YEDİNCİ BÖLÜM

GÜNÜMÜZDE BAZI EKONOMİK PROBLEMLER VE İSLÂMÎ YAKLAŞIMLAR

 

I- GÜNÜMÜZDE UYGULANAN BAŞLICA EKONOMİK SİSTEMLER

A) Ekonomi ve İktisat Terimleri:

İktisat kelimesi arapça “kasada” kökünden “iftial” vezninde bir mastar olup; mu’tedil davranmak, adaletle hükmetmek, israf etmemek, ifrat ve tefritten sakınmak, orta yolu tutmak anlamlarına gelir. Ekonomi ve iktisad eş anlamlı sözcüklerdir. Halk arasında eskiden beri hesaplı ve tutumlu bir davranışı belirtmek üzere bu kelimeler kullanılmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de “kasd” ve “iktisad” kökünden türemiş lafızlar “tutumlu olma”, “orta yolu izleme”, “davranışında aşırılığa düşmeme” anlamlarına gelir.

Lokman (a.s) oğluna verdiği öğütde; “Yürüyüşünde ölçülü hareket et ve sesinin tonunu da düşür” demiştir. (1) Ehl–i kitaptan söz eden bir ayette; “Onların içinde orta yolu tutan bir ümmet vardır, fakat onlardan çoğu ne kötü işler yapıyorlar” (2) buyurulur. Çeşitli hadis-i şeriflerde de“iktisat” ve ism-i fail olan “muktesid (orta yolu tutan)”; ölçülü darvanmak, orta yolu izlemek anlamlarında kullanılır. “Ölçülü davrananlara gelince, onlar hesapları kolay görülenlerdir.” (3) “Ölçülü hareket etmek peygamberlikten bir cüzdür.” (4)

Ekonomi (oikonomia) kelimesi eski Yunanda ev ve çiftlik yönetimi ile ilgili kuralları ifade etmek üzere kullanılırdı. Kelimenin anlamı daha sonra genişlemiştir.

Günümüzde iktisat ilminin incelediği konular aile çemberini hatta ülke sınırlarını bir hayli aşmış bulunmaktadır. Artık serbest bölgeler, gümrük birliği, ortak pazar, ülkeler arası ekonomik işbirliği gibi problemler ekonominin ülkeler arası planda incelenmesini gerekli kılmıştır. Çünkü gerek iş adamları ve gerekse devlet planında ekonomik uygulamalar sürekli olarak büyümektedir. Bu yüzden sürekli gelişme içinde bulunan bu ilmin tarifinde iktisatçılar güçlük çekmiştir. Nitekim bazı iktisatçılar iktisadı “servet ve refah ilmi” olarak nitelerken, bazısı “mal ve hizmet mübadeleleri”ni tarife esas almış, bazıları da insan ihtiyaçlarının sınırsız oluşuna karşılık yararlanılan ekonomik kaynakların sınırlı oluşuna bakarak iktisat konularını belirlemeye çalışmışlardır. (4/a)

Yukarıdaki özellikler dikkate alınarak iktisat ilminin tarifi şöyle yapılmıştır: Sınırlı olan ekonomik kaynakların en verimli kullanım yollarını, ihtiyaçların karşılanmasında tercih sıra ve ölçülerini inceleyen bir ilim ve sanattır. Bu, genel bir tariftir. İslâm ekonomisi ise; bu ekonomik kaynakların aşırılığa düşmeden, israf ve saçıp-savurma olmadan meşrû ve en verimli bir şekilde elde etme, üretme, dağıtma ve kullanma ölçü ve sınırlarını inceleyen bir ilimdir.

İnsanda menfaat ve kazanma hırsı ile, baş olma ve başkalarına hükmetme arzusu en güçlü duygulardandır. Servet gücü, insana bunları gerçekleştirme imkânı verdiği için toplumda menfaat değerlerini kuracak ve bunu sürdürecek tedbirlere ihtiyaç vardır. Çünkü beşerî ekonomik bir sistemin uygulanmasında menfaatı olanlar bunun devam etmesini, politikacılar kendi parti görüşleri yönünde gelişmesini isterler. Büyük servet, şirket ve holding sahipleri de ekonomiyi, kendi büyümelerini sağlamağa yarayan bir araç olarak görürler.

