VII- INAN ORTAKLIĞI

A) Ortaklığın Tanımı:

İki ve daha çok kişinin sermaye koyarak ticaret yapmak ve elde edilecek kârı aralarında paylaşmak üzere ortaklık kurmasıdır. Burada sermayelerin eşit olması gerekmediği gibi, kârın da sermaye oralarına göre paylaşılması şart değildir. Ancak ortaklar zarara sermaye oranlarına göre katlanırlar.

Burada ortaklar birbirinin yalnız vekili sayılır, kefili sayılmaz. Bu yüzden ticaret izni verilmiş küçük çocuk gibi, kefil olması geçerli bulunmayan kimse de inan şirketi ortağı olabilir.

İnan ortaklığı her çeşit ticaret yapmak üzere genel olabileceği gibi tekstil, demir, inşaat malzemesi, taneli bitkiler gibi bazı ticaret türünde de özel olabilir. Diğer yandan inan şirketi müslümanla gayri müslim arasında da caizdir. Çünkü bu ortaklıkta eşitlik şartı yoktur. (183)

 

B) İnan Ortaklığının Esasları:

1) Ortakların şirkette çalışma şartı:

Inan şirketinde, ortaklardan birisinin veya hepsinin şirket içinde çalışması şart koşulabilir. İki kişi belli bir sermaye ile ortaklık kursalar, işleri birisinin yürüteceği, diğerinin şirket işiyle hiç ilgilenmeyeceği kararlaştırılsa mümkün ve caizdir. Ancak çalışmadan maksat, çalışmanın bizzat meydana gelmiş olması değildir. Çalışma şartı konulmakla yetinilir. (184)

2) Kârın paylaşılması:

İslâm’ın ortaklık anlayışında kâr, prensip olarak, yaygın bir cüz şeklinde belirlenir. Kârın %10, %20 veya %50’sini almak gibi. Kâr az olursa, bu oranların miktarı azalır, çok olursa yükselir. Hiç kâr olmazsa, bir şey alınmaz. Şirketten, miktarı önceden belirlenmiş maktu kâr almak faiz sayılır. Meselâ, şirkette 10 milyon sermayesi olan kimse, yıl sonunda kâr olsun veya olmasın, sermayesinin net %40’ı kadar maktu bir parayı şart koşsa, 4 milyon lira faiz olur. Böyle bir şirket %150 kâr elde etmiş olsa, bu ortağın sermayesine göre daha fazla kâr alması mümkün iken, başlangıçta kendisini %40’la sınırlaması zarar uğramasına yol açmıştır. Hiç kâr olmaması halinde, şirket ona, anaparadan 4 milyon lira ödemek zorunda kalacaktır. Bu da şirketin zararınadır. Buradan İslâm’ın, sermayeye maktu bir meblağın yani faizin belirlenmesini yasaklamasının sebebini anlamak mümkündür. Bir yıl önceden yıl sonunda net kârın miktarını tam olarak tesbit etmek mümkün olmadığı için, taraflardan birisi şu veya bu ölçüde belirsizlikle karşı karşıyadır. Normal kâr ortaklığı ölçüleri içinde alması gerekeni alamamakta veya almaması gerekeni fazla olarak almaktadır. Bu da “haksız kazanç”a neden olmaktadır. Bu duruma göre, gerçekte faizin illetinin “haksız kazanç” olduğunu söyleyebiliriz.

Diğer yandan İmam Züfer (ö.158/775) dışında Hanefiler, çalışan ortağın kârdan fazla pay alması prensibini kabul etmişlerdir. Hatta bütün ortaklar çalışsa bile, aralarında, ustalık, sanat, beceri ve benzeri bakımlardan farklılık olabileceği için kârın da bu özellikler dikkate alınarak paylaştırılması mümkündür. Meselâ, iki kişi 5’er kg. 22 ayar altın sermaye ile bir fabrika kursalar, ortaklardan birisi mühendis olarak kuruluşu yönetse ve işin başına geçse, diğer ortak da niteliksiz işçi olarak çalışsa, sermayeler eşit olmakla birlikte, mühendis olan, %10 fazla kâr istese, bu fazlalık onun çalışması karşılığı olur. Çünkü kâra hak kazanma ya sermaye, ya çalışma ya da dımânı yüklenme sebeblerinden birisiyle olur. (185)

Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“Kâr, ortakların serbestçe belirlediği şartlara göre paylaşılır. Zararın tazmini ise sermaye oranlarına göre olur.” (186)

Bu hadis Hz. Ali’nin sözü olarak da nakledilmiştir.

