XIV- İSLÂM’A GÖRE İŞÇİ VE MEMURLARIN HAK VE SORUMLULUKLARI İLE İLGİLİ HÜKÜMLER:

A) İşçi ve Memur Kavramları:

Başkasına ait bir işi veya hizmeti bir bedel karşılığında yapmayı üstlenen kimseye “işçi”, devletin belirli hizmetlerini yapmayı üstlenen kimseye “memur” denir. Kişi veya devletle yapılan iş sözleşmesiyle işçi veya memur emeğini belli süreler için kiralamış olur. İşçi veya memura arapça “âmil” işçiye “ecîr”, tarım işçilerine ise “fellâh” denir. Âmilin çoğulu “âmilûn ve ummâl”, ecîrin ise “ücerâ”dır. (258) İslâm’da işçi ve memur çalışma hayatı, hak ve görevleri bakımından aynı hükümlere tabi bulunduğu için biz konuyu her iki sınıfı da kapsayacak şekilde inceleyeceğiz.

Eski devirlerde insanların nüfusu az ve ekonomik ihtiyaçları sınırlı olduğu için her aile veya kabile kendi işlerine yeterli olur, başkalarının yardımına gerek duymazdı. Fakat nüfus artıp yeni yeni medeniyetler doğunca artık insanlar kendi işlerinin üstesinden bizzat gelemez olmuşlar ve başkalarını çalıştırmak gerekmiştir. Böylece emeği kiralama dönemi başlamıştır. Bu bir ücret karşılığı olduğu kadar, köle ve cariye döneminde ailenin bir ferdi gibi yiyecek, giyecek ve barınma ihtiyaçlarının karşılanması karşılığında çalışan bir sınıf doğdu. Ancak uygulamada, köle ve esirlerden elde edilen ekonomik veimin yaklaşık olarak, onlara yapılan masrafa denk olduğu hesaplanmıştır. Bu da, hür işçilerin veriminin üçte biri kadardır. (259) Zorla ve işkence altında çalıştırılan işçileri korumada en büyük mücadeleyi semavî dinler vermiştir. Nitekim Hz. Musa İsrailoğullarını Firavun’un esaretinden kurtarmış, (260) İslâm dini de 6. miladi yüzyılda köle ve esirlerin lehine bir takım güvenlik tedbirleri getirmiş ve her fırsatta, onların serbest bırakılmasını teşvik etmiştir. (261) İngiltere ve Fransa gibi Avrupa toplumları ise köleler için bazı düzenleyici hükümleri ancak 16. yüzyıldan sonra getirebilmişlerdir. (262)

Ekonomik hayatta üretim faaliyetinin ehliyet ve yetenek esasına göre teşkilatlanmasına “işbölümü” denir. İlkel toplumlarda yaş ve cinsiyet durumuna göre insanlar arasında kendiliğinden bir işbölümü oluşmaya başlamıştır. Meselâ; erkeklerin, avcılık ve savaş gibi beldesinden başka yerlere gitmeyi gerektiren işlerle ilginmelerine karşlık, kadınlar ev hizmetlerine yönelmişlerdir. Bu ayrılık giderek güç kullanmayı gerektiren ve tehlikeli sayılan işlerin erkekler tarafından yapılmasına, hafif ve ev içi hizmetlerin ise kadınlara bırakılmasına yol açmıştır.

Görev bölümünün ehliyet ve yetenğe göre oluşması, uzmanlaşmaya ve dolayısıyla verimin artmasına neden olmuştur. İskoçyalı ekonomi bilimcisi Adam Smith’in bu konuda 18. yüzyılda verdiği şu örnek dikkat çekidir. Vasıfsız bir işçi gündebir kaç yüz iğne üretebilirken, işbölümü esaslarına göre 10 kişilik bir atölyede 48 bin tane iğne üretildiği görülmüştür. (263)

İslâm’a göre uzmanlaşarak işbölümü yapmak kifâî farzlardandır. Bunlar topluma emredilen, fakat bir bölüm insanların yapmasıyla diğerlerinden sorumluluk kalkan emirlerdir. (264) Bu yüzden İslâm toplumu kendi içinden ihtiyaç kadar doktorlar, mühendisler, ziraatçılar, din bilginleri ve hukukçular hatta ictihad yapabilecek fakihler yetiştirmek zorundadır. (265) İşte herkesin içinde bulunduğu şartlara, eğitim durumuna ve doğuştan gelen yeteneklerine göre çeşitli iş ve mesleklere yönelmesi sonucunda bir takım insanlar sermaye kullanımı, arazilerini ekip-biçme, bağ ve bahçesini bakma ve diğer ticârî ve ekonomik teşebbüslerini gerçekleştirme faaliyetlerinde başkalarının emeğinden yararlanma ihtiyacını duymuştur. Böylece işçi ve işveren ilişkileri önem kazanmıştır.