İşte islâm, bir toplumda görülen bu menfaat gruplarından birini diğerine ezdirmeden, her kesimi tatmin eden, topluma yarar sağlamak veya ondan zararı kaldırmak için kurallar ve yasaklar koyarak iktisatla ilgili düzenlemeler yapmıştır.

Biz aşağıda İslâm’ın ekonomik hayatla ilgili problemlerine geçmeden önce, günümüz beşer ekonomisinde meydana gelen sistemler üzerinde kısaca duracağız. Böylece, basın ve yayın organlarında ve toplum içinde çokça kullanılan kapitalizm, liberalizm, komünizm ve karma ekonomi sistemi gibi kavramlar da açıklık kazanmış olacaktır.

 

B) Günümüzdeki Başlıca Ekonomik Sistemler:

1) Kapitalizm:

Latince caput ve capitalis “baş” anlamına gelir. Kapital kelimesi eskiden beri bir şeyin önemini veya üstünlüğünü belirtmek için kullanılmıştır. Nitekim mimarlıkta sütunun üst kısmına, hukukta en ağır cezaya, bazı dillerde başkent’e “kapital”; adı verilmiştir. Bir iktisat terimi olarak kapital; gelir elde etmeye yarayan servetleri ifade eder. Para, altın, demir madeni, maden kömürü, otomobil veya ev gibi. Bu değerlerin sermaye niteliğinde olup olmaması kullanılış şekillerine bağlıdır.

Parayı bir muşambaya iyice sararak, madeni bir kutuya koyduktan sonra, kimsenin bulamayacağını sandığımız bir yere gömdüğümüzü farzedelim. Onun bu şekilde piyasadan çekilerek saklanmasına “iddihar (kenz)” veya “gömüleme” denir. İddihar edilmiş para, saklı durduğu sürece bir sermaye hizmeti göremez. Fakat aynı para gömüldüğü yerden çıkarılarak işletilmeye başlanınca sermaye niteliği kazanır. Çünkü sermayenin başlıca özellikleri; istihsal aracı olarak kullanılması, gelir getirmesi ve amortisman hesabına tabi tutulmasıdır. (4/b)

Büyük sermayelere sahip olanlara “kapitalist” adı verilir. “Kapitalizm” ise özel sermayenin ve sermaye sahiplerinin üstün mevkii tuttuğu ekonomik rejimin adıdır.

Bir toplumda sermayenin bir güç haline gelebilmesi için şu şartların bulunması gerekir:

a) Ferdî hak ve hürriyetleri az-çok gelişmelidir.

b) Kapitalist ekonomik sistemde üretim vasıtalarının mülkiyeti ve yönetimi özel kişilere ait bulunmalıdır.

c) Toplumda adalet ve hürriyet anlayışı ileri bir merhaleye ulaşmış olmalıdır. Aksi halde yatırımcı çekingen hareket eder ve mülkiyet hakkından tam olarak yararlanamaz.

d) Piyasada paranın hakim ol oynadığı ve finansman kaynaklarının rahat işlediği bir ortamın oluşması gerekir.

Kapitalizm çığırının iktisadî hayata ne zaman girdiğini ve ne kadar süreceğini kesin olarak ifade etmek güçtür. İlk çağ medeniyetlerinde önemli sermayelerin işletildiğine ve kapitalist diyebileceğimiz tipte iş adamlarına rastlanmıştır. Nitekim Mısır, Babil ve Fenike’de özel mülkiyet ve piyasa mübadeleleri oldukça gelişmişti.

Kapitalizmin temsil ettiği zihniyetin geçmişi çok eski olmakla birlikte sistemin asıl güç ve ihtişamı “birinci sanayi devriminin” üretim bünyesinde yaptığı değişikliklerden sonra meydana gelmiştir. 18. yüzyıl sonlarında İngiltere’nin dış ticareti gelişmiş ve iş adamları makine kullanarak fazla kazanmanın mümkün olabileceğini anlamışlardır. Kömürün yakıt ve buharın hareket ettirici güç olarak kullanılması üretimde yeni ufuklar açmıştır. Ancak bununla birlikte sanayi kalkınması birtakım mücadeleleri gerekli kılmıştır. Çünkü bir taraftan işçiler ve diğer taraftan resmi makamlar makineleşme hareketini baltalamışlardır. Makine kullanan işçiler bir aralık kamuoyunda birer suçlu gibi gösterilmiştir. Devletin müdahaleci ekonomik politikası sermayedarları liberalizm davasını benimsemeye sevketmiştir.

