VIII- İSLÂMÎ HÜKÜMLERLE ÇELİŞEN ALIŞ-VERİŞLER
A) Fesat ve Butlanın Alış-Verişe Etkisi:
İslâm’a göre insanlar arasındaki muameleler rükün ve şartlarının tam olarak bulunup bulunmaması dikkate alınarak ikiye ayrılır. Sahih ve gayri sahih akit. Sahih akit kendisinde rükün ve şartlar tam olarak bulunan akittir. Gayri sahih ise rükün veya şartlarında eksiklik bulunan akde denir. Yukarıda akit çeşitlerini açıklarken bunlar üzerinde durmuştuk.
Hanefîlere göre sahih olmayan akitler kendi içinde fâsit ve bâtıl olmak üzere ikiye ayrılır. Ancak bu ayırım, mülkiyetin nakli sonucunu doğuran veya akdi yapanları karşılıklı borç yükü altına sokan akitlere mahsustur. Satım, kira, hibe, karz, havâle, şirket, müzâraa, müsâkât ve taksim akdi gibi. Ancak vekâlet, vesâyet gibi mâlî nitelikli olmayan, âriyet ve vedîa verme gibi tarafları karşılıklı borç yükü altına sokmayan mâlî akitlerde; ibadetlerde ve boşama, vakıf, kefâlet gibi tek yanlı iradeyle meydana gelen tasarruflarda ise fâsitle bâtıl arasında bir fark yoktur.
Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre ise hem ibadetler ve hem de akitler konusunda fâsit ve bâtıl terimleri eş anlamda kullanılır.
Hanefîlerle çoğunluk müctehidler arasındaki görüş ayrılığı İslâm’daki bir yasağın akit üzerinde hangi ölçüde bir sonuç doğuracağını farklı anlamaya dayanır. Evlilik, miras veya ticaret hayatı ile ilgili İslâm’ın koyduğu bir yasağa uyulmadığı takdirde yalnız uhrevî sorumluluk mu söz konusu olur? Yahut hem uhrevî sorumluluk doğar, hem de akit geçersiz mi olur? Yine eksiklik rükün veya şartlarla ilgili ise farklı sonuç meydana gelir mi?
Hanefîlere göre, bazan İslâm’ın akitlerle ilgili bir yasağı, işleyene günah kazandırır, fakat bununla birlikte akit geçerliliğini korur. Ancak bu yasak veya eksiklik akdin rükünlerinde, yani icap, kabul veya üzerinde akit yapılan şeyde olursa yahut bunları tamamlayan şartlarda bir eksiklik bulunursa akit bâtıl olur. Meselâ; akdin konusu ortada yoksa veya akdi küçük çocuk veya akıl hastası yapmışsa, ya da konunun teslimi imkânsızsa satış bâtıl olur. Bu durumda mal teslim alınmışsa geri verilmesi gerekir. Tüketilmişse tazmin edilir. Eğer hükmü tamamlayan veya hükümle ilgili olan bir şart eksikse, akit fâsit olur, bâtıl olmaz. Bir alım-satım akdinde ödenecek olan para miktarının veya parayı ödeme tarihinin belirlenmemesi gibi. Fâsit akitte, eksikliğin tamamlanması veya satım akdinin feshi yoluna gidilmesi gerekir. Fesih halinde alıcı, mal elde mevcutsa aynını geri verir. Tüketilmiş olursa mislini, eğer kıyemî mallardan ise değerini tazmin etmesi gerekir. Böyle bir satışta satılan mal, alıcı tarafından kabzedilmezden önce mülk ifade etmez.
Çoğunluk müctehitlere göre ise akitle ilgili bir yasak, o akdin herhangi bir sonuç meydana getirmesine engel olur. Çünkü yasağa rağmen böyle bir akdi yapmak Allah’a isyandır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim bizim emrimize uymayan bir iş yaparsa bu iş geri çevrilir. Kim dinimize, onda olmayan bir iş sokarsa bu da geri çevrilir.” 169 Diğer yandan Ashab-ı kiram, hakkında yasak bulunan akitlerin bâtıl olduğunda birleşmişlerdir. Onlar faizi ve müşriklerle yapılan evlenme akdini bu nedenle geçersiz saymışlardır.170
B) Bâtıl Sayılan Alış-Veriş Çeşitleri:
1. Olmayan Şeyin (Ma’dûm) Satışı:
Henüz meydana gelmemiş olan bir şeyin satışının geçerli olmayacağı konusunda görüş birliği vardır. Hayvanın henüz doğmamış bulunan yavrusunu satmak, ortaya çıkmadan önce meyve ve ekini satmak gibi. Bunlar satış sırasında mevcut olmadığı veya meydana gelmeme riski bulunduğu için yapılacak satım akdi geçerli değildir. Delil Allah elçisinin şu hadisidir: “Nebi (s.a) erkek devenin sulbündekini, dişi devenin karnındaki cenini ve yine hayvanın karnındaki doğacak yavrunun yavrusunu satmayı yasakladı.”171 Hadiste geçen “medâmîn”; erkek develerin sulplerindeki menîyi, “melâkîh”; dişi devenin karnındaki cenini, “hablü’l-huble” ise; dişi devenin yavrusunun yavrusunu ifade eder.172 İslâm’ın çıkışı sırasında araplar arasında bu gibi satışlar yapılıyordu. Satıcı erkek deveye dişi devesini aşılatır (aşırtır) ve bunun doğuracağı yavru alıcının olur veya bir, ya da iki yıl süreyle erkek hayvanın aşılayacağı yavruların satışı, aşılama sırasında yapılmış olurdu. Anne karnındaki ceninin satışı da yapılırdı. Bütün bu durumlarda hayvanın hiç doğurmaması, ölü veya sakat doğum yapması halinde alıcının ödediği satış bedeli karşılıksız kalacaktır. Diğer yandan yavrusu üzerinde satış sözleşmesi yapılan hayvanın satılarak el değiştirmesi halinde yavru ile ilgili satışın îfası güçleşecektir.
Diğer yandan mevcut olmayan şeyin satış yasağı ile para peşin mal veresiye bir satış şekli olan “selem akdi”ni birbirine karıştırmamak gerekir. Selem satışı; ölçü, tartı veya standart olup sayı ile alınıp satılan (mislî) şeylerin satış bedeli peşin ödenerek zimmet borcu olarak satılmasıdır. On ton sert buğdayı şu kadar peşin fiyata üç ay sonunda teslim almak üzere satış sözleşmesi yapmak bu niteliktedir. Olmayan şeyin satışında ise henüz meydana gelmemiş olan fakat belirli bulunan bir mal üzerinde anlaşma yapılmaktadır. Şu hayvanın doğacak olan yavrusu veya şu ağaçların meydana gelecek ürünü diye sınırlama getirerek satış yapılması sözleşmenin sınırlarını daraltmaktadır.
İslâm, tarafların aldanmasına veya anlaşmazlığa düşmesine yol açabilecek bilinmezlik ve riskleri alış-verişlerden kaldırmayı amaçlamıştır. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: İbn Abbas (r.a) nakleder: “Rasûlullah (s.a) olgunlaşıncaya kadar meyvenin ağacında, yünün kırpılmadan önce hayvanın sırtında ve sütün sağılmadan önce hayvanın memesinde iken satılmasını yasaklamıştır.”173
Meyve ve ekinlerin henüz meydana gelmeden kökünde satılması halinde soğuk, sıcak, sel, baskını, hastalık gibi nedenlerle hiç ürün alınamaması durumunda satış bedeli karşılıksız kalır. Hayvanın memesindeki sütle, sırtındaki yünün satın alınmasında da miktar, nitelik vb. konularda belirsizlikler vardır. Böyle bir satış aldanmaya yol açar. Diğer yandan bunlarda sonradan çoğalma ve büyüme hakların karışmasına neden olur.
İmam Mâlik’e göre aynı otlakta otlatılan birden çok koyunun memesindeki sütü, ne kadar süt verdiği bilindiği takdirde belirli günler süresince ölçmeden satmak caizdir. Çünkü insanlar bu konuda birbirlerine müsamaha gösterir. Koyunun sırtındaki yünün kırpılmadan satılması da böyledir. Çünkü bunların alıcıya tesliminde güçlük yoktur. Hanbelîler de hemen kırpılması şartıyla koyunun sırtındaki yünün satışını caiz görürler.174
İbnü’l-Kayyim (ö.751/1350) ve hocası İbn Teymiyye (ö.728/1327) gibi bazı Hanbelîlere göre, satış sırasında mevcut olmamakla birlikte, adete göre gelecekte meydana gelmesi kesin olan şeyin satışı caizdir. Çünkü yok olan (ma’dûm) bir şeyin satışının yasaklanması ne Kitapta, ne Sünnette ve ne de sahabe sözlerinde sabit değildir. Sünnette sadece garar satışı yasaklanmış olup, garar da; “teslim edilemeyen şey” demektir. Bunun mevcut olup olmaması sonucu değiştirmez. Kaçıp giden ve gelip gelmeyeceği belli olmayan at' ın veya çalınan bir otomobilin sahibi tarafından satılması gibi. Burada yasaklamanın illeti ne yokluk ve ne de varlıktır. Satılanı teslim edememekten doğan garar (risk) halidir.
Diğer yandan İslâm’da bazı durumlarda ma’dûmun satışı geçerli sayılmıştır. Nitekim olgunlaşacağı belli olan meyvenin dalında satışı caiz olduğu gibi içi dolmuş bulunan taneli bitkilerin satışı da caizdir. Buna göre, bir şeyin gelecekte meydana gelip gelmeyeceği belirsiz ise, bunun satışı henüz mevcut olmayışından ötürü değil, garar yüzünden batıl olur. Kısaca, buradaki satış yasağının illeti teslime güç yetirememe yani garar halidir. Nitekim mevcut olup da teslimine güç yetirilemeyen şeylerin satışının yasak oluşu da bu nedene dayanır.175
2. Teslimine Güç Yetirilemeyecek Olan Şeyin Satışı:
a) Teslimine güç yetmeyen muâmeleler:
Alış-verişin amacı satıcının paraya, alıcının ise mala mâlik olması ve bunların karşılıklı olarak teslim edilmesidir. Satıcı sattığı malı teslim edemezse satıştan beklenen yarar gerçekleşmez. Bu yüzden Hanefîlerin çoğunluğuna göre, bir kimse teslimine güç yetiremeyeceği bir malı satsa, bu mal onun mülkiyeti altında bulunsa bile satış bâtıl olur.
Sudaki balığın, havadaki kuşun, kaçmış olan ve geri dönüp dönmeyeceği bilinmeyen hayvanın, çalıntı otomobilin, çalınan ve yeri bilinmeyen eşyanın satılması halinde, satıcı bunları alıcıya teslime güç yetiremez. Böyle bir satış bâtıldır. Eğer satıştan sonra bu belirtilen şeyler ortaya çıkar ve teslimi mümkün hale gelirse satıcı ve alıcının yeni bir satış sözleşmesi yapmaları mümkündür. Burada önceki bâtıl olan satış kendiliğinden yürürlük kazanmaz.
Teslimine güç yetirilemeyen şey, bir satım akdinde satış bedeli olarak belirlenmiş olsa, satış yine bâtıl olur. Çünkü satış bedeli standart mal (mislî) olunca, sahibi bakımından “satılan mal (mebî’)” niteliğindedir.176
Burada satılacak mal mevcut olmakla birlikte, satış sırasında alıcıya teslime güç yetirilmemektedir. Delil Sünnettir. Ebû Said el-Hudrî (ö.64/683) radıyallahu anhten şöyle dediği nakledilmiştir: “Hz. Peygamber (s.a), doğuruncaya kadar hayvanların karnındaki yavruların satılmasını, ölçülmedikçe hayvanların memelerindeki sütün satılmasını, paylaştırılmadıkça ganimetlerin, kabzedilmedikçe sadakaların ve denize atıp çıkarmadan önce ağa yakalanacak balıkların satılmasını yasaklamıştır.”177 Diğer yandan Rasûlullah (s.a) hasat ve garar satışını yasaklamıştır.178 Hadisteki “hasât” çakıl taşı satışı demek olup; cahiliye devrinde; “Ben sana bu çakıl taşının üzerine düşeceği kumaşları satıyorum” deyip, taş atılır, hangi kumaşa isabet ederse o kumaş satılmış olurdu. Taş, kumaşlara isabet etmezse alıcı bir şey alamazdı. “Garar” yukarıda da açıkladığımız gibi “aldanma ihtimali bulunan satış” demektir.
Günümüzde halka atarak veya belli dönüş hareketi yapan kumar aletlerine para yatırarak eşya veya para kazanmaya çalışmanın aldanma riski bulunan bir muamele olduğu açıktır.
Hz. Peygamber başka bir hadisinde; “Sudaki balığı satın almayınız. Çünkü bunda aldanma riski (garar) vardır.”179 buyurmuştur. Burada garar “teslim edilemeyen şey” veya “tesliminde aldanma ihtimali bulunan şey” anlamına gelir. Buradaki su; deniz veya nehir suyu gibi sınır getirilemeyen sulardır. Bu yüzden çoğunluk müctehitlere göre, özel havuzlarda yetiştirilen veya özel bölmelerde toplanan balıkları henüz tutmadan satın almak caizdir. Çünkü böyle bir havuzda balığın cins ve kalitesini görmek mümkün olduğu gibi, avlanmasında aldanma rizikosu yoktur. Meselâ; böyle bir balık çiftliği sahibi ile balık alıcısı peşin parayla 100 kg. balığı bir gün sonra teslim etmek üzere anlaşsalar böyle bir satış geçerli olur. Çünkü tecrübelere göre aldanma riski bulunmaz. Yalnız Hanefîlere göre alıcı için görme muhayyerliği hakkı söz konusu olur.180
b) Zimmet borcu olan şeylerin satışı:
Zimmet borcuna “deyn” denir. Çoğulu “düyûn”dur. Satılan bir malın bedeli (semeni), karz bedeli, kadının mehir alacağı, çalışma karşılığı olan ücret, yaralamanın tazminatı (erş), mala verilen zararların tazminatı, boşama karşılığında kocanın alacağı bedel (muhâlea bedeli) ve selem akdinde standart mal alacağı gibi borçlar “deyn” niteliğindedir. Zimmet borcunun başkasına devredilmesi halinde aşağıdaki hükümler söz konusu olur:
aa) Borcun veresiye satılması:
Zimmet borcunun alacaklı tarafından vadeli olarak borçluya veya üçüncü bir kişiye satışı yasaklanmıştır. Çünkü; “Hz. Peygamber borca karşılık borcun (kâli’in kâli’e karşılık) satışını nehyetmiştir.” 181 Borcun borca karşılık satışının yasaklanması teslime güç yetmemesi, faizin gerçekleşmesi veya aldanma riskinin bulunması gibi nedenlere dayanır.
Borcun borçluya satılmasına şunu örnek verebiliriz. Bir kimse bir ay sonra teslim almak üzere bir ton buğdayı parasını da bir ay sonra vermek üzere satın alsa, iki zimmet borcu vadeli olarak mübadele edilmiş olur. Burada bedellerin ikisi de vadeli olduğu için satım akdinden çok bir satış vadinden söz edilebilir. Taraflar verdikleri sözde durarak satışı gerçekleştirebilecekleri gibi, satış bağlayıcı olmadığı için uygulanmaması da mümkündür.
Borcun, borçludan başkasına satılması ise şöyle olur: Bir kimse başkasında olan bir ton buğday alacağını, bedeli bir ay sonra alınmak üzere belli bir para karşılığında başkasına satsa, burada da iki zimmet borcu vadeli olarak mübadele edilmiş bulunur.182
bb) Borcun peşin satılması:
Dört mezhep müctehitlerine göre alacaklı alacağını borçluya peşin olarak satabilir veya bağışlayabilir. Çünkü borcun borç karşılığında satışının yasaklanması teslimine güç yetirilememesi esasına dayanır. Borcun borçluya devredilmesi halinde ise teslime ihtiyaç olmaz, çünkü onun kendi zimmet borcu kendisine teslim edilmiş sayılır. Meselâ; bir kimse, karz olarak verdiği bir ton buğdayı geri almak yerine, ödünç alana belli bir para karşılığında satabilir veya bağışlayabilir. Burada buğdayı teslim hükmen yapılmış olur.183 Zâhîrîlere göre, böyle bir satış aldanmaya (garar) yol açabileceği için caiz değildir.184
Diğer yandan borçlunun buğday yerine, karşılıklı rıza ile kıymetini vermesi de mümkündür.
Bir zimmet alacağının borçludan başkasına satılması geçerli değildir. Çünkü alacaklı bu takdirde borcu teslime güç yetiremez. Borçluya üçüncü bir kimseye teslimi şart koşsa bu da fasit bir şart olur ve satış geçerli olmaz. Meselâ; bir kimse ödünç verdiği bir ton buğdayı, başka birisine peşin para ile satsa, satıcının buğdayı teslim etmeye gücü yetmeyebilir. Para alacağını başka cins bir para ile peşin olarak satmak da böyledir. Nesîe faizinin meydana gelmemesi için borçlunun da peşin ödeme yapması gerekir. Ancak alacağını satan kimsenin borçludan bunu sarf meclisinde sattığı kimseye teslim etmesi gerekir ki buna gücü yetmez. Çünkü gücü yetecek olsa, önce alacağını teslim alır, ondan sonra başka cins paraya çevirebilir.185
cc) Senet kırdırmak:
Bir kimse vadeli bir alacağını daha az bir bedel karşılığında başkasına satarsa, buna “senet kırdırma” denir. Eğer senet veya çek bedeli asıl borçluya vadesinden önce daha az bir bedelle devredilmiş olursa bunda bir sakınca bulunmaz. Meselâ; 10 milyon liralık 6 ay vadeli bir senedi, senet borçlusu vadenin dolmasına üç ay kala karşılıklı rıza ile 8 milyon lira ödeyerek senedi geri alsa bu mümkün ve caizdir. Ancak bu senet veya çek üçüncü bir şahsa veya bankaya kırdırılırsa, 8 milyon, üç ay sonraki 10 milyon lira ile mübadele edilmiş olur ki, aradaki fark faiz olur.186
Mâlikîlere göre, bir zimmet borcunun aldanma (garar), riba veya kabzdan önce satış gibi şer’an sakıncalı bir durum söz konusu olmadıkça borçludan başkasına satılması caizdir.187
3. Garar Satışı (Aldanma Riski Bulunan Satış):
a) Garar terimi ve kapsamı:
Garar sözcüğü sözlükte; tehlike, tehlikeye açık bırakma ve meçhul alış-veriş demektir.
Aynı kökten “tağrîr” sözcüğü ise “tehlikeye atmak” anlamına gelir. Garar genel anlamda dış görünüş bakımından sevimli olan fakat iç yüzü bakımından hoşa gitmeyen şeyi ifade eder.
Bir fıkıh terimi olarak garar akitlerde; aldatma, hile, bilinmezlik veya teslime güç yetirilememesi hallerini kapsar. Büyük Hanefî fakîhi es-Serahsî (ö.490/1097) garar’ı; “Sonucu belirsiz ve kapalı olan şey”, Mâlikî fakihlerinden el-Karâfî (ö.664/1285) ise; “Meydana gelip gelmeyeceği bilinemeyen şey” olarak tarif eder. Havadaki kuş, sudaki balık gibi.188 Hanbelîlerden İbn Teymiyye (ö.728/1328) garar’ı; “Sonucu belirsiz olan şey” olarak belirlerken, öğrencisi İbnü’l-Kayyim (ö.751/1350) daha açık bir ifade ile şöyle tarif etmiştir: “Garar; satış sırasında mevcut olsun veya olmasın alıcıya teslimine güç yetirilemeyen şeydir. Çalınmış olan bir malı veya kaçıp gitmiş olan bir hayvanı satmak gibi."
İslâm’da kapsamında garar (aldanma) bulunan satış yasaklanmıştır. Hadiste şöyle buyruluur: “Nebî (s.a) garar satışını yasakladı.” 189 Hz. Peygamber’in şu hadisi gararı tefsir etmektedir: “Sudaki balığı satın almayınız, çünkü bunda garar vardır.”190 Balıkçının bir saat süreyle çalışması veya balık ağını bir defa suya atması sonucunda çıkaracağı balıkları belli bir para karşılığı satın alan kimse için bunun rizikosu açıktır. Çünkü hiç balık tutulamadığı takdirde balıkçıya verdiği para karşılıksız kalacaktır. Tahmin edilenin üstünde balık çıkması halinde ise, balıkçı aldandığını düşünecektir.
