ONUNCU BÖLÜM
TİCÂRÎ VE İKTİSÂDÎ HAYATLA İLGİLİ
BAZI SORULAR VE CEVAPLARI
Para, Kredi, Bankacılık ve Faizle İlgili Meseleler
Alış-Verişte Kâr ve Vade Farkı
Selemle İlgili Meseleler
Şirketle İlgili Meseleler
Kira Akdi, İş ve Hizmet sözleşmesi ile İlgili Meseleler
Trafik Kazaları ile İlgili Meseleler
Trafik Kazaları ile İlgili Meseleler
Karaborsacılıkla İlgili Meseleler>I- PARA, KREDİ, BANKACILIK VE
FAİZLE İLGİLİ MESELELER
Ana çizgileriyle faizi açıklar mısınız?
Soru: Nerdeyse Kur’an’ın yasakladığı “haram faiz”in bugün kalmadığı söyleniyor. Değişik uygulamalarla hemen pek çok konu faiz olmaktan çıkarılmış bulunuyor. Borç alış-verişi altın ve dövize döndü, kimse ödünç vermek istemiyor vs. Faiz yasağının genel çerçevesi nedir? Riba ile faiz arasında fark var mıdır? Kur’an neyi yasaklıyor? Hakikaten vade farkı, enflasyon farkı, enflasyon oranındaki banka faizi vs. faiz yasağı kapsamına girmiyor mu? Toplu bir değerlendirme yapar mısınız?
Cevap:
Kur’an-ı Kerim ve sünnetteki ifedesiyle “riba”nın yasaklandığında ve bunun uhrevi cezasının ağırlığında şüphe yoktur. Ancak “riba” kapsamına nelerin girip girmediği ve ribanın illeti konusunda müctehitler arasında görüş ayrılıkları olmuştur. Bir haramın kapsamını belirlemek için önce onun tarifini yapıp, illetini belirlemek gerekir. Meselâ; içki yasağının illeti “sarhoş etme (iskâr)” niteliğidir. Bu nitelik hangi çeşit yiyecek veya içeceklerde bulunursa o da yasak kapsamına girer. Bu içeceğin şarap, rakı, viski ya da bira adını alması sonucu değiştirmez.
Bu yüzden önce ribanın illeti ve tarifi üzerinde durmak gerekir.
Hanefilere göre, ölçü veya tartı ile alınıp satılan şeylerin kendi cinsi ile değişiminde bir taraf için konulan fazlalık riba olduğu gibi, aynı veya değişik cinslerin veresiye satışından doğacak hükmî fazlalık nesîe ribası adını almıştır. Meselâ; 100 gram altın 120 gr. altınla veya bir ton buğdayı 1,5 ton buğdayla peşin veya vadeli mübadelede riba gerçekleşir. Standart mallarda cinsler değişik olsa bile satışın peşin yapılması esası getirilmiştir. Meselâ; altını gümüşle, buğdayı arpa ile veya inşaat demirini çimento ile mübadelede miktarlar farklı olabilir, fakat değişimin peşin yapılması gerekir. Ancak altın, gümüş veya bunların yerine geçebilen nakit para ile diğer standart (mislî) malların peşin veya veresiye olarak satılması, ya da bunların para peşin mal veresiye bir muamele olan “selem” akdine konu yapılması mümkün ve caizdir.
Böylece vadenin bağlayıcı olmadığı “karz-ı hasen” ve nakit para karşılığı veresiye satışlarla selem akdi, İslâm toplumunun bu muamelelere olan ihtiyacı nedeniyle özel nass’larla (ayet-hadis) meşru kılınmıştır.
Faizin illeti cins ve miktar birliğidir. Buna göre ölçü ile alınıp satılan şeylerde cins ve ölçü birliği, tartı ile alınıp satılan şeylerde ise cins ve tartı birliği riba cereyan eden şeylerde ortak nitelik yani illettir.1 İşte bu nitelik gerçekleşen şeylerde aynı cinsin fazlalıkla değişiminde “fazlalık”, aynı veya değişik cinsin vadeli değişiminde vade (hükmî fazlalık) riba sayılır.
