I- AKİT TE­Rİ­Mİ VE KAP­SA­MI

Akit söz­cü­ğü, arap­ça “AKD” fi­i­lin­den bir mas­tar olup, söz­lük­te; bağ­la­mak, dü­ğüm yap­mak, bir şe­yin iki ucu­nu bir­bi­ri­ne bağ­la­mak de­mek­tir. Bu bağ maddî ve­ya manevî ni­te­lik­li ola­bi­lir “İpi bağ­la­dı, sa­tı­şı bağ­la­dı, sö­zü bağ­la­dı, bir şey üze­rin­de ni­yet ve ka­ra­rı­nı bağ­la­dı” söz­le­rin­de bu an­lam gö­rü­lür.

Ak­din İslâm fık­hın­da ge­nel ve özel iki an­la­mı var­dır. Ge­nel an­lam­da akit; ki­şi­nin yap­ma­ya yö­nel­di­ği her çe­şit ta­sar­ruf ve borç­lan­ma­yı kap­sa­mı­na alır. Bu an­lam­da akit; va­kıf, ibrâ, bo­şa­ma ve ye­min gi­bi tek yan­lı ira­de be­ya­nı ile mey­da­na ge­le­bi­le­ce­ği gi­bi; sa­tış, ki­ra, vekâlet ve re­hin ak­din­de ol­du­ğu gi­bi iki ta­ra­fın ira­de­siy­le de mey­da­na ge­le­bi­lir. Bu­ra­da akit; borç­lan­ma, borç yü­kü al­tı­na gir­me an­la­mı­na ge­len “il­ti­zam” ile eş an­lam­lı­dır.1

Özel an­lam­da akit ise; icap ve ka­bu­lün ko­nu üze­rin­de meşrû şe­kil­de bir­bi­ri­ne bağ­lan­ma­sın­dan iba­ret­tir. Me­cel­le’de­ki ta­rif de bu­nun ben­ze­ri­dir: “Akit, ta­ra­fey­nin bir hu­su­su il­ti­zam ve ta­ah­hüd et­me­le­ri­dir ki icap ve ka­bu­lün ir­ti­ba­tın­dan iba­ret­tir.” 2 Bu­na gö­re akit, ak­di ya­pan­la­rın ira­de­le­ri­nin, akit ko­nu­su üze­rin­de hü­küm do­ğu­ra­cak şe­kil­de bir­leş­me­si ile mey­da­na ge­lir. Meselâ; bir kim­se di­ğe­ri­ne; “Şu ma­lı­mı sa­na şu fi­ya­ta sat­tım” de­se, bu bir “icap” olur. Alı­cı­nın da “al­dım” ve­ya “ka­bul et­tim” sö­zü “ka­bul” sa­yı­lır. Bu­ra­da, ak­di ya­pan­lar eh­li­yet­li ise, ak­din so­nu­cu mey­da­na ge­lir. Bu da ma­lın mül­ki­ye­ti­nin alı­cı­ya geç­me­si, sa­tı­cı­nın da alı­cı zim­me­tin­de­ki sa­tış be­de­li­ne hak ka­zan­ma­sı­dır.

 

  A) Akit Çe­şit­le­ri­nin Çer­çe­ve­si

İn­sa­nın ömür bo­yu ya­pa­bi­le­ce­ği ve­ya kar­şı­la­şa­bi­le­ce­ği bü­tün akit çe­şit­le­ri âyet ve ha­dis­ler­de yer al­mış mı­dır? Yok­sa bu ko­nu­da in­san­lar ge­nel esas­lar çer­çe­ve­sin­de ser­best mi bı­ra­kıl­mış­tır? Baş­ka bir de­yim­le akit­ler­de esas olan “ha­ram­lık mı­dır” yok­sa “mü­bah­lık mı­dır?” Aşa­ğı­da bu­nu açık­la­ma­ya ça­lı­şa­ca­ğız.