 

B) Kitap ve Sünnette İş Hayatı İle İlgili Deliller:

Kur’an-ı Kerim’de çalışma ve iş hayatı ile ilgili çeşili ayetler vardır. Yusuf peygamberin Mısır Meliki’nin isteği üzerine hazine ve ekonomik işleri düzenlemeyi üstlenmesi ve böylece ortadoğuda vuku bulan kıtlık yıllarının hafif atlatılması, Hz. Musa’nın da Şuayb peygamberin işinde ücretle 8 veya 10 yıllık süreyle çalışması bunlar arasında sayılabilir. Bu hizmetlerden Hz. Yusuf’unki devlet hizmetinde bir “memurluk”, Musa (a.s)’ın çalışması ise “işçilik” olarak kabul edilebilir. Biz bu ikincisi üzerinde kısaca duracağız. Hz. Musa, Peygamberliğinden önce Mısır’dan ayrılarak Şuayb peygamberin yurdu olan Medyen’e gider. Şehir kenarında Şuayb (a.s)’ın iki kızına yardımcı olur. Olayın devamı Kur’an’da şöyle anlatılır:

“Derken iki kadından biri utana utana yürüyerek Musa’nın yanına geldi ve şöyle dedi: Babam (koyunlarımızı) sulama ücretini vermek üzere seni çağırıyor.”

“O iki kızdan biri dedi: Babacığım onu ücretle çoban tut. Şüphesiz çalıştırdığın işçilerin en hayırlısı bu güçlü ve güvenilir adamdır.” (266)

“Şuayb (a.s) dedi: Bu iki kızımdan birini -sen bana sekiz yıl işçilik yapmak üzere- sana nikahlamak istiyorum.” (267) İslâm’dan önceki ümmetlere ait hükümler, neshedildiği sabit olmadıkça geçerliliğini korur. Özellikle bunlar tenkid ve kötülüme için zikredilmemişse, yararlanılması amaçlanmış olur. (268)

Diğer bazı ayetlerde işçilikten söz edilir: “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (269) “İnsanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyin.” (270) “Eğer boşadığınız kadınlar, sizden olan çocuklarınızı emzirirlerse, onlara ücretlerini veriniz” (271) “Musa (a.s) ile Hızır, yolculuk yaparken yolları bir köye uğrar. Hızır (a.s) orada yıkılmak üzere bulunan bir binayı sağlamlaştırır ve buna karşılık herhangi bir ücret talep etmez. Yiyecek sıkıntısı içinde olduklarından Musa (a.s) ona şöyle der: “Eğer sen isteseydin bu işe karşılık ücret alırdın.” (272)

Yukarıdaki ayetler, bir insanın, diğer bir insan tarafından ücret karşılığında çalıştırılmasının meşrû olduğunu gösterir. Diğer yandan geçmiş toplumlarda da uygulamanın böyle olduğuna işaret eder.

Hz. Peygamber’in işçi konusunda çeşitli hadisleri vardır. “İşçiye ücretini teri kurumadan veriniz.” (273) “Bir işçi çalıştıran kimse, ona vereceği ücreti bildirsin.” (274) Kudsi bir hadiste de şöyle buyurulur: “Üç kimse, kıyamet gününde beni karşılarında bulacaktır. Benim adımı verip haksızlık eden; hür insanı satıp parasını yiyen; bir kimseyi çalıştırıp da, ona ücretini vermeyen.” (275)

Hz. Peygamber eski toplumlarda işçilerin haklarının gözetildiğini belirtirken özet olar şöyle demiştir: “Geçmiş kavimlerden üç kişi bir yere gitmekte iken, yolda fırtınıya yakalanarak bir mağaraya sığınırlar. Fırtınanın getirdiği büyük bir kaya parçası mağaranın ağzını kapattığı için, içeride mahsur kalırlar. Kendi aralarında konuşarak, Allah katında en değerli olması muhtemel amellerini öne sürüp, kurtuluş için dua etmeye karar verirler. İlk ikisinin duasıyla kaya parçası biraz aralanır. Bir işveren olan üçüncüsü şöyle dua eder: Ey Rabbim, ben birtakım işçiler çalıştırdım. Ücretlerini ödedim. Ancak işçilerden birisi ücretini almadan gitti. onun hakkını ticaretle işletip arttırdım. Bir çok malı oldu. Bir süre sonra gelerek ücretini istedi. Ben, gördüğün şu deve, sığır, koyun ve hizmetçiler senin ücretinden meydana geldi dedim. Benimle alay etme diye cevap verdi. Seninle alay etmiyorum, dedim. Bunun üzerine bütün malını alıp gitti, hiç bir şey bırakmadı. Ey Rabbim; bunu sırf senin rızanı kazanabilmek için yapmışsam, bizi bu mağaradan kurtar!” Bu duanın arkasından mağaranın ağızını kapatan taş yuvarlanır ve oradan kurtulurlar.” (276)

İslâm’da, emeğini başkasına kiralayan tüm çalışanlar aynı statü içinde değerlendirilmiştir. Bugün uygulamada işçi, memur, subay, kamu görevlisi olma veya olmama gibi ayırımlar yapılmaksızın tüm çalışanlar aynı hükümlere tabi tutulmuş, ancak iş ve mesleğin durumuna göre emeğin değeri üzerinde durulmuştur. Sadece işin bir kişiye veya birden çok kişilere yapılmasına göre bir ayırım yoluna gidilmiştir. Aşağıda vereceğimiz işçi çeşitleri böyle bir ayırımdan ibarettir.

