz ortaklarimizdir..." (86). Ancak, dünya hayatinda peslerine takildiklari
ve koyduklari kurallara uymayi ibadet addederek tapindiklari önderleri, onlarin bu
iddialarini reddederek, kendi durumlarini kurtarmaya çalisacaklardir:
"Sirk kostuklari, onlara: "süphesiz ki siz, yalancisiniz
diye cevap verirler" (86).
Kur'an okurken seytanin serrinden Allah'a siginmak gerektigi
bildirilmektedir. Kur'an bir hidayet ve kurtulus kaynagidir. Onun disinda, kurtulusa
vesile olabilecek hiç bir sey yoktur. Onun için, Kur'ân okurken ayetler hakkinda
seytanin verecegi vesvese ve igvalardan korunmak gerekir. Bunun yolu da, Allah'a
siginmaktir. Allah Teâlâ'ya siginip, O'na tevekkül eden bir kula seytan asla zarar
veremez. Çünkü o, her seyin hakimi olan Allah Teâlâ'nin korumasi altindadir. Allah'a
siginmadan Kur'an'a yaklasan kimse, ondan bir sey alamadigi gibi, seytanin verdigi vesvese
ile, âyetleri hakkinda da süpheye düser. Bu kaynaktan hidayet alamayan, baska hiç bir
yerden hidayet bulamayacaktir. Allah Teâlâ, Kur'an-i Kerim'e yaklasirken yapilmasi
gereken ruhi hazirligi; "Kur'an okumaya basladigin zaman kovulmus seytandan Allaha
sigin. Çünkü onun inananlara ve Rablerine tevekkül edenlere karsi bir gücü
yoktur" (98-99) ayetiyle mü'minlere bildirmektedir.
Sûrenin sonuna dogru, bir takim ahkâm ayetleri gelmeye basliyor. Ilk
olarak dinden dönme ve dinden dönmek de dahil, masiyete zorlanmanin hükmü tesbit
edilmektedir: Kalbi imanla dolu oldugu halde, inkâra zorlananlarin disinda her kim
imanindan sonra Allah'i inkar edip de küfre gögüs açarsa, iste Allahin gazabi o
gibilerin basinadir ve onlar için büyük bir azap vardir" (106).
Iman ettikten sonra, tekrar inkar ederek küfre sapanlar, artik iflah
olmaz bir duruma düsmüslerdir. Ancak, bir de, dayanilmaz iskenceler altinda, kalben
imanla mutmain olduklari halde, canlarini kurtarmak için, iskencelere dayanamayip, kâfirlerin
sözlerini zâhiren kabul edenler vardir. Iste Allah Teâlâ, bu ayetle, ölümle tehdid
edilip, küfre zorlanan kimselere bir rahmet ve ferahlik kapisi açiyor: "Kalbi
imanla dolu oldugu halde, inkara zorlananlar müstesna". Hz. Muhammed (s.a.s), Ebû
Bekir (r.a), Bilâl (r.a), Habbab (r.a), Sühayb (r.a), Ammar (r.a) ve Ammar'in annesi Sümeyye
(r.anha); Mekkeli zorbalarin her çesit kötü muamelelerini göze alarak, müslümanliklarini
ilan etmislerdi. Mekkeli müsrikler, Hz. Peygamber (s.a.s)'e dokunamiyorlardi. Çünkü,
amcasi Ebû Tâlip onu koruyordu. Ebû Bekir (r.a)'e de, kabilesinden çekindikleri için
bir sey diyemiyorlardi. Bilâl (r.a), bir köleydi. Onun, Allah'dan baska siginabilecegi
hiç kimsesi yoktu. Ammar, annesi Sümeyye ve ötekiler de ayni konumda idiler. Müsrik
ileri gelenleri, hiç zaman kaybetmeden putlarini hiçe sayan bu ilk mustaz'af mü'minlere
karsi harekete geçtiler. Demir zirhlar giydirip, günlerce günesin altinda birakarak,
insanin güç yettiremeyecegi derecede büyük iskenceler yaptilar. Bilâl, dayanilmaz
acilar içinde kivranirken, ona dininden dönüp bu iskenceden kurtulmasi telkin
ediliyordu. Ama o, ahiret hayatini, dünya hayatina tercih etmenin lezzetini tatmisti ve
bu yüzden, iskenceler ona, Allah'in birliginden baska bir sey söyletemiyordu. Bilâl,
yer yüzünde kiyâmete kadar tevhid yolunda mücadele verirken, müsrik zorbalarin
iskencelerine maruz kalacak olan mü'min nesiller için bir numûne oldu.