Kur’an-ı Kerim’de; “Eğer ribadan tevbe ederseniz anaparanız sizindir.”2 buyurulduğuna göre, taraflar arasında “anapara”nın üstünde olan bir fazlalığın riba sayıldığında şüphe yoktur. “Cahiliyye ribası” adı verilen bu riba çeşidinin nasıl cereyan ettiği kesin olarak biliniyordu. İbn Rüşd el-Hafid (ö.520/1126) bunu şöyle açıklar:
“Cahiliyye ribası, üzerinde ittifak edilen bir riba çeşidi olup, yasaklanmıştır. Onlar fazlasını almak üzere ödünç veriyorlar ve vade tanıyorlardı. Bu işlem şöyle oluyordu; borçlu alacaklıya “Bana vade tanı, ben de sana olan borcumu arttırayım” diyordu. İşte Hz. Peygamber’in Veda Haccı’ndaki sözlerinde kasdettiği bu ribadır.3
İbn Cerir et-Taberi de bu konuda şu bilgiyi verir: “Cahiliyye arapları şöyle diyordu; Allah’ın kullarına helal kıldığı alım-satım (bey’) riba gibidir. Ödeme tarihi gelen borçlu, alacaklısına “bana vadeyi arttır, ben de borcumu arttırayım” der, bunu yaparlarsa kendilerine; işte helal olmayan riba budur, denilince de şöyle cevap verirlerdi: Bizim için malı ilk defa satarken satış bedelini arttırmakla, bu malın veresiye satılması halinde vadesinde ödenmeyen borcu, yeni bir vade tanıyarak arttırmak arasında hiçbir fark yoktur.”4
Ribanın kapsamı Ubade b. es-Samit (r.a)’ten nakledilen şu hadisle genişletilmiş ve standart (mislî) eşya da riba cereyan eden şeyler arasına alınmıştır: “Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla hurma hurmayla ve tuz tuzla misli misline eşit ve peşin olarak satılırlar. Ancak maddeler farklı cinsle değiştirilecekse, peşin olmak şartıyla, istediğiniz gibi satış yapınız.”5 Bu hadisin Müslim' deki rivayetinde; “Her kim fazla verir veya alırsa, şüphesiz riba yapmış olur. Bu konuda alan da veren de eşittir " 6 İlavesi vardır.
Çoğunluk müctehitlere göre, bu hadiste zikredilen altı madde “örnek kabilinden” olup, ortak nitelik bunların ağırlık veya hacim ölçüsü ile alınıp satılan mallardan olmasıdır.
Buna göre ticari hayatta önemli yer tutan para ve döviz işlemlerinin ve sarrafların tüm altın, gümüş ve zinet işlemlerinin peşin olması gerekir. Diğer yandan mislî malların da aynı cinsle değişiminin eşit ve peşin olması, değişik cinslerin ise miktarı farklı olmakla birlikte yine peşin mübadeleye tabi tutulması gerekir.6
İslâm’da faiz yasağı ile rizikoya girmeksizin para hareketleri sonucunda miktarı önceden belirlenen bir gelir elde etme yolunun kapatılması amaçlanmıştır. Bu arada tasarruf sahiplerinin doğrudan yatırıma yönelmeleri yerine banka gibi bir takım aracı kuruluşların devreye girmesi ve kredilerin faiz maliyetleriyle birlikte müteşebbislere intikali de önlenmek istenmiştir. Bunun yanında darda bulunanların para ihtiyacını karşılamada faizin devreye girmesi bu darlığı daha da artırmaktadır.
Diğer yandan karz olarak verilen nakit para veya mislî malların geri verilmesinde fazlalığın olması için, bunları ilk olarak verirken, bu fazlalığın “şart koşulması” veya toplumda “örfleşmiş” bulunması gerekir. Aksi halde borçlunun kendiliğinden vereceği fazlalık veya başka bir cins maldan tek yanlı istekle ilave edeceği bir hediye faiz sayılmaz. Meselâ; ödünç bir parayı verirken “yıl sonunda %70 fazlası ile geri alırım” demek, bu fazlalığı faiz yaparken, böyle birşey konuşulmaksızın, borçlu yıl sonunda kendiliğinden fazla bir şey verse bu caiz olur. Çünkü ödemek zorunda olmadığı bir fazlalığı kendi isteği ile üstlenmiş ve bir teberru olarak vermiş bulunur. Nitekim Hz. Peygamber’in de borcunu ziyade ederek ödediği ve “sizin en hayırlınız borcunu en güzel şekilde ödeyeninizdir” buyurduğu nakledilmiştir.7
Çek kırdırma faizli bir muamele midir?
Soru: Babam, bir arkadaşının 15 milyonluk çekini 12 milyon nakit vererek bozdu. Bunun hükmü nedir? Bu parayı bana veya evimize sarfederse ne yapmalıyım?