 

  1. Akit çe­şit­le­ri­ni ayet ve ha­dis­le sı­nır­la­yan gö­rüş:

Bir kı­sım fa­kih­le­re gö­re, akit­ler­de ge­nel pren­sip ha­ram oluş­tur. Akit çe­şit­le­ri ayet, ha­dis ve­ya icmâ’da be­lir­len­miş olan­lar­dan iba­ret­tir. Bu yüz­den nass’lar­da yer al­ma­yan bir akit yap­mak ca­iz de­ğil­dir. Çün­kü İslâm in­sa­nı ba­şı­boş bı­rak­ma­mış, onun bü­tün ha­ya­tı­nı ve gün­lük muâmelelerini ka­yıt al­tı­na al­mış­tır. Şer’î bir de­li­le ve­ya sa­bit bir te­me­le da­yan­ma­yan birs akit tü­rü din­de sı­nı­rı aş­mak ve di­nin çer­çe­ve­si dı­şı­na çık­mak­tır. Böy­le bir ak­di ye­ri­ne ge­tir­mek de ge­rek­mez.

Zâhirîlerin de için­de bu­lun­du­ğu bu gö­rü­şün da­yan­dı­ğı de­lil sün­net­tir. Ha­dis­ler­de şöy­le bu­yu­ru­lur: “kim, hak­kın­da em­ri­miz bu­lun­ma­yan bir amel iş­ler­se, onun bu işi red­do­lu­nur.”3 “Ba­zı kim­se­le­re ne olu­yor ki, Al­lah’ın ki­ta­bın­da bu­lun­ma­yan şart­la­rı ko­şu­yor­lar. Al­lah’ın ki­ta­bın­da bu­lun­ma­yan her­han­gi bir şart bâtıldır. İs­ter­se yüz ta­ne şart ol­sun. Al­lah’ın ki­ta­bı en doğ­ru ve Al­lah’ın koy­du­ğu şart en sağ­lam­dır.” 4

Bu­na gö­re, nikâh, sa­tım, ki­ra, se­lem, şir­ket gi­bi yal­nız âyet ve­ya ha­dis­ler­de ad­la­rı zik­re­di­len akit çe­şit­le­ri ge­çer­li­dir. Nass’lar­da zik­re­dil­me­yen akit­ler ge­çer­siz ol­du­ğu gi­bi, nass’la­ra ay­kı­rı olan söz­leş­me­ler de so­nuç do­ğur­maz. Müş­rik ka­dın­la mü’min bir er­ke­ğin ya­pa­ca­ğı ev­len­me ak­di ile fa­iz­li ti­ca­ret muâmeleleri bu­na ör­nek ve­ri­le­bi­lir. Al­lah Teâlâ şöy­le bu­yu­rur: “İman et­me­dik­çe müş­rik ka­dın­lar­la ev­len­me­yin.”5 “Al­lah alım-sa­tı­mı helâl, fa­i­zi ise ha­ram kıl­dı.” 6

 

  2. Akit çe­şit­le­ri­ni ör­fe bı­ra­kan gö­rüş:

Ço­ğun­luk müc­te­hid­le­re gö­re, akit­ler­de esas olan mü­bah­lık­tır. Âyet, ha­dis ve­ya icmâ’da bir ya­sak bu­lun­ma­dı­ğı sü­re­ce akit yap­mak ve­ya ya­pı­lan söz­leş­me­ler­de bir­ta­kım şart­lar öne sür­mek müm­kün ve ca­iz­dir. Bu akit ve­ya şart­la­rın isim ola­rak nass’lar­da yer al­mış bu­lun­ma­sı şart de­ğil­dir. Üze­rin­de ta­raf­la­rın an­laş­tı­ğı her söz­leş­me bir akit­tir. Ha­ram kı­lı­nan söz­leş­me­ler dı­şın­da ka­lan bü­tün akit­le­re riâyet edil­me­li­dir. De­lil şu âyetlerin ge­nel an­lam­la­rı­dır: “Ey iman eden­ler! Söz­leş­me­le­ri ye­ri­ne ge­ti­rin. İh­ram­lı iken av­lan­ma­yı helâl say­ma­ma­nız şar­tıy­la, çe­şit­li hay­van­lar si­ze helâl kı­lın­dı. An­cak ha­ram ol­duk­la­rı si­ze sa­yı­lan­lar müs­tes­na­dır.”7 “Ver­di­ği­niz sö­zü ye­ri­ne ge­ti­rin. Çün­kü ve­ri­len söz­de so­rum­lu­luk var­dır.” 8