 

C) İşçi Çeşitleri:

1) Özel işçi (el-ecîru’l-hâs):

Yalnız, bir gerçek veya tüzel kişiye çalışan kimsedir. Bugün bir sözleşmeyle ve ücret karşılığı çalışan fabrika, inşaat, tarım vb. işyerlerindeki işçilerle, memurlar bu gruba girer. Yapılan hizmetin özel veya kamu hizmeti niteliğinde olması sonucu etkilemez. Yalnız bir kişiye ait koyunları güden çoban, başkasının aracını kullanan şoför de bu statüye girer. İşverenin birden fazla olması, iş kapsamı sınırlandırıldığı için sonucu değiştirmez. Meselâ; bir köy halkı öğretmen, imam, müezzin ve köy çobanı tutsa, bunlar da “özel işçi” sayılır. Çünkü bu sayılanlar belirli işleri yapmakla yükümlüdür.

Din görevlileri Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî Mezheplerine göre İslâm’ın çıkışından, Hanefîlere göre ise 13. miladi yüzyıldan itibaren emeğini ücret karşılığı kiralayan sınıf içinde yer almıştır. (277)

Özel işçi, sözleşme süresince başkası için çalışamaz. Çünkü kendisiyle akit yaptığı hakkı vardır. İzinsiz olarak başkasının işinde çalışır ve bu nedenle, kendi işyerinin işi eksik kalırsa, bu eksiklik ücretinden düşülür. Özel işçi hazır olur ve belirlenen süre dolarsa ücrete hak kazanır. (278)

2) Ortak işçi (el-ecîru’l-müşterek):

Belirli gerçek veya tüzel kişiye değil de herkese iş yapan boyacı, terzi, marangoz gibi zanaatkârlar, doktor, avukat, muhasebeci gibi serbest meslek sahipleri bu gruba girer. Bunlar işi yapmadıkça ücrete hak kazanamaz. (279) Ortak işçi, bir kimsenin işini yaparken, diğerinin işini de alıp yapabilir. Meselâ; Yalnız bir fabrikanın muhasebe işlerini yapmak üzere tutulan kimse “özel işçi” sayılırken, bu muhasebeci ücret karşılığında başkalarının muhasebe işlerini de yürütebiliyorsa “Ortak işçi” sayılır. Sözleşmede herkese iş yapabileceği belirtilince, piyasadan başka iş almasa bile ortak işçi özelliği devam eder. Çünkü istediği takdirde iş alması mümkündür.

Bu duruma göre, İslâm’da işçi kapsamı, beşerî hukuktakinden daha geniştir. Bugün ülkemizdeki uygulamada, emekli sandığına tabi memurlara, zanaatkârlar ve serbest meslek sahipleri işçi sayılmamaktadır. Araştırmamızda belirleyeceğimiz prensipler bu sınıfları da kapsamına almaktadır. Özellik arzeden durumlar ayrıca belirtilecektir.

 

D) Hizmet Sözleşmesinin Meydana Gelme Şartları:

1) Yapılacak işin belirlenmesi:

Bir iş akdinde işçinin hangi çeşit işte çalıştırılacağının belirlenmesi gerekir. Bu belirleme şart koşmakla veya örfle olur. İş akdinde, yapılacak işin bilinmemesi anlaşmazlığa yol açabileceği için akit fâsit olur. Buna göre, bir kimse işçiyi terzilik, çobanlık, şoförlük, ustalık veya inşaat işçiliği gibi yapacağı işi belirtmeksizin işe alsa, işçi işi öğrenince sözleşmeyi feshetme hakkına sahip olur. (280)

İşçidenYararlanma iş çeşidinin ve çalışma süresinin birlikte beyanı ile belirli hale gelir. Böylece işçi ya belli bir işte, belli bir süre çalışmakla veya süre söz konusu olmaksızın belli miktar işi yapmakla ücrete hak kazanır.

Süre ve iş miktarının birlikte belirlenmesi konusunda görüş ayrılığı vardır.

Ebu Hanife (ö.150/767), İmam Şâfiî (ö.204/819) ve bir rivayette Hanbelîlere göre, çalışma süresinin belirlenmesi yeteli olup ayrıca yapılacak iş miktarının belirlenmesi caiz olmaz. Aksi halde iş akdi fâsit olur. Çünkü böyle bir akitte özel ve ortak işçilik özelliği bir kişide toplanmış olur. Bunların arasında, ücrete hak kazanma bakımından ayrılık vardır. Süresi be.irli iş akdi, gerektiğinde çalışmadan da ücrete hak kazandırdığı halde, işin miktarı belirtilerek yapılan akitte, ücrete ancak işin yapılmasıyla hak kazanılır. Bu farklı sonuçlar, akdin konusunun bilinmezliğine yol açar. Bu yüzden işçi normalin üzerindezorlanır. (281) Meselâ; normal bir işçinin 8 saatte 50 adet ürettiği bir maldan, aynı süre içinde 100 adet üretmek şartıyla iş akdi yapmak, işçiyi zor duruma düşürür. 8 saatte sürekli olarak 50 mal üretmesi istenirse, bu defa da kimi zaman iş erken biter, süre doluncaya kadar çalışması gerekir. Kimi zaman da 8 saatten fazla çalışması gerekebilir. Her iki durumda da belirsizlik söz konusudur.