Buna göre, garar teriminin; “Hiç meydana gelmeme veya istenilen miktar ve nitelikte meydana gelmeme veya satılanın teslimine güç yetirememe riski” bulunan bütün alış-verişleri kapsadığını söyleyebiliriz.
Çeşitli hadis-i şeriflerde satıcı veya alıcının aldanmasına yol açabilen veya satılanı teslim güçlüğü doğuran alış-verişlere örnekler verilmiştir. Medâmîn, melâkîh, hablü’l-huble, mülâmese, münâbeze, muhâkale ve hasât satışı bunlar arasındadır. “Hz. Peygamber (s.a) hayvanın sulbündeki menîyi (medâmîn), hayvanın karnındaki cenini (melâkîh) ve hayvanın yavrusunun yavrusunu doğmadan önce (hablü’l-huble) satışını, yasaklamıştır.”191 Bunların meydana gelmeme ve alıcıya teslim güçlüğü vardır. Bu belirsizliği satış sırasında veya satışın uygulanacağı zaman süreci içinde giderme imkânı da yoktur. Bu yüzden böyle bir satım akdi bâtıl olur. Yine hadislerde yasaklanan “mülâmesen”; alıcının malı eline alması veya dokunması sonucunda satışın bağlayıcı hale gelmesi, “münâbeze”; satıcının malı alıcıya atması sonucunda satım akdinin tamamlanacağı, “hasât” ise, atılan bir taşın isabet ettiği şeyin satın alınmış sayılması anlamına gelir.192 Bu üç çeşit satış türünde eksikliği gidermek ve satılanı alıcıya teslim etmek mümkün olduğu için satım akdi fasit olur.
Yine hadislerde yasak olduğu belirtilen başka satış türleri de vardır. Muhâkale ve müzâbene bunlar arasındadır. Bunlardan ilki, buğdayı başağında iken, hasat edilmiş bulunan başka buğdayla tahmin üzere satmak; “müzâbene” ise; dalındaki taze hurma veya üzümü, kuru hurma veya kuru üzüm karşılığında satmaktır. Burada cinsler bir olup, satılanın miktarı belirsiz olduğu için aradaki farkın faiz olması söz konusudur. Çünkü faiz cereyan eden standart (mislî) şeylerin mübâdelesinin peşin ve eşit miktarda yapılması gerekir.193
Diğer yandan müzâbene’nin istisnâsı olarak Hz. Peygamber “arâyâ”ya izin vermiştir. “Arâyâ” bir iki ağaç hurmanın meyvesini kuru hurma ile satmaktır. Bu, insanların taze hurma yemelerine olan ihtiyaç sebebiyle meşrû kılınmıştır. Çünkü buna ihtiyaç olabilir. Ancak bunun ticaret amacıyla yapılmaması için, İmam Şâfiî böyle bir değişimin toplam beş vesk’ı (yaklaşık 653 kg) aşmaması gerektiğini söylemiştir.194
Sehl b. Ebî Hasme (r.a)’ten şöyle dediği nakledilmiştir: “Hz. Peygamber taze hurmayı kuru hurma karşılığında satmaktan menetmiş ve bu ribadır, bu müzâbenedir, demiştir. Yalnız ariyye’ye, yani bir iki ağaç hurmanın yemişini kuru hurma karşılığında satmaya ruhsat vermiştir. Onu bir ev halkı kuru hurma ile takdir ederek taze taze yerlerdi.” 195
Yine suya bir defa atılacak ağın yakalayacağı balıkları veya dalgıcın bir dalışta çıkaracağı incileri belli bir fiyata önceden satmak fâsit bir satıştır. Bunlardan ilkine “darbetü’l-kânis”, ikincisine ise “darbetü’l-gâis” denir. Ebû Said el-Hudrî (r.a)’nin naklettiği bir hadiste dalgıcın bu şekilde çıkartacaklarını tahmin üzere satması yasaklanmıştır.196
Sonuç olarak yukarıda zikredilen hadisler ve örnekler üzerinde düşünüldüğünde İslâm’ın alış-verişlerde bedellerin açık ve belirli olmasını istediği anlaşılır. Eğer satış bedeli veya satılan malda belirsizlik karşılıklı anlaşma yoluyla giderilebilecek nitelikte ise satış fâsit derecesinde sayılır. Ancak bazı satışlarda teslimin imkânsız olması ve ileri derecedeki bilgisizliği kaldırmanın mümkün olmaması nedeniyle satış bâtıl hükmünde bulunur. Çiçeğinde iken meyveyi, anne karnında iken yavruyu satmak gibi.
Eğer bir alış-verişte aldanma tehlikesi az olursa böyle bir satış geçerli olur. Ceviz, badem, fıstık, karpuz, kavun gibi kabuklu bitkileri kabukları ile birlikte; buğday, pirinç ve susam gibi bitkileri ise başağı içinde satmak bu nedenle caiz görülmüştür. Ancak kabuklu bitkilerin bazı türlerinde alıcı için görme muhayyerliği hakkı söz konusu olur.
Şâfiîlerden bazılarına göre kabuklu bitkilerin üst kabukları içinde satışı caiz değildir. Ancak el-Cüveynî ile İmam el-Gazzâlî aksi görüştedir.
Çoğunluk müctehitlere göre az aldanma (garar) bulunan şeylerin alım-satımı, başka bir deyimle hangi hallerin az aldanma sayılacağı konusunu belde örfüne göre çözümlemek gerekir.197
Aşağıda sonucu belirsiz muameleye örnek olarak “sigorta” üzerinde duracağız:
b) İslâmî açıdan sigorta:
Sigorta; iki veya daha çok kişi arasında yapılan bir akittir. Sigorta eden, prim denilen bir bedel karşılığında, sigortalının ne zaman ve nasıl ortaya çıkacağı önceden bilinmeyen zararını ödemeyi üstlenir. Burada sigortalının borcu, primleri belirlenen tarih ve miktarlarda ödemek, sigortacının borcu da meydana gelen zararı sözleşme esaslarına göre tazmin etmekten ibarettir. Sigorta günümüz beşeri hukuklarında ya sözleşmeden veya kanundan doğabiir.
Sigorta bugünkü şekilleriyle yeni ortaya çıkan akitlerdendir. Gerçek anlamıyla XIV. yüzyılın başlarında İtalya’da deniz sigortası şeklinde görülmüştür. Yaklaşık iki asır kadar önce de İslâm âleminde duyulmuş ve hükmü tartışılmıştır. Günümüzde halen sigortanın lehinde ve aleyhinde görüşler vardır.
Muhammed Abduh, Mustafa ez-Zerkâ, Şeltut ve Muhammed el-Behiyy gibi bilginler sigorta şirketinin bir yardımlaşma şirketi olduğunu ve bu yüzden meşrû olması gerektiğini söylemişlerdir. Bu konuda Muhammed el-Behiyy şöyle demiştir: “Sigorta akdi bir satım akdi değil, zarara uğrayanların sıkıntılarını hafifletip onlara yardım elini uzatmak için yapılan bir yardımlaşma ve dayanışma sözleşmesidir. İster mal, ister hayat sigortası olsun amaç yardımlaşmaktır. Meselâ; köylü davarlarını, tüccar ticaret malını, ev sahibi evini, araba sahibi arabasını sigorta ettiriyor. Çünkü zarara girerse, yükünü ancak başkasının yardımıyla hafifletebileceğini düşünüyor. Hayatını sigorta ettiren de, ecelin Allah’ın elinde olduğunu, zamanı gelince onu kimsenin erteleyemeyeceğini biliyor. Sigortaya başvurmaktaki amacı öldüğü takdirde aile fertlerine bir yardım kaynağı sağlamaktır.” 198
c)İbn Âbidin’in sigorta ile ilgili görüşü:
Son devir Hanefî fakihlerinden İbn Âbidin (ö.1252/1836) ilk olarak sigorta konusunu şu şekilde gündeme getirmiştir: O, İslâm diyarında sigortanın caiz olmadığını, küfür diyarında gayri müslimlerin sigorta şirketine sigorta ettirilmiş bulunan malın telef olması halinde bedelini almakta bir sakınca bulunmadığını belirterek özetle şöyle demiştir: Tüccar arasında uygulanan âdete göre, herhangi bir ecnebiden kiralanan gemiye, kira akdi sırasında, kiracı malların teminatı olmak üzere yabancı ülkedeki gayri müslime bir miktar para veriyor ki, buna “sigorta” adı verilmektedir. Eğer gemi yanar, batar veya yağma edilirse, daru’l-harpte bulunan sigorta şirketi malların değerini ödeyecektir. Benim anladığıma göre telef olan şeyin bedelini almak caiz değildir. Ancak müslüman bir tüccarın darü’l-harpte harbî bir ortağı bulunur, ortak mallarını orada sigorta eder, bundan sonra mal telef olursa müslüman tüccar, şirket tarafından verilen tazminatı alabilir. Çünkü sigorta akdi iki harbî arasında yapılmış ve tazminat harbî olan ortağın rızasıyla kendisine gönderilmiştir.
İbn Âbidin müslümanlar arasında yapılacak sigorta sözleşmesine dayanarak, telef olan malın bedelini almanın caiz olmadığını şu delillere dayandırmıştır:
aa) Sigorta sözleşmesi dört tazmin sebebinden hiç birisinin bulunmaması yüzünden bağlayıcı olmayan bir borçlanmadır. İslâm’a göre bir kimsenin telef olan bir malı tazminle yükümlü tutulabilmesi için aşağıdaki dört sebepten birisinin bulunması gerekir:
1. Haksız saldırı; öldürme, yaralama, yakma, yıkma gibi.
2. Telefe neden olmak. Genel bir yol üzerine izinsiz çukur açıp, önlem almama yüzünden birisinin düşmesi sonucu ölüm veya yaralanmanın meydana gelmesi gibi.
3. Başkasına ait bir mala, emânet niteliğinde olmaksızın el koymak. Gasp, hırsızlık, satılan malın satıcının elinde alıcının rızası olmaksızın tutulması gibi.
4. Kefâlet. Bir borca kefil olan kimse, borçlu ödemediği takdirde borcu tazminle yükümlü olur. Daha sonra ödediği ile asıl borçluya döner.
Sigortalı bir malda telef söz konusu olunca bir zararın meydana gelmesinde sigortacı şirketin bir haksız saldırısı, zarara sebebiyet vermesi, sigorta ettirilen mala haksız olarak el koyması veya sigortalıya kefil olması söz konusu değildir.
bb) Sigorta, ücret karşılığında emânetçilik yapan kimsenin, emanet mal telef olunca, onu tazmin etmesi niteliğinde de değildir. Çünkü mal sigortacının elinde değil, araç sahibinin elindedir. Eğer araç sahibi sigortacı olsaydı, bu taktirde de o, emanetçi değil ortak işçi (ecîr) olurdu. Emanetçi ve ortak işçi ise kaçınılması mümkün olmayan zararı tazminle yükümlü bulunmaz. Ölüm, suda batıp boğulma ve genel yangın kaçınılması mümkün olmayan durumlardandır.
cc) Sigorta aldatmanın tazmini niteliğinde de değildir. Çünkü aldatanın tehlikeyi bilmesi, aldatılanın ise bunu bilmemesi gerekir. Sigorta şirketi ise, tüccarı aldatmayı kasdetmez ve tehlikenin meselâ, geminin batıp batmayacağını önceden bilmez.
Eğer sigortacı ve sigortalı tehlikeyi akit sırasında biliyorlarsa bu takdirde sigorta geçerli olur. Hırsız, korsan ve yol kesicilerin yolu kesebileceklerini bilmek gibi. Ancak sigorta muamelesi buna da uymamaktadır. Bir kimse, diğerine; “Şu yoldan git, eğer bu yolda korkulacak bir şey olur ve malın elinden alınırsa ben tazmin ederim” dese, bu durumda zarar meydana gelirse tazmin etmesi gerekir.199
d) Mekke fıkıh heyetinin sigorta ile ilgili görüşü:
Mekke’de 4. 4. 1397/1977 tarihinde Abdullah b. Humeyd’in başkanlığında toplanan on kişilik fıkıh heyeti sigorta meselesini incelemiş, Mustafa ez-Zerkâ dışında ittifakla sigortanın caiz olmadığı kanaatine varmıştır.
Bu komisyonun karar özeti şöyledir:
1. Sigorta sözleşmesi aldanmayı (garar) kapsar. Çünkü sigortalı ne kadar verip, ne kadar alacağını bilemez. Belki, bir iki taksit prim yatırdıktan sonra malı helâk olur ve sigortalı bütün malın bedelini alır. Belki de bütün taksitleri yatırdığı halde malı zarar görmediği için sigorta şirketinden bir şey almaz.
2. Sigorta bir kumar çeşididir. Çünkü zararda sigorta şirketinin bir etkisi olmadığı halde, malı tazmin etmeği üstlenmektedir. Yahut sigortalanan mal zarar görmediği halde, sigorta bütün taksitleri karşılıksız olarak almaya devam etmektedir.
3. Sigorta fazlalık ve nesîe ribasını kapsamına alır. Çünkü sigorta, sigortalıya, ödediği taksitlerden fazlasını verirse fazlalık ribası ve araya süre girdiği için de nesîe ribası söz konusu olmaktadır.
4. Sigorta işleminde, başkasının malını bedelsiz olarak alma söz konusudur. Bu ise şu ayetteki yasak kapsamına girer: “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyiniz.”200
Günümüzde sigorta şirketleri, sigorta ettikleri kişilerden topladıkları büyük paraları ya bankalarda faizle işletmekte ya da ticaret yatırımlarında değerlendirmektedir. Yıl sonlarında elde edilen kârı yalnız şirket sahipleri paylaşmakta, sigortalıların bu kârlarda bir payı bulunmamaktadır. Sigortalının mal, can veya organının zarar görmesi halinde sigorta şirketi yalnız bu zararı karşılamakla yetinmektedir. Yukarıda gerek İbn Âbidin’in ve gerekse başka hukukçuların eleştirileri ve caiz olmadığını belirttikleri sigorta muamelesi bu çeşit sigorta kuruluşları ile ilgilidir. Bunun yanında sosyal yardımlaşma esasına dayanan ve toplanan paranın tamamı ile meşrû yoldan elde edilecek kârını böyle bir kuruluşa üye ve ortak olanlara yansıtmayı amaç edinen sigorta anlayışı aşağıdaki şekilde değerlendirilebilir:
e) İslâm’a göre sigorta nasıl olmalıdır?
1. Birden çok kimseler her ay veya belli vadelerde para koymak suretiyle bir yardımlaşma sigortası oluşturabilir. Bu para hiç çalıştırılmadan sağlam bir paraya veya altın gibi bir değere çevrilerek bekletilebilir. Yangın, sel, kaza, hırsızlık gibi kaçınılması imkânsız bir zarara uğrayan üyeye, zararın durumuna göre, o güne kadar ödediği primlerin bir kaç katı ödeme yapılır. Üyenin geri ödeme gücü tamamen ortadan kalkmış olursa bu meblağ bağış kabul edilir. Eğer ödeme gücü varsa belli taksitlerle bu yardımı geri iade eder. Bu takdirde darda kalan üyelere karz-ı hasen yardımı yapılmış olur.
Toplanan para ticaret yatırımlarında işletilerek geliri ana paraya eklenmeye devam eder, sigorta şirketi güçlenince aylık veya belli vadelerde ödenen primler azaltılır ve sonunda sıfıra kadar indirilebilir. Ortaklardan kimileri ek prim ödemek suretiyle, otomobil, fabrika, dükkân, iş hanı ve benzeri taşınır veya taşınmaz mallarını sigorta kapsamına aldırabilir.
Diğer yandan yalnız belli bir malı nakil veya belli bir yere kadar yolculuk süresi ile sınırlı olmak üzere, yatırılacak standart prim karşılığında geçici sigorta da mümkün olabilir.
Bir felâketle karşılaşan üyenin zararının büyük olması halinde verdiği, primden fazlasını alırsa, bu fazlalığı diğer sigortalılar ona bağışlamış, böyle bir zararın meydana gelmemesi halinde ise, sigortalı yardımlaşma kurumuna ödediği primleri bu kuruma bağışlamış sayılır. Böylece sigorta kuruluşu, başkalarını istismar aracı olarak değil bir yardımlaşma kurumu olarak meydana gelmiş bulunur.
2. Devletin organize edeceği sosyal güvenlik kuruluşu: Yukarıda özelliklerini belirttiğimiz sigorta kuruluşunu üst noktada İslâm Devleti’nin organize ve kontrol etmesi daha sağlam bir yoldur. Ancak burada da şirket kurucusu olan devletin bu işi kâr amacıyla yapmaması gerekir. Elde edilecek gelirler ana paraya eklenmeli, sigorta şirketi güçlendikçe eski ortakların prim oranı azaltılmalı, belirli dönem sonra prim ödemeden mal, can, organ vb. beklenmedik zararların bu kuruluşça karşılanması amaçlanmalıdır.
Sigortanın amacı tek kişinin altından kalkamayacağı ağır yükü mümkün olduğu kadar fazla sayıda kişilere yaymak ve böylece büyük zararları, kimseye ağır gelmeyecek bir yolla karşılamaktır. Bir mü’minin karşılaştığı sıkıntı ve zararı diğer mü’minlerin paylaşması kadar tabii bir şey olamaz. İflâsın eşiğinde olan bir mü’mini geri dönmeyecek bir maddî yardımla desteklemek güzel bir haslettir. Ancak insanların bu sıkıntı ve dayanılmaz acılarla dolu kaza, musîbet ve felâket durumlarını istismar ederek büyük paralar toplamak bunun çok az bir bölümünü zararların tazmini için harcadıktan sonra geri kalan büyük gelirlerin sigorta şirketi sahibi bir kaç kişi arasında paylaşılması İslâm’ın öngördüğü bir yardımlaşma kurumu sayılamaz. Çünkü sigorta bir ortaklıksa bundan oraya prim veya aidat ödeyen her üyenin meydana gelecek kârdan payını alması gerekir. Ya da kâr ana paraya eklenerek yardımlaşmanın yaygınlaşması amaçlanmalıdır.
f) İslâm’ın ilk dönemlerinde sigorta benzeri uygulamalar:
Sigortanın bir sosyal yardımlaşma kurumu olarak yerini alması ve statüsünü tamamlaması gerekir. Çünkü büyük masrafları gerektiren, kişiyi altından kalkamayacağı yükler altında bırakan rizikolara karşı İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren tedbirler alınmıştır. Ancak Hz. Peygamber ve dört halife döneminde sağlık problemi önemli bir masraf gerektirmediği gibi, at veya develerle yapılan yolculuklarda görülen kazalar da önemsizdi. Ailelerin ev inşası da ucuz ve basit malzemelerle kolay bir şekilde ve malzemenin önemli bir bölümüne para vermeden yapılabiliyordu. Bu yüzden hastalık, yangın, yol kazası gibi konularda kişinin gücünü aşan büyük riskler söz konusu olmuyordu.
Buna karşılık asıl ağır yük esirlik veya mala ya da cana karşı verilen zararların tazmininde söz konusu oluyordu. Bu yüzden daha Hz. Peygamber (s.a) döneminde büyük tazminat ödeme durumuyla karşılaşan kimselerin yükünü hafifletmek amacıyla “âkile” veya “maâkıl” sistemi ortaya çıkmıştır. Sosyal yardımlaşma nitelikli sigorta ile benzerliği yüzünden, “âkile” sisteminden söz etmek istiyoruz:
g) Âkıle veya maâkıl sistemi:
Âkıle sözcüğü diyet ödemek anlamına gelen “akl” mastarından ism-i fail olup; diyet ödemeyi yüklenen kimse veya kimseler demektir. Âkıle sistemi Medine’deki arap kabilelerinin Hz. Peygamber tarafından yeniden teşkilatlandırılması ile birlikte düzenli bir şekil almıştır. Çünkü bir kimse savaşta esir düşse, onun kurtarılması için fidye, kasta benzer veya yanlışlıkla öldürmelerde diyet, yaralamalarda ise erş adı verilen tazminatların ödenmesi gerekiyordu. Bu tazminatların miktarları çoğu zaman esir ve suçluların ödeme gücünü aşıyordu. Hz. Peygamber bu durumu çözüme kavuşturmak için, karşılıklı yardımlaşma esasına dayanan âkıle veya maâkıl sistemini kurdu. Buna göre, bir kabilenin mensupları kabile bütçesi için para yardımı yapacak; buna karşılık ödeme gücünü aşan bir tazminatla karşılaşırsa bu bütçeden yardım bekleyecekti. Hatta kabile bütçesi de yeterli olmazsa diğer akraba ve komşu kabileler onların yardımına gelecekti.