Hanbeli ve Zeydiye mezhebleri de Hanefiler gibi düşünür. Yani onlara göre de ortakların sermayeleri eşit olmasına rağmen farklı kâr almaları mümkündür.

Şâfiî, Mâlikî, Zâhirî ve İmamiyye mezhebleri ile Hanefîlerden İmam Züfer’e göre, ınan şirketinin sahih olması için, kâr ve zararın anaparadaki paylara göre olması gerekir. Çünkü kâr anaparanın geliri, zarar ise yina anaparanın eksilmesidir. Bu ikisi anapara miktarlarına göre olur. Yani kâr zarara benzer. Ortaklardan birisinin zararın belli bir bölümünü yüklenmeyi şart koşmasının geçerli olmaması gibi, kârdan anapara oranını aşan bir fazlalığı şart koşması da geçerli olmaz.

 

Görüşlerin Değerlendirilmesi:

İkinci görüş sahipleri, ortakların çalışmasını kârda bir fazlalık sebebi kabul etmediğine göre, çalışanlara emeğine uygun bir ücret takdir etmek gerekecektir. Yani ortaklar ayrıca, kendi işyerinde “iş akdi” ile çalışabilir. Sözleşmeye göre maaşını da alır. Buna göre, işyeri zarar etse de maaşı almaya hak kazanırlar.

Hanefilere göre de, yıl sonunda alacağı kâra mahsuben, çalışan ortağın maaş alması mümkündür. Çalışma karşılığı %10 kâr tesbit edilmişse, aldığı maaşların tutarı %5 ise, fazlasını alır. Maaşlar %10’u aşarsa, diğer kârından mahsub yapılarak denkleştirilir. Ancak şirket kâr etmediği zaman, çalışan ortak hiç ücret alamayacak, şirkete meccânen çalışmış olacaktır. Bu takdirde de avans olarak aldığı maaşları, onun anaparasından kesilecektir. Diğer yandan özellikle şirketi yöneten, kendi şahsı itibariyle şirket adına zaman zaman büyük risklere giren ticârî hayatta manevi kredi ve itibarı bulunan ortağın bu özelliklerinin maaşın ötesinde bir hakka neden olabileceğini düşünmek gerekir.

 

3) Şirket malında tasarruf:

Inan ortaklarından herbiri şirkete ait ticaret malını satma hakkına sahiptir. Çünkü onlar burada birbirinin vekili olup, mal alımı ve satımı konusunda biri diğerine izin vermiş sayılır.

Her bir ortak şirket malını peşin veya veresiye olarak satabilir. Çünkü mutlak satış yetkisi bu çeşit satışları kapsamına alır. Diğer yandan böyle bir ticaret, tüccar örfüne göre yapılır. Ticaretle uğraşanların ise peşin veya vadeli satış yapması adetleridir.

Şâfiîlere göre inanda vadeli satış caiz değildir. Hanbelilere göre ise bu konuda iki rivayet vardır, tercih edilen görüşe göre vadeli olarak satışları caizdir. (187)

Diğer yandan ortaklar, insanların aldanma saydıkları bir ölçüye varmayan az veya çok satış bedeli ile satış yapabilirler. Çünkü satıştan amaç kâr elde etmektir. Çok aldanma halinde ise kâr elde edilemez. Bu yüzden çok aldanma akitten istisna edilmiştir.

Elinde peşin para veya ölçü ya da tartı ile satılan buğday, arpa, zeytin yağ gibi mislî karşılık bulunan bir ortak peşin veya vadeli olarak şirket adına mal satın alabilir. Çünkü o, satın almaya vekil sayılır, vekil de veresiye alış-veriş yapabilir. Çünkü o, elindeki para veya mislî olan maldan satış bedelini ödeme imkânına sahiptir. Eğer elinde satış bedeli olabilecekleri bir karşılık olmaksızın veresiye mal satın alırsa, bu mal şirkete değil, kendisine ait olur. Çünkü şirket adına borçlanma özel yetki verilmedikçe caiz olmaz. (188)

 

4) Şirket sermayesini kullanma şekilleri:

a) Şirket sermayesinden bidâa veya vedîa yoluyla vermek:

Bir ortak şirket sermayesinden bir bölümünü başkasına bidaa yoluyla verebilir. Bidaa; kârdan bir pay almaksızın, şirket sermayesini çalıştırıp dönem sonunda anaparayı ve tüm kârı şirkete vermektir. Ortak maaşla adam bile çalıştırabildiğine göre, ücretsiz olarak şirkete kazanç sağlayacak olana öncelikle sermaye verebilmesi gerekir. Yine ortak şirket malını emanet (vedia) olarak da bırakabilir. Çünkü emanet bırakmak tüccar adetlerindendir.