Cevap: Çek veya senedin vadesinden önce paraya çevrilmesine “kırdırma” denir. Bunu iki duruma göre düşünmek gerekir. Eğer asıl borçlu vadesinden önce borcunu erken ödemek isterse bu mümkün ve caizdir. Alacaklı bu erken ödemeden dolayı bir miktar indirim de yapabilir. Çünkü bir alacağın tamamını bile almama, bağışlama hakkına sahip olan alacaklının bunun bir bölümünü almama hakkının da bulunduğunda şüphe yoktur.
Ancak, çekin bedelini üçüncü bir kişi, vadesinden önce öder ve alacaklı, çek bedelinde indirim yapmış olursa, bu zimmet borcu olan bir alacağı (deyn) miktarı farklı başka bir deyn’le veresiye mübadele etmek olur ki, aradaki fark “faiz” olur. Buna göre soruda belirtilen iki milyon TL. fark faizdir. Çocukların bu konuda ebeveyn’ini uyarma ve gerçeği söyleme hakkı vardır. Ancak böyle bir muameleyi düzeltme imkanı olmazsa, babanın mal varlığı çok olduğu takdirde helal olan çoğunluk servetten yararlanmak mübah olur (ayrıntı için bk. “Zimmet borcu olan şeylerin satışı” konusu).
Devlet memurlarına daha önceden kesilen tasarruflar için “nemâ” adı ile ödenen gelirin hükmü nedir?
Soru: Devlet memurlarına tasarrufu teşvik primi kesintilerinin geliri olarak ödenen “Nemâ”nın hükmü nedir? Anaparanın yüzde 6’sını devlet veriyor, bu da bizim sayılır mı? Eğer nema’lar caiz değilse, paramızın değerini korumak için ne yapabiliriz?
Cevap: Devletin, memur maaşlarından kestiği tasarrufu teşvik primleri, mevzuatı uyarınca bir fonda toplanmakta ve yüksek gelir getiren yatırımlarda kullanılması öngörülmektedir. Bir kaç yıldan beri bu kesintiler için “nemâ” adı ile bir gelir dağıtılmaktadır. Bu tasarruflar hiç çalıştırılmadan bir kasada bekletilse bile, kesintilere başlanırken memurlarla ziyade için bir sözleşme yapılmadığı ve bu konuda örf de bulunmadığı için devletin bütün memurlara vereceği böyle bir gelir (nema) atıyye niteliğinde meşru olurdu. Kaldı ki, bu tasarruflar gelir getiren yatırımlarda kullanıldığı için, emekli sandığında olduğu gibi bu fonun mal varlığı sürekli olarak büyümekte ve dolayısıyla da hak sahiplerinin payı artmaya devam etmektedir.
Sonuç olarak, tasarruf kesintileri fonundan her üye, nema denilen fazlalığı alabilir. Memurla bu konuda önceden bir faiz sözleşmesinin yapılmamış olması veya bir örfün oluşmaması, diğer yandan dağıtılan nemanın, fonda biriken tasarrufların işletilmesinden doğması meşru oluşunun belirtileridir.
Ancak böyle bir fonun, tek nemâlandırma kaynağının banka faizi olması halinde, fazlalığı almanın caiz olmayacağında açıklık vardır. Bu yüzden mü’minin kendi ortak olduğu ve hak sahibi bulunduğu “Emekli Sandığı”, “Sosyal Sigortalar Kurumu”, “Bağkur” ve “Tasarrufları Teşvik Fonu” gibi kaynakların nasıl işletildiğini, caiz olmayan gelir kaynaklarının bulunup bulanmadığını araştırma ve sonucuna göre amel etme görevi vardır. Çünkü bir dönemde meşru yatırımlarda kullanılan bir fonun, başka bir dönemde meşru olmayan yatırımlara yöneltildiği de görülmektedir.
Bankanın memura tanıdığı tüketim kredisi kullanılabilir mi?
Soru: Maaşlarımı bankadan çekiyorum. Bu arada banka 3 milyon liralık bir kredi kullanma hakkı tanıyor. Kredi borcu ve faizi ise maaşımdan kesiliyor. Böyle bir krediyi kullanabilir miyim?