Âkıle sistemi Hz. Ömer (ö.23/643) tarafından geliştirilerek, insanların mensubu bulunduğu meslekler, askerî, mülkî idare esaslarına veya çeşitli bölgelere göre bir düzenleme yapılmıştır. Hür, akıllı ve ergin erkeklerden oluşan âkile listesi deftere yazılınca, bunlara “dîvan” adı verilmiştir. Bazı müellifler dîvan uygulamasının Hz. Peygamber (s.a)' in, Mustalikoğulları gazasından sonra, ganîmetlerdeki devlet payı olan beşte biri (humus) idare etmek üzere Mahmiye b. Cez’i tayin etmesiyle başladığını söylerler.201
Hz. Peygamber’in Ağır Tazminatlarla İlgili Uygulaması:
Hicretin 1. yılında Medine’de kurulan İslâm devletinin ilk kurucu anayasası çeşitli maddelerde diyet, fidye ve ağır mâlî yük altında bulunanlarla ilgili çözümler getirmiştir. Adı geçen anayasanın 11. (bazı kaynaklarda 12) maddesinde şöyle denilir: “Mü’minler kendi aralarında, ağır tazminat yükü altında bulunan hiç kimseyi bu durumda bırakmayacaklar, fidye veya kan diyeti gibi borçlarını iyi ve makul bilinen esaslara göre vereceklerdir.” Yine 3’ten 12’ye kadar olan maddelerde çeşitli kabilelerin adları ayrı ayrı sayılarak, bunların kendi aralarında, ağır mâlî yükümlülükleri, ortaklaşa meydana getirecekleri bir fondan karşılayacakları belirtilir. Buna göre her kabile veya zümre ortak bir sosyal güvenlik kuruluşuna kavuşturulmuş oluyordu.202
Medine anayasasının 11. maddesindeki “mufrah” terimini İbn Hişam (ö.218/833);“Borç veya aile fertlerinin çokluğu yüzünden ağır yük altında bulunan kimse” olarak tarif ederken203; Ebu Ubeyd (ö.224/838) bunu; “Borç yüzünden ağır yük altında bulunan kimse” diye açıklar. Eğer bir kimse esir düşmek veya yanlışlıkla birisini öldürmek sonucunda fidye veya diyet ödemek zorunda kalırsa, buna yardım yapılacaktır.204
Hz. Peygamber 9. hicret yılında Tebük Seferi sırasında Cuzâm kabilesi başkanı Mâlik b. Ahmer ile yaptığı anlaşmaya;“Borca batmış olanlara ait hisseyi ödeyeceklerine” dair bir şart koymuştu ki, bununla ilk kurucu anayasada yer alan yardımlaşma esaslarının ileriki yıllarda da genişleyerek sürdüğü anlaşılır.205
Diğer yandan suçlunun tazminatı tek başına ödeyememesi, zarar görenin mağduriyetini daha da çoğaltır. Bu yüzden zararın âkile sistemi denilen bir çok kimseye yükletilmesi, çeşitli bakımlardan kolaylık sağlar. Nitekim Allah’ın Rasûlü bu amaçla anayasa gereği yahudi kabilelerinden yardım istemiştir. Bi’r-i Mâune faciasında Âmir Oğullarından yanlışlıkla öldürülen iki kişinin diyetine katılmaları için H. 3. yılda Hz. Peygamber yahudi kabilesi Nadir Oğullarına gitmiş ve orada kendisine bir suikast düzenlenmiştir.206
Yine hicretin 7. yılından sonra Hayber bölgesinde müslüman bir tüccar fail-i mechul bir cinayete kurban gitmişti. Hz. Peygamber bölge halkına bir yazı göndererek diyetin ortaklaşa ödenmesini istemiş ise de, onlar kendilerinin cinayetle bir ilglilerinin bulunmadığına dair yemin edince Hz. Peygamber, ölenin diyetini devlet bütçesinden ödemiştir.207
Mekke’nin fethinden sonra 8. hicret yılında Hz. Peygamber tarafından, Halid b. Velid (ö.21/641) komutasındaki bir birlik, Mekke yakınlarındaki Cezîme kabilelerine irşad amacıyla gönderilmişti. Ancak dikkatsizlik nedeniyle bu kabileden bazı kimseler daha önce İslâm’a girdikleri halde öldürülmüş ve mallarına da zarar verilmişti. Halid (r.a)’e çok kızan Allah elçisi ölenlerin diyetlerinin ve mallarına verilen zararların beytülmâl’den karşılanmasını emir buyurmuştur.208
Diğer yandan diyet ödeme imkânı bulamayanların diyeti İslâm Devleti’nin zekât fonundan karşılanır. Nitekim Hz. Peygamber ana karnındaki cenînin düşmesine sebep olan birisini diyet cezasına çarptırmıştı. Suçlunun hısımları bunu ödeme güçlerinin bulunmadığını bildirince, diyet onun kabilesinin zekât gelirlerinden ödenmiştir.209
Hanefîlere göre diyet yükümlüsü, suçlu dîvan ehlinden ise dîvandır. Bu durumda diyet, dîvan üyelerinin atâ veya rızıklarından (maaş) kesilir. Hz. Ömer’in uygulaması da bu şekilde olmuştur. İkinci Halife Ömer (r.a), müslüman nüfusu kütüklere yazdırmış ve bütçe fazlası gelirleri kadın, erkek büyük küçük ayırımı yapmaksızın bütün toplum fertlerine maaş olarak dağıtmıştır. Bu, çalışma karşılığı olmaksızın atıyye niteliğinde verilen bir devlet yardımıdır. Çünkü Bahreyn valisi Ebu Hureyre (ö.58/677) 500. 000 dirhem, arkasından da Ebû Mûsa el-Eşr’ârî (ö.44/664) bir milyon dirhem (beş dirhem yaklaşık bir koyun bedelidir) getirince bütçe fazlası bu gelirleri bütün halka belli ölçüler içinde dağıtmak ihtiyacı duyulmuştur.210 Hz. Ömer’in dîvanlarla ilgili uygulama için şu sözü ünlüdür: “San’a (veya Hımyer) dağındaki bir çobanın hakkı bile, kendisi yerinde iken ve isteyip yüzü kızarmadan ona ulaşacaktır.”211
Hz. Ebû Bekir’in ilk halifelik yılında herkese eşit olarak 7,3 dirhem, ikinci yılda ise 20’şer dirhem maaş (atâ veya atıyye) dağıttığı düşünülürse İslâm’ın toplumda ne kadar sağlam bir ekonomik denge meydana getirdiği daha iyi anlaşılır.212
İşte Hz. Ömer döneminde Devletin önemli mâlî fonksiyonlarının toplandığı ve bütçe fazlası ödeneklerin değerlendirildiği “dîvan”lar aynı zamanda bir sosyal yardımlaşma sigortası görevi de îfâ etmiştir.
h) Sonuç:
Sonuç olarak sigorta konusunda şunları söyleyebiliriz:
1. İslâmî hükümlerin tam olarak uygulandığı bir ülkede ayrı bir sigorta sistemine ihtiyaç duyulmaz. Yangın, sel, kaza, iflâs gibi kişinin tek başına üstesinden gelemeyeceği büyük harcama ihtiyacı ortaya çıkarsa bu kimsenin ihtiyacı Devlet bütçesinin “zekât” fonundan karşılanır.
2. Kişiyi tamamen yoksul duruma düşürmemekle birlikte belli bir mal varlığını veya sağlığını bir anda yok edebilen rizikolara karşı da zirvesinde devlet organizesi bulunan yardımlaşma sigortası kurulabilir. Böyle bir sigortada kâr amacı güdülmez. Anapara işletilirse kâr anaparaya eklenir ve sistem güçlendikçe bu sisteme bağlı olanların ödeyeceği primler azaltılır ve giderek prim alınmaz olur. bu çeşit sigorta “karşılıklı olarak hibeleşiniz, birbirinizi seversiniz” hadisine213 uygun düşer.
3) Tamamen, ticaret amacıyla kurulan ve finansmanlarını faizli bankalarda nemâlandıran sigorta teşkilatları ise, insanların sıkıntılı ve acılı anlarını istismar eden aracılar durumundadır. Çünkü böyle bir sigorta işlemi, ihtiyaç olmadığı halde, ileri derecede belirsizliği (garar) bünyesinde bulunduran bir bedelleşme (ıvaz) akdidir. Hz. Peygamber gararı (aldanma riski bulunan işlemi) yasaklamıştır.
Ancak sosyal sigortalar kurumu, emekli sandığı ve bağ-kur teşkilatı gibi sosyal güvenlik kuruluşları, zirvesinde devlet organizesi bulunan ve sosyal yardımlaşma niteliği olan, kâr amacı gütmeyen kuruluşlardır. Bunlar az prim ödeyip çok alma veya çok pirim ödeyip az alma durumlarında “İslâm’daki karşılıklı hibeleşme” prensibine göre yardımlaşma görevi yaparlar. Anaparaları meşrû şekilde gelir getiren yatırımlarda kullanılabilir. Elde edilen gelirler anaparaya eklenerek büyüme sağlanır veya sistemin küçülmesi ya da zayıflaması önlenmiş olur. Anaparaları meşrû şekilde nemâlandırılan böyle bir kuruluşa üye olmak, prim ödemek ve gerektiğinde hastalık, sakatlık, malüllük, dul, yetim, yaşlılık veya emeklilik gibi nedenlerle buralardan ikramiye, maaş ve benzeri yardımlar almak mümkün ve caiz olur.
4. Pis (Necis) Olan Veya Pislik Karışan Şeyin Satışı:
Yenilmesi veya içilmesi âyetle veya sahîh hadisle kendi özündeki bir zarardan dolayı yasaklanmış bulunan şeylere “necis (pis)” denir. Şarap, domuz veya murdar ölmüş hayvan eti ve kan bunlar arasında sayılabilir. Kur’an’da şöyle buyurulur: “Allah, size leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etini haram kıldı.” 214 Başka bir âyette şarap da yasak kapsamına alınır.215 Âyetlerdeki yasaklama bu şeylerin yalnız yenilmesi veya içilmesi ile ilgilidir. Cabir b. Abdillah (ö.78/697) (r.a)’ten rivayet edilen şu hadis bunların satışının da aynı hükümde olduğunu belirtir: “Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: Şüphesiz Allah ve Rasûlü şarabın, leşin, domuzun ve putların satışını haram kılmıştır. Kendisine; “Ey Allah’ın Rasûlü! murdar ölmüş hayvanın iç yağları için ne dersin? Onlarla gemiler ve deriler yağlanır, insanlar onu aydınlatmada kullanırlar.” diye sorulunca, Allah elçisi; “Hayır o haramdır” buyurdu ve sonra şöyle devam etti: “Allah yahudileri kahretsin. Allah onlara hayvanların iç yağlarını haram kılınca onlar bunu erittiler ve sonra da satıp parasını yediler.” 216
Kur’an-ı Kerim’de yahudilere iç yağların yasaklanışı şöyle ifade buyurulur: “Biz yahudilere tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağlarının dışında iç yağlarını da haram kıldık. Aşırı gitmelerinden ötürü, onları bu şekilde cezalandırdık. Şüphesiz biz doğruyu söyleyiciyiz.”217 Bunların satılıp parasının yenmesi de hadisle yasaklanmıştır. İbn Abbas (ö.68/687)’dan Rasûlullah (s.a)’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Allah yahudilere lanet etsin (üç kere), şüphesiz Allah onlara hayvanların iç yağlarını haram kılmıştı, onlar bunları sattılar ve parasını yediler. Şüphesiz Allah herhangi bir topluluğa bir şeyin yenmesini haram kılmaz ki, o şeyin satış bedelini de haram kılmış olmasın.” 218 Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği aynı hadisin sonu şöyledir: “Şüphesiz Allah, bir topluluğa, bir şeyin yenilmesini haram kıldığı zaman, onlara bunun satış bedelini de haram kılar.”219
Hanefîlere göre, yenilmesi, içilmesi veya yeme-içme dışında başka bir amaçla yararlanılması caiz olan şeylerin alım-satımı da caizdir. Çünkü canlı ve cansız varlıklar temelde insanların yararlanması için yaratılmıştır. Açık yasaklama bulunmadıkça eşyada asıl olan mübahlıktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O’dur”. 220 “Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur. Yeryüzünün her yanında gezip dolaşın ve Allah’ın vermiş olduğu rızıklardan yiyin.”221 Buna göre yeryüzünde insanoğluna boyun eğmeyecek hiç bir fizîkî güç yoktur. İnsan dünyanın derinliklerine, gökyüzünün yüksekliklerine gidebilir. Madde, genel anlamda insana boyun eğebilecek bir nitelikte yaratılmıştır.
Başka bir ayette yararlanma kapsamı gökteki varlıkları da kapsamına alır. Nitekim çeşitli âyetlerde yerde ve gökte bulunan her şeyin insanın yararlanması için yaratıldığı belirtilir. “O, göklerde ve yerde bulunan her şeyi kendinden bir lütuf olarak sizin hizmetinize vermiştir. Düşünen bir toplum için bunlarda, nice ibret ve deliller vardır.”222
Bu yüzden eti yenmeyen ve kendisi de temiz olmayan bir takım hayvanlar veya maddeler başka bakımlardan yararlanmaya konu olabilir. Nitekim köpek, pars, arslan, kaplan, kurt, kedi gibi azı dişi ile yırtıcı olan hayvanlardan, avlanmak, bekçilik yaptırmak gibi meşrû amaçlar için yararlanmak mümkün olduğu için bunların satışı da caiz görülmüştür. Yılan, akrep gibi haşerât ve sürüngenler de kendilerinden yararlanıldığı takdirde satılabilir. İlâç yapımı, kan emmesi için sülük satımı gibi.
Günümüzde kanamalı hastalara veya ameliyat olan kimselere damardan kan verilmesi zorunlu bir tedavi yöntemi olmuştur. Kan verilmezse hastanın kan kaybından ölmesi söz konusudur. Bu yüzden sağlıklı kişinin alması caiz olmayan kan, hasta için caiz olur. Çünkü “zarûretler sakıncalı olan şeyleri mübah kılar” prensibi, darlık bulunan konularda mü’mine kolaylık sağlar. Cahiliye devrinde bir zaruret olmadığı halde insan veya hayvana ait kanı, içme veya pişirerek yeme yoluyla alanlar vardı. Sıcak iklimde çok kısa sürede mikropların üreyebildiği necis bir maddenin insan sağlığına ne kadar zararlı olabildiği bilinen bir gerçektir. Günümüzde ise ağızdan gıda için kan alınması söz konusu olmadığı gibi, kan grupları uyuşan kimselerin kanı, diğerindeki kan eksikliğini doğrudan tamamlamış olur. Bu şekilde kan nakli caiz görülünce, bu kanın temin edilmesi de gerekecektir. Hastaya bağış yoluyla kan veren olursa, en güzel ve şüpheden uzak bulunan yol budur. Fakat çoğu kere bağış olarak kan bulunmayabilir. Kanı belli bir para karşılığında satın almak zarureti ortaya çıkabilir. Bu takdirde bunu satın alanın zaruret içinde olmasından ötürü bir sorumluluğunun bulunmayacağı açıktır. Satıcı ise hastanın bu darlık halinden yararlanıp yüksek paralar almaya kalkışırsa bu da temiz bir kazanç olmaz.
Hastaya daha düzenli kan sağlamak için, ülkemizde Kızılay ve bazı kan merkezlerinin yaptığı şekilde, bağış veya belli bir ücret yada masraf karşılığı alınan kanların kâr amacı gütmeden ihtiyacı olan hastalara ulaştırması amaç olmalıdır. Ancak bununla birlikte kişiler de hastaya doğrudan bağış yapmak istemedikleri takdirde ilgili kuruluşlarda oluşan bedel karşılığında kan satışı yapılabilir. Çünkü bu durumda kan, artık kendisinden yararlanılması caiz olan “mütekavvim mal” niteliğinde sayılır.
Eti yenmeyen hayvanların sidikleri, tersleri ve akan kanları necis olup, bunların satılması da caiz değildir. Ancak uçan kuşların tersleri sakınılması güç olduğu için temiz sayılmıştır. Tavuk, kaz ve ördek tersleri de necistir.
Genel olarak eti yenen hayvanların tersleri gübreleme, yakıt, inşaat malzemesi, duvar sıvası ve benzeri amaçlar için kullanılabilir ve bunların satışı da yapılabilir.
Necâset karışmış olan şeyin satışı ve ondan yeme dışında tabaklama, yağlama ve mescid dışında aydınlatma amacıyla yararlanmak caizdir. Ancak ölü hayvanın yağı bunun dışındadır.223
Şâfiî ve Hanbelîlere göre şarabın, leşin, kanın ve bunlara benzer necis şeylerin satışı caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber bunların satışını yasaklamış ve putların satışını da buna eklemiştir.224Necis olan şeylerden uzak durmak ve ona yaklaşmamak gerekir. Necis şeyi satmak ise ona yaklaşmaya neden olur. Şâfiîler, kendisinden yararlanmak mümkün olan necasetlerin satışı için “el çekme” denilen bir yöntem bulmuşlardır. Buna göre, meselâ; gübre, ilâç yapımı ve benzeri bir amaç için necis olan bir şeyi satacak olan kimse “Ben bu maddeden şu kadar bedel karşılığında elimi çekiyorum” diye icapta bulunur, alıcı da kabul edince akit meydana gelmiş olur.
Köpeğin satışı ise çoğunluğa göre caiz görülmemiştir. Çünkü Hz. Peygamber bir hadisinde köpeğin bedelini, fâhişenin ücretini ve kâhinin aldığı parayı yemeyi yasaklamıştır.225 Köpeğin eğitilmiş olup olmaması da sonucu değiştirmez. Ancak Mâlikîlerden Sahnûn b. Saîd (ö.240/854) aksi görüşte olduğunu belirterek; “Ben köpeği satar ve onun parası ile hacca giderim” demiştir.226
Sonuç olarak Hanefî ve Zâhirî fakihlerine göre, kendisinden yararlanılabilen necasetlerin satışı caizdir. Ancak satışı hadisle yasaklananlar bundan müstesnadır. Bununla birlikte köpek gibi satışı yasaklanan bazı hayvanlar da avcılık, bekçilik gibi bir amaç bulununca mal sayılır ve satışı caiz olur. Çoğunluğa göre ise prensip olarak necasetin satışı caiz değildir. Çünkü İslâm’da ancak temiz olan şeyden yararlanmak mübah olur ve satışı da meşrû bulunur. Bununla birlikte çoğunluk da eti yenen hayvanların terslerinin gübreleme ve benzeri amaçlar için satılabileceğini kabul etmiştir. Şâfiîler bu gibi satışların “elini, satılacak şeyden kaldırma” yoluyla yapılabileceğini söylemişlerdir.227
Günümüzde bazı ülkelerde kanalizasyon suları arıtılarak yeniden kullanıma sokulabilmektedir. Kanaatimizce bu gibi arıtılmış suların tarım alanında sulama için kullanılması mümkündür. Eğer mikrop, bakteri ortamından ayrılmış ve dezenfekte edilmiş bulunursa sanayi kesiminde; soğutma, temizleme vb. işlerde de kullanılabilir. Ancak bu gibi suların yeniden şehir su şebekesine döndürülmesi caiz olamaz. Çünkü böyle arıtılmış bir suyun kimyevî mineral zenginlikleri bakımından “tabiî su” kıvamında olmayışı, “müsta’mel (kullanılmış) su” hükmünde bulunması ve en önemlisi insan tabiatının böyle bir suyu “iğrenç bulması” dikkate alınarak arıtılmış kanalizasyon suyunun içilmesi, yemeklerde veya temizleyici olarak ya da abdest veya gusül abdesti alımında kullanılması caiz olmasa gerektir.
5. Kaporalı Satış:
Bir alış-verişte satış bedelinin tamamının verilemediği durumlarda, alıcı veya satıcının caymasını önlemek amacıyla önden verilen bir miktar paraya “kapora” veya “pey akçesi” denir. Arapçaya başka dilden geçen “arbûn” veya “urbân” sözcüğü kapora anlamında kullanılır. Kaporalı satış; bir malı satın alan kimsenin, satıcıya bedelden bir bölümünü, satış gerçekleşirse, önden verilen meblağın satış bedelinden düşülmesi, gerçekleşmezse bağış (hibe) sayılması şartıyla vermesidir.228 Böyle bir satım akdinde alıcı için seçimlik hak bulunur. Eğer akit gerçekleşirse önceden verilen kapora, satış bedelinin bir bölümünü oluşturur. Alıcı akdi yapmaktan vazgeçerse kaporayı kaybetmiş olur. Burada, alıcının tercihini belirlemesi için bir süre konulmamışsa, süresiz hak söz konusu olur. Kaporalı satış, satıcı bakımından bağlayıcı bir akittir. Hanbelîlere göre, alıcının seçimlik hakkını kullanması için belli bir süre belirlenmesi gerekir.