Kapitalizmin özellikleri:

a) Toplumda para ve sermaye gücü üstün bir mevki tutar. Bu güç sayesinde sermayedarlar iktidarlara isteklerini kabul ettirmekte güçlük çekmezler.

b) Kapitalizm ferdî hak ve hürriyetleri savunur, basın özgürlüğüne taraftardır. Çünkü basın ve yayın organları aracılığı ile menfaatlerini korumayı amaçlar.

c) Çalışan ve başarı kazanan herkese eşit haklar verilmesini savunduğu için mesleğinde seçkin doktorlar, hukukçular, işletmeciler, yazarlar ve tacirler de çoğu zaman bu sisteme bağlanmıştır.

d) Kapitalistler basın gibi politikada da kilit noktaları tutmayı ihmal etmezler. Her partide onlarla bağlantılı olan ve onların menfaatlerini koruyan elemanlara rastlanır.

e) Dayandığı güçler ve uyguladığı metotlar sayesinde kapitalizm uzun süre bir azınlığın ekonomik üstünlük kurmasına imkân vermiştir.

f) Toplumun inanç ve ahlâk değerleri ile bağdaşıp bağdaşmadığı dikkate alınmaksızın faizli kredi sistemleri, kumar, piyango gibi, bir tarafa üstün yarar sağlayan finansman kaynakları kullanılır.

g) Kapitalizmin uygulandığı bir ülkede sosyal ve ekonomik refah azınlıktaki bir zümreye mahsus kalır. Meselâ; 1937’de ABD’de sanayi üretiminin %34ü en büyük 100 şirketin elinde idi. Ülkedeki işçilerin %21’i bu işyerlerinde çalışıyorlardı. (4/c)

 

2) Liberalizm:

Devletin ekonomik hayata müdahalesini en aza indirmeyi amaçlayan doktrine liberalizm denir. Bu görüşü savunan İskoçyalı ekonomist Adam Smith (4/d) devletin ekonomik hayata müdaheleden kaçınmasını milletlerin refahı ve geleceği bakımından gerekli görmekte idi. O, “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” kuralını benimsemiştir. Ancak Adam Smith’in 17. yüzyılda çıkarılan ve İngiltere lehine deniz taşımacılığı tekeli kuran “Deniz Ticaret Kanunu”nu savunması yukarıda belirttiğimiz görüşü ile çelişmektedir. Adam Smith’e göre; “bir milleti barbarlığın en aşağı seviyesinden refahın zirvesine yükseltmeye üç şey yeterli olabilirdi: “Barış ve huzur, mutedil vergiler ve adaletli, müsamahalı bir idare rejimi...” Bu üç şey gerçekleşince olayların tabii akışı sonucunda, istenilen sonuç ergeç gerçekleşebilirdi. Ancak mutlak zaruret olmadıkça devletin ekonomik hayata müdahelesi fayda yerine zarar getirebilir.

Başka bir iktisatçılar grubu olan Fizyokratlar (5) ekonomide “tabii düzen”i savunur. Onlara göre bu düzen dünyayı yaratan güç tarafından kurulmuş olup, devlet iktisadi hadiselerin akışına müdahele etmezse, herşey kendiliğinden ahenk ve düzen içinde yürür. İktisadın başlıca amacı, bu tabii düzenin kanunlarını incelemekten ibaret olmalıdır. Bunlar ayrıca tarıma ön sırada yer verirler.