Cevap: Bankanın tanıdığı kredi faizsiz olursa kullanılabilir. Yalnız masraf kadar bir fazlalık eklenen krediyi kullanmak da mümkündür. Maaşın bir banka aracılığı ile alınması yüzünden, bu bankanın bir karşılık beklemeden belli miktarda kredi imkânı sağlaması ise karz (ödünç) hükmünde olur. Ancak faiz esasına dayanmayan finans kaynakları ile ilgilenmek, islâm toplumunu faiz illetinden koruyup, müteşebbisle tasarruf sahiplerini aracısız ve doğrudan buluşturacak olan alternatiflere yönelmek mü’minin şiarı olmalıdır.
Yalnız bir bölgede görevli memurların maaşından yapılan kesintilerin üç yıl sonra ziyade ile geri verilmesinin hükmü nedir?
Soru: Olağanüstü Hal bölgesinde maaşlarımızdan her ay bir miktar para kesiliyor. Bu paralar üç yıl sonra geri verilirken, o yılın en yüksek faizinin yüzdesi ile çarpılarak ödeniyor. Burada alınan para helâl mi haram mı?
Cevap: Bir bölgede görevli memurlardan her ay kesilen bu paralar, eğer gelir getiren meşru yatırımlarda nemalandırılıyorsa, üç yıl sonra anapara ve fazlasının caiz oluşunda bir şüphe bulunmaz. Bu kesintilerin nerede kullanıldığı bilinmeksizin, devlet üç yıl sonra belli oranda fazlalık veriyorsa, bu, karşılıklı “şart koşma” veya “örfleşme” olmaksızın borçlunun kendiliğinden verdiği fazlalık niteliğinde olur ve alana meşrû bulunur.
Finans Kurumlarının dağıttığı kâr faiz niteliğinde midir?
Soru: “Faizsiz finans kurumları”nın işlemleri İslâm’ın faiz yasağı içine girer mi? Dağıttıkları kâr nisbetleri hemen hemen faiz oranları ile aynı çizgide devam ediyor. Sonra kâr ve zarar ortaklığı tam değilmiş gibi bir durum var. Bunların bütün işlemleri faiz dışı mıdır? Bunlar, İslâm ekonomisinin finans problemini çözebilecek bir çare midir?
Cevap: Faizsiz finans kurumları tasarruf sahipleri ile işletme arasındaki muamele bakımından İslâm’daki “Mudarabe (Emek-Sermaye Ortaklığı)” esasına dayanır. Finans kurumu işletmeci (mudarib), bu işletmelerin kâr-zarar katılım fonlarına para yatıranlar ise, sermaye sahibi (re’sülmal) tarafını oluşturur.
İşletme çeşitli vadelerde yatırılan sermayeleri, vadesine göre 3 veya 6ay, 1 yıl, 3 yıl gibi kâr-zarar katılım fonlarında toplar ve bunları vade sonundan önce geri dönecek şekilde finansman olarak müteşebbislere kullandırır. Günümüz İslâmî finans kuruluşlarının para kullandırma yöntemleri şunlardır. Mudarabe, Muşareke, Murabaha ve Leasin (kiralama). Bunları kısaca açıklayacağız.
a) Mudarabe:
İşletme; sermaye sahipleriyle kendi arasındaki ilişkiler bakımından mudarabe (emek-sermaye) esaslarına tabi olduğu gibi, bazı fonları, yine bu yolla müteşebbislere aktarabilir. Bu takdirde finans kurumu ile müteşebbis arasında “alt mudarabe” işlemi söz konusu olur. Meselâ; bir inşaat müteahhidi, üç yıllık fondan mudarabe yöntemi ile beş milyar Türk lirası alıp, 50 daire inşa ederek toplam 25 milyar liraya satışlarını gerçekleştirse kârın %20’si müteahhide ait olmak üzere anlaşma yapılmışsa kârın dört milyarı müteahhide, 16 milyarı da finans kuruluşuna ait olur. Finans kuruluşu statüsü gereği %20 kârı işletme payı olarak alıyorsa, yukarıdaki inşaat örneğindeki kalan 16 milyar kârdan %20 olan 3.2 milyarı alır ve geri kalan 12.8 milyarı da anapara ile birlikte, mevduat sahiplerine üç yıllık dönem kârı olarak dağıtır.
Buna göre, anapara üç yılda 3, 56 kat artmış bulunur. Bu fona bir milyon lira yatıran, 3, 56 milyon lira geri alır. Ancak fonun geri kalan finansmanının başka alanlara kullandırılması sonucunda bu ortalama azalabilir veya daha da artabilir.