Çoğunluk müctehitlere göre, satış gerçekleşmediği takdirde önden verilen kapora yanmak üzere yapılacak satım akdi geçerli değildir. Hanefîlere göre böyle bir satış fâsit, diğer müctehitlere göre ise bâtıl hükmündedir. Delil şu hadistir: “Hz. Peygamber (s.a) kaporalı satışı yasaklamıştır.”229 Bu yasağın nedeni; garar, risk, başkasına ait malı bedelsiz olarak yeme, yani sebepsiz zenginleşme veya satışta iki fâsit şartın bulunmasıdır. Bu iki fâsit şarttan birincisi satıcı lehine bağış, diğeri alıcıya cayma hakkı veren şarttır. Diğer yandan alıcının tercih hakkını bildirmesi için bir sürenin konulmamış olması da başka bir bozucu nedendir. Nitekim “şu malı, ne zaman istersem şu kadar para ile birlikte sahibine geri vermek üzere seçimlik hakka sahibim” demekle de geçersiz bir satış yapılmış olur.230
Ahmed b. Hanbel’e (ö.241/855) göre, kaporalı satış caizdir. Delil hadistir. Zeyd b. Esleme (r.a)’ten şöyle dediği nakledilmiştir: “Rasûlüllah (s.a.s)'e kaporalı satışın hükmü sorulmuş, o, bunu helâl kılmıştır”.231 Diğer yandan Nâfi b. Abdilhâris (ö.117/735)'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: Nâfi, Mekke’de Halîfe Ömer için, hapishane yapılmak üzere Safvân b. Ümeyye (r.a)’den dört bin dirhem karşılığında bir ev satın almıştır. Eğer Ömer razı olursa satım akdi yürürlük kazanacak, aksi halde Safvân’a dört yüz dirhem tazminat verilecekti. Hz. Ömer’e danışılınca, O, bu şartı kabul etmiştir.”232
Günümüz ticaret işlemlerinde zaman kazanmak, düşünmek, piyasa araştırması yapmak, malın başkasına satılmasını engellemek gibi amaçlarla, bir miktar kapora verilerek satıcı ile ön bağlantı yapılmaktadır. Böyle bir akit gerçekleşince, kaporanın satış bedeline mahsup edilmesi gerekir. Alıcı sözleşmeden vazgeçerse kaporanın geri verilmesi en güzelidir. Satıcı, bekleme ve malını başkasına satmama karşılığında böyle bir pey akçesini istemektedir. Kâdî Şurayh, (ö.87/705) kaporalı satışı caiz görür ve şu delile dayanır: “Bir kimse zorlama olmaksızın kendi isteğiyle, kendi aleyhine bir şart koysa, bu onun aleyhine sabit olur.”233
Sonuç olarak Hanefîlere göre kaporalı satışın hükmünün fâsit oluşu dikkate alınarak her iki taraf da cayabilir. Bu takdirde önden verilen kaporanın geri verilmesi gerekir. Ancak taraflar sözleşmeyi sürdürürlerse alıcı malın değeri üzerinden satış bedelini tamamlar ve satıcı da malı teslim eder.
6. Suyun Alım-Satımı:
Su Yüce Allah’ın tabiî nimetlerindendir. Çoğu zaman insan emeği söz konusu olmaksızın yağan yağmurlar veya yeraltı su zenginlikleri bir beldenin su kaynaklarını meydana getirir. İnsan varlığı, yiyecek kadar suya muhtaç olduğu için, su kendisinden yararlanılan önemli bir maddedir. Bütün canlıların ve bitki örtüsünün oluşumu ve gelişmesi de suya dayanır.
Kur’an-ı Kerim’de canlıların temel unsurunu teşkil eden suyun önemine dikkat çeken pek çok âyet-i kerime vardır. Bazıları şunlardır: “Gökler ve yer birbirine bitişikken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı inkârcılar bilmezler mi? Hâlâ iman etmiyorlar mı?”234 “Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır.” 235 Bütün bitkilerin su sayesinde neşvü nemâ bulduğu şöyle belirlenir: “Gökten suyu indiren O’dur. Biz, o su ile her şey için gerekli olan bitkiyi çıkardık. Ondan da yeşillik meydana getirdik. Yeşillikten ise, birbiri üzerine yığılmış taneler çıkarırız. Hurmanın tomurcuğundan, sarkıp yere yaklaşan salkımlar çıkarırız. Ayrıca o su ile birbirine benzeyen ve benzemeyen üzüm, zeytin ve nar bahçeleri meydana getiririz...”236
Canlıların yaşaması için bu kadar önemli olan suyun mülk edinilmesi ve satıma konu yapılması mümkün müdür?
Su, özel mülke konu olmadığı sürece kullanımı mubahtır. Mübah olan bir şeyde ise herkesin hakkı vardır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Su, ot ve ateş.”237
Sular genel olarak dörde ayrılır:
a) Deniz suyu: Bundan herkesin yararlanma hakkı vardır. Güneş, ay ve havadan yararlanma ne ise denizlerden yararlanma da bunlar gibidir. Kişinin denizden hem şefeh, hem de şirb hakkı vardır. “Şefeh” insanın ağzı ile içmek suretiyle sudan dilediği gibi yararlanması demektir. Hayvanları sulama ve temizlikte kullanma da bu kapsama girer. “Şirb” ise, sözlükte “su payı” anlamına gelir. Bir terim olarak; tarım ürünlerini veya hayvanları sulamak amacıyla sudan yararlanma nöbetini veya zamanını ifade eder.
b) Büyük ırmakların suları: Dicle, Fırat, Nil, Seyhun, Ceyhun, Kızılırmak, Yeşilırmak gibi nehirler bu niteliktedir. Toplumun bu nehir sularında mutlak anlamda şefeh yani içme veya hayvanlarını sulama hakkı vardır. Toplumun genel yararına engel olmamak şartıyla tarım ürünlerini sulama, baraj, elektrik santrali ve benzeri tesisleri kurma hakkı da söz konusu olur. Ancak bu gibi tesislerin nehrin aşağı taraflarında yerleşmiş olanların mal, can veya toprak ürünlerine zarar vermemesi gerekir. Aksi halde bunların kendilerine yetecek kadar suyun serbest bırakılmasını isteme hakları doğar. Birden fazla ülke topraklarından geçen nehirlerden bu ülkeler ortaklaşa yararlanırlar. Biri diğerini yararlanmaktan men edemez.
c) Sınırlı bir topluluğa ait mülk edinilmiş sular: Bir köy halkına ait küçük bir akarsu, kaynak veya kuyu bu niteliktedir. Büyük nehir veya göllerden alınıp özel kanal veya borulardan akıtılan sular da böyledir. Bu gibi sulardan insanların yalnız içme ve kullanma suyu alma hakkı vardır. Hayvanları sulama da bu kapsama girer. Çünkü içme, kullanma ve hayvanları sulamada zaruret vardır.
d) Kaplara alınmış sular: Su deposu, varil, kova, desti, ibrik ve benzeri kaplara doldurulmuş olan sular, bunları dolduranın mülkü sayılır. Sahibinin izni olmadıkça bunlardan, başkasının yararlanması caiz değildir.238
Yukarıdaki su çeşitlerinden ilk ikisi yani deniz ve büyük ırmakların suları mübah sulardan olup bunların özel kaplara alınmadıkça satışları caiz değildir.
Çoğunluk müctehitlere göre belli bir topluluğa ait pınar, kaynak veya kuyu ile özel kaplara konulmuş bulunan sular özel mülk sayılır. Sahipleri bizzat bu sulardan serbestçe yararlanabilir ve başkasının yararlanmasını da engelleyebilir. Ancak yakında su bulunmuyorsa, içmek veya hayvanlarını sulamak zorunda kalan kimse için suyu özel mülkiyetinde bulunduran kimseye yetkili kişilerce; “Ya suyu kendin doldur ve ihtiyacı olan bu kişiye ver, ya da suyu alması için ona izin ver” denilir..239
Diğer yandan mülkiyet altında bulunsa bile suyun ihtiyacı olanlara bedelsiz olarak verilmesi müstehaptır. Ancak suyun sahibi bedelsiz vermeye zorlanamaz. Zaruret hali bunun dışındadır. Meselâ; bir grup insan aşırı derecede susuz kalır ve ölmekten korkarlarsa bunlara su vermek gerekir. Aksi halde bunların suyun sahipleri ile silâhlı çatışmaya girme hakları doğar. Çünkü bu suyun sahibi, onun suda hakkı olan “şefeh (içmek ve hayvanlarını sulama) hakkını” engellemekle, kasten onun helâk olmasını istemiş sayılır. Eğer su özel olarak depolanmış ise, zarûret içinde bulunan kişi silahsız olarak çarpışır ve ondan aldığı su miktarını tazmin eder. Su, yalnız sahibine yetecek kadar olur ve alındığı takdirde onun helâk olacağından korkulursa, suyun ona bırakılması gerekir.240
Suyun para karşılığı satışının caiz oluşu şu delillere dayanır: Hz. Osman (ö.35/655) Medine’de Rûme kuyusunu bir yahudiden satın almış ve bunu müslümanlar için vakfetmiştir. Çünkü Hz. Peygamber bu kuyu ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Kim Rûme kuyusunu satın alıp da, müslümanlara böylelikle genişlik sağlarsa, onun için cennet vardır.”241 Yahudi, kuyunun suyunu insanlara satıyordu. Bu hadis kuyunun satışının caiz olduğuna delâlet ettiği gibi, suyun satışının da caiz olduğunu gösterir. Aksi görüşte olanlar ise bu olayın İslâm’ın ilk dönemlerinde olduğunu ve o dönemde yahudiler güçlü bulunduğu için kendileriyle uzlaşma yoluna gidildiğini, daha sonra ise suyun satışını yasaklayan hükümlerin geldiğini söylerler.
Suyun satışı, mübah odunların kesilip toplandıktan sonra satışının caiz oluşuna kıyas edilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber odunla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Sizden birinin ipini alıp dağa gitmesi, oradan topladığı odunları satıp, elde edeceği paranın bir bölümünü yemesi ve bir bölümünü de yoksullara vermesi dilencilik yapmasından daha hayırlıdır.” 242
Zâhirîlere göre suyun satışı mutlak olarak caiz değildir. Suyun ırmak, kuyu, pınar suyu olması ile özel depo veya kaplara konulmuş bulunması sonucu değiştirmez. Ahmed b. Hanbel’den bir rivayette şöyle dediği nakledilmiştir: “Suyun satışı bana çok tuhaf geliyor.”243
Sonuç olarak tabii halde kaynağında bulunan deniz, nehir, kuyu ve kaynak suları satışa konu yapılmamalıdır.244 Ancak böyle bir su kaplara ve damacanlara doldurulursa özel mülk haline gelir ve mütekavvim bir mal olur.245 Bunun satışı da caiz bulunur. Gölet, baraj veya nehirlerden özel kanallar, su motoru veya motopomplarla arazilerin sulanacağı yerlere sevkedilen sular da kaplara alınmış su niteliğindedir. Bu yüzden bu gibi su şebekesinin masraflarını karşılamak ve belki yenilerinin yapımını hızlandırmak için suyu kullananlardan belli bir ücret alınması mümkündür.
Şehir, kasaba ve köylerde evlere, fabrika ve kuruluşlara ulaştırılan su şebekesi de kaplardan suyun dağıtılması niteliğindedir. Ancak Devlet ve belediyelerce yapılan bu gibi toplum hizmetinin ve temelde mübah olan suyun ticaret amacıyla büyük gelirler sağlamak üzere satışı yoluna gidilmemelidir. Kuyu, çeşme, pınar ve kaynak açma ve yaptırma en önemli hayır çeşididir. Önceki yüzyıllarda ecdat bu gibi hayırları vakıf ve sebil olarak yapmış, toplumun su ihtiyacı, mabedlerin ve topluma ait pek çok yerlerin aydınlanması işi bir ücret istenmeden çözümlenmiştir. Günümüzde çeşme, kuyu ve sarnıçların yerini barajlar almış, aydınlanma işini de hidroelektrik veya termo elektrik santralleri üstlenmiştir. Su ve elektrik üreten bu kaynaklar ticaret amacıyla kullanımdan çıkarılarak güçlü vakıfların yönetimine verilebilir. Belki işletme masrafları, tamir, ıslah, yenileme ve büyütme amacına yönelik harcamalar dikkate alınarak yalnız bu çerçevedeki ihtiyaçları karşılayacak kadar bir “birim bedel” alınabilir. Barajı ve santralleri işletecek böyle bir hayır kurumunun bu masrafları karşılayacak ölçüde, su gelirinden başka bir geliri bulunursa, su ve elektrik için alınacak bedel giderek azaltılır, ya da belli kriterler konularak yoksul kesiminden su ve elektrik için ücret alınmayabilir. İşte bu takdirde “su, ateş ve otun müslümanlar arasında ortak olduğunu bildiren hadis-i şerifin” anlamı İslâm toplumunda etkisini göstermiş olur.
C) Fasit Sayılan Satış Çeşitleri:
Yukarıda fesat ve butlanın alış-verişe etkisini açıklarken fasit satışın özellikleri üzerinde durmuştuk. Bir satışta icap, kabul ve akdin konusu gibi ana unsurlar tam olmakla birlikte satış bedelinin miktarı veya veresiye satışta vade tarihi gibi, sonradan tamamlanması mümkün olan bir eksiklik bulunursa, böyle bir satışa “fâsit satış” denir. Tarafların böyle bir satışı bozma hakları vardır. Ancak eksiklik tamamlanır veya mal alıcıya teslim edilip, malda tüketme, satma, bağışlama gibi geri vermeye engel bir durum meydana gelirse, artık akitten fesat kalkar ve satıcı malın piyasa değeri üzerinden bedelini alma hakkını elde eder.
Başlıca Fâsit Satış Çeşitleri
1. Bilinmeyen Yönü Bulunan Satış:
Satılan mal veya satış bedelinde tarafları anlaşmazlığa götürecek ölçüde bir bilinmezlik bulunursa böyle bir satım akdi fasit olur. Ancak satıcı ve alıcının sonradan yapacakları karşılıklı anlaşma ile bilinmezliği gidermeleri mümkündür. Meselâ; birbirinden farklı üç şeyden birisini satmak, üç çeşit paradan birisi ile veya vade tarihini belirlemeden veresiye satış yapmak gibi. Bu durumlarda alıcı kendi yararına en uygun olanı seçmek, satıcı da kendisi bakımından en uygun olan şıkkı uygulamak ister ve aralarında anlaşmazlık çıkar. Bu da satıştan beklenen yararın gerçekleşmesine engel olur. Böyle bir satışı satıcı veya alıcının bozması gerekir.
Ancak tarafların, satıştaki bilinmezliği gidererek satım akdini sahih hale getirmeleri de mümkündür. Meselâ; vade belirlenmemiş olan satışta, karşılıklı rıza ile bir vade belirlemekle satış geçerli hale gelir.
Bilinmezliğin gerçekleştiği unsurlar:
Bir satım akdinde bilinmezlik bu satışın unsurları üzerinde söz konusu olur. Bunlar; satılan mal, satış bedeli, vade veya teminatlardan ibarettir. Aşağıda bunları açıklayacağız.246
a) Satılan şeyde bilinmezlik:
Satılanın cins, tür veya miktar olarak bilinmemesi satım akdini fasit kılar. Meselâ; satıcı cins belirlemeden bir ton buğdayı veya bir ton unu borçlansa, piyasada fiyatları farklı çeşitli buğday veya unlar bulunduğu için satıcı bu belirsizlikten yararlanarak en ucuzunu vermek, alıcı da en iyisini almak ister ve aralarında anlaşmazlık çıkar.
b) Satış bedelinde bilinmezlik:
Satış bedelinin cins ve miktarı belirlenmeden yapılacak satım akdi de fasittir. Yine meselâ; bir atı sürüden elli koyun karşılığında satmak da böyledir. Burada atı satan kimse sürüden en iyi elli koyunu almak, diğeri ise değeri düşük koyunlarla karışık veya tamamını değeri düşük olan koyunlardan vermek ister. Bu yüzden burada satış bedelinde bilinmezlik söz konusu olur. Bir hayvanı veya kullanılmış bir otomobili “değeri üzerinden satmak” da fasittir. Çünkü kıymet biçen bilirkişiler farklı değer koyabilecekleri için satış bedeli mechul kalır.
Bir kimse satıcının veya alıcının yahut üçüncü bir kişinin belirleyeceği bir fiyatla satış yapsa, bu satış da fâsit olur. Çünkü satıcı, alıcı veya üçüncü kişinin belirleyeceği bedel satım akdi sırasında bilinmemektedir.
Yine bir kimse; “Bu malı sana peşin olarak yüz’e, vadeli olarak yüz elliye satıyorum” dese, alıcı da bu şekilde kabul etse, satım akdi fâsit olur. Çünkü satış bedelinin peşin mi yoksa vadeli mi olacağı belirsizdir. Ancak alıcı bu şıklardan birisini tercih ederse satış sahih hale gelir. Burada vâdeli olarak yüz elliyi seçmişse, bu bedel satış bedeli olur. Hanefî fakihlerinden es-Serahsî (ö.490/1097) vâdeli satışta tarafların çeşitli fiyatlar üzerinde pazarlık yapabileceğini belirttikten sonra konuyu şu şekilde sonuca bağlar: “Taraflar kendi aralarında anlaşır, belirli bir satış bedeli tesbit etmeden ayrılmaz ve bu tek fiyat üzerinde akdi bitirirlerse bu caizdir. Çünkü bu takdirde, akdin sahih olmasının şartını yerine getirmiş olurlar.”247
Satıcı ve alıcı bir malın maliyet veya etiket fiyatı üzerinde anlaşsalar, ancak alıcı bu fiyatın miktarını bilmiyorsa satım akdi fasit olur. Çünkü alıcı böyle bir satışta tahmininin üstünde yüksek bir fiyatla karşılaşabilir. Eğer satış geçerli sayılırsa bu yüksek fiyata katlanmak zorunda kalacaktır. Ancak alıcı, satış meclisinde maliyetin veya etiketin miktarını öğrenir ve itiraz etmezse satım akdi, istihsan prensibine göre caiz hale dönüşür. Çünkü bununla bilinmezlik ortadan kalkmış olur. Böylece bilinmeyen bir yönü akit meclisinde öğrenme, akit sırasında öğrenme hükmündedir. Eğer taraflar akit meclisinden ayrılıncaya kadar bu bilinmezlik sürerse satışın fesadı kesinleşir.248
İmam Züfer’e (ö.158/775) göre, bir akit başlangıçta fasit olarak meydana gelmişse, artık bu daha sonra caiz hale dönüşmez.249
Fakihlere göre, bir kimse; “Şu malı çarşı ve pazardaki rayiç fiyatla veya herkesin sattığı fiyatla yahutta filanca kimsenin belirleyeceği bedelle sattım” dese, alıcı da bu şekilde kabul etse, satış bedeli belirsiz olduğu için satım akdi caiz olmaz. Ahmed b. Hanbel’den; akit sırasında satış bedelini belirlemeden veya sınırını çizmeden, belli bir tarih diliminde malın gelecekteki rayiç bedeli üzerinden satılmasının caiz olduğu nakledilmiştir. Dayandığı delil; insanların her yerde ve devirde bu gibi muameleleri yapmaları sonucu “örf” ve “teâmül”ün oluşmasıdır. İbn Teymiyye (ö.728/1327) ve İbnü’l-Kayyim (ö.751/1350) de böyle bir satışın caiz olduğu görüşünü tercih etmiştir.250
Kanaatimizce fiyatları herkesçe bilinen ve her yerde aynı olan veya fiyatı devlet tarafından belirlenen standart malların satışı, satış bedelinin miktarı satıcı veya alıcı tarafından satış sırasında tam olarak bilinmese de satış geçerli olur. Benzin, gaz yağı, tüp gaz, şeker, ekmek fiyatları bu niteliktedir. Bu gibi maddelerin normal piyasa şartlarında kaliteleri ve fiyatları standart olduğu için satıcı veya alıcı için aldanma söz konusu olmaz. Alıcı herkesin satın almakta olduğu fiyata razı olmuş bulunur. Ancak bu mallar karaborsaya düşer ve düzensiz piyasa fiyatları ortaya çıkarsa bu takdirde satış sırasında fiyatın belirlenmesi gerekir, aksi halde satış fasit olur.