Bu­na gö­re İslâm’ın ya­sak­la­ma­dı­ğı her akit ca­iz­dir ve ta­raf­lar bu­nu uy­gu­la­mak­la yü­küm­lü bu­lu­nur. Di­ğer yan­dan ak­din uy­gu­lan­ma­sı ile il­gi­li ola­rak ko­nu­la­cak şart­lar da mü’min­le­ri bağ­la­yı­cı­dır. Hz. Pey­gam­ber şöy­le bu­yur­muş­tur: “Müs­lü­man­lar ken­di ara­la­rın­da be­lir­le­dik­le­ri şart­la­ra uyar­lar.”9 Tirmizî ve Hâkim bu ha­di­si aşa­ğı­da­ki ilâve ile ri­va­yet et­miş­ler­dir:“An­cak ha­ra­mı helâl,helâlı ha­ram ya­pan şart müs­tes­na­dır.”10 Bu du­ru­ma gö­re, ki­şi­ler ara­sın­da­ki akit­ler­de öne sü­rü­len şart­la­rın helâlı ha­ram, ha­ra­mı helâl ya­pa­cak ni­te­lik­te ol­ma­ma­sı ge­re­kir.11

Ebû Zeh­ra, akit­ler­de asıl ola­nın mü­bah­lık ol­du­ğu­nu be­lirt­tik­ten son­ra şöy­le der: “Çün­kü akit­ler­de asıl pren­si­bin ha­ram­lık ol­du­ğu­nu söy­le­yen­ler ve böy­le­ce akit ser­best­li­ği­ni kı­sıt­la­yan­lar, örf, mas­la­hat ve is­tih­san gi­bi de­lil­le­ri alıp, ic­ti­hat ede­bi­li­yor­lar. Biz bun­lar­dan sa­de­ce örf de­li­li­ni ele al­sak, asıl pren­si­bin mü­bah­lık ol­du­ğu so­nu­cu­na va­rı­rız. Çün­kü bun­la­ra gö­re nass (ayet-ha­dis) ile ça­tış­ma­dı­ğı sü­re­ce, örf ile sa­bit olan şey, şer’an sa­bit kı­lın­mış gi­bi­dir. Bu­nun akit­ler ko­nu­sun­da­ki an­la­mı, as­lın mü­bah olu­şu­dur.”12

Akit çe­şit­le­ri­ni yal­nız âyet ve ha­dis­ler­de zik­re­di­len çe­şit ve tip­ler­le sı­nır­lı tut­mak, bu­nun dı­şın­da ka­lan akit ve şart­la­rı ge­çer­siz say­mak, gün­lük ha­yat­ta ve özel­lik­le ticarî ve eko­no­mik prob­lem­le­rin çö­zü­mün­de güç­lük­ler mey­da­na ge­ti­rir. Bu du­rum, akit ser­best­li­ğin­den ya­rar­la­na­cak olan gay­ri müs­lim­ler le­hi­ne so­nuç­lar do­ğu­rur. Din­de ko­lay­lı­ğı em­re­den ve güç­lük ol­ma­dı­ğı­nı bil­di­ren ayet ve ha­dis­ler bu ko­nu­da ge­rek­li es­nek­li­ği ge­tir­miş­tir.

Ni­te­kim âyet ve ha­dis­ler­de yer al­ma­mak­la bir­lik­te istisnâ (sanatkâra mal si­pa­ri­şi), ica­re­teyn (çif­te ki­ra), bey’ bi’l-ve­fa (kre­di kar­şı­lı­ğı ge­çi­ci sa­tış), bey’ bi’l-istiğlâl (ki­ra­la­ma şart­lı sa­tım) gi­bi akit­ler İslâm top­lum­la­rın­da uy­gu­lan­mış­tır. Gü­nü­müz­de te’lif hak­kı söz­leş­me­si, ba­zı ta­ah­hüt söz­leş­me­le­ri, bir­den faz­la hiz­met ve­ren bü­yük otel­ler­de kal­ma söz­leş­me­si ye­ni akit tip­le­ri­ne ör­nek ve­ri­le­bi­lir.