Ebu Yusuf (ö.182/798), İmam Muhammad (ö. 189/805), Mâlikîlere ve bir rivayette Hanbelîlere göre süre, iş ve miktarı bir arada belirlenebilir. Meselâ bir kimse “bu elbiseyi bugün dikmen için seni “kiraladım” yahut “şu bir çuval unu bir günde ekmek yapman için seni kiraladım” dese, işçi de bunu kabul edince akit meydana gelmiş olur. Çünkü sürenin belirlenmesindeki amaç, işin bir an önce yapılmasını sağlamaktır. Süre, akdin konusunu teşkil etmediği için, onun cevazına engel olmaz. Bu durumda işçi işi belirtilen süreden önce bitirirse tam ücret alır. İşi süresi içinde biriteremezse, tamamlayıncaya kadar çalışması gerekir. (282)

Kanaatımızca, süre ve iş miktarı konusunda yukarıdaki iki görüşü birleştirerek şu tarzda değerlendirmek mümkündür. İş miktarına göre ücret veren kimseler, bu işin belli süre içinde yapılmasını isteyebilir. Çünkü malın bir an önce üretilmesinde yararı vardır. İşçi süre bakımından tamamen serbest bırakılırsa, işveren çoğu zaman taahhütlerini yerine getiremez. Bunun için işçiye müsamahalı bir sürenin verilmesi uygun olur. İşçiyi zor duruma düşürmemek için günde üretebileceği en az miktar belirlenerek, bu miktarın çıkarsa parça başına alacağı ücret de artmak üzere sözleşme yapılabilir. Fazla miktarda mal üretmek, ücreti etkileyeceği için işçinin de yararına olur. Günlük en az miktarı üretince, işçi mesai sonuna kadar işe devam etmek zorunda da bulunmaz. Bu, işin tamamlanıp teslim edileceği son tarihi belirlemek gibi olur.

2) Ücretin belirlenmesi:

İş akdinin geçerli olması için, ücretin de belirlenmesi gerekir. Ücret; işçinin emeğinin bedelidir. Satım akdinde, satış bedeli olmaya elverişli bulunan herşey, iş akdinde ücret de olabilir.

İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, satış bedeline uygulanan hükümler, emeğin bedeli olan işçi ücretlerine de uygulanır. (283)

Hadis-i şerif’te şöyle buyurulur:

“Kim bir işçiyi kiralarsa, ona vereceği ücreti bildirsin.” (284)

Ücret nakit para, ölçü veya tartı yahut da sayı ile alınıp satılan şeylerden olursa, bunun cins, nevi, miktar ve sıfatını beyan etmek gerekir. Ücrette, anlaşmazlığa yol açacak ölçüde belirsizlik bulunursa akit fasit olur. Bu durumda, işçi çalışmış bulunursa ecr-i misl (emsâl ücret)e hak kazanır. (285)

 

E) İşçi ve Memur Maaşları ve Bunun Kapsamı:

İşçi ve memur, çalışması karşılığında ücrete hak kazanır. Hz. Peygamberin iş sözleşmesi sırasında verilecek ücretin belirlenmesini ve işçiye ücretin teri kurumadan önce verilmesini istemesi bu hakkın önemini ortaya koymaktadır. İşveren genel olarak ekonomik bakımdan daha güçlü olduğu, ya da işçiyi her zaman işten çıkarma imkânı bulunduğu için, çeşitli sistemlerde işçiyi korumak amacıyla düzenleyici hükümler getirilmiştir.

Batı toplumlarında işçilerin haklarını koruyucu tedbir ve düzenlemeler XVIII. yüzyılın başlarından itibaren alınmaya başlanmıştır. Büyük sanayi inkılabı ile işçi kitleleri bazı teşkilatlar kurarak haklarını korumak ihtiyacını duymuşlardır. İşçi hakları konusunda ilk sosyal politika tedbiri, İngiltere’de 1802 Miladi tarihinde, dokuma sanayiinde çalıştırılan çocukların, 1844 ve 1867’de çıkarılan kanunlar bunu izledi. Daha sonra kadınlar ve yetişkin işçiler için koruyucu hükümler getirildi. Aynı tarihlerde Fransa ve İsviçre’de de benzer sosyal politika tedbirleri alındı. (286)

İslâm’da bu konulardaki düzenleyici hükümlerin VI. yüzyılda getirildiği ve hulefa-i raşidin devrinde ilk önemli uygulamaların yapıldığı düşünülürse, batı toplumlarından çok daha önce aynı konulara çözümler getirildiği anlaşılır.