Sümeyye (r.anha)'dan, bir kadin olmasina ragmen, en siddetli iskence yöntemleri
uygulanarak, dininden dönmesi, putlari ilâh kabul etmesi isteniyordu. Ebû Cehil'in onu,
bir insanin islemesi mümkün olmayan bir vahset içerisinde sehid etmesine kadar
sabretti, Rabbine tevekkül etti ve Islâm davasinin ilk sehidi olarak, sonraki nesillere,
bir müminin ölüm sözkonusu olsa dahi, dinine bagliliginin ne sekilde olmasi
gerektiginin örnegini verdi. Kocasi Yasir de, onunla ayni serefi paylasti. Bu
iskencelerin aynisi Sümeyye (r.anha)'nin oglu, Ammar b. Yasir'e de uygulaniyordu. Ama o,
bu iskencelere dayanamayip, kalbi imanla dopdolu oldugu halde, müsriklerin söylediklerini
zahiren kabul etmisti. Böylece, iskenceden kurtulan Ammar, Resulullah (s.a.s)'a kosmus ve
yaptigi seyi ona anlatmisti. Resulullah (s.a.s), eger müsrikler tekrar ölümle tehdit
ederek, iskence yaparlarsa ayni sekilde hareket etmesini söylemisti. Bu ikrâh ayetinin,
bu olay üzerine nâzil oldugu rivayet edilmektedir. Allah Teâlâ, bu ayetle, agir
iskencelere maruz kalan Islâm mücahidlerine rahmet denizinden bir esinti akitip, onlari
ferahlatiyor. Ancak, bu davranis biçimi, bir ruhsat niteliginde olup, bu durumlardaki
genel davranis biçimini belirlemez (Bu ayetin tefsiri ve ikrah ile alakali getirdigi hükümler
hak. bk. el-Kurtubi, el-Cami' li Ahkâmil-Kur'an, Beyrut 1966, X, 180-191).
Yiyeceklerle alakali, helâl ve haramlardan sözedilerek, mü'minlerin
helâl ve haramlara karsi çok dikkatli olmalari gerektigi bildirilir: "Dilinizin
alistigi yalanlarla: "Bu helâldir, bu haramdir" demeyin. Aksi halde bu sözlerinizle
Allah'a yalan isnad etmis olursunuz. Süphesiz ki, Allah'a yalan isnad edenler, hiç bir
zaman kurtulusa eremezler" (116).
Son ayetlerde, Yahudilerin durumundan ve onlarin Hz. Ibrahim (a.s)
hakkinda söyledikleri sözlerin asilsizligindan bahsedilerek, Hz. Peygamber (s.a.s)'den,
onun dinine tabi olmasi istenir. Ayrica, insanlari Islâm'a çagirirken ne sekilde hareket
edilmesi gerektigini: "Ey Peygamber! Insanlari Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel ögütle
davet et. Onlarla en uygun sekilde mücadele et. Süphesiz ki Rabbin, yolundan sapani da
çok iyi bilir" ayetiyle müminlere teblig ederek, onlarin hareket metodlarini
çizerken, onun manevî ve ahlakî dayanaklarinin da hesaba katilmasinin gerekliligi
vurgulanir.
Sûrenin sonunda, Allah yolunda mücadele verirken karsilasilan
zorluklara karsi sabretmenin güzelliklerinden bahsedilmektedir.
Sûre, iyilikte bulunup, yasayisinda, Allah'dan korkarak hareket
edenlerin, mutlak anlamda korunacagi ve Allah'in yardiminin her zaman onlarla beraber
olacagi haber verilerek son buluyor: "Süphesiz ki Allah, kendisinden korkanlarla ve
iyilikte bulunanlarla beraberdir" (128).
Ömer TELLIOGLU