Günümüzde finans kuruluşları mudarabe yönetimini kullanmak yerine büyük ölçüde peşin para ile mal alıp vadeli satma yoluyla finansman kullandırmayı tercih etmektedir. Bu da kâr marjını düşüren etkenler arasındadır.
b) Müşâreke:
Müşarake “sermaye ortaklığı” demektir. Finans kuruluşu bazı projeler için kendi özsermayesi ile vadesi uygun olan katılım fonundan da sermaye koyarak, yatırım yapabilir. Meselâ; 100 milyon kendi öz sermayesinden 100 milyon da mevduat sahiplerine ait fondan alarak ticaret işinde kullanır. Burada kâr, anlaşma esaslarına göre paylaşılırken, zarara sermaye oranlarına göre katlanılır.
c) Murâbaha:
Peşin mal alıp vadeli satma yoluyla finansman kullandırma yoludur. Burada, meselâ; finans kuruluşu bir firmanın siparişi üzerine 500 milyon liraya satın aldığı bir malı, bir yıl taksitle ödenmek üzere firma ile anlaşma yapılmışsa, faiz ve enflasyon oranlarını dikkate alarak ekliyeceği bir kârla teşebbüs sahibi firmaya satış yapar. %65 kâr eklemişse, malın fiyatı 825 milyon lira olur.
Günümüzde finans kuruluşları genel olarak fonlarını peşin para ile mal alıp vadeli satma yoluyla kullandırmaktadırlar. Hatta bu şekil kullandırmanın oranı %90’nın üstündedir. Vadeli satışta fiyatın çok yüksek tutulması müteşebbislerin faizli bankalara yönelmesine yol açacağı gibi, satış bedelinin çok düşük tutulması da dağıtacağı kârı azaltacağı için tasarruf sahiplerinin bir bölümünün yine daha yüksek faiz almak için bankalara yönelmesine sebep olabilir. Bu yüzden finans kuruluşları peşin alıp vadeli satışta banka faiz oranları ile ülkedeki enflasyon oranlarını dikkate alarak kâr oranı eklemek zorunda kalırlar. Bu da sonuçta bu kuruluşları faiz oranlarına yakın kâr dağıtımına sevkeder. Halkın nazarında da bankaya yakın ve benzer kuruluşlar imajı meydana getirebilir.
Bu yüzden finans kuruluşlarının Murabahalı satış yerine Mudarabe yöntemini yaygınlaştırması İslâm bankacılığının ruhuna daha uygundur. Gerçi İslâm fakihlerinin büyük çoğunluğu vadeli satışta eklenecek “vade farkı”nın meşru olduğunu söylemişlerdir. Fakat bunu sürekli bir kazanç sağlama yolu olarak düşünmemelidir.
d) Leasing (finansal kiralama) yöntemi
İslâm’da menkul veya gayri menkullerin kiraya verilmesi meşru görülmüştür.Finans kuruluşları bu yöntemle soyut bir kira sözleşmesini sürdürmek yerine, sonuçta malı satmayı amaçlamaktadırlar. Ancak doğrudan satış yerine, kiralama süresi sonunda mülkiyetin alıcıya geçmesi esası (leasing), taraflar için bir takım mali kolaylıklar sağlamaktadır.
Meselâ; yeni bir yolcu otobüsünü bu yöntemle almak isteyen müşteri yanında bu araç, meselâ; 4 yıl süreyle kiralık olarak kalmakta, ancak yapılan başka bir satış sözleşmesi ile dört yıl süreyle ödeyeceği taksitler belirlenmektedir. Buna göre alıcı, “kira bedeli + satış bedeli” olmak üzere iki çeşit bedeli dört yıl süreyle ödemekte ve dördüncü yılın sonunda malın mülkiyeti alıcıya intikal ettirilmektedir.
Sonuç olarak; finans kurumlarının doğrudan faizle iş gördükleri söylenemez. Ancak bunların Murabahalı yöntem yanında mudarabeyi yaygınlaştırmayı amaçlamaları gerekir.
Resmî dairelerin aldığı gecikme zammı faiz midir?
Soru: Vergi daireleri, SSK, Bağ-Kur, TEK, İSKİ vs. prim veya alacak gecikmeleri sebebiyle “gecikme zammı” uyguluyorlar. Bu faiz midir?
Cevap: Sözü edilen daire ve kuruluşların zamanında ödenmeyen prim veya alacaklara uyguladıkları “gecikme zammı”, devletin koyduğu bir çeşit para cezası niteliğindedir. Bu cezanın bir ayırım yapmadan herkese uygulanması, gerçek ödeme gücü olanla, olmayanın belirlenmemesi sosyal adalet bakımından haksızlıklar doğurur. Böyle bir müeyyide olmayınca da borçlarını herkes vadesinden sonraya bırakmaya başlar ki bu da bu kuruluşların iş görmesini engelleyebilir.