Günümüzde çay, fındık ve buğday gibi bazı tarım ürünleri aylar önce alınan toplu bir para karşılığında, kilogram fiyatı hasat ya da teslim tarihinde belirlenip hesap görmek üzere satılmaktadır. Böyle bir satım için iki durum düşünülebilir. Ürünün nitelikleri ve kilogram fiyatı tam olarak belirlendikten sonra, satış bedelinin tamamı satıcıya verilirse “para peşin mal veresiye” bir akit olan “selem” akdi meydana gelmiş olur. Artık herhangi bir fiyat değişikliği olmaksızın satıcı akitte kararlaştırılan miktar ve nitelikteki standart malı teslim tarihinde alıcıya teslim etmeyi borçlanmış olur. Ancak satıcı burada kendi ürününü daha hasat etmeden dalında, olgunlaşmadan önce satarsa bu satış caiz olmaz. Çünkü selem akdinde ölçü veya tartı ile yahut standart olup sayı ile satılan şeylerin parası peşin verilir, satın alınan mal da miktar ve kalite olarak belirlenir, ayrıca malı teslim tarihi de tespit edilir.
Diğer yandan çiftçi yine aylar önce kapora olarak aldığı bir para ile ürününü hasattan sonra teslim etmek ve kilogram başına fiyatı da teslim tarihinde belirlemek ve bu fiyattan hesap görmek üzere satış yapsa, Ahmed b. Hanbel ve diğer bazı müctehidlere göre bu da caiz olur. Burada hasat veya teslim tarihinde herkese ve her yerde standart bir fiyatın uygulanması, fiyat konusunda çıkabilecek anlaşmazlıkları önler. Çünkü tecrübelerle satıcı fiyatların aşırı derecede yükselmeyeceğini, alıcı da aşırı bir fiyat düşüşünün olmayacağını yaklaşık olarak bilir. Ürünün helâk olması, kıtlık, ekonomik kriz veya savaş şartları gibi fiyatları normalin üstünde etkileyen durumlarda ise İslâm Devleti ne satıcıyı ve ne de alıcıyı altından kalkamayacağı bir borç yükü altında bırakmaksızın gerekli tedbirleri alır.
Selem akdinin aksine kimi zaman da buğday başta olmak üzere bazı ürünler kooperatif, un fabrikası, toptancı ve benzerlerine teslim edilmekte, aylar sonra yeni fiyat üzerinden satış bedeli alınmaktadır. Böyle bir muamelede satış bedeli akit sırasında konuşulmadığı için satışın fasit olması gerekir. Mal teslim edildiğine göre, alıcının bu mal üzerinde mülk hakkı doğar. Satış bedelini alma sırasında, bedelin miktarı üzerinde anlaşmazlık çıkmayacak derecede her yerde standart bir fiyat uygulanıyorsa, bilinmezlik bu malın düzenli olan piyasası tarafından giderilmiş olur. Belli aralıklarla hububat borsalarında standart fiyatların ilân edilmesi gibi. Ancak sözleşmede tüccara teslim edilen malın nitelikleri tam olarak belirlenmemiş ve “nümûne” de alınmamış olursa, bir kaç kaliteye göre farklı fiyatların ortaya çıkması halinde tüccar köylüye en düşük kaliteye göre ödeme yapmak, satıcı ise en üst kaliteyi esas almak ister ve bu yüzden aralarında anlaşmazlık çıkar. Böyle bir durumda fasit satım akdi hükümleri uygulanarak bilirkişinin belirleyeceği değer üzerinden ödeme yapılması gerekir.
Diğer yandan un fabrikasına verilecek buğday yerine un almak istenirse ya buğdayı un haline getirme karşılığında fabrikaya ya da değirmene ücret verilmeli yahut da buğdayı satıp bunun bedeli ile un satın almalıdır. Özellikle çoğu kere buğdayın sahibi kendine ait buğdayın ununu alamadığı için, burada buğdayla unun mübadelesi söz konusu olmaktadır. Buğdayla unun aynı cinsten sayılması mümkün olduğu için bunları değiştirmekte ise faiz şüphesi vardır. Bu yüzden değişimin para hesabı ile yapılması daha sağlam bir yoldur.251
Ürününü sermaye olarak kullandırmak isteyen kimse ise bunu güvenilir bulduğu ve kalkınmasında İslâmî yarar gördüğü tüccara veya fabrikaya “karz” olarak da verebilir. Çünkü mislî (standart) olan şeylerin ödünç olarak verilmesi mümkündür. Böyle bir muamelede, bunu alan tüccar veya fabrika o miktardaki mislini, verene borçlanmış olur. Karz verene ürünün geri dönmesi ise, verilen ürün cinsinden olabileceği gibi geri verme tarihindeki para olarak değerini verme şeklinde de olabilir. Böylece ürününü karz olarak veren kimse hem “karz-ı hasen” sevabı almış ve hem de geri alma tarihindeki yeni fiyatlar üzerinden bedelini alma imkânını bulmuş olur. Böyle bir ürünü depolama, koruma ve benzeri güçlüklere de katlanmamış bulunur. Burada ürün sahibi, karz verdiği tüccardan teslim ettiği ürünle ilgili sağlam bir sözleşme yapmalı, gerekirse ipotek, rehin, kefil gibi teminatları da istemelidir. Bu gibi muameleler iyi niyetle ve ibadet şevkiyle kullanıldığı zaman köylü de kârlı çıkar, müslüman tüccar da faize düşmeden yeni finansman kaynakları bulur ve büyümesini hızlandırmış olur.
C) Vade tarihinin bilinmemesi:
Veresiye satışlarda, satış bedelinin ne zaman ödeneceği, para peşin mal veresiye bir satış türü olan selem’de malın ne zaman teslim edileceği, şart muhayyerliği bulunan satışta muhayyerliğin ne kadar süre içinde kullanılacağı belirlenmemişse bütün bu satım akitleri fasit olur. Çünkü bu gibi bilinmezlikler satıcı ve alıcı arasında menfaat çatışmasına yol açar. Satıcının bir an önce satış bedelini almasında, alıcının ise bunu geciktirmekte yararı vardır. Şart muhayyerliğinde satışın bir an önce kesinleşmesini isteyen taraf bu muhayyerliğin ne kadar süre içinde kullanılacağını bilmek ister.
Diğer yandan tarih olarak kesin bilinmeyen belirsiz bir zamana kadar satış da fasit olur. Meselâ; hacıların geleceği zamanı, hasat mevsimini, karın veya yağmurun yağışını, bağ bozumunu, koyunların yünlerinin kesileceği zamanı vade tarihi olarak belirlemek bu niteliktedir.
Ancak satıcı ve alıcı yukarıda belirtilen ve tarih olarak belirsiz bulunan süreler gelmezden önce, yani hacılar gelmeden, hasat mevsimi girmeden, kar veya yağmur yağmadan, bağlar bozulmadan ve koyunların yünü kesilmeden önce bir araya gelerek, süreyi düşürseler veya vadeyi belirli hale getirseler satım akdi geçerli hale gelir. Çünkü burada satışın fasit oluşu taraflar arasında anlaşmazlık çıkması ihtimaline dayanır. Satıcı ve alıcı bu konuda anlaşınca satışın özü ile ilgili bulunmayan bu eksiklik tamamlanmış olur.
Veresiye satış yapıp da vade tarihinin hiç konuşulmaması halinde prensip olarak bir ay esas alınır. Mecelle’de şöyle denilir: “Veresiye pazarlık olunup da müddet tayin olunmasa bir aya masruf olur.”252 Satım akdi yapılırken veresiyeden hiç söz edilmemesi halinde satışın peşin yapıldığı kabul edilir. Ancak böyle bir satışta belirli vade ve taksit örfleşmiş bulunursa buna uyulur.253
Vade ile ilgili bilinmezlik satım akdinin aslında değil, dışında olan bir unsurdur. Bu yüzden başlangıçta fasit olan böyle satım akdi, eksiklik tamamlanınca sahih hale dönüşür.254
d) Teminatlara ilişkin bilinmezlik:
Satım akdindeki teminatların belirli olması gerekir. Veresiye satışta satıcı, satış bedelini garantiye almak için kefil veya rehin istemişse, bunların kişi ve mal olarak belirlenmesi gerekir. Çünkü alıcı sağlam bir kefil ve kuvvetli rehin almak ister. Borçlu bunu sağlayamazsa aralarında anlaşmazlık çıkar. Bu nedenle konunun satış sırasında çözümlenmesi gereklidir. Eğer satış sırasında bu kefil ve rehin kişi ve mal olarak belirlenmemişse satım akdi fasit olur.
e) Bilinmezliğin az olması:
Satılan mal veya satış bedeline ilişkin bilgisizlik az ve önemsiz olursa, bu satım akdine zarar vermez. Miktarı belirsiz bir yığın soğan veya patatesi, poşetlere konmuş olan fakat miktarı bilinmeyen meyve, balık vb. şeyleri satın almak gibi. Burada alıcı malı tahmin yaparak almaktadır. Toplumda örf haline gelen bu gibi satışlarda taraflar arasında anlaşmazlık çıkmaz. Bu yüzden satış geçerli olur.255
Sonuç olarak satıştaki bilinmezlik, tarafları anlaşmazlığa götürecek ölçüde çok olursa satış fasit olur. Ancak taraflar kendi aralarında anlaşarak bu bilinmezlikleri gidererek satışı geçerli hale getirebilirler. Sonradan vade tarihini belirleme gibi. Eğer bilinmezlik giderilemeyecek ölçüde çok ileri olursa “garar”dan söz edilir ve satım akdi batıl olur. Hayvanın yavrusunun yavrusunu, çalınıp bulunamayan bir otomobili veya uçup giden ve geri dönmeyen evcil bir kuşu satmak gibi. Buradaki bilinmezliği taraflar isteseler de ortadan kaldırmaya güçleri yetmez. Ancak kendiliğinden bilinmezlik kalkar ve satışı ifa etmek imkânı doğarsa taraflar yeni bir satım akdi yapabilirler. Az olan bilinmezlikler ise satışa zarar vermez.
2. Bir Şarta Veya Bir Zamana Bağlanan Satış:
Bir satım akdi, meydana gelmesi mümkün olan başka bir şeyin varlığına bağlanırsa veya gelecek bir zamana izafe edilirse, böyle bir satış Hanefîlere göre fasit, çoğunluğa göre ise bâtıl olur. Meselâ; satıcı; “Filan kişi bana evini satarsa veya baban yolculuktan dönerse ben sana evimi satıyorum” dese, bununla satım akdi, satış dışında bir şarta bağlanmış olur. Şartın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belirsiz olduğu için akit askıda kalır. Buradaki şart gelecek zamanda olabilecek bir şarttır. Ancak şart gerçekleşmediği ya da geciktiği takdirde alıcı için zarar ve belirsizlik doğmaktadır.
Gelecek zamana izafe edilen satım akdi de, satıcının; “Şu malı sana şu kadar bedel ile, gelecek ayın başından itibaren satıyorum” teklifini alıcının kabul etmesiyle meydana gelir. Böyle bir satış da fasittir. Çünkü akdin tarafları gelecekte, satılan şeyin nasıl olacağını, akde rızalarının bulunup bulunmayacağını, akit gerçekleştiği taktirde bundan yararlarının ne olacağını bilemezler.256
Ancak satıcı ve alıcının satıştaki bu şartı veya gelecek zamana bağlamayı kaldırıp, satışı sahih hale getirmeleri mümkündür. Diğer yandan malın teslim edilmediği bu gibi satışlar peşin para ile olabilir. Hem para hem de malın veresiye olması halinde satım akdi meydana gelemez. Belki bir satış vadinden söz edilebilir. Burada standart bir malı borçlanma söz konusu olmadığı için “selem”den de söz edilemez.
3. Fasit Şartla Satış:
Satıcı veya alıcıdan yalnız birisine tek yanlı üstün bir yarar sağlamaya yönelik olan şarta “fasit şart” denir. Böyle bir şartın İslâm tarafından konulmamış olması, örfleşmiş bulunmaması, akdin gerektirdiği veya akde uygun düşen nitelikte olmaması da gereklidir. Daha önce satım akdinin sıhhat şartlarını açıklarken, fasit şart üzerinde de durmuştuk. Aşağıda genel olarak satım akitlerinde öne sürülebilen şartları ve bunların satım akdine etkisini inceleyeceğiz.
Alış-Verişlerde Öne Sürülebilen Şartların Çeşitleri:
Bir satım akdinde üç çeşit şart bulunabilir. Sahih şart, fâsit şart ve lağv ya da bâtıl şart.257
a) Sahih Şart:
Satıcı ve alıcı için bağlayıcı olan ve şer’an geçerli bulunan şartlar bu niteliktedir. Âyet ve hadislerle çelişmeyen ve akdin taraflarından birisine tek yanlı yarar sağlamaya yönelik bulunmayan, anlamlı olan ve sıkıcı da bulunmayan şartlar satım akdinde tarafları bağlar.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar.”258 Tirmizî’nin rivayetinde şu ilave vardır: “Ancak helâli haram, haramı helâl kılan şart müstesnadır.”259 Bu duruma göre, satım akitlerinde veya genel olarak bütün akitlerde öne sürülebilecek şartların helâlı haram, haramı helâl yapacak nitelikte bulunmaması gerekir.
Sahih şartın kısımları:
Yukarıda belirtilen özellikler dikkate alınarak sahih şart dört kısma ayrılmıştır.
aa) Akdin gereği olan şart:
Bir kimsenin bir malı satıcının evde teslim etmesi veya alıcının parayı döviz olarak vermesi yahut mala malik olmayı şart koşması, yine satıcının satış bedelinin tamamını alıncaya kadar satılan malı hapsetmeyi şart koşması akdin gerektirdiği şartlardandır. Çünkü teslim etme, teslim alma, mülkiyet hakkının sabit olması, satılanın bedel ödeninceye kadar hapsedilebilmesi ivazlı (bedelli) akitlerin gereğidir.260
bb) Âyet ve hadislerde caiz olduğu bildirilen şartlar:
Veresiye satışta vadeyi, muhayyerlik bulunan satışta taraflardan birisi için muhayyerliği şart koşma gibi. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de; “Ey iman edenler! Belirli bir vadeye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın.” 261 buyurularak veresiye satışa izin verilmiş, Hz. Peygamber (s.a) de bizzat veresiye alış-veriş yapmıştır. Hatta O’nun bir yahudiden veresiye yiyecek maddesi satın aldığı ve demirden yapılmış bir zırhını ona rehin olarak bıraktığı nakledilmiştir. 262
Belli süre içinde satışı kabul veya red imkânı veren şart muhayyerliği de sünnetle sabittir. Hz. Peygamber (s.a) alış-verişlerinde aldatılan Habban b. Munkız (r.a)’e şöyle buyurmuştur: “Alış-veriş yaptığın zaman şöyle de: Aldatma yok. Benim için üç gün süreyle muhayyerlik hakkı var.”263 Diğer görme ve ayıp muhayyerliği gibi muhayyerliklerin de esası nass’a dayanır. Bunları muhayyerlik konusunu incelerken açıklamıştık. Ancak muhayyerlik şartının geçerli sayılması sünnetin yanında temelde “istihsan” prensibine dayanır. Gerçekte kıyasa göre muhayyerlik şartının fasit bir şart olması gerekir. Çünkü bu, akdin muktezası ile çelişir. İvazlı akitlerde mal ve satış bedelinde akit sırasında tarafların mülk hakkının sabit olması gerekir. Muhayyerlik, bu sonucu engellemekte, başka bir deyimle geciktirmektedir. Ancak toplumun ihtiyacı nedeniyle kıyasa aykırı olmasına rağmen sünnetle, alış-veriş yapanlara bu kolaylık getirilmiştir.
cc) Satım akdinin gereğine uygun olan şartlar:
Veresiye bir satışta, satış bedeline teminat olmak üzere alıcıdan belirli bir kefil veya rehin yahut ipotek istense, satıcının bu isteği satım akdinin niteliği ile bağdaşır. Çünkü kefil veya rehin, satış bedelini garanti altına almak için istenir. Bu yüzden satım akdi ile bağdaşır ve paranın tahsiline yardımcı olur.
Veresiye satıştan doğan borç için gösterilmesi şart koşulan kefil veya rehin belirsiz olursa satım akdi fasit olur. Satıcının; “Bu malı sana, satış bedeli için bir kefil veya rehin göstermen şartıyla satıyorum” dese, ancak kefil için bir isim verilmese veya rehin olacak mal belirtilmemiş bulunsa, taraflar arasında güvenilir kefil veya satış bedelini karşılayacak rehin üzerinde anlaşmazlık çıkabilir. Çünkü bu konudaki belirsizlik satış bedelinin tahsilini güçleştirir.
Eğer satıcı ve alıcı satış meclisinden ayrılmadan önce belli bir rehin veya kefil üzerinde anlaşır veya alıcı veresiye almaktan vazgeçip satış bedelini peşin ödeme yoluna giderse, satım akdi sahih hale gelir. Çünkü bu durumda anlaşmazlığa neden olabilecek durum ortadan kalkmış olur.264
dd) Örfleşmiş bulunan şartlar:
Satım akitlerinde bazan daha önce görülmeyen bazı şartlar öne sürülmektedir. Çamaşır makinası, buz dolabı, radyo ve benzeri mallar satılırken bir yıl süreyle garanti verilmekte, hatta bu süre içinde tamir garantisi de üstlenilmektedir. Böyle bir şartla mal satmak kıyasa göre caiz olmaması gerekir. Ancak “istihsan” prensibine göre bu durum malın sürümünü arttırmakta, ayrıca alıcı tarafından şart koşulmadığı halde satıcı firma bu külfeti isteyerek üstlenmektedir. Diğer yandan malda bulunabilecek üretim hatası da bu süre için kontrol altında tutulmaktadır. Toplum için yararlı olan bu uygulama istisna (san’atkâra siparişle iş yaptırma) akdinde olduğu gibi “teâmül” haline gelmiş bulunmaktadır.265
b) Fasit Şart:
Buna daha açık bir ifade ile bozucu (ifsat edici) şart da denilebilir. Bunlar sahih şartın yukarıda belirttiğimiz dört niteliğini taşımayan, yani akdin gereği olmayan, akde uygun düşmeyen, âyet ve hadislerde öngörülmeyen veya insanların da örf haline getirmediği, fakat satıcı veya alıcı için tek yanlı yarar sağlayan şartlardır.
Meselâ; satıcının öğütmesi şartıyla buğday satın almak, satıcının gömlek veya elbise dikmesi şartıyla kumaş satın almak, satıcının deposunda bir ay daha kalması şartıyla buğday satın almak, satıcının bir yıl daha içinde oturması şartıyla evini satması, bir yıl kendisi ekmek şartıyla arazi satmak, bir ay süreyle binmek ve ondan sonra alıcıya teslim etmek şartıyla otomobili satmak veya alıcının, kendisine borç vermesi yahut kendisine bir bağışta bulunması şartıyla satış yapmak gibi durumlarda satım akdi fasit olur. Çünkü bir akitte taraflardan birisi lehine öne sürülen üstün yararlanma riba (faiz) niteliğindedir. Zira bu satım akdinde bedel olarak karşılığı bulunmayan bir fazlalıktır.
Faizin bulunduğu satış ise fasit olur. Faiz şüphesi de gerçekten faiz varmış gibi satışı fasit kılar.266
Yukarıda verilen örneklerdeki muamelelerde faizden sakınmak için, bunları şu şekilde çözümlemek gerekir.
Buğday satın alan kimse bunu un haline getirmek istiyorsa; yeni bir sözleşme ile buğday satıcısına veya başka birisine öğütme ücreti ödeyerek bunları un haline getirebilir.
Kumaş satın alan kimse bundan gömlek veya elbise diktirecekse; kumaşı satan tüccar terzi veya başka bir terzi ile anlaşarak diktirebilir.
Buğday satın alan kimse, bir ay süreyle koyacak yeri yoksa satıcı ile kira sözleşmesi yaparak bir ay buğdayı onun deposunda emanet olarak tutabilir. Ya da başka bir yer kiralayarak orada depolayabilir.
Evini satan kimse, bir yıl daha bu evde oturmak istiyorsa, alıcı ile bir kira sözleşmesi yapması gerekir. Böylece alıcı sıkıntıya sokulmamış olur. Kendine gerekli ise kiraya vermeme hakkı doğar, ayrıca bir yıllık kira bedeli takdir edilir. Ancak alıcı, satıcının bir yıl süreyle ücretsiz olarak oturmasına izin de verebilir. Bu takdirde kira bedeli hakkını ona bağışlamış olur.