Adam Smith de ekonomide tabii düzen fikrini benimsemekle birlikte, böyle ilâhi bir kuvvetten  söz etmemiş ancak “gizli elin” ekonomik hayatı düzenlediğini belirtmekle yetinmiştir. Ona göre bu gizli el de insanların ruhsal yönelişlerinden ve menfaat düşüncesinden başka bir şey değildir. Çünkü insanın davranışlarına yaşadığı çevrenin etkisi, gösteriş duygusu ve menfaatını koruma gayreti hakimdir. (6)

 

3) Karma Ekonomi Sistemi:

Özel sermayenin kârsız ya da riskli bulduğu yatırımları devlete yaptırma politikasını ifade eden bir ekonomik sistemdir. Kapitalist üretim düzeninin 20. yüzyılda yöneldiği yeni bir devletçilik anlayışıdır. Bu, “devletçilikle liberalizmi bir arada ve uyumlu olarak yürütme” olarak tarif edilir. Karma ekonomi sisteminde özel sektör çeşitli alanlara devletin plan, teşvik veya kredilerinden yararlanarak yatırımlar yapar. Devlet de özel sektörün yanında yatırımlarını sürdürür, fabrikalar, işletmeler kurar. Ancak çoğu zaman devlet özel sektörün cazip ve kârlı bulmadığı alanlardaki yatırımlara yönelir. Verimli işletilememe, kapasitenin üstünde işçi istihdamı ve rekabet şartlarına uymayan bürokratik müdaheleler devlet yatırımlarını özel sektörle rekabet edemez duruma getirir.

Türkiye’de özel sektör yanında devlet sektörünün yatırımları da sürdüğü için, uygulanan sistemin “karma ekonomi sistemi” olduğu söylenebilir. Ancak devlet yatırımlarını teşkil eden, kamu iktisadi teşebbüslerinden çoğunun günümüzde devlet sübvansiyonu (zararın devletçe karşılanması) ile desteklenmesi, enflasyonu arttıran önemli bir etken olmuştur.

Nitekim İngiltere’de 1938’de hükümet masrafları milli gelirin %20’si dolaylarında iken, devletin özel sektörle birlikte bazı alanlara yatırımlar yapmaya kalkışması sonucunda bu masraflar milli gelirin üçte birine kadar yükselmiştir. Japonya’da ise devletin kurduğu ekonomik tesisler, bedava denilebilecek bedellerle özel sektöre devredilerek bunlardan gelebilecek zararlar önlenmiştir. (7)

 

4) Kollektivist Sistem (Komünizm):

Özel mülkiyeti redderek, üretim, dolaşım ve dağıtım vasatılarını devlet mülkü sayan ekonomik sistemdir. Devlet bu sistemde bütün toprakların, sanayi kuruluşlarının ve küçük büyük her türlü ekonomik tesisin malikidir.

Kollektivizmin geniş uygulama alanı Rusya olmuştur. 1917 ihtilali sonunda başa geçen Lenin, büyük arazilerin sahiplerine tazminat ödemeksizin kamulaştırılmasına, mülkiyetin devlete ait olmasına ve mahalli komitelerce bunların iştelilmek üzere işgal eden köylüye dağıtılmasına karar verdi. Onun “Barış-ekmek-toprak” şeklinde ortaya attığı propaganda sloganı halk arasında derin etki yapmıştı. Ancak 1913 istatistiklerine göre sayısı otuz bini bulan büyük toprak sahiplerine ait ekim alanlarının on milyon köylüye dağıtılması ile problemin bitmeyeceği anlaşıldı. Çünkü şehirden köye gelen sekiz milyon kişi de kendilerine toprak verilmesini istiyordu. Diğer yandan köylü toprağın tapusunu isteyerek komünizm prensiplerini benimsemediğini ortaya koydu. Bunun üzerine “sovkhoz” ve “kovkhoz” adı verilen kooperatif uygulamalarına geçildi.

Lenin bu arada bütün fabrikaları “toplum malı” olarak ilan ettirmiş ve bunların yönetimini işçi ve komünist elemanlarına vermişti. Paranın ve altının birer kapitalist aracı olduğunu ilan etti ve parasız ekonomi denemesine girdi. Devlet memurlarına ve işçilere gıda maddelerini, giyecek eşyasını, gazyağını ve elektriği parasız vermeye başladılar. Parasız çalışma ve mübadele sistemi giderek ekonominin onda dokuzuna yayıldı. Ancak işçileri çalıştırmak mümkün olmadı. Köylüler ve askeler ayaklandılar. Durum gittikçe ümitsiz hale gelince Lenin, 1921 ilkbaharında tehlikeli bir buhrana sürüklenen savaş komünizmini ve ekonomik baskıları hafifletmek ihtiyacını duydu. Kamulaştırılmış birer çiftlik olan Sovkhozların yanında Kovkhozlar kurulmaya başlandı. Kovkhoz “kollektif işletme” demektir. Kovkhoza giren köylü evini eskisi gibi muhafaza edebiliyor ve dilediğini ekebileceği küçük bir bahçeden yararlanabiliyordu. Ayrıca birkaç inek, keçi, kümes hayvanı ve arı kovanına sahip olabiliyordu.