Bidaa muamelesi özellikle vakıf bünyesindeki nakit paraları işletip, elde edilecek kârın vakfın gayesine uygun olarak kullanılması amacıyla başvurulan bir yoldur. Nitekim Hanefi müctehidlerinden İmam Züfer altın veya gümüş para vakfedildiği takdirde bunun geçerli olduğu bu kabil nakit paranın vakıf mütevellisi tarafından bidaa veya mudarabe yoluyla iştelilerek elde edilecek kârın (ribh) vakfın hayır cihetine sarfedilmesi gerektiği ictihadında bulunmuştur. (189) Vakıfların büyük hayır hizmetlerini üstlendiği dönemlerde esnaf ve tüccar vakıf bünyesindeki “vakfedilmiş para”yı kendi sermayesi yanında Allah rızası ile çalıştır ve bu sermayenin bütün gelirini vakfa tahsis ederdi. Böylece daha fazla hayır işlenmesine vesile olmaya çalışırdı. Günümüzde elindeki yatırıma elverişli sermayeyi nasıl kullanacağını bilemeyen yakın hısımlara, çevredeki yetim ve öksüzlere bidaa yoluyla yardımcı olan hayırsever insanlar azalmıştır. Halbuki bu yolla onu da kalkındırmak ve hayır duasını almak ticaret tecrübesi olan müteşebbisler için zor değildir.

b) Şirket sermayesini mudarabe yoluyla kullandırmak:

Şirket ortağı, sermayeyi emek-sermaye ortaklığı yoluyla kullandırabilir. Hanefilerde kuvvetli olan görüş budur. Çünkü bir ortak şirket işinde ücret karşılığı işçi çalıştırabildiğine göre, kârdan belli pay karşılığında da öncelikle çalıştırabilmesi gerekir. Çünkü mudarabede kâr olmadığı takdirde işletmeci birşey alamayacağı için şirket aleyhine bir sonuç meydana gelmez.

c) Mal satmak veya satın almak için başkasına vekâlet vermek:

Ticaretle uğraşan kimsenin çoğu kere bütün alış-verişleri bizzat yapmaya gücü yetmez. Bu yüzden o, özellikle işin kapasitesi genişledikçe mal alımı ve satımı için vekâlet yetkisi vererek adam çalıştırır. Vekalet ticaretin gereklerindendir. Alış-verişte vekil olan kimse yetki alanı içinde hareket eder. Ancak bazan mal sahibinin lehine olan tasarrufu yetki sınırını aşsa da geçerli olur. Mutlak vekil ise fahiş gabin ölçüsünde emsaline göre pahalı alamaz. Aksi halde böyle birmal müvekkili adına alınmış sayılmaz (bk. “Fahiş Fiyat-Vekilin çok aldanma ile alış-veriş yapması” konusu).

d) Şirket adına ipotek işlemleri yapmak:

Bir ortak, şirkete ait bir borç için rehin veya ipotek işlemleri yapabilir. Yine şirket alacakları için ipotek kabul edebilir. Çünkü rehin vermek borcu ödemek, rehin almak ise alacağı tahsil etmek için tüccar örfünde gerekli olan teminatlardır. Bir ortak şirket borcunu ödeyebileceği gibi, şirket alacaklarını da tahsil edebilir. (190) Teminatlar da bu kapsama girer.

e) Ortağın senet veya çek ciro edebilmesi:

Şirket işinde çalışan ortak, şirket borçları için senet veya çek ciro edebileceği gibi, alacaklar için de ciro edilen senet veya çekleri kabul edebilir. Çünkü borç havalesi (ciro) tüccar örfünde olup, ödeme ve tahsil için bir yoldur.

f) Her ortağın yaptığı muameleden sorumlu olması:

Bir ortak şirket adına yapmış olduğu bir alış-verişte kabz, satılan malın teslimi, gerektiğinde davalaşmalı (husûmet) gibi akitle ilgili hakları yerine getirmekle yükümlüdür. Bu yüzden şirket adına mal satan ortak bu malın bedelini kabza yetkili olduğu gibi, şirket adına aldığı malın bedelini ödemede de bu malı satın alan ortak muhataptır. Çünkü bir akitle ilgili haklar bu akdi yapana bağlı olarak yürür.

g) Şirket sermayesi ile yolculuk yapmak:

Ebu Hanife, İmam Muhammad, Mâlikî ve Hanbelîlere göre, şirket sözleşmesinde aksi hüküm bulunmadıkça bir ortak şirket sermayesiyle yolculuk yapabilir. Ebu Yusuf ve İmam Şafii’ye göre ise diğer ortakların izni bulunmadıkça bir ortak şirket sermayesi ile yolculuğa çıkamaz. Çünkü yolculukta sermayenin telef olma ihtimali vardır.