Hanefi hukukçularından el-Kâsânî (ö.587/1191) ücrete üç durumda mâlik olunacağını söyler:

a) İş akdinde ücretin peşin verileceğinin şart koşulması. Böyle bir şarta uymak gerekir.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

“Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar.” (287)

Tirmizi ve Hakim bu hadisi aşağıdaki ilaveyle nakletmiştir.

“Haramı helâl, helâlı haram yapan şart müstesnadır.” (288)

b) Şart koşulmadığı halde ücretin peşin ödenmesi. Bu prensibin delili, satım akdine kıyastır. Çünkü, satım akdinde satış bedelini, satılan (mebî)i teslimden önce vermek caizdir. İş akdi de, emeğin satımı olduğu için satım akdi niteliğindedir.

c) İşin yapılmış olması. Bu durumda, bedeller (ıvazlar) arasında eşitlik sağlamak amacıyla ücrete hak kazanır. (289)

Mâlikîlere göre, örf varsa ücretin peşin verilmesi gerekir. (290)

İşçi belirlenen süre kadar çalışmamışsa, çalıştığı kadar ücrete hak kazanır. Meselâ; bir yıl çalışmak üzere işe alınan bir kimse altı ay çalıştıktan sonra işten ayrılsa, yalnız çalıştığ altı aylık kısmını ücretini isteyebilir. (291)

 

1) Beşerî İktisat Sistemlerinde Ücret Teorileri:

Ücret insan emeğinin bedelidir. Esaret sistemlerinde insan emeğinin bedeli yeme-içme ve giyim masraflarını karşılayacak kadardır. Serbest iş rejimlerinde ve sendikanın etkili olduğu ülkelerde emek ve sermaye ilişkilerinin ücretler üzerinde yoğunlaştığı görlür. Ücret beşerî ekonomide hakim unsur haline gelmiştir. Biz aşağıda ücert miktarının oluşması ile ilgili beşeri ekonomilerde görülen teorileri kısaca vereceğiz.

a) Ücretlerin en az geçim düzeyinde kaldığı görüşü:

Adam Smith’e göre, ücretlerin yetersizliği düşük hayat seviyesi ile ilgili olaydır. Ücret miktarının nihâî sınırı, işçi ailelerinin yaşayabilmesi için yapmak zorunda oldukları masraflara eşittir. Çünkü işgücü arz ve talebi ücretlerin ergeç en az geçim seviyesinde karar kılmasıyla sonuçlanmaktadır. İş akdi tarafların karşılıklı yararları bakımından eşit şartlar cereyan etmediği için, işverenler ücret problemi konusunda kendi aralarında kolaylıkla anlaşarak, işçiler aleyhine birleşebilmektedir.

Ücretin en az geçim seviyesinde oluştuğunu öne süren ekonomi bilginlerinden biriside Ricardo’dur. O’na göre, insan emeğinin bir tabii ve bir de piyasa fiyatı vardır. Piyasa ücreti,iş gücünün arz ve talebine bağlıdır. Tabii ücret ise işçi ailelerinin geçinebilmek için harcamak zorunda oldukları en az miktardır. Ricardo, piyasada insan emeğine ödenen bedelin tabii ücret seviyesi dolaylarında dalgalandığını söylemektedir. Bu görüşe “Tunç Kanunu” adı verilmiştir. (292)

“Ücret Fonu” adı verilen diğer bir görüşte ise, işçi ücretlerinin sermayedar tarafından işçilere ödenen bir çeşit avans olduğu öne sürülür. Yatırımcılar, ellerindeki sermaye fonundan bir bölümünü, çalıştırdıkları işçilere ücret olarak vermekte ve bu suretle ödenen avans, satılan mamüllerin satış bedeli sayesinde karşılanmaktadır. Yani gerçekte, işçi ücretlerini, fabrikanın ürettiği malları satın alan müşteriler ödemektedir. Hızlı nüfus artışı bu fon üzerinde olumsuz etki yapar ve ücretlerin miktarı sürekli olarak en az geçim seviyesine inmek eğilimi gösterir. (293)

b) İşçilerin sürekli olarak istismar edildiği görüşü:

Karl Marx’ıntemsil ettiği bu görüşe “Sefâlet Nazariyesi” veya “Artan Fakirlik Nazariyesi” denir. Buna göre, işçilerin ürettiği kıymetler, en az (asgari) geçim ihtiyaçlarından çok daha fazla olduğu halde, ücretler çalışan sınıfın ancak geçinebileceği seviyede oluşmaktadır. Kapitalizmin gelişmesine paralel olarak sabit ve değişken sermayeler arasındaki oran aynı seviyede kalmamaktadır. Sanayi hareketleri, işyeri kurmada kullanılan sabit sermayenin giderek önem kazanmasını sağlarken, ücret fonunu oluşturan, değişken sermaye stoku zamanla azalmaktadır. Bu nedenle, makineleşme, refahı geçici olarak tahrik eder, fakat ücret fonuf azaldıkça giderek artan bir sefaletle karşılaşır. (294)