Di­ğer yan­dan Ha­ne­fi­ler rü­kün­le­ri ta­mam olup, şart­la­rın­da ek­sik­lik bu­lu­nan akit­le­ri fa­sit de­re­ce­sin­de ka­bul eder­ken, ço­ğun­luk fa­kih­ler bâtıl ile fa­sit ara­sın­da bir ayı­rım yap­ma­ya­rak hak­kın­da ya­sak bu­lu­nan akit­le­ri pren­sip ola­rak bâtıl say­mış­lar­dır. Bu ko­nu­da da­yan­dık­la­rı de­lil: “Kim bi­zim em­ri­mi­ze uy­ma­yan bir iş ya­par­sa onun bu işi red­do­lu­nur; kim di­ni­mi­ze, on­da ol­ma­yan bir iş so­kar­sa bu red­do­lu­nur”13 ha­di­si­dir.

 

  B) Ak­din Un­sur­la­rı:

Bir ak­din mey­da­na ge­le­bil­me­si için icap, ka­bul, ko­nu ve ak­din ta­raf­la­rı gi­bi ana un­sur­la­rın bu­lun­ma­sı ge­re­kir.

 

  1. İcap ve ka­bul:

İcap ve ka­bul ak­din rü­kün­le­ri­ni oluş­tu­rur. Bir şe­yin as­lı­nı oluş­tu­ran ve onun en kuv­vet­li ya­nı­nı teş­kil eden par­ça­lar­dan her­bi­ri­ne “rü­kün” de­nir. Rü­kün­ler­den bi­ri­si bu­lun­ma­yın­ca o şey bü­tün­lü­ğü­nü kay­be­der ve yok hük­mün­de olur. İba­det­ler ko­nu­sun­da rükû, sec­de­ler ve kırâet na­ma­za ait rü­kün­ler­den­dir. Muâmelelerde icap, ka­bul ve ak­din ko­nu­su (ma­hal) rü­kün­dür.

Hanefîlere gö­re akit ya­pa­cak olan ta­raf­lar­dan bi­ri­si­nin rı­za­ya delâlet eden söz, fi­il ve dav­ra­nı­şı icap; kar­şı ta­ra­fın ira­de be­ya­nı ise ka­bul sa­yı­lır. Meselâ; sa­tım ak­din­de sa­tı­cı ve­ya alı­cı­dan ilk tek­lif­te bu­lu­na­nın ira­de­si “icap”, di­ğe­ri­nin­ki “ka­bul”dür. Me­cel­le’nin ta­ri­fi şöy­le­dir: “İcap inşâ-yı ta­sar­ruf için ib­ti­da söy­le­ni­len söz­dür ki, ta­sar­ruf onun­la is­bat olu­nur” 14 “Ka­bul, inşâ-yı ta­sar­ruf için sâniyen (ikin­ci ola­rak) söy­le­ni­len söz­dür ki onun­la akit ta­mam olur.”15

Hanefîler dı­şın­da­ki İslâm hu­kuk­çu­la­rı­na gö­re ise, icap; son­ra­dan söy­len­se bi­le tem­lik­te bu­lu­na­cak olan kim­se­nin sö­zü­dür. Ka­bul ise, ön­ce söy­len­miş ol­sa bi­le, mülk ken­di­si­ne dev­re­di­le­cek olan kim­se­nin sö­zü­dür. Me­se­la; bir sa­tım ak­din­de, sa­tı­cı­nın ira­de be­ya­nı, pren­sip ola­rak “icap”, alı­cı­nın­ki ise “ka­bul”dür.16

İcap ve ka­bul söz­le ola­bi­le­ce­ği gi­bi, mek­tup ve­ya el­çi ara­cı­lı­ğı ile, hat­ta hiç ko­nuş­ma­dan pa­ra­yı bı­ra­kıp ma­lı al­ma şek­lin­de de ola­bi­lir. Ni­te­kim ek­mek, ga­ze­te, der­gi gi­bi fi­yat­la­rı her­kes­çe bi­li­nen ba­zı şey­ler, pa­ra­sı bı­ra­kı­la­rak alı­na­bil­mek­te­dir.