h) Şirket malını teberru etmek veya karz (ödünç) olarak vermek:

Bir ortak, diğer ortakların izni olmadıkça şirket malından tasadduk edemez ve başkasına karz (ödünç) olarak da veremez. Ortağın teberru yetkisi bulunmaz. Ödünç verme başlangıçta bedeli olmayan bir tasarruftur. Bu yüzden teberru niteliğindedir. (191)

Şâfiîlere göre bir ortak prensip olarak vekilde olduğu gibi şirket için zararlı olmayan tasarruflarda bulunabilir. Buna göre, o veresiye mal satamayacağı gibi, fahiş gabinle de şirkete mal alımında bulunamaz. İzinsiz olarak şirketin bütün veya bir bölüm sermayesi ile yolculuğa çıkamaz. Çünkü ortaklık gerçekte ortakların birbirine vekâlet vermesi ve vekaleti kabul etmesi esasına dayanır. (192)

 

5) Ortakların şirket zararına katlanması:

Inan şirketinde meydana gelecek zarara ortaklar sermaye oranlarına göre katlanır. Kârın paylaşılma şekli serbest sözleşme ile belirlenebilirken, İslâm zarara katlanma konusunda ortakları serbest bırakmamıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sermaye ortaklığında kârın paylaşılması ortakların belirlediği şekilde olur, zarara katlanma ise sermaye oranlarına göre olur.” (193)

Meselâ; beş kişi birer kiloğram 22 ayar altını anapara olarak belirleyip inan ortaklığı kursalar, herbiri şirket olarak paylaşabilirler. Ancak içlerinden birisi tahsili, tecrübe ve yetenekleri ile ortaklığın başkanı olur ve işleri yürütmede diğerlerlerinden daha fazla emeği geçerse kârdan da fazla pay alabilir. Zarara ise herbirinin sermaye oranlarına göre katlanması gerekir. Yıl sonunda hiç kâr olmadığı gibi toplam anapara 5 kğ. altından 4 kğ.’a inmişse, bu eksilmeye her ortak %20 oranında katlanır ve sermayeler 800’er gram altına düşmüş olur.

 

6) İnan ortaklığı ile günümüz anonim ortaklığının karşılaştırılması:

İnan ortaklığında sermayeler şirket yönetimine teslim edilip, şirket adına mala dönüştükten sonra, haklar paylar oranında şirketin tüm malvarlığı üzerinde devam eder. Bu yüzden yıl sonlarında kâr dağıtılmazsa, şirketin malvarlığına eklenir ve ortakların giderek payı büyümüş olur. Ancak başlangıçta ilk sermayeyi belirleyen bir belge her ortağa verilmişse, “hisse senedi” diyebileceğimiz bu belgeler yeni mal varlığı karşısında gerçeği yansıtmaz olur. Bu yüzden her yıl sonunda veya belirli dönemlerde şirketin malvarlığını “yeniden değerleme” yoluyla tespit edip hisse senetlerine yansıtmak gerekir. Kârın tam olarak dağıtıldığı şirketlerde ilk anapara sabit kalmaya devam eder. Ancak sık sık enflasyona uğrayıp değer kaybeden bir para ile belirlenecek “anapara” giderek küçülür. Bu yüzden şirket sermayesinin sabit bir değer üzerinden belirlenip, yıl sonlarında gerçek kârı dağıtma yoluna gitmelidir. Bu sabit değer altın olabileceği gibi, hububat ticareti yapanlar arasında buğday, arpa; inşaat malzemesi ticareti yapanlarda standart demir veya çimento gibi değerler de olabilir.

Yukarıda örnek verdiğimiz beş kişinin birer kğ. altınla oluşturacağı bir ortaklıkta daha önce kâr dağıtılmadan ulaşılan beşinci yılın sonunda hisselerin para olarak belirlenmesi gerekse; şirketin malvarlığı 20 kğ. altın karşılığında ulaşmışsa, herbir ortağın payı bir kğ.’dan 4 kğ.’a çıkmış olur. Böyle bir ortak ayrılmak isterse, hissesini diğer ortaklardan birisine veya üçüncü bir kişiye pazarlık yaparak satabilir.