1924’ten Lenin ölünce kollektivist rejim şu özelliklere sahipti: Üretim ve mübadele mekanizması devletin kontrolü altına girmişti. Fakat özel mülkiyet tam olarak kaldırılamamıştı. İhtilalin sert etkileri geçince mülkiyet fikri ve müessesesi yeniden ortaya çıkmıştı. Köylülerin ne zor kullanarak ve ne de rıza ile kollektif tarım sistemine katılmaları sağlanamamıştı. Emeğinin karşılığını veya sahip olduğu malın mülkiyetini elde etmeye çalışan Rus halkı yalnız (1920-1921) arasında beş milyon kurban vermiştir. (8)

Lenin’in ölümünden sonra da “yeni iktisat siyaseti” dört yıl uygulandı. Başa geçen Stalin 1928’den itibaren beş yıllık planlar dönemini başlattı. Sanayiin gelişmesini asıl hedef olarak seçmekle birlikte tarım kesimine şekil vermeye çalıştı. 25 dönümden fazla toprak işgal edenleri rejim düşmanı ilan etti. Yıllarca mücadele ederek Sovkhoz ve Kovkhozlara katılmayanları sürgün etti veya kurşuna dizdirdi. 1929-1933 arasında, dört milyon kişinin öldürüldüğü nakledilmiştir. (9)

Sovyet Rusya’da, peyklerinde ve başka bazı ülkelerde uygulama alanı bulan kollektivist ekonomi sistemi giderek verimliliğini kaybetmiş ve insanları emeğinin karşılığı verilmeksizin zor, baskı ve işkence altında çalıştırmanın ekonomik bakımından kârlı olmadığı anlaşılarak adı geçen ülkeler günümüzde bu sistemden vazgeçme yolunu tutmuşlardır. Ancak bunun yerine yeni bir ekonomik model oluşturulamadığı için bugün ABD ve Avrupa ülkelerinde geniş ölçüde uygulanan “kapitalizm”e geçiş çalışmaları yapmaktadırlar.

Yukarıda kısaca açıkladığımız bu sistemlerden ayrı olarak İslâm’ın da kendine mahsus bir ekonomik sistemi vardır. Biz aşağıda kısaca onun özelliklerinden söz edeceğiz.

 

5) İslâm Ekonomisi:

İslâm’da üretim, dolaşım, dağıtım ve tüketimle ilgili birtakım esaslar getirilmiştir. Bunlar bir bütün olarak incelendiğinde İslâm toplumunda her kesimin beklentilerine cevap verebilecek bir iktisat sistemi ortaya çıkar. Bu sistemin başlıca özelliklerini şu maddelerde toplayabiliriz:

a) İslâm’a göre herşeyin gerçek maliki yüce Allah’tır. Ancak fertler de meşrû yoldan menkul ve gayri menkul malların sahibi ve maliki olabilirler. Böylece, İslâm ekonomi kaynaklarının özel mülkiyete konu olmasını kabul eder. Buna bir sınırlama da getirilmez. Böylece kişi ölü toprağı ihya ederek veya satın alarak yahut miras, bağış vb. bir yolla ona malik olabilir. Ancak savaş sonrası İslâm Devletinin ganimet olarak dağıtmayıp, mülkiyetini kendi üstüne aldığı belde toprakları “miri arazi” adını alır. Devlet bunlar üzerinde tasarruf hakkına sahiptir. Köylülere yalnız yararlanma, ekip-biçme hakkı verebilir. Mirasla geçip geçmemesini kanunla düzenleyebilir. Köylüye bunlar üzerinde satış, bağış gibi tam tasurruf hakkı da verebilir. Anadolu ve Rumeli toprakları başlangıçta büyük ölçüde bu nitelikte topraklardı. Ancak bunlar çeşitli devirlerde yeryer köylüye para karşılığı dağıtılmış ve yeni ihyalarla “mülk arazi” çeşidi yaygınlaşmıştır.