Yukarıdaki iki görüş, işçi ücretlerinin, hep işçiler aleyhine olan bir seviyede karar kılındığını öne sürerken ücret miktarının üretim seviyesine göre değerlendirmeler de olmuştur. Aşağıda, bu görüşten de kısaca söz edeceğiz.

c) Ücretin üretimin verimine göre oluştuğu görüşü:

Buna göre işçi ne kadar çok üretim yaparsa, ücretin de o kadar artması mümkündür. Buirülkede, işçilerin refahı genel zenginliğe bağlıdır. Milletlerin zenginliği, nüfus başına  düşen üretimmiktarına göre ölçülebilir. Ancak verimin arttırılması sayesinde, ücretlerin işçileri refaha kavuşturabilecek bir seviyeye yükselmesi mümkündür. Bu duruma göre, ücret miktarı ancak üretimin artmasıyle en az geçim seviyesinin üstüne çıkabilir. (295)

d) Ücret miktarını güç (iktidar)a bağlayan görüş:

Ekonomi bilim adamlarından Rusyalı Tugan-Baranowsky ve Gelensoff Almanyalı Lexis ve Stalzmann ve Japonyalı Takata’nın öne sürdüğü bu görüşe göre, emek veriminde ve piyasa şartlarında bir değişiklik olmamak kaydıyle, ücret seviyesini tayin eden faktör, teşebbüs erbâbı ile işçi sınıfının karşılıklı iktidar durumudur. İşçi tek başına düşünülünce, işveren karşısında zayıftır. Çünkü işçi yaşayabilmek için çalışmak zorundadır. Ücret geliri ile geçinen kimsenin, uygun bir iş buluncaya kadar uzun süre bekleme şansı yoktur. Başka bir deyimle işgücü esneklikten yoksundur. İşçi uygun şartları beklemek isterse, açlık tehlikesiyle karşılaşabilir. Bu durum, onu işveren karşısında zayıf düşürmektedir.

Bu görüş sahipleri, çalışan sınıfı teşkilatlandırarak, işverenler karşısında güçlendirmeyi amaç edinirler. Bu iş için sendikalardan yararlanmayı ön plana alırlar. (296)

Yukarıda verdiğimiz görüşler uzun süre tartışılmış, tenkitleri yapılmış, karşıt görüşler öne sürülmüş, ancak herbirinin işçi ücret miktarlarının belirlenmesinde etkili olmakla birlikte tek ölçü üzerinde görüş birliği sağlanamamıştır.

 

2) İslâm Ekonomisinde Ücret ve Maaş Miktarı:

a) Genel değerlendirme:

İslâm’da, çeşitli iş ve meslek gruplarına ücret veya maaş miktarlarını belirleyen doğrudan bir ayet veya hadis yoktur. Nass’larda işçi ücretinin temiz bir kazanç olduğu, işçiye ücretinin eksiksiz olarak ve zamanında ödenmesi gerektiği belirtilmiş bu arada işçi için bir yaşam standardına işaret edilmiştir. Problemi doğrudan çözen bir nass (ayet-hadis) bulunmayınca bu konuda islâm’ın genel prensiblerine, adalet ve nısfet (insaflık) ölçülerine başvurmak gerekir.

Ayetlerde şöyle buyurulur: “Şüphesiz Allah size, emanetleri ehline vermenizi emreder.” (297) “Ölçü ve tartıyı tam yapın insanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyiniz.” (298). “Şüphesiz, Allah adaleti, iyiliği ve yakın hısımlara muhtaç oldukları şeyleri vermeyi emreder.” (299)

Bütün iş ve meslekler eşit emek ve yetenek gerektirmediği için, ücret ve maaşların da eşit tutulması gerekmez.

Meselâ; bir inşaat işçisi özel eğitim ve yeteneğe muhtaç olmaksızın çalışabilir. Aynı inşaatın mühendisi ise uzun eğitim sonucu bu mesleği elde etmiş ve özel yetenekler kazanmıştır. Bir doktor ise, daha uzun ve yorucu bir eğitim ve tecrübeyle meslek edinmiştir. Bu üç meslekte 8 saatlik mesaiye eşit ücret takdir etmek uygun bir değerlendirme olmaz. Adalet, herkese hak ettiğini ve layık olduğunu mümkün olduğu ölçüde vermeye çalışmaktır. Eşit ehliyet ve yetenekle eşit hizmet görenlere aynı ücreti takdir etmek ne kadar âdil ise, farklı ehliyet, yetenek ve emeğe değişik ücret takdir etmek o kadar âdildir.