 

  2. Ak­din ta­raf­la­rı:

Bir akit­te iki ta­ra­fın bu­lun­ma­sı asıl­dır. Bun­lar ak­di ya­pan ta­raf­lar­dır. Bir ta­raf icap­ta bu­lu­nur, kar­şı ta­raf da ka­bul edi­ci du­ru­mun­da­dır. İslâm hu­ku­ku ak­din özel­li­ği­ne gö­re, ta­raf­lar­da bir ta­kım eh­li­yet şart­la­rı ara­mış­tır. Alış ve­riş ve­ya ev­li­lik ak­di ya­pa­cak olan kim­se­nin akıl­lı ve er­gin ol­ma­sı, ma­lı­nın ken­di­si­ne tes­lim için ki­şi­nin rüşd ya­şı­na ulaş­ma­sı gi­bi.17

Bir akit­te en az iki ki­şi­nin bu­lun­ma­sı asıl ise de ak­di ya­pa­nın velî ve­ya ve­kil ol­ma­sı ve­ya ta­sar­ru­fun tek yan­lı ira­de ile mey­da­na ge­le­cek ni­te­lik­te bu­lun­ma­sı hal­le­ri ko­nu­nun is­tis­na­la­rı­dır. Meselâ; bir ba­ba velî sı­fa­tıy­la ken­di ma­lı­nı kü­çük ço­cuk­la­rı­na ra­yiç fi­yat­la, hat­ta in­san­la­rın âdeten al­da­na­bi­le­cek­le­ri bir sa­tış be­de­li ile sa­ta­bi­lir ve yi­ne on­la­rın mal­la­rı­nı ay­nı şe­kil­de sa­tın ala­bi­lir. Bu hü­küm is­tih­san pren­si­bi­ne da­ya­nır.18 Ni­kah ak­din­de de iki ta­ra­fın bir­den ve­li­si ve­ya ve­ki­li du­ru­mun­da­ki ki­şi, iki ta­ra­fı tem­sil et­ti­ği için, hu­ku­ken iki ki­şi hük­mün­de­dir.

İslâm’da ba­zı ta­sar­ruf­lar tek ta­raf­lı ira­de ile mey­da­na ge­lir. Bun­lar akit­ten çok, ki­şi­yi borç yü­kü al­tı­na so­kan ve baş­lan­gıç­ta kar­şı ta­ra­fın ka­bul şar­tı­na bağ­lı bu­lun­ma­yan ta­sar­ruf­lar­dır. Akit te­ri­mi; sa­tış, ki­ra, re­hin gi­bi iki ki­şi­nin ira­de­siy­le mey­da­na ge­len muâmeleleri kap­sa­dı­ğı gi­bi, tek yan­lı ira­dey­le so­nuç do­ğu­ran va­kıf, adak, ye­min gi­bi ta­sar­ruf­la­rı da kap­sar. Ta­sar­ruf ise da­ha ge­niş an­lam­lı bir söz­cük olup; bir kim­se­den ken­di ira­de­siy­le mey­da­na ge­len ve di­nin ken­di­si için bir hü­küm koy­du­ğu her söz ve­ya fi­il­dir. Ta­sar­ruf söz­cü­ğü; sa­tış, hi­be, va­kıf ve bir hak­kı ik­rar an­la­mı ta­şı­yan söz­le­ri; mü­bah olan şey­le­ri el­de et­me­yi; istihlâk ve in­ti­fa gi­bi fi­il­le­ri kap­sar. Bu, is­ter sa­tış ve av­lan­ma gi­bi şah­sın ya­ra­rı­na olan bir söz ve­ya fi­il ol­sun, is­ter­se va­kıf, va­si­yet, hır­sız­lık ve­ya katl gi­bi za­ra­rı­na ol­sun so­nuç de­ğiş­mez. Bu du­ru­ma gö­re her akit bir ta­sar­ruf­tur fa­kat her ta­sar­ruf bir akit de­ğil­dir.19

 