b) İslâm’da özel sermaye serbestçe yatırım yapar. Ancak İslâm’ın yasakladığı içki, haşhaş, esrar, kokain gibi topluma zararlı olan maddelerin üretim ve dağıtımında kısıtlamalar getirilir. Şarap ve domuz üretimi gayri müslimlere meşru sayıldığı için yalnız onların ihtiyaçları dikkate alınarak izin verilir.

c) Devlet de bir takım yatırımlar yapabilir. Stratejik bazı kimyevî maddelerin üretimi veya silah fabrikalarının kurulması gibi. Ayrıca devletin fiyat istikrarını sağlamak üzere rekabet amacıyla bazı ekonomik yatırımlara girmesi de mümkündür. Darlığı çekilen ve bu yüzden fiyatları yükselen bir malı üreterek veya ithal ederek fiyatın istikrar bulmasını sağlamak gibi. Ancak devletin halktan toplanan vergilerle büyük yatırımlara girmesi ve ekonomiye büyük ölçüde hakim olmaya kalkışması uzun vadede olumlu sonuç vermez. (10)

Büyük İslâm düşünürü İbn Haldun (11) devletçiliğe ve devletin ekonomik hayata müdahalesine karşı çıkarak şöyle der: Devletin iktisadi hayata müdahalesi halkın teşebbüs gücünü zayıf düşürür. Teşebbüs gücü zayıflayan ülkeler yoksullaşır. Halkın yoksullaşması devlet bütçesini dengesizliğe sürükler. İbn Haldun’a göre devletçilik bir kısır döngü meydana getirir. Devletin kendi hesabına bir takım iktisadi yatırımlara girişmesi, toplum menfaatlerinin çiğnenmesine yol açar. Ekonomik faaliyetlerin devletçe yürütülmesi resmi teşkilatın büyümesine ve bu da devlet gelirlerinin ihtiyaçlara yetişmemesine sebebiyet vermektedir. (12)

Burada İbn Haldun devlet müdahalesini en aşırı biçimde uygulayan komünizmi eleştirmiş olmaktadır. Gerçekten toplum üzerinden baskı kalktığı halde, yatırım yapabilme, sermayeyi yatırımlara sevkedebilme gücünü kaybeden eski kollektivist toplumlar bugün büyük bir çekingenlik, kararsızlık ve tecrübesizlik içine düşmüşlerdir.

d) İslâm’da serbest rekabet esasına dayalı piyasa ekonomisi esas alınmıştır. Devlet yalnız rekabet şartlarını korumak üzere yıkıcı rekabeti ve karaborsacılığı önlemek, arz ve talep arasındaki dengeyi korumak gibi tedbirlere başvurmakla yetinir. Nitekim Hz. Peygamber piyasa fiyatlarına müdahale etmesi için yapılan başvuruları geri çevirmiş ve kendiliğinden oluşan piyasa fiyatı üzerinde satışın caiz oluşuna dikkat çekmiştir (bk. “Narh” konusu). Arz ve talep dengesi sonucu oluşan fiyatların sağlıklı bir ekonomi için gerekli olduğunu günümüz ekonomik sistemleri de ortaya koymuştur.

e) İşçi ve memur kesiminin emeğine, İslâm, hakkı olan değeri vermiştir. Bu da işçinin kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu eşi ve çocuklarına yetecek ölçüde belirlenecek bir ücretten ibarettir. Bu ücretin kapsamı şu hadisle belirlenmiştir: “Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlenebilsin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse, o ya hıyanet eder veya hırsız olur.” (13) Burada emeği ile geçimini sağlayan kesimin makul bir süre içinde ulaşmaları amaçlanan hayat standardına dikkat çekilmiştir. Bunlar medeni bir yaşayışın gerekleri olup; gerçekleşmeleri iş ve mesleğin özelliğine ve toplumdaki örfe göre olur. Meselâ; belli meslek sahiplerinde, ev işleri için hizmetçi istihdamı, temizlikçi tutulması ya da çocukların bakımı için kreşlerden yararlanma söz konusu olunca ücret veya maaş kapsamına bu gibi harcamalar da girer.