Diğer yandan kağıt paranın sağlam bir karşılığa bağlanmaması yüzünden ekonomisi güçlü ülkelerin parası özellikle geri kalmış ülkelerde değer kazanırken, bu ülkelerin kendi parası sürekli olarak değer kaybetmektedir. Bu yüzden, alacaklının rızası dışında borçların ertelenmesi halinde, bir ayı aşan gecikmelerde kanaatimizce kağıt parayı ilk çıkışından beri asırlardan bu yana yapıldığı gib ialtına endeksleyerek değer kaybını karşılamak hakkaniyete daha uygundur.(bk. İslâm' da para sonusu).
Veresiye altın veya döviz satışı, caiz midir?
Soru: Veresiye olarak altın veya döviz satışı, meselâ; önce döviz, sonra türk lirası veya önce TL, sonra döviz veya altın verilmek üzere satış yapılsa bu caiz midir?
Cevap: Altın, gümüş, nakit para veya döviz mübadelesinin peşin olarak yapılma zorunluluğu vardır. Çünkü, altı maddenin zikredildiği hadiste; altın, gümüş, buğday, arpa, kuru hurma ve tuzun kendi cinsleriyle peşin ve eşit miktarda, altın ve gümüşün kendi arasında, diğerlerinin de kendi aralarında değişik cinslerin peşin mübadele edilmesi esası getirilmiştir.
Ancak bu gibi nakit para veya mislî malların mübadelesinde karz-ı hasen olarak tarafların birbirine yardımcı olması mümkündür. Meselâ; 100 gr. 22 ayar altın bilezik almak durumunda olan bir kimse, yalnız 50 gram altın karşılığı kadar ödeme yapabiliyorsa, sarraf bu kimseye geri kalan 50 gramı karz-ı hasen olarak verebilir. Böylece hem karz-ı hasen sevabı kazanır ve hem de konuşulan vade sonunda teslim ettiği altın kadar yeni altın veya bunun ödeme tarihindeki değerini alma hakkına sahip olur. Aynı şeyi döviz için de düşünmek mümkündür. Meselâ; bin dolar nakde ihtiyacı olan kimse yalnız 500 doların bedeli olan türk parasını verebiliyorsa, dövizin sahibi isterse geri kalan 500 doları karz-ı hasen olarak verebilir (bk. “Karz-ı Hasen” ve “Sarf Akdi” konuları).
Sonuç olarak veresiye altın, gümüş veya para mübadelesi “nesie ribası”na yol açar. Ayrıca, aynı cinsin değişiminde fazlalık varsa “fazlalık ribası” söz konusu olur. Bu yüzden sarraflık ve döviz ticareti yapanların, işlemlerini peşin olarak yapmayı amaçlamaları gerekir.
Paradan para kazanmak caiz midir?
Soru: Para parayı doğurur mu? Hisse senedi veya döviz alım-satımı yapan kimse paraya para kazandırmış sayılır mı?
Cevap: İslâm’da bir işlemden ötürü kâra hak kazanma üç nedene dayanabilir. Kâra;
a) Sermaye,
b) Emeğin karşılığı,
c) Riske katılma karşılığı
Buna göre bir kimse bir ticaret işine nakit para yatırarak elde edilecek kâra sermaye nedeniyle hak kazanır. Bir Mudarabe (emek-sermaye) ortaklığında ise işletmeci (mudarib) belirlenen kâr payını emeğinin karşılığı olarak alır.
Kredi ortaklığında (vücuh şirketi) ise ortaklar hiç sermaye koymaksızın, ticari itibarları sayesinde veresiye mal alırlar ve satış sonucunda elde edilen kârı paylaşırlar. Burada kârın paylaşılması, zararı üstlenme oranlarına göre olur. Meselâ; iki kişi 300 milyon liralık veresiye mal alıp satsalar, bunlardan birisi 100, diğeri 200 milyonluk borç riskini üstlenmiş bulunsa, kârı da üçte bir üçte iki oranında paylaşırlar. Buna göre, kâra riske katılma karşılığında ve oranında hak kazanmış olurlar.
Sonuç olarak, paradan risksiz olarak para kazanmak caiz olmaz. Bu da anaparayı yüzde şu kadar kârı ile birlikte geri alma anlaşmasında ortaya çıkar ki buradaki fazlalık faiz olur.