İslâm’da ortaklık kurmanın amacı kâr elde etmektir. Bu yüzden yıl veya dönem sonunda kârın paylaşılmasını isteyen ortak olursa, tek kişi bile olsa kârın hesaplanıp verilmesi gerekir. Ancak burada, diğer ortaklar kâr almayıp şirket sermayesinin büyümesini istiyorlarsa, böyle bir şirket yapısında kâr alanın payı sabit kalırken, kâr almayanların ki büyümeye devam eder. Bunun sonucunda ileriki yıllarda onların şirket içindeki pay oranları yükseleceği için payı sabit kalanlardan daha fazla kâr alma imkânları doğar. Bu da ortakları tasarrufa teşvik eder.

İslâm’da bir şirket ana sözleşmesinde; ortakların sermaye oranları, kârın paylaşılma  şekli, kimlerin çalışacağı ve bu çalışmanın kâra yansıma şekli, şirketin nasıl yönetileceği, kararların nasıl alınacağı, şirketi yönetecek ortağın yetki alanı, görev ve sorumlulukları gibi hususlar belirlenirse bu şartlar bütün ortaklar için bağlayıcı olur. Bunun yanında ortaklardan birisinin veya bir kaçının zarara katlanmayacağı veya sermaye oranları dışında bir oranla zarara katlanma şartı geçersizdir. Çünkü bu hüküm hadisle çelişir. Hz. Peygamber şöyle byurmuştur: “Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar. Ancak haramı helal, helalı haram yapan şart müstesnadır.” (194)

Günümüz anonim şirketleri bazı yönlerden inan ortaklığına benzemekle birlikte, bunlarda çoğunluk paya sahip ortakların azınlığın haklarını çiğnemesine elverişli hükümler taşımaktadır. Şöyle ki:

Anonim şirketlerde de başlangıçta hisse senetlerinde yazan para ile mal varlığı arasında bir yakınlık vardır. Ancak bazan çeyrek asır geçtiği halde hiç değiştirilmemiş hisse senetleri vardır. Böyle bir şirketin, ilk kuruluş sermayesi 100 milyon olsa, 10 yıl sonra, dağıtılmayan kârlar ve enflasyonlar sebebiyle müsbet mal varlığının yeniden değerleme sonucu 3 milyar liraya yükseldiği anlaşılsa, başlangıçta 1 milyon lira sermaye koyan ortağın, mal varlığı üzerindeki hakkı 30 milyona çıkmış olur. Fakat, hisse senetlerinde düzeltme yapılmadığı için, böyle bir ortak, hisse senedine menkul kıymetler borsanında belki 2 ya da 3 milyon liraya alıcı bulduğu zaman %100 veya %200 kârla sattığını düşünecektir. Gerçek değeri 30 milyon lira dolaylarında olan bir hisse senedinin, şirketin önceki yıllarda kâr dağıtmaması veya kısmen dağıtması yüzünden değerinin düşmesi ve 27 milyon eksiğine satılması ekonomik bir çelişkidir. Hisse senetlerinden çok, temsil ettiği mala yönelmek ve yeniden değerlemelerle, hisse senetlerine gerçeği yansıtmak gerekir. Senedin üzerine gerçek değeri yansıdıktan sonra, senet sahibinin pazarlıkta ve tenzilat yaparak dilediği fiyata satmak hakkı söz konusu olur.

Diğer yandan, hisse senetlerinde yazılı olan sermaye 100 milyon olunca, %51’ini, yani 51 milyon liralık hisse senedini eline geçiren, gerçek değeri 3 milyar lira olan bir tesisi ele geçirebilecektir. Bu da başka bir çelişkidir. Kâr dağıtmama yoluyla, o şirkete ilgiyi azaltmak, bu yolla hisse senetlerinin değerini düşürmek ve ondan sonra da bunları satın alarak şirketi ele geçirmek olağan hadiselerdendir. Belirtilen yöntemler kul haklarını geniş ölçüde ve dışarıdan bakanların farkedemeyeceği biçimde yemeye elverişli görünmektedir. Bu konuda son yıllarda çıkarılan “Yeniden Değerleme Kanunu” ve uygulamalar olumlu adımlar sayılabilir. Ancak ortakların haklarını koruyucu daha etkin tedbirlere ihtiyaç vardır.

Sonuç olarak İslâm’ın öngördüğü şirket yapısı ve statüsü araya banka veya devlet kredileri girmeksizin tasarrufları doğrudan yatırımlara sevkedebilecek güçtedir. Gerek inan ortaklığı ve gerekse bundan sonra inceleyeceğimiz vücuh (kredi), ziraat ortakçılığı, bağ-bahçe ortakçılığı ve mudarabe gibi yöntemler İslâm toplumunun ekonomik yapısında güçleri birleştirip, refahı tabana yaymanın aracı olarak değerlendirilebilir.