  3. Tek yan­lı ira­de ile mey­da­na ge­len akit­ler:

İslâm’da tek yan­lı ira­dey­le ki­şi­yi borç yü­kü al­tı­na so­kan çe­şit­li ta­sar­ruf­lar var­dır. Baş­lı­ca­la­rı şun­lar­dır:

a) Va­kıf: Va­kıf, ma­lı ta­sar­ruf dı­şı bı­ra­kıp ge­li­ri­ni Al­lah rı­za­si çin bir ha­yır ci­he­ti­ne tah­sis et­mek­tir. Mes­cid, okul, has­ta­ne gi­bi ha­yır mü­es­se­se­le­ri ya­pıp vak­fet­mek gi­bi. Vak­fın ge­li­ri sa­de­ce vak­fe­de­nin ta­yin et­ti­ği ha­yır yö­nü­ne har­ca­nır. Va­kıf ta­sar­ru­fu yal­nız vak­fe­de­nin ira­de­siy­le so­nuç­la­rı­nı mey­da­na ge­ti­rir. Eğer va­kıf, bir şa­hıs üze­ri­ne vak­fe­dil­miş­se, o kim­se­nin bu­nu ka­bul et­me­me hak­kı var­dır.

b) İb­ra: Bir kim­se­nin baş­ka bi­ri­sin­de­ki hak­kı­nı dü­şür­me­si­ne “ib­ra” de­nir. Ala­cak­lı­nın, borç­lu­nun zim­me­tin­de sa­bit olan ala­ca­ğı­nı dü­şür­me­si gi­bi. İb­ra ta­sar­ru­fu, borç­lu­nun ka­bu­lü­ne bağ­lı ol­mak­sı­zın ta­mam olur. An­cak borç­lu­nun bu­nu ka­bul et­me­me hak­kı var­dır. Çün­kü ib­ra­da tem­lik özel­li­ği var­dır, bir şey ise in­sa­na zor­la tem­lik edi­le­mez. Mâlikîlere gö­re ise ib­ra, borç­lu­nun ka­bu­lü ha­lin­de so­nuç do­ğu­rur, çün­kü o, hi­be ve sa­da­ka gi­bi ka­bul şart ko­şu­lan tem­lik­ler­den­dir.

c) Va­si­yet: Va­si­yet, te­ber­ru yo­luy­la ölüm­den son­ra­sı­na iza­fe edi­len bir ta­sar­ruf­tur. Va­si­yet, va­si­yet ede­nin ira­de­siy­le ta­mam olan bir ta­sar­ruf­tur. An­cak Hanefîlere gö­re, le­hi­ne va­si­yet  edi­len kim­se ka­bul  et­mez­se bu ta­sar­ruf ge­çer­siz olur. Di­ğer yan­dan va­si­ye­tin bağ­la­yı­cı bir akit ol­ma­dı­ğı ko­nu­sun­da gö­rüş bir­li­ği var­dır.20 Ya­ni va­si­ye­ti ya­pan ki­şi, di­le­di­ği za­man bu va­si­ye­tin­den dö­ne­bi­lir. Çün­kü va­si­yet onun ölü­mü ile yü­rür­lük ka­za­nır.

d) Ye­min: Bir şe­yi yap­mak ve­ya yap­ma­mak üze­re bir kim­se­nin ye­min ifa­de eden söz­cük­ler­le ifa­de­le­ri­ni güç­len­dir­me­si­dir. “Val­la­hi şu öğ­ren­ci­ye tah­sil yap­tı­ra­ca­ğım” de­mek gi­bi. Bu kim­se­nin ye­mi­ni­ne uy­ma­sı di­ya­ne­ten va­cip olur. Ak­si hal­de ye­mi­ni bo­zul­muş sa­yı­lır ve ye­min kef­fa­re­ti ge­re­kir.21

e) Kefâlet: Ha­ne­fi­le­re gö­re, kefâlet; ke­fi­lin, borç is­te­nil­di­ği sı­ra­da borç­lu­nun ye­ri­ne ala­cak­lı­ya öde­me­de bu­lun­ma­yı üst­len­me­si­dir. Di­ğer mez­hep müc­te­hid­le­ri­ne gö­re ise kefâlet ak­di so­nu­cu borç, hem borç­lu hem de ke­fi­lin zim­me­tin­de sa­bit olur.

 

 

 

Ebû Yu­suf, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere gö­re kefâlet ak­di, ke­fi­lin mü­cer­red ola­rak bor­cu üst­len­me­si ile ger­çek­le­şir. Ya­ni ke­fa­le­tin rük­nü icap­tan iba­ret­tir.