İslâm’da çeşitli iş ve mesleklere göre belirli ücret ve maaş miktarları önceden tespit edilmemekle birlikte, bunu işçi ile işverenin ilk iş sözleşmesi yapıldığı sırada belirlenmesi istenmiştir. Bu yüzden işe girme sırasında verilecek ücret konuşulmamışsa işçi emsal ücrete hak kazanır. Meselâ; bir inşaat ustası ücret konuşulmadan çalışsa, çalıştığı günler için benzer inşaat ustalarının aldığı kadar yevmiyeye hak kazanır. Aynı esası aylık veya yıllık ücretle çalışanlara da uygulamak mümkündür.

b) Ücret veya maaşın miktarı:

Bir beldede eşya fiyatları arz ve talep dengesine göre, serbest rekabet sonucunda oluştuğu gibi, emeğin fiyatı da işgücünün arz ve talebi sonucunda oluşur. Satım akdinde, fiyatların karaborsacılık yoluyla veya tröst ya da kartel gibi gizli anlaşmalarla suni olarak yükseltilmiş olması mümkündür. İşçinin emek değerinin, başka bir deyimle işçi ücretlerinin suni olarak olumsuz yönde etkilenmesi daha kolaydır. İşçi zayıf durumda bulunduğu için, özellikle ilk işe girişte eşit şartlarla pazarlık yapabilme şansı azdır. Yaygın işsizlikten yararlanarak, ücret ve maaşların çok düşük tutulmuş olması da muhtemeldir.

Diğer yandan işçilerin sendika çevresinde güçlenmesi ve bu gücün kötüye kullanılması sonucunda kimi zaman işçi ücretlerinin normalin üstünde artması da mümkündür. Emek bedelinin bu şekilde aşırı yükselmesi üretilen malların maliyetine ve dolayısıyla piyasa fiyatlarına yansıyacağı için paranın satın alma gücü düşer. Bu durumda sonuçta işçi ücretlerini ve memur maaşlarını olumsuz yönde etkiler.

İşte bir islâm toplumunda adaletli bir ücret ve maaş anlayışı işverenlerde oluşuncaya kadar ücret konusunun devletçe alınacak tedbirlerle düenlenmesine ihtiyaç vardır. Bu konuda eşit ehliyet ve yetenekle çalışanlar için bir taban ücret (maaş)belirlemek, farklı iş ve meslekler arasında adaletli bir denge kurulduktan sonra, aynı dengeleri yapılacak zamlarla da korumak amaçlanmalıdır.

Belirlenecek temel ücret veya maaşta ise; çalışan işçi veya memurun kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimseler için yapmak zorunda olduğu masraflar ve ailenin içinde yaşadığı sosyal çevre dikkate alınmalıdır. Çünkü İslâm’a göre evli bir erkek; eşinin ve henüz iş ve meslek edinmemiş olan küçük çocuklarının geçim masraflarını karşılamak zorundadır. Bazı durumlarda yaşlı veya hasta olan yoksul anne-baba ve diğer bazı hısımlar da bu bakım çevresine girebilir. Çalışan bir işçi veya memurun temel ücreti yalnız kendi geçimi ölçüsünde alınırsa, eş ve çocukları için başka bir kaynak bulmak zarureti ortaya çıkar. Halbuki İslâm’da kadın gelir getiren bir işte çalışmaya zorlanamadığı gibi, ona miras, bağı, vb. yollarla gelen malını da kocasına veya çocuklarının masraflarına harcamaya zorlanamaz. Çalışan ve kazanan bir aile reisi varken, bu nafaka yükümlülüğünü devlete yüklemek de mümkün olmaz. (300) Durum böyle olunca, işçinin ücret miktarı ne olursa olsun bunu, çalışmayan aile fertleri ile paylaşmak zorunda olduğunu kabul etmek gerekir. Gerçi işçinin geliri yeterli olmaz ve yoksul durumda bulunursa zekât alması caiz olur. Ancak işçi ve memuru zekâtla desteklemek yerine, sürekli bir çözüm için, onun gelirini zekâta muhtaç olmayacak bir seviyeye çıkarmak daha uygundur. Gerçekte bir işletme işçilerine ödediği ücretleri ürettiği malın maliyetlerine yansıtır, bu mallar satılınca da ücretlerin toplamı yeniden işletmeye döner.

Bir islâm toplumunda emeği ile geçimini sağlayanlar için öngörülen hayat standardı bir hadis-i şerifte şöyle belirlenmiştir:

“Kim bizim bir işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin, bekârsa evlensin, hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa binit edinsin. Kim bunlardan fazlasını isterse o hilekârdır yahut hırsız.” (301) Buna göre, işçi ve memurlar maaşlarından yapacağı tasarruflarda mesken edinebilmeli, bekârsa evlenebilme, sosyal çevresi hizmetçi istihdamını gerektiren bir meslekte çalışıyorsa hizmetçi edinebilmeli ve gerektiğinde bir araç satın alabilmelidir. İşçilerin bu belirtilenler dışında aşırı istekte bulunması, ya işverenleri iflâsa sürükler veya piyasa fiyatlarının aşırı yükselmesine yol açar. Bu ise uzun vadede emeği ile geçimini sağlayaların da aleyhine olur.

Diğer yandan hadiste belirlenen standarda ulaşıncaya kadar işçi ve memurlara ev yerine “kira yardımı” veya “lojman” sağlanması, evlenme yardımı yapılması, binit yerine servis aracı veya seyahat imkânlarının temin edilmesi, hizmetçi yerine de çocuklar için kreş, ana okulu veya eğitm hizmetlerine işverence yapılacak katkılar da bu konuda atılan olumlu adımlar sayılabilir.