Emevi Halifesi Ömer b. Abdilaziz’in (ö.101/720) işçi ve memurlara hitaben söylediği şu sözler de yukarıdaki hadisin uygulaması gibidir: “Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için de gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir.” (14) Aşağıda işçi işveren ilişkilerini ayrıca inceleyeceğimiz için kısa geçiyoruz.

f) İslâm herkesin insanca yaşayabileceği bir toplum için gerekli olan sosyal güvenlik kuruluşlarını oluşturmuştur. Zekât bunların başında gelir. Zengin sayılan kesimin nakit para, altın, gümüş, döviz ve ticaret amacıyle elde bulunan bütün mal varlığına ve kira gelirinden elde bulunana kırkta bir; tarım ürünlerine onda bir, sulama ve gübreleme yapılan yerlerde yirmide bir, madenlerde beşte bir; koyun, keçi, sığır ve deve cinsinde belirli oranlarda zekat yükümlülüğü getirerek. (15) Yoksullara önemli bir destek sağlamıştır. Yapılan bazı istatistik çalışmalara göre Türkiye’de yoksulların mesken ihtiyacı ve evin içinde gerekli olan eşyası dahil bütün ihtiyaçlarını zekât müessesesi tam olarak uygulandığı takdirde 5-6 yıl gibi kısa bir süre içinde çözebilecek güçtedir. Böyle bir ekonomik güç fakir kesime aktarılınca onların alım gücü artar, piyasa canlanır ve talep artacağı için zekâtın önemli bir bölümü yeniden üretici veya dağıtıcı müteşebbislere geri döner. Böylece zekât hem servetleri bereketlendirir, hem de piyasanın canlanmasına yol açar.

g) İslâm faizi yasaklamış, bunun yerine kâr-zarar ortaklığı esasını getirmiştir. Başka bir deyimle zarar riskini sermayeyi kullanandan kaldırıp, sermaye sahiplerine yüklemiştir. Ortaklıklarda hisse senedi ile şirketin mal varlığı arasında gerçek değer üzerinden bağlantıyı sürdererek aktif bir ortaklık anlayışı getirmiştir. Dağıtılmayan şirket kârının sürekli olarak ortak paylarını büyütmesi tasarrufları doğrudan yatırımlara çekebilecek güçtedir. Emek-sermaye ortaklığı İslâm bankacılığının esasını teşkil eder. Kısa veya uzun vadeli kredi ihtiyaçlarının, kâr-zarar ortaklığı çerçevesinde sağlanması mümkündür.

h) Köylünün gerçek veya tüzel kişilerle “ziraat ortakçılığı” çerçevesinde çıkacak ürünü paylaşma yoluyla topraklarını işletmesi mümkündür.

i) Tarihin kaydettiği en geniş sosyal yardım teşkilatı İslâm medeniyetinin eseridir. Vakıflar, imaretler ve diğer hayır tesislerinden günümüze kadar ulaşan bir hayli eser vardır. Özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda, halk ve esnaf için önemli finans kaynağı halini alan para vakıflarını da bu arada zikretmeliyiz.

j) İslâm, israfı yasaklamış, müslümanın itidal ölçüleri içinde hareket etmesini istemiştir. Bu konuda ifrata, tefrite, israf veya cimriliğe düşülmemesi gerektiği ayet ve hadislerde belirtilmiştir. İktisatla itidal zihniyeti arasındaki ilgi İbn Haldun’un üzerinde önemle durduğu bir konudur. Ona göre servetin artması lüks ve israf temayüllerini güçlendirir. İsraf zihniyetinin uyanması halk tabakaları arasında gerginliklere yol açar. Şehir nüfusunun artması ve ifrat cereyanlarının yayılması, ahlâk anlayışını sarsar ve milletlerin zayıflamasına sebebiyet verir. (16)

Aşağıda İslâm ekonomisinin önemli problemlerinden olan para, faiz ve finansman kaynakları üzerinde duracağız.