Arazisini satan da bir yıl ekmek isterse yeni bir kira sözleşmesi yapmalıdır. Otomobile bir ay daha binmek isteyen satıcı, alıcı ile kira anlaşması yaparak bunu sağlayabilir, ya da başka kiralık bir araç bulabilir.
Yine alıcının kendisine borç vermesi veya bir bağışta bulunması şartıyla satışta da sıkıcı ve tek yanlı yarar sağlayan bir özellik vardır. Satıcı, malının satışını öne sürerek böyle ziyade bir yarar sağlama yoluna gitmemelidir. Çünkü bu tek yanlı fazlalıklar faiz şüphesi doğurmaktadır.
Hz. Peygamber’in şu hadisleri bu konuyu düzenlemekdedir. “Hem ödünç hem satış ve bir satış içinde iki şart helal değildir.” 267 “Nebi (s.a) bir akit içinde iki akit yapmayı yasakladı.”268
Buradan İslâm’ın topluma günlük muamelelerinde sıkıntı veren durumları kaldırdığı, karşı tarafın üstün menfaat isteklerini kabul etmek zorunda kalan mü’minlere de çıkış yolu gösterdiği anlaşılmaktadır. Çünkü fasit akit, taraflarca tek yanlı istekle bozulabileceği gibi, uygulanmak istenince de satış bedeli malın değeri olarak belirlenir. Bundan fazlasını alıcı ödemeye zorlanamaz. Meselâ; arazisini bir yıl ekip biçmek şartıyla iki kilogram 22 ayar külçe altın karşılığında satan kimse fasit bir satış yapmış olur. Burada alıcı, “Bir yıl süreyle ekip biçme şartı”na akitten sonra itiraz etse, bu şarta uyulması gerekmez. Ayrıca, kararlaştırılan iki kg. altını değil, fakat araziye bilirkişinin belirleyeceği rayiç bedelini ödemekle yükümlü bulunur. Arazinin değeri, meselâ; 1,5 kg. altın olsa bunu ödemesi yeterlidir. Ancak alıcı, satıcının öne sürdüğü şartı uygulamak isterse, bunu ayrıca bir yıllık kira sözleşmesi ile çözümlemeleri mümkündür.
c) Boş veya batıl şart:
Satıcı veya alıcıdan birisi için zararlı olan, taraflardan hiçbirisi için yararı bulunmayan şart bu niteliktedir. Meselâ; bir kimsenin bir malını alıcının başkasına satmaması veya bağışlamaması şartıyla satması bu niteliktedir. Hanefîlerde sağlam görülen görüşe göre, böyle bir durumda satış caiz olup yalnız şart batıldır. Burada, taraflardan birisi lehine tek yanlı bir yarar söz konusu olmadığı için satış fasit olmaz. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi tek yanlı yarar sağlayan akitlerin fasit oluşu, akitte şart koşulan fazlalığın faiz sayılması yüzündendir.268/a
Hanefîlere göre, sahih bir akde, sonradan sahih bir şart eklense, bu da akde katılır. Bir satım akdi yapıldıktan sonra taraflar kendi aralarında anlaşarak, meselâ; “üç gün muhayyer olmak üzere” diyerek yeni bir şart öne sürseler, bu şart satım akdinin başından itibaren hüküm ifade eder. Ebu Hanîfe’ye göre fasit şart da sonradan tarafların ittifakı ile satım akdine katılabilir ve satışı fasit kılar.
Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre, satım akdine sonradan eklenecek fasit şart akdi fasit kılmaz ve şart yok sayılır. Çünkü fasit bir şartı sonradan eklemek, satım akdini sahih olmaktan çıkarır. Bu ise geçerli olamaz. Akit önceki halinde sahih olarak kalmaya devam eder. Sahih şartın ise satım akdi sırasında öne sürülmesi caiz olduğu gibi, sonradan akde eklenmesi de mümkündür. Çünkü sahih şart akdin aslı ile ilgili olup, şer’an ona ihtiyaç duyulması nedeniyle sabit olur.269 İbn Âbidin (ö.1252/1836) bu konuda Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in görüşünün daha sağlam olduğunu belirtmiştir.270
Şâfiîlere göre, yukarıdaki şartlardan; satım akdinin gerektirdiği veya vade, muhayyerlik, rehin ve kefil gibi akdin gerektirmediği fakat bir taraf için maslahat taşıyan bir şart öne sürülerek yapılacak satım akdi ve şart geçerlidir. Çünkü bunların caiz oluşu nass’la sabittir, ayrıca bu gibi şartlara alış-verişlerde insanların ihtiyacı vardır. Ancak müşterinin aldığı malı başkasına satmaması, bağışlamaması veya satıcıya onun da bir mal satması veya bağış yapması veya sattığı evde bir süre oturması yahut bir kumaşı elbise dikmek şartıyla satın alması gibi satım akdinin gerekleri ile bağdaşmayan bir şartla yapılacak satış batıldır.271 Çünkü Hz. Peygamber hem satış hem de şartı bir arada yasaklamıştır.272 Burada izleri satıştan sonraya uzanan ve akitle doğrudan ilgili olmayan şart kastedilmiş olmalıdır. Ancak Şâfiîlerin dayandığı “bir şart hadisi” yerine hadis kaynaklarında “bir satışta iki şart öne sürme veya bir akit içinde iki akit yapma yasağı bildiren hadisler” daha yaygın ve sağlamdır.273
4. Bir Satış İçinde İki Satış Veya İki Şart:
İslâm’a göre günlük muamelelerde insanların birbirini aldatmaması, biri diğerinin sıkışık durumundan yararlanarak üstün haklar sağlama yoluna gitmemesi ve tarafları anlaşmazlığa götürecek nedenlerin ortadan kaldırılması esası gözetilmiştir. Hz. Peygamber (s.a)’in “Bir satış içinde iki satış” veya “Bir satış içinde iki şart” yasağı da bu amaca yöneliktir. Bir hadiste şöyle buyurulur: “Nebi (s.a) bir satış içinde iki satış yapmayı yasakladı.274 Hadisin Ebû Davud rivayeti şöyledir: “Kim bir satış içinde iki satış yaparsa, satıcı için ya bu iki satıştan az olanı vardır ya da riba (faiz) vardır.”275 Amr b. Şuayb babasından, o da dedesi Abdullah b. Amr b. el-Âs (ö.61/680)’tan, Rasûlullah (s.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Hem ödünç hem satış, bir satış içinde iki şart, tazmin yükümlülüğü üstlenilmeyen şeyin kârı ve yanında olmayan şeyin satışı helâl değildir.”276 Başka bir hadiste de; “Nebi (s.a) bir akit (safka) içinde iki akdi yasakladı”277 buyurularak, yalnız alış-verişlerde değil diğer akitlerde de bu hükmün geçerli olduğu belirtilmiştir.
Yukarıdaki hadislerde geçen “Bir satış içinde iki satış veya iki şart” ifadeleri müctehitlerce farklı şekilde tefsir edilmiştir.
İmam Şâfiî’ye göre; “ Bir satış içinde iki satış”ın iki anlamı vardır. Birincisi; satıcının “sana bu malı veresiye iki bin, peşin bin liraya sattım. Hangisini istersen onu alırsın” demesidir. Böyle bir satış bağlayıcı şekilde yapılmış olursa fasit yani bâtıl olur. Çünkü burada belirsizlik ve askıda bırakma söz konusudur. İkincisi ise; satıcının “sana evimi, sen de bana atını satman şartıyla sattım” demesiyle gerçekleşir.
Birinci satış şeklinin yasaklanma nedeni satış bedelinin miktarının belirsiz olması yüzünden ortaya çıkan garar halidir. Çünkü alıcı akit tamamlandığında bu iki bedelden hangisini ödeyeceğini bilmemektedir.
İkinci satışın yasaklanmasının hikmeti ise, zarurî maddeleri almak zorunda olan kimsenin bu durumunu kötü niyetli satıcıların istismarını önlemektir.
Günümüzde darlığı çekilen bir malın yanında, alıcının o gün için gerekli olmayan başka bir şeyi satın almak zorunda bırakılması da bu niteliktedir.
“Bir satış içinde iki şart” ifadesi de şöyle açıklanmıştır: Bu, satıcının; “Ben sana şu malı peşin şu fiyata, veresiye şu fiyata satıyorum” demesidir. Veya satıcının müşteriye; “satın aldığı malı başkasına satmaması veya bağışlamaması şartıyla satmasıdır.” Yine “Ben sana şu malı şu fiyata, senin de şu malını bana şu fiyata satman şartıyla satıyorum” denilmesi bir satış içinde iki şart öne sürmedir.
Bu açıklama tarzına göre “Bir satış içinde iki satış veya iki şart” aynı anlama gelmektedir.278
Hanefîlere göre iki satışı veya iki şartı kapsayan satım akdi fasittir.279 Çünkü böyle bir muamelede satış bedeli belirsiz olduğu gibi, ayrıca taraflardan birisine karşılıksız üstün yarar sağlama söz konusudur. Peşin veya vadeli fiyattan birisi tercih edilmeden satış meclisi dağılmış olursa, gerçek satış bedeli belirsiz sayılır. Burada müşteri malı teslim alırsa, konuşulan fiyatı değil, malın değerini ödemekle yükümlü bulunur. Çünkü fasit satış malın rayiç bedeli üzerinden gerçekleşmiş sayılır. Bu da peşin fiyatına yakın bir bedel olur. Çünkü bilirkişi o günün peşin fiyatına göre rayiç bedel belirleyecektir.
Ancak alıcı bu iki fiyattan birisini tercih ederse satım akdi sahih olarak meydana gelir. Bu konuda yukarıda da belirttiğimiz gibi büyük hukukcu es-Serahsî (ö.490/1097) şöyle der: “Satım akdi; ‘şu vadeye kadar şu fiyata, peşin fiyatla olursa şu fiyata’ veya ‘bir ay vade ile şu fiyata, iki ay vade ile şu fiyata’ denilerek yapılırsa fasit olur. Çünkü satım akdi belirli bir fiyat karşılığında yapılmamıştır. Rasûlullah (s.a) bir satış içinde iki şartı yasaklamıştır. Bu örnek, bir satış içinde iki şartın tefsiridir. Şer’î akitlerde mutlak yasaklama fesadı gerektirir. Fakat taraflar kendi aralarında anlaşır, belirli bir satış bedeli tesbit etmeden ayrılmaz ve bu tek fiyat üzerinde akdi bitirirlerse bu caizdir. Çünkü bu takdirde, akdin sahih olmasının şartını yerine getirmiş olurlar.” 280
Ebû Dâvûd hadisinin sonundaki iki fiyattan az olanın esas alınması aksi halde ribanın cereyan edeceğinin bildirilmesi, alıcının tercih yapmadan askıda bıraktığı durumla ilgili olmalıdır.
Şâfiî ve Hanbelîlere göre, böyle bir satım akdi batıldır. Çünkü burada bilinmezlik nedeniyle garar (aldatma) özelliği vardır. Satıcı tek şıklı kesin satış yapmış değildir. Bu şuna benzer; “Ben sana şu malı veya bu malı satıyorum”. Diğer yandan satış bedeli belirsizdir. Bu da miktarı belirtilmeyen “etiket fiyatı (rakm)” üzerinden satış gibi geçerli olmaz. Ayrıca burada iki bedelden birisi belirsizdir. Bu da; “Ben sana üç evimden birisini satıyorum” demek gibi olur ki böyle bir satış sahih değildir.281
İmam Mâlik’e göre,“Peşin şu fiyata, veresiye şu fiyata” şeklinde konuşulup, tercih yapılmadan taraflar ayrılırsa, alıcıya bu iki şıktan birisini seçme konusunda muhayyerlik hakkı verilmiş sayılır.282
Sonuç olarak, vadeli satışlarda alıcı vadeli fiyatı tercih edip taraflar bu fiyat üzerinde anlaşınca, vadeli fiyat, satılacak malın satış bedeli olmaktadır. Artık bu fiyat içindeki vade farkını faiz olarak nitelemek mümkün olmaz.
5. Malı Görmeden Satmak veya Satın Almak:
Satış sırasında hazır olmayan veya kapalı kutularda bulunan şeyin nitelikleri belirtilerek satışı caizdir. Böyle bir durumda alıcı malı görünce seçimlik hakka sahiptir. Dilerse satışı geçerli kılar, dilerse reddeder. Mal numuneye veya belirtilen niteliklere uygun çıksa bile alıcı için malı görünce görme muhayyerliği hakkı sabit olur.
Bir malı görmeden satın alan kimse için görünce kabul etmeme hakkı bulunduğu için, bu konudaki bilinmezlik onun aldanmasına veya taraflar arasında bir anlaşmazlığa yol açmaz.283 Bu nedenle böyle bir satışta gararın (aldanma) varlığından söz edilemez.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Görmediği şeyi satın alan kimse, onu gördüğü zaman seçimlik hakka sahiptir.” 284 Başka bir delil de sahabe uygulamasıdır. “Rivayet edildiğine göre Osman İbn Affân (ö.35/655), Basra’da Talha İbn Ubeydillah’a (ö.36/656) bir arazi satmıştı. Talha (r.a)’ya; “Bu alış-verişte aldandın” denildi. O şöyle dedi: “Ben görmediğim malı satın aldığım için, benim muhayyerlik hakkım vardır.” Hz. Osman’a da; “Sen bu satışta aldandın” denilince, O da; “Ben de görmediğim malı sattığım için, muhayyerlik hakkım vardır” dedi. Bunun üzerine her ikisi de aralarında Cübeyr İbn Mut’ım’ı hakem tayin ettiler. Hz. Cübeyr, Talha (r.a) için muhayyerlik olduğu, Hz. Osman için ise muhayyerlik bulunmadığı hükmünü verdi.” 285
Bu uygulama bir grup sahabenin huzurunda yapılmış ve karşı çıkan olmamıştır. Burada muhayyerlik hakkının yalnız malı görmeden satın alan için tanındığı görülür. Bir kimse bir malı satın aldıktan veya miras, bağış, ganimet gibi yollarla mülk edindikten sonra hiç görmeden başkasına satsa onun için muhayyerlik hakkı yoktur. Çünkü satıcının kendine ait malı prensip olarak daha önceden bildiği, niteliklerini tanıdığı ve görme imkânının varlığı kabul edilir.
Meselâ bir kimse kendi bulunduğu beldeden uzakta başka bir beldede bir mala mirasçı olsa ve bu malı görmeden satsa bu satış geçerli olur. Türkiye’de oturan kimse kimi zaman Mısır, Suriye veya Suudi Arabistan’daki bir menkul veya gayri menkul mala miras ve benzeri yollarla malik olabilir. Böyle bir malı satması halinde kendisine görme muhayyerliği hakkı tanınırsa yıllar sonra görme imkânı doğunca satım akdini bozma yetkisini de elde etmiş olacaktır. Böyle bir hakkın alıcı bakımından çeşitli sıkıntılara yol açacağı açıktır. Ayrıca satıcının bunu kötüye kullanması da söz konusu olabilir. Ebu Hanife, önceleri şart ve kusur (ayıp) muhayyerliğinde olduğu gibi satıcı ve alıcıdan her birinin “görme muhayyerliği” hakkı bulunduğu görüşünde iken, daha sonra görüş değiştirerek bu hakkı yalnız alıcı için tanımıştır.286
Mâlikî ve Hanbelîlere göre nitelikleri belirtilmek şartıyla bir malın görmeden satın alınması geçerlidir. Burada selem akdine kıyas yapılmıştır. Eğer mal niteliklerine uygun çıkarsa görüldüğü zaman satım akdi kesinleşir. Aksi halde akit feshedilebilir.
İmam Şâfiî’inin sonraki görüşüne göre, nitelikleri belirtilsin veya belirtilmesin, hazır olmayan bir malın görmeden satışı geçerli değildir. Çünkü böyle bir satışta garar (bilinmezlik-aldanma riski) vardır. Hz. Peygamber garar satışını yasaklamıştır.287 Diğer yandan bir şeyi görmeden satma, bir kimsenin yanında olmayan şeyi satması anlamına gelir ki bu, hadisle yasaklanmıştır. Hadiste; “Yanında olmayan şeyi satma” 288 buyurulmuştur. Şâfiîler “Kim görmediği şeyi satın alırsa onu gördüğü zaman seçimlik hakka sahip olur” hadisi ile amel etmezler. Çünkü Beyhakî bu hadis için “zayıf”, Darekutnî ise “batıl” demiştir.289 Diğer yandan Şâfiîler, genellikle satışa kadar bir değişiklik olmayacak nitelikteki arazi, demir gibi satılan şeylerde akitten önce görmeyi de yeterli bulurlar. Yine bütünü tanımak için bir bölümünü görmek yeterlidir. Bir yığın buğday ve benzerlerinin dış kısmını veya numunesini görmek gibi. Kap veya çuvalların içinde bulunan standart malların da üst kısmının görülmesi tamamının görülmesi hükmündedir.290
Sonuç olarak Hanefîlerle, tercih edilen görüşlerinde Mâlikîlere göre bir malı görmeden, niteliklerini belirterek veya belirtmeksizin satmak veya satın almak caizdir. Bu durumda yalnız alıcı için görme muhayyerliği hakkı doğar. Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise görülmeyen, kapalı kapların içinde veya toprak altında bulunan havuç, soğan, patates gibi yeraltı bitkilerinin ortaya çıkarılmadan satışa konu yapılması geçerli değildir.291
6. A’mânın (Gözleri Görmeyen) Alış-Verişi:
Çoğunluk müctehitlere göre, a’mânın alış-verişi, kira, rehin ve hibe akdi geçerli olur. Çünkü İslâm’ın ilk devirlerinden günümüze kadar İslâm toplumları içinde bulunan a’mâ kişiler alış-veriş yapmaya devam etmiştir. Ashab-ı kiramdan da gözleri görmeyen kimseler vardı ve bunların alış-verişine karşı çıkan da olmamıştır. Hz. Peygamber (s.a)’in kendisine alış-verişlerinde üç gün muhayyerlik şart koşmasını önerdiği Habban b. Munkız (r.a)’ın da gözlerinin görmediği nakledilmiştir. Diğer yandan a’mâ, başkasını vekil tayin edebildiğine göre vekilin yapacağı muameleyi kendisi de bizzat yapabilmelidir.292
Alış-veriş yapan a’mâ için görme yerine malı tanımasına yardımcı olan dokunma, tatma ve koklama muhayyerliği sabit olur. Onun bu muhayyerlik hakkı satın aldığı şeye dokunmak, onu koklamak veya tadına bakmakla düşer. Gayri menkullerde ise niteliklerin belirtilmesi muhayyerlik hakkını düşürür. Dilsizin özel işaretleri alış-verişte konuşması gibidir.293
Şâfiîlere göre, gözleri görmeyen kimsenin alış-verişi geçerli değildir. Çünkü a’mâ, malın iyisi ile kötüsünü ayırma yeteneğinden yoksundur. Ona bu konuda velisi yardımcı olmalıdır.294
7. Haram Olan Satış Bedeli Karşılığında Satış:
Şarap, murdar ölmüş hayvan eti veya domuz eti gibi İslâm’a göre değeri olmayan ve mütekavvim mal sayılmayan şeylerin satışı geçerli değildir. Ancak bu gibi şeyler bir satım akdinde satış bedeli olarak belirlense Hanefîlere göre böyle bir satış fâsit olur. Çünkü burada malın malla değişimi gerçekleşmiş bulunur. Zira şarap ve domuz eti bazı semâvî dinlerde değerli maldır. Diğer yandan her ne kadar bunlara, mal denilmişse de bunlar şer’an mütekavvim mal niteliğinde değildir. Bu konudaki prensip şudur: İki bedelden birisi, hiçbir semâvî dinde mal sayılmamışsa satış batıldır. Bu şeyin, satılan mal veya satış bedeli yerinde olması sonucu değiştirmez. Bu yüzden murdar ölmüş hayvan, kan ve hür insanın satışı veya bunların bir satım akdinde satış bedeli (semen) yapılması halinde satış batıldır. Hanefîlerde sağlam görüş de budur. Çünkü satış bedeli olarak da belirlense bunlar temelde mal sayılmaz. Genel olarak semenin bir mal olması ise satım akdinin meydana gelme şartlarındandır.
Eğer satım akdindeki bedellerden birisi semâvî dinlerden birisinde mal sayılır, diğerinde sayılmaz ve bu malın satış bedeli (semen) olarak belirlenmesi mümkün olursa, böyle bir satış fasit olur. Nakit para, ölçü, veya tartı ile yahut standart olup sayı ile alınıp satılan (mislî) şeylerin alış-verişlerde satış bedeli olarak belirlenebileceğini daha önce açıklamıştık. Başka bir deyimle bunlar vadeli satış, ödünç ve selemde zimmet borcu olarak belirlenebilen şeylerdir.