Meşru alanda üretim ve ticaret yapan şirketlerin hisse senetlerini alıp-satmak caizdir. Çünkü bunlarda hisse senedi, hisseli bir arsa veya bina ve dükkânın tapusu yerindedir. Üç kişi arasında ortak olan bir arsadaki payını bir ortağın satabildiği gibi, büyük bir şirkette payı olan kimse de bunu satabilir.
Döviz alım-satımı yapan kimse altın ve gümüş alım-satımı yapan sarrafa benzer. Değişik cins paraları günlük rayiç bedelle alıp-satması caizdir. Ancak satışın peşin yapılması gerekir. Aksi halde “nesie faizi” meydana gelir.
İyi kalite buğdayla, düşük kalite buğday nasıl değiştirilmelidir?
Soru: Bir ton iyi kalite buğdayla, birbuçuk ton düşük kalite buğdayın birbiri ile değişimi faiz midir? “Misli misline” hadisi şerifi burada uygulanabilir mi, hikmeti nedir?
Cevap: Ölçü veya tartı birliği olan aynı cins malları birbiri ile ancak eşit olarak değiştirmek caizdir. Bu yüzden buğday buğdayla, arpa arpayla, veya hurma hurmayla para karşılıkları söz konusu edilmeksizin mübadele edilecekse eşit miktarda ve peşin olarak değiştirilebilir. Aksi halde düşük kaliteden verilecek fazlalık faiz olur. Ancak taraflar bu malı, başka cins bir malla veya nakit para ile değerlendirerek istedikleri gibi satış yapabilirler.
Nitekim Bilal (r.a)’ın Hz. Peygamber’e ikram etmek üzere, kendi elindeki adi hurmanın iki ölçeğini, bir ölçek kaliteli hurma ile mübadele etmesi üzerine, Allah elçisi şöyle buyurmuştur: “Eyvah eyvah ribanın ta kendisi. Bunu böyle yapma. Hurma satın almak istersen, kendi hurmanı nakit para ile sat. Onun satış bedeli ile istediğin hurmayı satın al.”8
Burada mal trampalarının nakit para ile değerlendirilerek yapılması öngörülmektedir. Böylece taraflardan birisinin aldanması önlenmiş olur. Çünkü para ile değerlendirme yapılmaksızın kaliteli maldan ne kadarının kalitesiz malın ne miktarına denk olduğunu anlamak mümkün olmaz.
Yapı kooperatiflerinde kullanılan kredinin niteliği nedir?
Soru: Yapı kooperatiflerinde faizli kredi kullanmak caiz midir? Böyle bir kredi faizse, krediyi kullanan kişi bundan nasıl temizlenir?
Cevap: Yapı kooperatiflerinde kullanılan kredileri ikiye ayırarak değerlendirmek gerekir. Kişi veya kooperatif faizli banka kredisi kullanmışsa, bunun faiz muamelesi oluşu açıktır. Ancak “kamu ortaklığı” kuruluşundan verilen kredilerin, herkesin ortak olduğu bir fondan verilmesi, kontrollü olarak bina yapımına sarfedilmesi ve faiz oranlarının enflasyonun çok altında tutulması bu kredilerin farklı şekilde değerlendirilmesine açık kapı bırakmaktadır.
Şöyle ki:İslâm’da birden fazla kişi ortak olarak bina yapabilir. Her ortak inşaata yatırdığı para kadar ortak olur. Bu ortaklardan birisi vakıf, şirket veya devlet de olabilir. Buna göre, meselâ; her biri yüz milyon liraya mal olan kooperatif daireleri için “toplu konut idaresi” daire başına 25’er milyon lira kredi vermişse, devlet gerçekte bu mülkün dörtte birine “hükmen ortak” sayılır. Devlet bu payının üstüne kârını ekleyerek 15 yıl taksitle kooperatif üyesine devretse, bu bir ortağın kendi payını başka bir ortağa satması gibi olur. Buna göre, toplu konut kredi mevzuatında yapılacak bazı değişikliklerle, bu uygulamanın, mü’minlerin zihinlerini karıştıran “faizli kredi” görüntüsünden çıkarılması ve problemin “ortaklık” çerçevesinde çözümlenmesi mümkündür. Bu değişiklik yapılıncaya kadar, konut kredisi kullanmış olanların, geri ödemeye başlamazdan önce gücü yettiği takdirde borcun tamamını peşin kapatması buna gücü yetmeyenin ise anapara ve fazlalığı altına endeksleyerek yıllara bölmesi buna göre hesap çıkarması mümkündür.