Emevi Halifelerinden Ömer b. Abdülaziz’in (ö.101/720) geçimini maaşla sağlayanlara söylediği şu sözler yukarıdaki hadisin uygulaması gibidir. “Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip bulunmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir.” (302)

Hz. Peygamber bir hadisinde işçi-işveren ayırımı yapmaksızın mü’minin dünya ve ahiret mutluluğunu yakından ilgilendiren unsurlara şöyle işaret etmiştir: “Üç şey müminin mutluluk kaynağıdır. Geniş ev, iyi bir binit ve iyi bir eş.” (303)

 

F) Hz. Peygamber’in Maişetinin Sağlanması:

Hz. Muhammed ne peygamberliği ve ne de devlet başkanlığı karşısında herhangi bir maaş almıyordu. Mekke döneminde peygamberlikten önce ticaretle uğraşıyordu. İlk eşi Hz. Hatice ile daha evlenmeden emek-sermaye ortaklığı (Mudarabe) kurarak gelir sağlamıştı. Yine bu dönemde Kays b. Saib adında bir Mekkeli ile de ticaret ortaklığı kurmuştu. (304) Babasından miras olarak da Ümmü Eymen adında bir cariye ile 5 deve, bir miktar davar ve kölesi şakran ve bunun Salih adlı oğlu kalmıştı. Annesinden bir ev, eşi Hz. Hatice’den de bir evle bir miktar mal kalmıştı.

Hz. Peygamber Medine’de pek çok süt, yük ve binek hayvanları edinmişti. 7 veya 20 adet deve ile 7 adet keçi bunlar arasındadır. Bu hayvanlardan bazısını O’na zengin sahabiler hediye etmişti. (305) Bir kısım sahabiler Allah elçisine bir kaç ağacın hurmasını tahsis ederken, bazıları da pişmiş hazır yemek göndermeye çalışıyordu. Rasûlullah (s.a)’ın ganimet ve fey’ malları üzerinde de beytülmal için ayrılan beşte birde payı bulunuyordu. Diğer yandan Nadiroğullarından bir yahudi bilgini olan Muhayrık yedi parça bahçesini Hz. Peygamber’e vasiyet etmiş, adı geçen sahabenin Uhud’ta şehid düşmesi üzerine bu gayri menkuller de Allah’ın elçisine intikal etmiştir. (306)

 

G) Asr-ı Saadette Maaş Miktarlarına Ait Uygulama Örnekleri:

1) Devlet başkanı maaşları:

Hz. Ebû Bekir (ö.13/634) halifeliğinin ilk zamanlarında maaş almıyor, sabahları bir süre ticaretle uğraşıyordu. Kendisini daha fazla devlet işine vermesi gerekince, istişare kurulu Hz. Ebu Bekr’e 6000 dirhem yıllık maaş bağladı (bu dönemde bir koyun bedeli 5 ila 10 dirhem arasındadır). Diğer yandan O'na ilave tahsisatlar da bağlanmıştı. Hac ve umre masraflarının karşılanması ve günde yarım koyun tahsis edilmesi bunlar arasında sayılabilir. Ancak bu tahsisatların önemli bir bölümü devlet misafirlarını ağırlamak için harcandığında şüphe yoktur. Hz. Ebu Bekir’in maaşının belirlenmesinde “Halife olmadan önce ailesine harcamakta olduğu miktarda bir maaş” bağlama kriterinden hareket edilmiştir. Bir süre sonra maaşın yetersiz kalması üzerine istek üzerine 500 dirhemlik bir zam yapıldığı nakledilmiştir. (307)

Diğer yandan Hz. Ebu Bekir vefatına yakın kızı Âişe (r. anhâ)’ya yaptığı vasiyetle, beytülmalden aldığı bütün maaşların geri iade edilmesini istemiştir. O’nun bu vasiyeti yerine getirilmiştir. (308)

Hz. Ömer (ö.23/643) de önce maaş almıyordu. Ancak devlet işleri yanında ayrıca geçim için çalışması çok yorucu olunca o da, Ebu Bekir (r.a) gibi kendisine maaş bağlattı. Bunun miktarı: Kureyş’ten orta halli bir ailenin geçimi seviyesinde olacaktı. Ayrıca divandan payına düşen atıyyeyi (bütçe fazlası paradan herkese karşılıksız olarak verilen maaş) de alabilecekti. Hz. Ömer’in, ailesine günlük iki dirhem harcadığı nakledilmiştir. Atıyye bunun dışındadır. (309) Diğer ynadan büyük Hanefi fakihi es-Serahsi (ö.490/1097) merkezde hergün bir deve kesildiini ve bunun boyun etinin Hz. Ömer’in ailesine tahsis edildiğini bildirir. (310) Hz. Ömer’in maaşının yeterli olmadığını gören Hz. Osman, Ali, Talha ve Zübeyr (r. anhüm) maaşın arttırılmasını istemişlerse de Ömer (r.a) bu teklifi kabul etmemiştir. Buna göre halife Ömer’in çok sade ve israftan uzak bir hayatı tercih ettiği anlaşılmaktadır. (310)