İşte İslâm’a göre müslümanlar arasında alım-satımı caiz olmayan şarap, domuz, kan gibi maddeler standart olduğu zaman satış bedeli olmaya elverişlidir. Bunlar Hristiyanlık veya yahudilik gibi dinlerde değerli mal sayıldığı için Hanefilere göre satım akdinde bir bedel olabilirler. Ancak böyle bir satım akdi fasit olur. Şarap karşılığında kumaş veya kumaş karşılığında şarap satmak fasittir. Ancak bunların satılan mal (mebî’) olarak belirlenmesi halinde ise satış batıl olur. Meselâ; müslümanın para karşılığında şarap satması bu niteliktedir.
Bu duruma göre, müslümanın alış-verişinde haram olan mislî bir mal satış bedeli olarak belirlenmişse, satım akdi bu satış bedelinin kıymeti üzerinden yapılmış sayılır. Yani şarap veya domuz eti yerine bunlara bilirkişinin belirleyeceği değer borçlanılmış olur.295
Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre ise bu gibi alış-verişler batıldır.
8. Şarap Üreticisine Üzüm veya Düşmana Silah Satmak:
İslâm’da prensip olarak yenilmesi, içilmesi veya kullanılması, başka bir deyimle yararlanılması caiz olan bir şeyi satmak da meşrûdur. Ancak böyle bir satış mübah olmayan bir maksadı gerçekleştirmek için bir araç olarak kullanılacaksa acaba bu caiz olur mu? Özellikle şarap üreticisine üzüm satma ile düşmana silah satma olayında bu özelliği görmek mümkündür.
Ebu Hanife ve İmam Şâfiî’ye göre, şarap üreticisine üzüm satmak dış görünüş bakımından kerahetle birlikte geçerli olur. Müslümanlarla savaşacak kimseye silâh satışı da böyledir. Çünkü biz onun gerçekten o üzümü şarap yapmaya veya silahı müslümanlara karşı kullanmaya gücünün yetip yetmeyeceğini bilmiyoruz. Ancak satıcı sattığı şeyin meşrû olmayan amaç için kullanılacağını kesin olarak biliyor ve satış sözleşmesinde de bu, şart olarak görülüyorsa böyle bir satış caiz olmaz. Diğer yandan ameller niyetlere göredir. Böyle bir satışta yasaklanan husus kötü amaçtır, satışın kendisi değildir. Bu yüzden bu durum satım akdinin sıhhatine engel olmaz. Nitekim malın ayıbını gizlemek de satışa zarar vermez.296 Ancak bunu yapana İslâm Devleti bazı yaptırımlar uygular ve niyetine göre de uhrevî ceza söz konusu olur.
Mâlikî ve Hanbelîlere göre, şarap üreticisine üzüm suyu, savaş veya fitne ehline yahut yol kesicilere silah satmak bâtıldır. Delil: Seddü’z-zerâyi’ (kötülüğe giden yolu kapama) prensibidir. Çünkü harama götüren şey de haramdır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “İyilik ve takvada yardımlaşın. Günah işlemek ve düşmanlık yapmakta yardımlaşmayın.” 297 Bu âyete göre haramı güçlendirmek veya işlenmesine destek olmak ve buna aracı olmak da yasaklanmıştır. Haramlığı sabit olan bir şeyi satmak ise bâtıldır.298
Sonuç olarak her ne kadar normal zamanlarda silah üretimi ve dış ülkelere satışı caiz ise de, müslümanlara saldırı hazırlığı içinde bulunan veya fitne zamanında mal, can ve ırza tasallut veya yol kesmede kullanılacağı açık olan durumlarda silah satışı caiz olmaz. Çünkü böyle bir satışta müslüman açıkça kendi aleyhine veya diğer mü’min kardeşleri aleyhine düşmana destek sağlamış olur.
Üzüm üretimi ve satışı islâmî bakımdan meşrûdur. Hatta müslümanın normal olarak toptancılara, hallere teslim ettiği üzümler dolaylı yoldan içki üretiminde kullanılsa bundan dolayı üreticinin bir sorumluluğu bulunmaz. Ancak müslüman doğrudan şarap üretiminde kullanılan şıralık üzüm üretir ve bunu doğrudan şarap fabrikasına satarsa, şarabın üretimini ve yayılmasını desteklemiş olur. Mü’minin bu gibi kazanç yollarından sakınması şiarı olmalıdır. Çünkü İslâm içkinin içilmesini yasakladığı gibi ticaretini de yasaklamıştır.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Nebî (s.a) içki konusunda on kişiyi lanetlemiştir: Sıkan (üretimini yapan), kendisi için sıkılan, içen, taşıyan, kendisi için taşınan, içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için satın alınan...” 299
İçki yasağını bildiren; “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın amelinden bir murdardır. Bunlardan kaçının ki, felaha eresiniz.”300 âyeti geldikten sonra Allah’ın Rasûlü uygulama ile ilgili olmak üzere şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah içkiyi haram kılmıştır. Bu âyeti haber alıp da yanında içki bulunan kimse ondan içmesin ve satmasın...” 301
Yukarıda batıl satış çeşitlerini açıklarken içki, domuz eti ve benzeri necis sayılan şeylerin İslâm nazarında satılacak mal olarak bir değerinin bulunmaması nedeniyle satışlarının bâtıl olduğunu belirtmiştik.
9. Satılan Belirli Malda ve Ayrılmış Satış Bedelinde Vade Şart Koşmak:
Satıcı ve alıcı belirli bir mal ve peşin bir fiyat üzerinde anlaşmışlarsa, önce satış bedelinin teslim edilmesi, bundan sonra da satılan malın alıcıya teslimi gerekir. Çünkü satılan mal belirleme ile belirli hale gelirken, satış bedeli ancak teslimle belirli hale gelir ve böylece iki bedel arasında denklik sağlanmış olur. Malın malla trampasında veya iki farklı cinsten paranın birbiriyle mübadelesinde ise bedellerin birlikte teslimi gereklidir.
İşte alış-veriş yapılıp mal ayrıldıktan ve bedeli olan para da belirlendikten sonra, ayrılan malın ve satış bedelinin tesliminin geri bırakılması şart koşulsa, böyle bir satım akdi Hanefîlere göre fasit olur. Çünkü prensip olarak teslimin satış sırasında yapılması gerekir. Satış, bedelli bir akittir. Yani temlîke karşılık temlîk ve teslime karşılık teslim muamelesidir. Vade ise derhal teslime engel olur ve akdin gereğini değiştirmiş bulunur. Bu yüzden de akdin fasit olmasına neden olur.
Ancak günümüzde kimi zaman mal hazır olduğu halde bunun paketlenmesi, depodan çıkarılması, işlemlerinin tamamlanması, ambar veya servis araçlarıyla gönderilmesi belli bir süreyi kapsamakta, büyük satışlarda ise bu muameleler bazan günlerce uzayabilmektedir. Bu durum alıcı bakımından da kolaylık sağladığı için, malın standart, makul ölçüler ve makul süre içinde kendisine ulaşacağını bilmektedir. Paranın teslimi için de aynı normal gecikmeler olmaktadır. Meselâ; büyük iş yapan esnaf ve tüccar yanında yüksek meblağlar taşımak yerine peşin ödemelerini günlük çek veya poliçelerle yapmaktadır.
Burada kanaatımızca önemli olan nokta satıcının müşteri için ayırdığı malı, bir başkasına satarak, daha sonra üreteceği maldan önceki müşteriye yeniden mal ayırma yoluna gitmemesidir. Çünkü satılmış ve ayrılmış olan bu mal artık onun yanında “emanet” hükümlerine tabidir. Bunu başkasına satma yetkisi olmadığı gibi, sattığı takdirde de yenisini temin edememe ve yükümlülüğünü yerine getirememe riski vardır. Alıcının peşin ödemek üzere ayırdığı satış bedeli için de aynı şey söz konusudur. Elinde bulunan satış bedelini mesela on gün sonra teslim etme şartını öne sürmesinde, başka borçları için bu parayı kullanma düşüncesi varsa bu da satıcının aleyhine olur. Çünkü vadesi geldiğinde ona olan borcunu ödeyememe riski vardır.
Diğer yandan para peşin standart mal veresiye bir satış türü olan “selem” akdinde, malın vadeye bağlanması caizdir. Hatta Hanefîlere göre selem akdi vadesiz olarak caiz olmaz. Yine veresiye satışta zimmet borcu olarak belirlenen satış bedeli için belirli vade koymak caizdir. Çünkü vade tayini zimmet borçlarına uygun düşer. Fakat belirli ayn’lara vade koymak uygun düşmez. Çünkü paketlenmiş ve artık emanet hükmünde olan satılmış bir malın satıcının elinde belli bir süre bekletilmesine ihtiyaç yoktur. Aksine bir an önce bunun alıcıya ulaştırılmasında yarar vardır.
10. Vadeli Sattığı Malı Peşin Para ile Geri Almak (Iyne Satışı):
İslâm’da para peşin mal veresiye veya mal peşin para veresiye satış yapmak caiz görülmüştür. Birincisi selem akdi adını alır, bunun standart (mislî) mallarda, teslim tarihi belirlenerek yapılabileceği sünnetle sabittir. Mal peşin para veresiye satışlar, vadeli satış adını alır. Bu da Kitap ve Sünnetle caiz görülmüştür. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Tayin edilmiş bir vakte kadar birbirinizle borçlandığınız zaman onu yazın.” 302 Bu ayet genel anlamda peşin ve vadeli satışları da kapsamaktadır. Nitekim Rasûlullah (s.a) bir Yahudiden veresiye yiyecek satın almış ve demirden zırhını rehin olarak bırakmıştır.
Diğer yandan veresiye satışlara kimi zaman finansman temin etmek için başvurulmaktadır. Meselâ; bir kişi bir başkasına vadeli bir satış bedeli karşılığında bir mal satsa, sonra aynı malı ondan peşin paraya satın alsa, bu durumda iki satış akdi gerçekleşmiş olur. Bir otomobili bir yıl vadeli yetmiş milyona satıp elli milyona geri almak gibi. Bunu alıcı bakımından düşünürsek, yetmiş milyona bir yıl vadeyle satın aldığı otomobili peşin olarak aynı kişiye elli milyona satmış olur ve böylece bir yıl süreyle kullanabileceği elli milyon lira finansman sağlanmış bulunur. Vadeli olarak aldığı bu aracı, üçüncü bir kimseye peşin parayla satması mümkündür. Bütün bu durumlarda her iki satım akdi de rükün ve şartları tam olduğu için dış görünüş bakımından geçerlidir. Bu tür satışlara Mâlikîler “büyûu’l-âcâl (vadeli satışlar)”, bazı bilginler ise “beyu’l-ıyne (ıyne satışı)” adını verirler.
Gerçekte böyle bir satış, faizli kredinin yasak ve çirkin görüldüğü bir toplumda, faizi alış-veriş muamelesi içinde gizlemek amacıyla yapılmaktadır. Başka bir deyimle meşrû bir muamele, meşrû olmayan bir amaca ulaşmak için bir araç olarak kullanılmış olur. Meselâ; bir kumaş tüccarı kendisinden üç ay süreyle on milyon lira ödünç para isteyen kimseye, bir top kumaşı üç ay vadeli on iki milyona satıp teslim ettikten sonra aynı kumaşı on milyon peşin para ile geri satın alsa “ıyne satışı” gerçekleşmiş olur. Burada paraya ihtiyacı olan kimse on milyonu almış, fakat üç ay sonrası için, veresiye kumaş satın alma işleminden doğan on iki milyonu borçlanmış bulunur. Burada iki milyon fazlalığın faize benzediğinde şüphe yoktur.303
Ebu Hanife’ye göre, üçüncü kişinin araya girmesi halinde ıyne satışı caiz olur. Şöyle ki, meselâ; bir kimse kumaş tüccarından on milyon ödünç para ister. Tüccar para yerine ona on milyon lira tutarındaki bir top kumaşı üç ay vade ile 12 milyona satarak teslim eder. Bu kimse kumaşı üçüncü bir kişiye meselâ, on milyona satıp teslim eder, üçüncü kişi de kumaşı ilk satan tüccara alış fiyatı üzerinden yani on milyon lira peşin para ile satar. Sonunda paraya ihtiyacı olan kimse bu üçlü alış-veriş sonucunda on milyon nakit parayı almış ve üç ay sonrası için on iki milyon lirayı borçlanmış olur.
Iyne satışı ile ilgili olarak Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:“İnsanlar dinar ve dirhem konusunda cimrilik gösterir, iyne satışı yapmaya dalar, ineklerin arkasından gider ve Allah yolunda cihadı terkederlerse, Allah onlara bir bela indirir ve yeniden dinlerine dönünceye kadar bu belayı üzerlerinden kaldırmaz.”304 Diğer yandan Zeyd İbn Erkam (ö.66/689)’ın Hz. Âişe (ö.57/676)ile kıssası da bunu desteklemektedir. Eyfa kızı el-Âliye dedi ki: “Zeyd b. Erkam’dan çocuğu olan cariye (ümmü veled) olarak ben ve Zeyd’in eşi, Hz. Aişe’nin yanına girdik. el-Âliye dedi ki: “Ben Zeyd b. Erkam adına bir köleyi Atâ’ya sekiz yüz dirheme sattım. Sonra ondan (peşin) altı yüz dirheme satın aldım.” Hz. Âişe dedi ki: Sattığın da, aldığın da ne kötü olmuş. Zeyd’e söyleyin. O, eğer tevbe etmezse Rasûlullah (s.a) ile birlikte katıldığı savaşta kazandığı sevabı kaçırmış olur, meğer ki akdi boza ve tevbe ede.” 305
Ebu Yusuf’a göre ıyne satışı geçerlidir. İmam Muhammed, Şâfiî ve Dâvud ez-Zâhirî (ö.270/883)’ye göre ıyne satışı mekruh olmakla birlikte geçerlidir. Çünkü Şâfiîler yukarıdaki Zeyd b. Erkam’la ilgili olan hadis için “sabit değildir ayrıca Zeyd’in bu konuda Hz. Aişe’ye karşı çıktığı da belirlenmiştir. Sahabe arasında görüş ayrılığı bulununca bizim izleyeceğimiz yol kıyastır” demişlerdir. Diğer yandan böyle bir satış, dış görünüş bakımından rükün ve şartları tam olan bir akittir. Burada gizli olan niyete de itibar edilmez. Akdin bu yönü Allah’a havale edilir. Ancak İmam Muhammed’in şöyle dediği nakledilmiştir: “Bu satım akdi kalbime dağlar gibi oturmuştur, faiz yiyicilerin uydurduğu kötü bir adettir. Çünkü Hz. Peygamber bu çeşit satış yapanları yermiştir.” 306
Ebu Hanife’ye göre iyne satışında satıcı ile alıcı arasına üçüncü bir kişi girmezse satım akdi fâsit olur. Ancak araya üçüncü kişi girerse satış geçerli olur.307
Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise böyle bir satış bâtıldır. Delil seddu’z-zerâyi’ (kötülüğe giden yolu kapama) prensibidir. Hz. Âişe ile Zeyd b. Erkam (r.a) kıssası da bunu desteklemektedir.
Sonuç olarak vadeli satılan bir malın yeniden satıcısına peşin ve ucuz şekilde dönmesi yapmacık alış-verişlerin içinde faizi gizlemeye elverişli bulunmaktadır. Çünkü ayni malı iki kişinin karşılıklı olarak birbirine ıyne yoluyla satmasında faiz şüphesi vardır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında XV. yüzyıldan itibaren ekonomik hayatta önemli bir yer tutan para vakıflarının esnaf ve tüccara finansman olarak kullandırılmasında da ıyne yönteminden yararlanıldığı görülür. Hatta ıynenin meşrû şeklini bilmeyen mütevellilerin vakıf merkezinde bulundurdukları bazı eşyayı, işletmek üzere para isteyenlere vadeli pahalı satıp, o anda daha ucuz fiyatla peşin olarak geri aldıkları bilinmektedir.308 Halbuki nakit paranın vakfedileceğine ilk fetvayı veren Hanefi müctehidi Züfer b. el-Huzeyl (ö.158/774) bu paraların işletilme yöntemini de şöyle belirlemiştir: “Bir kimse dirhemleri, ölçü veya tartı ile satılan mislî menkulleri vakfetse bu caiz olur. O’na denildi ki; Bu nasıl olur? Dedi: Dirhemler (nakit para) mudârabe (emek-sermaye ortaklığı) yoluyla verilir, sonra kârı (ribh) vakfın hayır cihetine harcanır. Mislî menkuller ise önce satılır, satış bedeli dirhemlerdeki gibi mudârabe veya bidâa (vakıf parayı meccânen çalıştırıp anaparayı ve tüm kârı vakfa verme yöntemi) ile verilir. Meydana gelecek olan kâr, vakıf cihetine sarfedilir.” 309
Iyne satışında gerçekleşen iki veya üç muamele her ne kadar şekil bakımından tamam olsa bile, sonuçta satıcının amacının, veresiye pahalı olarak sattığı malı daha düşük peşin para ile geri alma olduğunda şüphe yoktur. Başka bir deyimle alış-veriş içinde faiz gizlenmeye çalışılmaktadır. Mecelle’de; “Akitlerde itibar lafza değil mânâyadır” 310 kuralı yer alır. Bir akit rükün ve şartları tam olsa bile, âhiretteki sorumluluğun niyet, anlam ve akdin iç yüzüne göre olacağını unutmamak gerekir. Bütün ibadet ve muâmelelerde niyetin önemi büyüktür. Niyetin bunların bazısında farz, bazılarında sünnet veya müstehap olması amelin faziletinin niyetteki samimiyete göre belirleneceği gerçeğini değiştirmez. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Ameller niyetlere göredir. Her bir kişi için niyet ettiği şey vardır...” 311
Günümüzde vadeli olarak satın alınan bazı mallar, nakit sıkıntısı yüzünden, satın alındığı fiyatın altında bir bedelle peşin olarak satılmaktadır. Böyle bir alım-satım yapan kimse de faize düşmüş olur mu? Burada ucuza satılan mal, satın alınan kişiye değil, üçüncü bir kişiye satıldığı için muamelede “ıyne satışı” niteliği yoktur. Meselâ; bir kimse bedelini altı ay sonra vermek üzere bir otomobili seksen milyon liraya satın alsa, ancak paraya olan ihtiyacı nedeniyle bunu altmış milyon peşin para ile üçüncü bir kişiye satsa bu mümkün ve caizdir. Ancak bunu bir kredi kaynağı olarak kullanıp, borçlarını ya da ödeyemediği çeklerini bu yolla kapatmaya çalışmak bu kimseyi kısa sürede çıkmaza sürükler. Çünkü borçların vadeleri geldiğinde, peşin satışlardan elde ettiği paranın fazlasını ödemek zorunda kalacağı için büyüyen farkı kapatması mümkün olmaz. Bu yüzden yüksek fiyatla vadeli mal alıp, zararına peşin fiyatla satış yoluna gidenlerin çoğunun bir süre sonra iflasla karşılaştıkları görülmektedir. Böyle bir satış şekli, unsurları bakımından tam görünse bile sürekli olarak başvurulacak bir yol değildir. Burada da zamana bağlı olarak ortaya çıkan fazlalığı karşılayamamak kişiyi sıkıntıya sokmaktadır. Ayrıca veresiye pahalı alınan malı peşin olarak alış fiyatının altında bir fiyatla satarken “hiç kârsız veya zararına satış” yapıldığını ilân etmek de yanıltıcı bir yoldur. Çünkü böyle bir mal peşin fiyatla satın alınsaydı, yine peşin fiyatla satışında kâr olacaktı. Kârın olmayışı, veresiye yüzünden vuku bulduğu için, bu kimsenin kârsız satış iddiası dayanaksız kalmaktadır. Eğer zararına satış yapıldığını ileri sürerse, bunun yanında malı vadeli aldığını da açıklamalıdır. Böylece alıcıyı yanıltmamış ve ona doğru bilgi vermiş olur. Ancak ileride açıklayacağımız gibi serbest pazarlıkla yapılan alış-verişte (musâvemeli satış) satıcı alış fiyatını veya maliyeti ya da kâr oranını alıcıya açıklamak zorunda değildir. Ancak açıkladığı takdirde de verdiği bilgilerin doğru olması, bu konuda alıcıyı yanıltmaması ve etki altında bırakmaması gerekir.