Çünkü bir İslâm devletinde toplumun ortak mülkü olan bir fondan faizsiz kredi verilecekse %60’ın üstünde yıllık enflasyona açık zayıf bir para ile bu fonu sürdürme imkânı bulunmaz. Böyle bir kredi ya altın gibi sabit bir değerle verilmeli, ya da yukarıda belirttiğimiz gibi, devletle kişi arasında ortak mesken yapımı yoluna gidilmelidir. Yapı tamamlanınca da devlet kendi payını, kişi olan ortağına kârını ekleyerek temlik etmelidir.
Sonuç olarak bu kredi ticari amaçla kullanılmamalı ve problemin “yapı ortaklığı” çerçevesinde çözülmesi her mü’minin amacı olmalıdır.
Veresiye mal satan kimse sonradan mala gelen zammı alıcıya yansıtabilir mi?
Soru: Bakkallar dört aylık veresiye alan müşteriye, mallara gelen zamların farkını ekleyebilir mi? Fiyat artışları sebebiyle meydana gelen zararı kim ödeyecek?
Cevap: Malı dört ay vade ile satan bir bakkal buna bir miktar vade farkı eklemiş olabilir, ya da sürümden kazanmak amacıyla malı peşin fiyatına vermiş bulunabilir. Her iki durumda da borç nakit para üzerinden devam ettiği için vade sonunda yeni ilâve yapma imkânı bulunmaz. Ancak standart olan (mislî) mallarda bakkal para yerine, vadeli verdiği malın cins ve miktarını yazarsa, müşteriye bu malı “karz-ı hasen” olarak vermiş olur. Vade tarihinde müşteri aynı cins ve miktardaki malı bakkala geri verebileceği gibi, yeni fiyat üzerinden satış bedelini de verebilir.
Bu duruma göre kredili satış yapan kişi veya kuruluş, kaç ay vadeli verebiliyorsa, buna göre belirleyeceği fiyatı daha sonra dağiştiremez. Ancak malı karz olarak verdiği takdirde yeni fiyat üzerinden bedelini alma imkânı doğabilir.
Mü’min tasarruflarını nasıl değerlendirmelidir?
Soru: Bir müslüman güvenilir bir ortak bulamadığı, kendisi de bir işletme açamadığı takdirde birikmiş parasını ekonomiye nasıl intikal ettirebilir?
Cevap: Tasarruflarını bizzat işletemeyen kimse, bunu mudarabe yoluyla işletecek güvenilir ortak da bulamadığı takdirde, altın veya dövize bağlayarak değerini koruma yanında, paranın ekonomiye katılmasını sağlamak için İslâmi esaslara göre çalıştığı bilinen bir finans kurumuna veya meşrû alanda üretim ve ticaret yapan bir şirketin hisse senetlerine yatırım yapabilir.
Geçmiş yıllardan kalan borçların ödenmesi nasıl olmalıdır?
Soru: Bir iki hafta sonra ödemek üzere mal alan kişi, borcunu bir yıl sonra getirse, borç, malın o zamanki fiyatı üzerinden alınabilir mi? Yoksa ilk satıldığı zamanki fiyattan mı alınmalı?
Cevap: Geçmiş yıllardan kalan borçlar, altın veya döviz borcu gibi, değerini koruyan bir borçsa, miktarınca ödenmesi yeterli olur. Fakat yüksek enflasyona açık türk lirası gibi kağıt para borcu ise, bunu borcun ödenmesi gereken tarih itibariyle altına endeksleyerek, ödeme tarihindeki altın karşılığı hesabı ile ödemek hakkaniyete ve adalete uygun düşer. Çünkü kâğıt para temelde altın karşılığında çıkarılmış ve yüzyıllarca bu endeksleme sürmüştür. Günümüzde kağıt para ile altın arasında açık bir bağlantı bulunmamakla birlikte bunu, borçların ödenmesinde büyük haksızlık doğuran durumlarda, ve gecikmiş borçlarda uygulamak, İslâm’daki “ne haksızlık yapmak ve ne de haksızlığa uğramamak” ilkesine uygun düşer.9 Çünkü bir borcu artırarak ödemeyi şart koşmak borçluya karşı haksızlık olduğu gibi, alacaklının rızası dışında eksik olarak ödemek de alacaklıya karşı haksızlık sayılır.