Ebû Ha­ni­fe ve Mu­ham­med eş-Şeybânî’ye gö­re, kefâletin rük­nü ke­fi­lin ica­bı ve ala­cak­lı­nın ka­bu­lün­den iba­ret­tir..22

f) Ödül (cu’l, ceâle): Bu be­lir­li bir işi ya­pa­na ve­ril­me­si, ön­ce­den ta­ah­hüt edi­len üc­ret ve­ya mükâfat de­mek­tir. Ödül ver­me ta­ah­hü­dü bağ­la­yı­cı ol­ma­yan akit­ler­den­dir. Ya­ni ödül va­de­den ki­şi kar­şı ta­ra­fın rı­za­sı aran­mak­sı­zın tek yan­lı ira­de ile bu va’din­den ca­ya­bi­lir. Ödü­lü hak eden ki­şi, bu­nu on­dan zor­la ala­maz. An­cak mü’mi­nin meşrû olan ödül ver­me sö­zün­de dur­ma­sı İslâm ahlâkındandır. Meselâ; ka­yıp eş­ya­yı bu­lup ge­ti­re­ne, su bu­lun­ca­ya ka­dar ku­yu ka­za­na, im­ti­han­da üs­tün ba­şa­rı gös­te­re­ne, bir has­ta­lı­ğı iyi­leş­ti­re­ne bel­li bir ödül va­det­mek, yi­ne Kur’an-ı Ke­rim’i ez­ber­le­ye­ne bir hac imkânı sağ­la­mak ta­ah­hü­dü ödül ni­te­li­ğin­de­dir.

Hanefîlere gö­re bir iş için ödül koy­ma bağ­la­yı­cı de­ğil­dir, Çün­kü bun­da bi­lin­mez­lik (ga­rar) ve risk (ha­tar) var­dır. İşi ya­pa­cak olan ne ka­dar emek har­ca­ya­ca­ğı­nı bil­me­di­ği gi­bi, so­nu­cun kü­çük bir emek­le el­de edil­me­si ha­lin­de de ödül­le emek ara­sın­da denk­lik bu­lun­maz. Bu yüz­den bu­ra­da iş ve­ya ki­ra ak­di­nin ni­te­lik­le­ri de yok­tur. Bu­nun­la bir­lik­te ve­ri­le­cek bir ödül ala­na meşrû olur.

Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere gö­re ise ödül koy­ma ca­iz­dir. Da­yan­dık­la­rı de­lil, Hz. Yu­suf kıs­sa­sın­dan söz eden şu âyettir: “De­di­ler ki: Biz kra­lın öl­çe­ği­ni arıyo­ruz, onu ge­ti­re­ne bir de­ve yü­kü (ödül) var­dır. Bir baş­ka­sı da; ben ona ke­fi­lim, de­di.”23 Hz. Pey­gam­ber (s.a)’in Hu­neyn gü­nü söy­le­di­ği şu ha­dis de bu­nu des­tek­ler:

“Kim bir düş­ma­nı öl­dü­rür­se be­ra­be­rin­de bu­lu­nan eş­ya ve tec­hi­za­tı onun­dur.”24

Ka­na­a­tı­mız­ca “ödül koy­ma”, iş­çi, iş­ve­ren ve­ya me­mur âmir iliş­ki­si olan­lar ara­sın­da olur­sa, emek­le so­nuç ara­sın­da bi­lin­mez­lik­ten ve de­ğer­siz­lik­ten söz edi­le­bi­lir.

Eğer ödül ko­nu­lan ko­nu­da, ödül ko­ya­nın bir ya­ra­rı bu­lun­maz ve ödü­lün ama­cı kar­şı ta­ra­fı yal­nız bir iş ba­şar­ma­ya teş­vik­ten iba­ret olur­sa yu­ka­rı­da be­lir­ti­len be­lir­siz­lik­ler öne­mi­ni kay­be­der. Meselâ; okul bi­rin­ci­si için ön­ce­den ilan edi­len bir ödül se­be­biy­le öğ­ren­ci­le­rin çok ça­lış­ma­sı, ken­di­si için bo­şa gi­den bir emek sa­yıl­maz. Böy­le bir ödül ba­şa­rı için teş­vik edi­ci bir rol oy­nar.