11. Bir Bütünün Parçalarının Bu Bütünden Ayrılmadan Satılması:
Başkasına bağlı olan ve bir bütünü oluşturan parçalar, ondan ayrılıp bağımsız hale gelmedikçe satılamaz. Bir hayvan kesilmeden önce onun etini, derisini, iç yağını, kuyruk yağını, ayaklarını veya başını ya da ciğerlerini satmak gibi. Hanefilere göre böyle bir satış batıldır. Çünkü bu, olmayan bir şeyi satma niteliğindedir. Etin et, derinin deri olabilmesi için hayvanın kesilip derisinin yüzülmesi gerekir.
Parçalara ayrılması bütüne zarar verecek olan şeyden bir parçayı satmak ise fasittir. Kullanılmakta olan otomobilin bir parçasını söküp satmak, birer kat elbise veya mantoluk için ayrılmış kumaştan bir metresini satmak veya çatıdaki bir kirişi ya da duvardaki bir taşı satmak bu niteliktedir. Çünkü bu durumda satılan şey başkasına tabidir ve bunun teslim edilebilmesi bağlı olduğu bütüne zarar verecektir. Meselâ; yukarıdaki örneklerde, parçası sökülen araç çalışmaz, takım kumaş bozulmuş, çatıdan kiriş sökülürse veya duvardan taş alınırsa bina zarar görmüş olur. Ancak buna rağmen böyle bir satışa ihtiyaç duyan kimse, bu şeyleri bütünden ayırıp, alıcıya teslim ederse satım akdi geçerli olur. Çünkü bununla satışı bozma nedeni ortadan kalkmış bulunur.
Ancak parçalara ayırıp satma, bütüne zarar vermiyorsa bunların alım-satımında bir sakınca bulunmaz. Hurdaya çıkmış araçların sökülüp parçalarının satılması, eski binaların veya istimlâk nedeniyle yıkılan yapıların enkazcılarca sökülerek kapı, pencere, tahta, kiriş, lavabo vb. parçalarının satılması caizdir. Yine külçe halindeki altın veya gümüşten yüz veya iki yüz gram gibi bütünden ayrılması mümkün olan parçaların satışında da bir sakınca yoktur.
Günümüz ticaret muamelelerinde, özellikle kumaş ticaretinde topların sonuna gelindiğinde bu hükümlere ihtiyaç duyulmaktadır. Meselâ; genel olarak takım elbiselik veya mantoluk kumaş satan kimse, bir metre kumaş isteyen alıcı ile fiyat üzerinde anlaştıktan sonra, bu bir metreyi verdiği takdirde toptan artan kumaşın bir kat elbiseye veya mantoya yeterli olmayacağını anlarsa satışı feshedebilir. Ancak kendisine zarar verebileceğini bildiği halde, sözünde durarak kumaşı teslim ederse satış sahih hale gelir. Aynı prensip, takım olarak satışı yapılan zinet eşyası, mobilya, takım kitaplar, elbise, ayakkabı, mutfak eşyası ve benzerleri için de uygulanır. Bütünün bozulması veya takımın eksilerek geri kalanın yıllarca alıcı bulamaması satıcı için zararlıdır. Böyle bir parçayı bilerek veya bilmeyerek satın alan kimse için de takımı tamamlayamama yüzünden zarar söz konusudur. İşte satıcı veya alıcıya zarar verebilen bu gibi satışlar fasit sayılarak gerektiğinde taraflara satışı bozma yetkisi tanınmıştır.312
12. Meyve Veya Ekinlerin Hasattan Önce Satılması:
Günümüzde bir takım meyvelerin çiçeğinde veya daha olgunlaşmadan dalında iken, ağaç başına veya bahçenin bütünü için bir satış bedeli belirlenerek satıldığı görülmektedir. Ekinlerin de başağında iken satışı söz konusu olabilmektedir. Burada satıştan amaç meyvenin veya ekinin kendisi olduğu için bunlarda meydana gelmeme rizikosu “garar’ı (aldanma satışı)” akla getirmektedir.
Çiftçilikle uğraşanların, ya da sebze ve meyve ticareti yapanların çokça karşılaştığı bu gibi, muâmeleleri aşağıda açıklamağa çalışacağız.
İslâm bilginleri henüz meydana gelmemiş olan meyvenin dalında satışının geçerli olmayacağı üzerinde görüş birliği içindedir. Çünkü bu, mevcut olmayan bir şeyin (ma’dum) satışı veya belli bir ağacın bir kaç yıllık meyvesinin peşin para ile satışı anlamına gelir. Bunların her ikisi de hadisle yasaklanmıştır. Hz. Peygamber (s.a) Hakîm b. Hizâm’a; “Sahip olmadığın birşeyi satma”313 buyurmuştur. Yine Allah elçisi Medîne’ye geldiklerinde, orada meyveler için bir veya iki yıllığına selem (para peşin, hasat zamanı elde edilecek tüm meyveyi satın alma) sözleşmesi yaptıklarını gördü. Onların bu şekilde meydana gelip gelmeyeceği belli olmayan bir şey üzerinde bir kaç yılı kapsayabilen satışını Hz. Peygamber (s.a) yasakladı. Hadiste; “Hz. Peygamber ağaçları yıllar boyu satmayı nehyetti.” 314 buyurulur. Bu satışın yasaklanma nedeni, satışa konu olan şeyin akit sırasında mevcut olmaması ve daha sonra da meydana gelmeme rizikosunun bulunmasıdır. Bu durum garar hali olup, Hz. Peygamber garar’ı yasaklamıştır. 315 Garar; yukarıda açıkladığımız, gibi ne olduğu belli olmayan ve sonucu belirsiz olan demektir. Çiçeğinde iken satılan meyvelerin ve başağında yeşil iken satılan ekinlerin verim durumunun ne olacağını önceden belirlemenin güçlüğü açıktır.
İslâm belirsiz, nitelikteki ve miktardaki meyveler üzerinde selem yapmak yerine, nitelikleri belirli olan standart (mislî) şeylerin para peşin mal veresiye (selem) sözleşmesine konu olabileceği prensibini benimsemiştir. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: “Kim para peşin mal veresiye selem sözleşmesi yaparsa, bunu belirli ölçüye veya belirli bir tartıya göre ve belirli süre tayin ederek yapsın”316 Bununla satıcı ve alıcının aldanma riski kaldırılmış bulunur.
Diğer yandan sebze, meyve ve ekinlerin hasat edildikten sonra ölçü, tartı veya sayı ile yahut da tahmin üzere toptan satışının da caiz olduğu konusunda görüş birliği vardır.
Sebze, meyve veya ekinlerin meydana geldikten sonra henüz dalında veya başağında iken satışlarının caiz olup olmadığı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hanefîlere göre dalında veya başağında satılan bu maddelerin satışı konusunda aşağıdaki durumlar söz konusu olabilir:
a) Ekin ve meyvelerin olgunlaşmadan önce satılması:
Böyle bir satış iki türlü olabilir. Olgunlaşmamış meyve ve ekinler kesim şartıyla satılmışsa bu satış caiz olur. Ancak satıcı özel bir süre tanımadıkça, bunların derhal hasat edilmesi gerekir. Eğer satış, kesim şartı konuşulmaksızın mutlak olarak yapılmışsa Ebu Hanîfe’ye göre bu da caizdir. Çünkü bazı meyve ve ekinlerden olgunlaşmadan önce yararlanmak mümkündür. Yeşil erik, çağla, taze soğanın insan yiyeceği, yoncanın ve yeşil arpa bitkisinin davar yiyeceği olarak satışa konulması gibi.
Çoğunluğa göre ise olgunlaşmamış ekin ve meyvelerin olgunlaşıncaya kadar bekletilmesi şart koşulmadıkça satış caiz olmaz.
Olgunlaşmamış ekin ve meyvelerin olgunlaşıncaya kadar bekletilmesi şartıyla yapılacak satış ise Hanefîlere göre fasit olur. Çünkü böyle bir şart, akdin gerektirmediği bir şart niteliğinde olduğu gibi, diğer yandan alıcıya tek yanlı yarar sağlayan bir özelliğe de sahiptir. Bu şart akde uygun olmadığı gibi bu konuda insanlar arasında bir “teâmül” de yoktur. Bu nedenle böyle bir şart, satışı fasit kılar. Meselâ; bir kimse satıcının tarlasında bir ay kalmak şartıyla buğday satın alsa veya ağaçların üzerinde bir ay daha bekletilmek üzere bir şeftali bahçesinin meyvelerini peşin para ile toptan satın alsa böyle bir satış fasit olur. Çünkü bu meyve ve ekinleri kökünde bir süre bırakmak, ancak ağacı veya araziyi âriyet olarak vermekle mümkün olur. Böylece ekin veya meyveleri bekletme şartı ile âriyet verme şartını da koşmuş olur. Bu ise, bir akit içinde iki akit yapmak anlamında olup, hadisle yasaklanmıştır. Diğer yandan ekin ve meyvelerin olgunlaşmadan satılması nedeniyle satışta garar (aldanma riski) halinin bulunduğu açıktır. Bu duruma göre böyle bir şatışın fasit olmasının illeti üç noktaya dayanır. Bunlar; garar (aldanma riski), fasit şart ve bir akit içinde iki akit yapılmış olmasıdır.
b) Ekin ve meyvelerin olgunlaştıktan sonra satılması:
Olgunlaşmış ekin veya meyvelerin hasat edilmeden başağında veya dalında iken tahmin üzere satılması caizdir. Burada ekin ve meyvelerin derhal kesilme şartının konuşulup konuşulmaması hükmü değiştirmez.
Ancak bu ürünler henüz büyümesini tamamlamadan, dalı üstünde bir süre bekletilmek şartıyla satılmış olursa, satış sözleşmesi fasit olur. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre bu durumda büyümesini tamamlamış olsa bile hüküm değişmez, yani satış fasit bulunur. Çünkü ürünü bir süre daha kökeninde bırakmak şartıyla satış, alıcı için tek yanlı yarar sağlar, böyle bir şartı akit gerektirmediği gibi bu akde uygun da düşmez. Bu, bir ton buğdayı, satıcının deposunda bir ay süreyle kalması şartıyla satın almak gibidir. İmam Muhammed’e göre “istihsan” prensibine uyularak büyümesini tamamlayan üründe böyle bir satış caizdir. Çünkü bu konuda “insanların teâmülü” vardır. Buradaki örf, akidde şart koşmaksızın, satıcının alıcıya “müsâmaha” göstermesi şeklinde oluşmuştur. Fetvâya esas olan görüş de budur.317
c) Olgunlaştıktan sonra meyvelerin ağaçta bekletilmesi:
Bir kimse özel şart koşmaksızın ağacında iken satın aldığı meyveleri, olgunlaşması için bir süre toplamasa şu durumlar söz konusu olur:
Eğer meyvelerin büyümesi tamamlanmış, fakat olgunlaşması için ağaçta bırakılmış olursa, bu bekletme satıcının izniyle olsun veya onun izni bulunmasın alıcı meyveleri toplayınca tamamına mâlik olur. Çünkü burada meyvelerde bir artıştan çok, sararma, kızarma, yumuşama gibi bir nitelik değişikliği söz konusu olur.
Ekinlerin başağında bekletmeden dolayı meydana gelecek nemâ ise, bu bekletme satıcının izni dışında olsa bile alıcıya caiz (tîb) kazanç olur. Çünkü bu artış alıcının mülkünde meydana gelmiştir, zira ekinin sapları da alıcıya aittir.
Meyveler büyümesini tamamlamamış durumda olursa, ağaçta bekletmenin satıcının izniyle olup olmaması önem kazanır. Eğer satıcının izni varsa, sonradan meydana gelen fazlalık ona caiz ve helâl olur. Satıcının izni yoksa, satış tarihinden sonraki artış yaklaşık olarak belirlenip yoksullara dağıtılır. Çünkü bu artış sakıncalı bir sebeple meydana gelmiştir. Bunu mülkten temizlemenin yolu da bağışlamadır.318
d) Satılanlar dalında iken yeni meyvelerin çıkması:
Meyveler ağaç üzerinde iken satıldıktan sonra, henüz hasat edilmeden yeni meyveler meydana gelse, bunlar satıcıya ait olur. Bazı incir çeşidinde bu durum açıkca görülür. Satılan meyvelerin ağaçta bekletilmesinde satıcının izninin bulunup bulunmaması sonucu değiştirmez. Çünkü sonradan çıkan meyveler satıcının mülkünün artışı olup bunlar ona ait olmalıdır. Ancak taraflar kendi aralarında anlaşarak, sonradan çıkacak meyvelerin alıcıya ait olmasını da kararlaştırabilirler. Bu takdirde fazlalık alıcıya helâl olur. Böyle bir anlaşma bulunmayıp, sonradan çıkacak meyveler bahçenin hasat için alıcıya tesliminden önceye ait olursa, satış akdi bâtıl olur. Çünkü burada eski ve yeni meyveleri birbirinden ayırmak mümkün olamayacağı için, satıcının satılanı teslime gücü yetmemiş olur.
Sonradan çıkan meyveler bahçenin alıcıya tesliminden sonra meydana gelmişse satış bâtıl olmaz. Çünkü alıcının kabzı ile satış tamamlanmış bulunur. Bu durumda sonradan çıkan meyveler miktar olarak tahmin üzere belirlenip satıcı ile alıcı arasında paylaşılır. Burada satıcı ve alıcıya ait iki mülk ayrılmaz bir biçimde birbirine karıştığı için ilâve olan kısım aralarında ortak olur. Bu konuda anlaşmazlık halinde alıcının sözü esas alınır. Çünkü meyveler onun elinde bulunmaktadır.319
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre eğer meyvenin sağlıklı bir biçimde olgunlaşacağı ortaya çıkarsa satış mutlak olarak caizdir. Bu durumda ürünü derhal hasat etmek veya ağaç üzerinde bırakmak şartıyla satmak arasında fark yoktur. Eğer satış, olgunlaşıp olgunlaşmayacağı belli olmazdan önce ise ağaçta bırakma şart koşulsun veya koşulmasın satış icmâ ile sahih değildir. Çünkü Hz. Peygamber; “Olgunlaşıp olgunlaşmayacağı belli olmadıkça meyvelerin satışını satana da satın alana da yasaklamıştır.”320 Yasaklamak ise yasaklanan şeyin fâsit olmasını gerektirir.
Eğer satış derhal hasat şartıyla yapılırsa, yine icma ile geçerli olur. Çünkü dalında iken meyvelerin satışının yasaklanması, aşırı sıcak, soğuk, hastalık gibi nedenlerle ürünün telef olma riskinin bulunması yüzündendir. Delil, Enes (r.a)’ten nakledilen şu hadistir: “Hz. Peygamber (s.a) meyve ortaya çıkmadıkça bunun satışını yasakladı. Enes’e; “Ortaya çıkması ne demektir?” diye sorulunca; “kızarması ve sararmasıdır” demiş ve şunu ilave etmiştir: “Eğer Allah meyveyi vermeyecek olursa sizden herhangi bir kimse kardeşinin malını neyin karşılığında almış olacaktır?” 321
Sonuç olarak meyvelerin daha çiçeğinde iken veya büyümesini tamamlamadan, olgunlaşıp olgunlaşmayacağı belli olmaksızın bir süre dalında bırakmak şartıyla satışı caiz değildir. Ancak erik, çağla gibi olgunlaşmadan önce de yararlanılabilen şeylerin ise bu durumda toplanması şartıyla satışı caiz olduğu gibi, tüm meyvelerin olgunlaştıktan sonra dalında satışı da caizdir. Olgunlaşmadan önce satış konusunda ise görüş ayrılığı vardır. İbn Âbidin (ö.1252/1836) satıştan sonra dalında bırakmak örf haline geldiği takdirde, meyvelerin olgunlaşmadan önce de sonra da dalında toptan satışının caiz olduğu görüşünü tercih etmiştir. Çünkü fasit bir şart, toplumda örf olarak yaygınlaştığı zaman sahih hale gelir. Buna bağlı olarak satım akdi de istihsan prensibine göre geçerli olur. 322
e) Meyvelerin olgunlaşmasının belirtileri:
Hanefîlere göre olgunlaşmanın belirtisi; meyvenin hastalıktan veya bozulmaktan güvende olacak şekilde büyümesini tamamlamasıdır.323 Olgunluğun ortaya çıkması her meyve türü için ayrı ayrı değerlendirilir.
Çoğunluk müctehitlere göre, hurmada kızarma veya sararma; üzümde tatlanma; yumuşama veya sararma olgunlaşma belirtisidir. Diğer meyvelerde suyunun tatlanması, yumuşaması veya renginin sararması olgunlaşmanın belirtisi sayılır. Taneli bitkilerde olgunlaşma ise tanelerin dolması ve güçlenmesidir. 324
Meyvelerde olgunlaşma sayılan bazı nitelikleri Rasûlullah (s.a) şöyle belirlemiştir: “Hz. Peygamber, meyveleri tatlanıncaya kadar dalında satışını yasaklamıştır.” 325 Yine olgunlaşmadan önce meyvenin satışını yasaklamış kendisine “olgunlaşma (zehv) nedir?” diye sorulunca; “Meyvenin kızarması ve sararmasıdır” diye cevap vermiştir.326 Sararmadan önce üzümün dalında satışını da yasaklamıştır.327
f) Peşpeşe yetişen sebze ve meyvelerin kökünde satılması:
İncir, muz, gül, kavun, karpuz, salatalık, patlıcan, biber, domates, kabak gibi bazı sebze ve meyveler ilk ürün alındıktan sonra, aynı kök ve dallarda geriden gelen ürün yeniden yetişir. Bu çeşit ürünlerin dalında satışı topluca nasıl olabilir? Hanefîler zâhir rivayette, Şâfiî ve Hanbelîler bunlardan ilk çıkacak ürünü kökünde toptan satmanın caiz olduğunu söylemişlerdir. Ancak ilk ürünü ve daha sonra yetişecek olanları birlikte satmak caiz değildir. Çünkü bu bilineni ve bilinmeyeni birlikte satmak demektir ki, bilinmeyeni teslime güç yetirilemez.
Ancak Hanefîlerden bazıları insanların bu gibi ürünleri dalında satış yaptıklarını dikkate alarak “örf” deliline dayanmak suretiyle bunu caiz görmüşlerdir. İbn Âbidin de bu görüşü tercih etmiştir.328 Mecelle’de bu görüş kanun maddesi haline getirilmiştir. Madde şöyledir: “Tek tek birbiri ardından yetişen, yani birden ortaya çıkmayıp da azar azar meydana gelen, meyve çiçek, yaprak ve sebzenin bir bölümü belirmiş olduğu halde onlara bağlı olarak, onlarla birlikte henüz belirmemiş olanlarını dahi toptan satmak sahih olur.”329
Mâlikîler, İbn Teymiye ve İbnü’l-Kayyim gibi bilginler de bu son görüşü tercih etmişlerdir. Dayandıkları delil; bedelinden bir bölümünün sonradan çıkacak ürüne karşılık olarak satıcıya bağışlanabileceği esasıdır. İnsanların örfü de bu konuda başka bir delildir. Ayrıca olanla olacak olanı ayırmak güçtür. Bu yüzden sonradan çıkacaklar öncekilere tâbi sayılır.330
g) Buğdayın başağı içinde satılması:
Hanefîlere göre buğdayın başağında, baklanın kabuğu içinde satışı caizdir. Çünkü kabuğu içinde büyümesini tamamlayan ürünler artık iklim değişikliklerinden çabuk etkilenmez ve semavi âfetlere karşı daha dayanıklı olurlar. Bu yüzden yararlanılacak durumda olmayan ve henüz olgunlaşmamış bulunan ekin ve tarım bitkileri dalında satışa konu yapılamazken, kabuğu veya başağı içinde olgunlaşanlar bundan istisna edilmiştir. Hadiste şöyle buyurulmuştur: “Nebî (s.a) olgunlaşıncaya kadar hurmanın, beyazlaşıncaya ve afetten güvende oluncaya kadar başağın satışını yasakladı. Yasak satıcıyı da alıcıyı da kapsar.”331
Mâlikî ve Hanbelîlere göre olgunlaşan buğdayın başağı ile birlikte satışı caizdir. Yalnız başağın içindeki buğday satılırsa, niteliği ve çokluğu belirsiz olacağı için böyle bir satış caiz olmaz.
Şâfiîlerin daha sağlam görüşüne göre, buğday, mercimek, susam ve nohut gibi ürünlerin başağında satışı geçerli değildir. Çünkü satılan ürün kabuk yüzünden açıkta olmayıp gizlidir. Bu, dövülüp samanı içinde bulunan buğdayın satışına kıyas yapılarak gararlı bir satış sayılır.332